Huseyni
Müdavim
Eğer şeriat-ı fıtriye'yi "fıtrî olan şeriat şeklinde anlayacak olursak, burada "fıtrî olmak", dolayısı ile "fıtrat" ve "şeriat" kavramları ön plana çıkacaktır. Bir dil-bilimci gibi kelimelerizı köklerine inip hangi dönemde ne anlamda kullanıldıkları gibi bir yaklaşımla olmasa da, kavram kargaşasına engel olmak en azından bu metinde kastedilen mânâları üzerinde baştan anlaşinak maksadı ile önce bu kavramlar üzerinde durmak faydalı olacaktır diye düşünüyorum.
Şeriat, Kelime anlamıyla
izlenmesi gereken yol,1
Kur'ân'a dayanan İslâm hukuku,
doğru yol,
tanrı buyruğu İlâhî kânun;
Allah'ın insanlarının eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü gibi mânâlar taşır.
Sözcük, genellikle İslâm dini, dinin buyruk ve yasaklarının tümü ve daha özel olarak Allah'ın Hz. Peygamber aracılığı ile insanların eylemlerini düzenlemek için koyduğu yasalar anlamına gelir. Ayrıca, daha çok çoğul (şerai) olarak hükümler anlamına da kullanılır.
Kur'ân'da şeriat sözcüğü tek bir âyette (XLV,18 ) "din işlerinde uyulması gereken yol" anlamında geçer. Ayrıca bir âyette (V. 48 ) aynı anlamda (şir'a), bir ayette (XLII,13) "şeriat yaptı" anlamında tekil (şeraa), bir ayette de (XLII, 21) "şeriat yaptilar" anlamında çoğul (şerâû) biçiminde fiil olarak kullanılır."2
Kelimeler anlaşmadaki en önemli araçlar olmakla birlikte zaman içerisinde, kültür ve bilgi birikimi üzerine oturtulmuş bazı anlamlar sözlük anlamından farklı bir hal alabilmektedir. Böyle durumlarda kültür farklılıkları ve yanlış bilgiye ulaşmış olma ihtimali ile sözlük anlamından hareket etmek daha sağlıklı olacaktır. İşte "şeriat" için de bunu yapalım ve "izlenmesi gereken yol" anlamından hareket edip kelimeye yüklenmiş olan diğer anlamlara ulaşmaya çalışalım.
"İzlenmesi gereken yol" dediğimizde ilk karşımıza çıkacak soru "Kimin izlemesi gereken yol?"dur. Yani, ortada bir yol ya da pek çok yollar vardır. Bunlardan biri doğru olarak tayin edilmiş ve gösterilmektedir.
Ama bu işaretler kimlere hitap etmektedir?
Bu soru karşısında ise kimin işaret ettiği önem kazanır.
İşaret edenin konumundan hareketle kimlere işaret ettiği ortaya çıkarılacaktır.
İşte, bu noktada yine ansiklopedik ya da sözlük anlamlarına döndüğümüzde "Tanrı buyruğu, İlâhî kânun"3 anlamları ön plana çıkar.
Yani ikinci "Kim?" sorusunun cevabı "Allah"tır.
Peki, Allah kimlerin hareketlerini tanzim eder, kimlere yol gösterir ve kimleri idare eder?
Allah olma özelliğinin birlikte getirdiği özellik Onun herşeyin Rabbi, idarecisi, terbiyecisi, yol göstericisi olmasıdır.
Atomun, hücrenin, bitkilerin, hayvanların, insanların... Yani, aklımıza gelen herşeyin.
Öyle ise ilk "Kim?" sorusunun cevabı da "herkes ve herşey"dir.
Aslında şuur sahipieri olarak bizler "izlenen yollar"a muhatabız. Çünkü, kainatta herşey "izlenmesi gereken yol"u bilmekte ya da bilir gibi bir tavır sergilemekte ve şaşırma, tembellik, isyankarlık, bilgisizlik eseri göstermeden o yolu izlemektedir. Bir gösteri düşünün ki, organizasyon mükemmel, bir-saat boyunca en az·ufak aksaklık olmaksızın herkes üzerine düşeni yapıyor, ne yapacağını, nerede yapacağını ve hangi anda yapacağını çok iyi biliyor ve yapıyor. Milyarlarca yıldır devam eden ve rakamlarla ifade edilemeyecek sayıda oyuncunun rol aldığı böyle bir gösterinirı izleyicileri olduğumuzun farkında miyız? Ne dersiniz?
"Bugün ilim, varlıklar ile program arasındaki münasebeti çok açık bir şekilde bize göstermektedir. Dün, hadiseleri yorumlarken bu mevzuda kesin bir tarif getirilemiyordu. Meselâ "Hücrenin hafızası mı var ki, bütün bu kabiliyetlerini kuşaktan kuşağa geçiriyor?" deniyordu. Hücre gerçekte öyle bir programı ifade ediyor ki, hangi saniye neyi işleyeceği, bir saniye sonra neyi yapacağı, bir mânâda bellidir. Hücrenin laboratuvarları bir el kitabı üzerinde çalışıyor gibidir: Sanki açıyor, işliyor, imalat yapıyor... Bir de fabrikanın imalat esnasında her bölümün neyi, ne zaman ve nasıl yapacağının belli olması gibi, insan vücudunun yapısında da bu matematik program geçerliliği vardır. Bu programın varlığıdır ki, hayata canlıya bambaşka bir açıdan bakmamızı icabettirir."4
Gerçekten de kainat dıştan bakış, onun içinde fonksiyon gören her bireyin elinde bir program olup, burada hangi durumda neyin yapılacağının belirtildiği intibaını uyandırır. Bütün bilim adamlarının çalışmaları bu programların çözülmesi akış şemasının ya da algoritmasmın tesbiti ve bilim adma ortaya konan eserlerde bunların bizim anlayacağımız dille ifadesi şeklinde değerlendirilebilir. Ama burada düşünülmesi ihtimali olan bir yanılgı kainatın Newton'un mekanik yaklaşımı ile ele alınmasidır. Sebeplerin bir yaratıcı rolü taşımasa da baştan saatin kurulması gibi oluşturulmuş bir düzene uygun programın kendileri ile ilgili kısmını uyguladıkları bir düzen. Bu durumda ise düzenin kurucusu sadece başlangıç'ta saati kurmak, ya da bilgisayarı programlamak gibi bir fonksiyona sahiptir.
Bazılarınca "nedensellik" olarak da adlandırılan bu düzen özellikle fizikte ve atom içi alemi tanıdıkça ortaya çıkan yeniliklerle geçerliliğini yitirmiştir.
"Nedensellik" kavramı modern çağlarda ortaya çıkan her bilgi teorisinin baş sorunlarından biri olmuştur. Doğanın nedensel yasa türünden betimlemelere elverişli olması gerçeği, aklın doğada olup bitenleri denetlediği görüşüne yol açmıştır. Üstelik Newton mekaniğinin felsefe üzerindeki etkisinden de görüyoruz ki, "sentetik a priori" kavramı fizik dünyasının belirleyici (determinisit) yorumundan kaynaklanmıştır. Herhangi bir dönemin fiziği, bilgi teorisini derinden etkilediği için, nedensellik kavramının on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl fiziğinde geçirdiği gelişmeyi incelemek gerekir. Bu gelişme doğa yasası kavramını etkilemekle kalmaz, yeni bir nedensellik felsefsinin oluşumunu da sağlar.
Tarihsel olan bu sürecin açıklanması, nedenselliğin anlamına ilişkin bir çözümleme ile işe koyulursak daha kolay olur. Hatırlanacağı gibi daha önce "açıklama"nın anlamı üzerinde dururken, açıklamayı genelleme diye nitelemiştik. Bu düşünce ile şimdi ele aldığımız konu yakından ilişkilidir. Açıklamayı, nedenlere indirgeme diye de niteleyebileceğimizden, nedensel ilişkiyi de öyle yorumlayabiliriz. Aslında "nedensel yasâ" bilim anlamının anladığı eğer-o halde biçiminde ve her zaman için geçerli bir ilişkidir. Elektrik akımının manyetik ibrenin sapmasına neden olduğunu söylemek, elektrik akımınm olduğu yerde manyetik ibrenin daima sapma göstereceğini söylemek anlamına gelir. Buradaki daima ilişkinin raslantı değil, nedensel nitelikte olduğunu belirtmek için eklenmiştir. Bir süre önce, gösterilen bir filmde bir kereste deposunun tam havaya uçurulduğu sırada, hafif bir deprem sinemayı sarsmış, seyirciler bir an perdedeki patlamanın bir sarsıntıya yol açtığı duygusuna kapılmışlardı. İki olgu arasında gerçek bir ilişkinin olmadığını ileri sürerken, gözlenen rastlantının yinelenemeyeceği gerekçesine dayanırız.
Nedensel ilişkiyi raslantısal ilişkiden ayıran özellik, yinelemelerden başka bir şey olmadığına göre, nedensel ilişkinizı anlamı şaşmayan bir yinelenme diye belirtilebilir; bunun dışında başka bir anlam yüklemek gereksizdir.
Bir ilişkide nedenin sonuca gizli bir iple bağlı olduğu, sonucun nedeni izlemesi için zorladığı düşüncesi kökeninde antropormarfik olup bir yana itilebilir; nedensel ilişki yalnızca eğer-o halde daima demektir. Örneğimize dönersek, perdede yer alan bir patlama sırasında sinema daima sarsılsaydı o zaman iki olgu arasındaki ilişkiyi nedensel bir ilişki saymak gerekecekti. Nedensellik derken bizim anladığımız şey yalnızca budur."5
Görüldüğü gibi, bu metinde Hans Reichenbach "nedensellik" ile "doğa yasaları"nın izahında "yinelemeler" üzerinde durmaktadır. Burada, "doğa yasaları" kavramının direkt olarak kullanılması, yani yasaların varlığının peşinen kabulü ve bunun temelinde "yinelemeler"in varlığının ön plâna çıkarılması dikkat çekicidir. Ayrıca metnin devam eden bölümünde sebep-sonuç ilişkisinin her yerde bu netlikte geçerli olmadığ"i ortaya konmaktadır: "Sorun özünde şudur: Nedensellik temel, evrensel bir ilke midir, yoksa yalnızca makroskopik düzeyde geçerli, ama atomlar düzeyinde uygulanamayan, istatistiksel yasaların yerine geçen bir ilke midir?
Ondokuzuncu yüzyıl fiziği çerçevesinde bu soru yanıtlanamazdı. Yanıt Planck'ın kuantum kavramınm yol açtığı atom altı olaylara ilişkin çözümlemeleri içeren yirminci yüzyıl fiziğinde verilmiştir. Çağdaş kuantum mekaniğindeki incelemelerden biliyoruz ki, bireysel atomik oluşumlar nedensel yoruma elverişli değildir, yalnızca olasılık yasalarına bağlı görünmektedirler. Heisenberg'in ünlü belirsizlik ilkesinde dile getirilen bu ikinci görüşü, geçerli olduğunu kanıtlayıcı niteliktedir. Buna göre kesin nedensellik arayışından vazgeçilmesi gerekmekte, nedensel yasalarm yerini olasılık yasalarına bırakması zorunluğu vurgulanmaktadır."6
Makro alemde gördüğümüz düzenli, maksatlı ve "kânunlar" olarak adlandırdığımız ve onlarla anlayabildiğimiz olayların temelinde belirsizlikler, düzensizlikler, kararsızliklar var. İşte bu türden olayların üzerinde düzenli ve insanlara hitap eden tarzda olayların bina edilmesi açıkça bir iradenin göstergesi. "İşte karmaşa, kararsızlık, düzensizlik içinde cereyan ediyor gibi gözüken tahavvülât-ı zerrât, "âlem-i gaybdan oian herşeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizâmâta medar ve ilim emr-i İlâhî'nin bir ünvanı olan İmâm-ı Mübin'in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehadetten teşkil ve îcad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı olan Kitab-ı Mübîn'den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakîkati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat'ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizazâttır."7 Burada geçen hakikatleri açmak izaha çalışmak gibi bir uğraşa girişmeyeceğim. Çünkü, bu pek uzun zaman ve pek çok makale gerektirecek. Hem bu açıdan hem de büyük hakikatlere kendi dar anlayışımla perde olmamak için ilgilileri 30. Söze davet ediyorum. Ancak, şu çarpıcı nokta üzerinde duracağım. Zerreler âleminin o karmaşası, aslında kâinat kitabında kudret kelimelerinin yazılması olarak tarif ediliyor. Zerreler şeklindeki noktalar kudret kaleminin hareketi ile alem sahifesine dökülüyor ve cilt cilt bilim kitaplarının tercüme ettiği kelimeler yazılıyor. İşte bu kelimelerin muhatabı olan insanın anlayabilmesi ve tavırlarını anladıklarına göre ayarlayabilmesi için İrade Sahibinin belli prensipleri, kuralları ya da âdetleri var. Bu nedenle mikro âlemin kararsızlıklarıni makro alemde bir nizam ve kânunlar bütününe dönüştürüyor. Başka bir deyişle, "Cem'î zerrat-ı kâinat birer birer, zât ve sıfat ve saire vücuh ile, hadsiz imkânât mabeyninde mütereddit iken; birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Saniin vücub-u vücuduna şehadetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbaniye içinde ilân-ı Sâni eden misbah-ı îmanı ışıklandırıyor."8 Sanatkârlarını ilân eden zerrata "izlemeleri gereken yol" hikmetli sonuçları ortaya çıkaracak şekilde ve nizamın anlaşılması için, Hans Reichenbahc'ın "yinelemeler" şeklinde ifade ettiği belli âdetler çerçevesinde onlara gösteriliyor. Bu âdetler olayları kânunlar şeklinde ifade edebilmemize imkan tanıyor. O zaman, "sebepsonuç," "nedensellik" gibi kavramlarla ifade edilen şeyler aslında "âdetullah," "sünnetullah"dırlar.
Gerçi şeriatın bu anlamda izahı içinde "fıtrî olmak" kavramı ister istemez ortaya konmuş oldu ama yine de biraz üzerinde duralım. Kelime anlamından hareket etmek üzere sözlüklere baktığımızda "fıtrat" için, "yaratılış, huy,"9 "tıynet, hilkat,"10 "fıtrî" kelimesi için ise "Yaratılıştan, doğuştan,"11 "Hayat kânunlarına uygun"12 gibi anlamları buluyoruz. Bütün bu anlamlarm özünde yaratılmak söz konusu olduğuna göre aslında Yaratanla yani Fatırla olan bağlantı önemli. Onun arzusuna uygun halde Onun kudretiyle ortaya çıkmaktır "fıtrî olmak." Hem Kayyum'dur O. Dolayısı ile her an dağılmak üzere kararsız zerreler üzerinde koca kainatı her an şekillendirir ve ayakta tutar. Her yeni anda zerrelerin "izlediği yol" onun meşietine yani arzusuna uygündur ve makro alemde hikmetler şeklinde gözükürler.
"Fıtratta yalan yoktur; dediyse doğrudur.
Çekirdeğin lisanı meyl-i nümüvv der: "Ben sümbülleneceğim meyvedar..." Doğru çıkar beyanı.
Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı ki, "Ben piliç olurum; izn-i İlâhî ola." Sadık olur lisânı.
Bir avuç su, bir demir gülle içinde, eğer niyet etse incimâd, bürûdetin zamanı. İçindeki inbisat meyli der: "Genişlen! Bana lâzım fazla yer." Bir emr-i bîemanî.
Metin demir çalışır onu yalan. Belki onda doğruluk hem de sıdk-ı cenanî.
O demiri parçalar. Şu meylanlar birer emr-i tekvini birer hükmü Yezdânî,
Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irâde. İrâde-i İlâhî, idare-i ekvânî,
Emirler şunlardır:
Birer birer meyelân,
birer birer imtisâl,
evamir-i Rabbanî.
Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir;
incizab ve cezbe iki musaffâ cânı.
İki mücellâ camdır,
akseder içinde Cemâl-i Lâyezâli,
hem de nûr-u îmânî."13
Her an yeni bir yaratılış, Fâtır-ı Zülcelâl'irı iradesi doğrultusunda açılan yeni bir sayfadır. YaŞadığımız en küçük zaman dilimi yoktan vücuda getirilmekte bu maksatla zerrelerden yıldızlara, en küçük varlıktan kâinatın bütününe izlemesi gereken yol gösterilip, İrade Sahibi'nin kânunlarına itaatleri sağlanmaktadır. Çünkü Onun saltanatının sınırları içinde atom içinden galaksilere görünen âlem, yani âlem-i şehadet, ayrıca âlem-i misâl, âlem-i ervah... gibi bütün âlemler yer almaktadır. Bu âlemlerde yoklar var edilirken, yâni Fâtır-ı Zülcelâl'irı "tekvin" sıfatı tecelli ederken, ilim ve emr-i İlâhi bir başka deyişle İmâm-ı Mübîn kuralları belirler, kudret ve irâde-i İlâhiye ile, Kitab-ı Mübîn ile, yaşadığımız anda ve şehâdet âleminde varlıklar îcad ve teşkil edilir.
"İmâm-ı Mübîn, ilim ve emr-i İlâhî'nin bir nevine bir ünvandır ki, âlem-i şehâdetten ziyade, âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşeyin vücud-u zâhirîsinden ziyade aslma, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlâhînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Söz'de, hem Onuncu Söz'ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet, şu İmam-ı Mübîn, bir nevi ilim ve emr-i İlâhî'nin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemâl-i intizam ile eşyanın vücutlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle, elbette desâtir-i ilm-i İlâhî'nin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanm neticeleri, nesilleri, tohumları, ileride gelecek mevcudâtın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden, elbette evâmir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ, bir çekirdek bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evâmir-i tekvîniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhâsıl, İmam-ı Mübîn, mazi ve müstakbelirı ve âlem-i gaybın etrâfında dal budak saran şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki İmâm-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsı ve hükmü ile, zerrât vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir.
"Amma, Kitab-ı Mübîn ise âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyâde kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmâm-ı Mübîn kader defteri ise, Kitab-ı Mübîn kudret defteridir. Yani herşey, vücudunda mâhiyetinde ve sıfat ve şuunatında kemâl-i sanat ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kâmilenin desatiri ile bir irâde-i nâfizenin kavânini ile vücud giydiriliyor; suretleri tayin, teşhis edilip, birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor."14
İşte, bugün ciltlerle kitabın içeriğini oluşturan, iyice dallanıp budaklanmış farklı farklı ilim dallarının uğraş sahası, bu kânunlardan başka birşey değildir. Hakikati arayan ilim adamı örıce varlıkla yüzyüze geliyor, varlığın sıfatlarını ve değişik özelliklerini keşfettikçe o varlığı oluşturan sanatın harikalığı ve çok muntazam eksiksiz yapılışı ortaya çıkıyor. Bundan sonra ulaşılması gereken sonuç ise bütün bunların gerisinde bir kudret ve iradenin var olması gerektiğidir. Herşeyde görünen güzellik, ölçü ve özen bu kudretin düsturları ve iradenin kâzıunları ile ortaya konuyor. Aslında, varlık âleminde gezinti yapan, onun inceliklerini anlamaya çalışan, kâinatın hakikati peşinde olan herkes bu özelliklerin farkında. Zaten ilim ve fen kitaplarının içinde yer alanlar da bu kânunlar, bu düsturlar.
Dipnotlar
1. Thema Larousse, 1: 508.
2. Büyük Larousse, 21: 11054.
3. A.g.e., s. 11054.
4. 17 Ekim 1993 tarihli Zaman Gazetesi, Hayat ve Program adlı makale, Ork. Dr. Halûk Nurbâki, s. 2.
5. Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Hans Reichenback, s. 110.
6. A.g.e., s. 114.
7. Sözler, 30. Söz, s. 505.
8. Sözler.
9. Dictionoire Larousse, Ansitlopedik Sözlük, s. 844.
10. Yeğin Abdullah, Yeni Lugat, s. 161.
11. Dictionoire Larousse, Ansiklopedik Sözlük, s. 844.
12. Yeğin Abdullah, Yeni Lugat, s. 161.
13. Sözler, Lemeât, s. 642.
14. Sözler, 30. Söz, s. 505.
Şeriat, Kelime anlamıyla
izlenmesi gereken yol,1
Kur'ân'a dayanan İslâm hukuku,
doğru yol,
tanrı buyruğu İlâhî kânun;
Allah'ın insanlarının eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü gibi mânâlar taşır.
Sözcük, genellikle İslâm dini, dinin buyruk ve yasaklarının tümü ve daha özel olarak Allah'ın Hz. Peygamber aracılığı ile insanların eylemlerini düzenlemek için koyduğu yasalar anlamına gelir. Ayrıca, daha çok çoğul (şerai) olarak hükümler anlamına da kullanılır.
Kur'ân'da şeriat sözcüğü tek bir âyette (XLV,18 ) "din işlerinde uyulması gereken yol" anlamında geçer. Ayrıca bir âyette (V. 48 ) aynı anlamda (şir'a), bir ayette (XLII,13) "şeriat yaptı" anlamında tekil (şeraa), bir ayette de (XLII, 21) "şeriat yaptilar" anlamında çoğul (şerâû) biçiminde fiil olarak kullanılır."2
Kelimeler anlaşmadaki en önemli araçlar olmakla birlikte zaman içerisinde, kültür ve bilgi birikimi üzerine oturtulmuş bazı anlamlar sözlük anlamından farklı bir hal alabilmektedir. Böyle durumlarda kültür farklılıkları ve yanlış bilgiye ulaşmış olma ihtimali ile sözlük anlamından hareket etmek daha sağlıklı olacaktır. İşte "şeriat" için de bunu yapalım ve "izlenmesi gereken yol" anlamından hareket edip kelimeye yüklenmiş olan diğer anlamlara ulaşmaya çalışalım.
"İzlenmesi gereken yol" dediğimizde ilk karşımıza çıkacak soru "Kimin izlemesi gereken yol?"dur. Yani, ortada bir yol ya da pek çok yollar vardır. Bunlardan biri doğru olarak tayin edilmiş ve gösterilmektedir.
Ama bu işaretler kimlere hitap etmektedir?
Bu soru karşısında ise kimin işaret ettiği önem kazanır.
İşaret edenin konumundan hareketle kimlere işaret ettiği ortaya çıkarılacaktır.
İşte, bu noktada yine ansiklopedik ya da sözlük anlamlarına döndüğümüzde "Tanrı buyruğu, İlâhî kânun"3 anlamları ön plana çıkar.
Yani ikinci "Kim?" sorusunun cevabı "Allah"tır.
Peki, Allah kimlerin hareketlerini tanzim eder, kimlere yol gösterir ve kimleri idare eder?
Allah olma özelliğinin birlikte getirdiği özellik Onun herşeyin Rabbi, idarecisi, terbiyecisi, yol göstericisi olmasıdır.
Atomun, hücrenin, bitkilerin, hayvanların, insanların... Yani, aklımıza gelen herşeyin.
Öyle ise ilk "Kim?" sorusunun cevabı da "herkes ve herşey"dir.
Aslında şuur sahipieri olarak bizler "izlenen yollar"a muhatabız. Çünkü, kainatta herşey "izlenmesi gereken yol"u bilmekte ya da bilir gibi bir tavır sergilemekte ve şaşırma, tembellik, isyankarlık, bilgisizlik eseri göstermeden o yolu izlemektedir. Bir gösteri düşünün ki, organizasyon mükemmel, bir-saat boyunca en az·ufak aksaklık olmaksızın herkes üzerine düşeni yapıyor, ne yapacağını, nerede yapacağını ve hangi anda yapacağını çok iyi biliyor ve yapıyor. Milyarlarca yıldır devam eden ve rakamlarla ifade edilemeyecek sayıda oyuncunun rol aldığı böyle bir gösterinirı izleyicileri olduğumuzun farkında miyız? Ne dersiniz?
"Bugün ilim, varlıklar ile program arasındaki münasebeti çok açık bir şekilde bize göstermektedir. Dün, hadiseleri yorumlarken bu mevzuda kesin bir tarif getirilemiyordu. Meselâ "Hücrenin hafızası mı var ki, bütün bu kabiliyetlerini kuşaktan kuşağa geçiriyor?" deniyordu. Hücre gerçekte öyle bir programı ifade ediyor ki, hangi saniye neyi işleyeceği, bir saniye sonra neyi yapacağı, bir mânâda bellidir. Hücrenin laboratuvarları bir el kitabı üzerinde çalışıyor gibidir: Sanki açıyor, işliyor, imalat yapıyor... Bir de fabrikanın imalat esnasında her bölümün neyi, ne zaman ve nasıl yapacağının belli olması gibi, insan vücudunun yapısında da bu matematik program geçerliliği vardır. Bu programın varlığıdır ki, hayata canlıya bambaşka bir açıdan bakmamızı icabettirir."4
Gerçekten de kainat dıştan bakış, onun içinde fonksiyon gören her bireyin elinde bir program olup, burada hangi durumda neyin yapılacağının belirtildiği intibaını uyandırır. Bütün bilim adamlarının çalışmaları bu programların çözülmesi akış şemasının ya da algoritmasmın tesbiti ve bilim adma ortaya konan eserlerde bunların bizim anlayacağımız dille ifadesi şeklinde değerlendirilebilir. Ama burada düşünülmesi ihtimali olan bir yanılgı kainatın Newton'un mekanik yaklaşımı ile ele alınmasidır. Sebeplerin bir yaratıcı rolü taşımasa da baştan saatin kurulması gibi oluşturulmuş bir düzene uygun programın kendileri ile ilgili kısmını uyguladıkları bir düzen. Bu durumda ise düzenin kurucusu sadece başlangıç'ta saati kurmak, ya da bilgisayarı programlamak gibi bir fonksiyona sahiptir.
Bazılarınca "nedensellik" olarak da adlandırılan bu düzen özellikle fizikte ve atom içi alemi tanıdıkça ortaya çıkan yeniliklerle geçerliliğini yitirmiştir.
"Nedensellik" kavramı modern çağlarda ortaya çıkan her bilgi teorisinin baş sorunlarından biri olmuştur. Doğanın nedensel yasa türünden betimlemelere elverişli olması gerçeği, aklın doğada olup bitenleri denetlediği görüşüne yol açmıştır. Üstelik Newton mekaniğinin felsefe üzerindeki etkisinden de görüyoruz ki, "sentetik a priori" kavramı fizik dünyasının belirleyici (determinisit) yorumundan kaynaklanmıştır. Herhangi bir dönemin fiziği, bilgi teorisini derinden etkilediği için, nedensellik kavramının on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl fiziğinde geçirdiği gelişmeyi incelemek gerekir. Bu gelişme doğa yasası kavramını etkilemekle kalmaz, yeni bir nedensellik felsefsinin oluşumunu da sağlar.
Tarihsel olan bu sürecin açıklanması, nedenselliğin anlamına ilişkin bir çözümleme ile işe koyulursak daha kolay olur. Hatırlanacağı gibi daha önce "açıklama"nın anlamı üzerinde dururken, açıklamayı genelleme diye nitelemiştik. Bu düşünce ile şimdi ele aldığımız konu yakından ilişkilidir. Açıklamayı, nedenlere indirgeme diye de niteleyebileceğimizden, nedensel ilişkiyi de öyle yorumlayabiliriz. Aslında "nedensel yasâ" bilim anlamının anladığı eğer-o halde biçiminde ve her zaman için geçerli bir ilişkidir. Elektrik akımının manyetik ibrenin sapmasına neden olduğunu söylemek, elektrik akımınm olduğu yerde manyetik ibrenin daima sapma göstereceğini söylemek anlamına gelir. Buradaki daima ilişkinin raslantı değil, nedensel nitelikte olduğunu belirtmek için eklenmiştir. Bir süre önce, gösterilen bir filmde bir kereste deposunun tam havaya uçurulduğu sırada, hafif bir deprem sinemayı sarsmış, seyirciler bir an perdedeki patlamanın bir sarsıntıya yol açtığı duygusuna kapılmışlardı. İki olgu arasında gerçek bir ilişkinin olmadığını ileri sürerken, gözlenen rastlantının yinelenemeyeceği gerekçesine dayanırız.
Nedensel ilişkiyi raslantısal ilişkiden ayıran özellik, yinelemelerden başka bir şey olmadığına göre, nedensel ilişkinizı anlamı şaşmayan bir yinelenme diye belirtilebilir; bunun dışında başka bir anlam yüklemek gereksizdir.
Bir ilişkide nedenin sonuca gizli bir iple bağlı olduğu, sonucun nedeni izlemesi için zorladığı düşüncesi kökeninde antropormarfik olup bir yana itilebilir; nedensel ilişki yalnızca eğer-o halde daima demektir. Örneğimize dönersek, perdede yer alan bir patlama sırasında sinema daima sarsılsaydı o zaman iki olgu arasındaki ilişkiyi nedensel bir ilişki saymak gerekecekti. Nedensellik derken bizim anladığımız şey yalnızca budur."5
Görüldüğü gibi, bu metinde Hans Reichenbach "nedensellik" ile "doğa yasaları"nın izahında "yinelemeler" üzerinde durmaktadır. Burada, "doğa yasaları" kavramının direkt olarak kullanılması, yani yasaların varlığının peşinen kabulü ve bunun temelinde "yinelemeler"in varlığının ön plâna çıkarılması dikkat çekicidir. Ayrıca metnin devam eden bölümünde sebep-sonuç ilişkisinin her yerde bu netlikte geçerli olmadığ"i ortaya konmaktadır: "Sorun özünde şudur: Nedensellik temel, evrensel bir ilke midir, yoksa yalnızca makroskopik düzeyde geçerli, ama atomlar düzeyinde uygulanamayan, istatistiksel yasaların yerine geçen bir ilke midir?
Ondokuzuncu yüzyıl fiziği çerçevesinde bu soru yanıtlanamazdı. Yanıt Planck'ın kuantum kavramınm yol açtığı atom altı olaylara ilişkin çözümlemeleri içeren yirminci yüzyıl fiziğinde verilmiştir. Çağdaş kuantum mekaniğindeki incelemelerden biliyoruz ki, bireysel atomik oluşumlar nedensel yoruma elverişli değildir, yalnızca olasılık yasalarına bağlı görünmektedirler. Heisenberg'in ünlü belirsizlik ilkesinde dile getirilen bu ikinci görüşü, geçerli olduğunu kanıtlayıcı niteliktedir. Buna göre kesin nedensellik arayışından vazgeçilmesi gerekmekte, nedensel yasalarm yerini olasılık yasalarına bırakması zorunluğu vurgulanmaktadır."6
Makro alemde gördüğümüz düzenli, maksatlı ve "kânunlar" olarak adlandırdığımız ve onlarla anlayabildiğimiz olayların temelinde belirsizlikler, düzensizlikler, kararsızliklar var. İşte bu türden olayların üzerinde düzenli ve insanlara hitap eden tarzda olayların bina edilmesi açıkça bir iradenin göstergesi. "İşte karmaşa, kararsızlık, düzensizlik içinde cereyan ediyor gibi gözüken tahavvülât-ı zerrât, "âlem-i gaybdan oian herşeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizâmâta medar ve ilim emr-i İlâhî'nin bir ünvanı olan İmâm-ı Mübin'in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehadetten teşkil ve îcad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı olan Kitab-ı Mübîn'den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakîkati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat'ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizazâttır."7 Burada geçen hakikatleri açmak izaha çalışmak gibi bir uğraşa girişmeyeceğim. Çünkü, bu pek uzun zaman ve pek çok makale gerektirecek. Hem bu açıdan hem de büyük hakikatlere kendi dar anlayışımla perde olmamak için ilgilileri 30. Söze davet ediyorum. Ancak, şu çarpıcı nokta üzerinde duracağım. Zerreler âleminin o karmaşası, aslında kâinat kitabında kudret kelimelerinin yazılması olarak tarif ediliyor. Zerreler şeklindeki noktalar kudret kaleminin hareketi ile alem sahifesine dökülüyor ve cilt cilt bilim kitaplarının tercüme ettiği kelimeler yazılıyor. İşte bu kelimelerin muhatabı olan insanın anlayabilmesi ve tavırlarını anladıklarına göre ayarlayabilmesi için İrade Sahibinin belli prensipleri, kuralları ya da âdetleri var. Bu nedenle mikro âlemin kararsızlıklarıni makro alemde bir nizam ve kânunlar bütününe dönüştürüyor. Başka bir deyişle, "Cem'î zerrat-ı kâinat birer birer, zât ve sıfat ve saire vücuh ile, hadsiz imkânât mabeyninde mütereddit iken; birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Saniin vücub-u vücuduna şehadetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbaniye içinde ilân-ı Sâni eden misbah-ı îmanı ışıklandırıyor."8 Sanatkârlarını ilân eden zerrata "izlemeleri gereken yol" hikmetli sonuçları ortaya çıkaracak şekilde ve nizamın anlaşılması için, Hans Reichenbahc'ın "yinelemeler" şeklinde ifade ettiği belli âdetler çerçevesinde onlara gösteriliyor. Bu âdetler olayları kânunlar şeklinde ifade edebilmemize imkan tanıyor. O zaman, "sebepsonuç," "nedensellik" gibi kavramlarla ifade edilen şeyler aslında "âdetullah," "sünnetullah"dırlar.
Gerçi şeriatın bu anlamda izahı içinde "fıtrî olmak" kavramı ister istemez ortaya konmuş oldu ama yine de biraz üzerinde duralım. Kelime anlamından hareket etmek üzere sözlüklere baktığımızda "fıtrat" için, "yaratılış, huy,"9 "tıynet, hilkat,"10 "fıtrî" kelimesi için ise "Yaratılıştan, doğuştan,"11 "Hayat kânunlarına uygun"12 gibi anlamları buluyoruz. Bütün bu anlamlarm özünde yaratılmak söz konusu olduğuna göre aslında Yaratanla yani Fatırla olan bağlantı önemli. Onun arzusuna uygun halde Onun kudretiyle ortaya çıkmaktır "fıtrî olmak." Hem Kayyum'dur O. Dolayısı ile her an dağılmak üzere kararsız zerreler üzerinde koca kainatı her an şekillendirir ve ayakta tutar. Her yeni anda zerrelerin "izlediği yol" onun meşietine yani arzusuna uygündur ve makro alemde hikmetler şeklinde gözükürler.
"Fıtratta yalan yoktur; dediyse doğrudur.
Çekirdeğin lisanı meyl-i nümüvv der: "Ben sümbülleneceğim meyvedar..." Doğru çıkar beyanı.
Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı ki, "Ben piliç olurum; izn-i İlâhî ola." Sadık olur lisânı.
Bir avuç su, bir demir gülle içinde, eğer niyet etse incimâd, bürûdetin zamanı. İçindeki inbisat meyli der: "Genişlen! Bana lâzım fazla yer." Bir emr-i bîemanî.
Metin demir çalışır onu yalan. Belki onda doğruluk hem de sıdk-ı cenanî.
O demiri parçalar. Şu meylanlar birer emr-i tekvini birer hükmü Yezdânî,
Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irâde. İrâde-i İlâhî, idare-i ekvânî,
Emirler şunlardır:
Birer birer meyelân,
birer birer imtisâl,
evamir-i Rabbanî.
Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir;
incizab ve cezbe iki musaffâ cânı.
İki mücellâ camdır,
akseder içinde Cemâl-i Lâyezâli,
hem de nûr-u îmânî."13
Her an yeni bir yaratılış, Fâtır-ı Zülcelâl'irı iradesi doğrultusunda açılan yeni bir sayfadır. YaŞadığımız en küçük zaman dilimi yoktan vücuda getirilmekte bu maksatla zerrelerden yıldızlara, en küçük varlıktan kâinatın bütününe izlemesi gereken yol gösterilip, İrade Sahibi'nin kânunlarına itaatleri sağlanmaktadır. Çünkü Onun saltanatının sınırları içinde atom içinden galaksilere görünen âlem, yani âlem-i şehadet, ayrıca âlem-i misâl, âlem-i ervah... gibi bütün âlemler yer almaktadır. Bu âlemlerde yoklar var edilirken, yâni Fâtır-ı Zülcelâl'irı "tekvin" sıfatı tecelli ederken, ilim ve emr-i İlâhi bir başka deyişle İmâm-ı Mübîn kuralları belirler, kudret ve irâde-i İlâhiye ile, Kitab-ı Mübîn ile, yaşadığımız anda ve şehâdet âleminde varlıklar îcad ve teşkil edilir.
"İmâm-ı Mübîn, ilim ve emr-i İlâhî'nin bir nevine bir ünvandır ki, âlem-i şehâdetten ziyade, âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşeyin vücud-u zâhirîsinden ziyade aslma, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlâhînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Söz'de, hem Onuncu Söz'ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet, şu İmam-ı Mübîn, bir nevi ilim ve emr-i İlâhî'nin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemâl-i intizam ile eşyanın vücutlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle, elbette desâtir-i ilm-i İlâhî'nin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanm neticeleri, nesilleri, tohumları, ileride gelecek mevcudâtın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden, elbette evâmir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ, bir çekirdek bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evâmir-i tekvîniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhâsıl, İmam-ı Mübîn, mazi ve müstakbelirı ve âlem-i gaybın etrâfında dal budak saran şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki İmâm-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsı ve hükmü ile, zerrât vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir.
"Amma, Kitab-ı Mübîn ise âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyâde kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmâm-ı Mübîn kader defteri ise, Kitab-ı Mübîn kudret defteridir. Yani herşey, vücudunda mâhiyetinde ve sıfat ve şuunatında kemâl-i sanat ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kâmilenin desatiri ile bir irâde-i nâfizenin kavânini ile vücud giydiriliyor; suretleri tayin, teşhis edilip, birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor."14
İşte, bugün ciltlerle kitabın içeriğini oluşturan, iyice dallanıp budaklanmış farklı farklı ilim dallarının uğraş sahası, bu kânunlardan başka birşey değildir. Hakikati arayan ilim adamı örıce varlıkla yüzyüze geliyor, varlığın sıfatlarını ve değişik özelliklerini keşfettikçe o varlığı oluşturan sanatın harikalığı ve çok muntazam eksiksiz yapılışı ortaya çıkıyor. Bundan sonra ulaşılması gereken sonuç ise bütün bunların gerisinde bir kudret ve iradenin var olması gerektiğidir. Herşeyde görünen güzellik, ölçü ve özen bu kudretin düsturları ve iradenin kâzıunları ile ortaya konuyor. Aslında, varlık âleminde gezinti yapan, onun inceliklerini anlamaya çalışan, kâinatın hakikati peşinde olan herkes bu özelliklerin farkında. Zaten ilim ve fen kitaplarının içinde yer alanlar da bu kânunlar, bu düsturlar.
Dipnotlar
1. Thema Larousse, 1: 508.
2. Büyük Larousse, 21: 11054.
3. A.g.e., s. 11054.
4. 17 Ekim 1993 tarihli Zaman Gazetesi, Hayat ve Program adlı makale, Ork. Dr. Halûk Nurbâki, s. 2.
5. Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Hans Reichenback, s. 110.
6. A.g.e., s. 114.
7. Sözler, 30. Söz, s. 505.
8. Sözler.
9. Dictionoire Larousse, Ansitlopedik Sözlük, s. 844.
10. Yeğin Abdullah, Yeni Lugat, s. 161.
11. Dictionoire Larousse, Ansiklopedik Sözlük, s. 844.
12. Yeğin Abdullah, Yeni Lugat, s. 161.
13. Sözler, Lemeât, s. 642.
14. Sözler, 30. Söz, s. 505.
Devam edecek...