Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nur Külliyatı
Risale-i Nur’da Osmanlı ve Tarih Yorumu
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 231715" data-attributes="member: 27"><p>Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid’in hakkında Üstâdımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücum etmiş ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş. </p><p></p><p>Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakîkat-i hal ile cevap veriyoruz. </p><p></p><p>Evvelâ: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düsturu, Kur’ân-ı Hakîmin bir kânun-u esâsîsidir ki: “Bir adamın cinâyetiyle başkası mesul olamaz” kâide-i Kur’âniyesi ile, “O padişahın zamanındaki hükûmetin hatâları ona verilmez” diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da, onun muârızlarına karşı da tevile çalışmış. </p><p></p><p></p><p> Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürrıyete dâvet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhâlif olanlara demiş ki: </p><p></p><p></p><p> “Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkısam edecek. Herkes, bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdad hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.” </p><p></p><p></p><p> Hattâ, bu meselede Üstâdımız, îdam için kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî’de demiş ki: “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şeriat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim.” </p><p></p><p></p><p> Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable’1-vukû nevinde şimdiki âlem-i İslâmın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hutbelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak, yerine çıkacak.” </p><p></p><p></p><p> Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin.bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğini kanaat etmişti. </p><p></p><p> Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul </p><p style="margin-left: 20px"><p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Münazarat, s. 144-151. </em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"></p> </p><p>Rivayette var ki, “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.” Yani, <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_54.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> âyetinin sırrıyla, bin sene hâkimâne ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani, ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder. </p><p></p><p></p><p> Allahu a’lem, bu rivâyet kıyametten haber vermek değil, belki İslâmiyetin galibâne hâkimiyetinden ve hilâfetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir mucize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü hilâfet-i Abbâsiyenin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beş yüz sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise, istikameti kaybetmediğinden, hilâfet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden, o da ancak (hilâfetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mucizâne ihbarını, hilâfet-i Osmâniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. Bu hadisi başka risalelerde dahi bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz. </p><p style="margin-left: 20px"><p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Şualar, s. 509. </em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"></p> </p><p>Sûre-i İbrahim’in başında <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_55.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> âyetidir. Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer. </p><p></p><p> Birincisi: <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_56.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübîn vasıtasıyla, on dördüncü asır-daki zulümattan, insanlar biiznillâh Kur’ân’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meâl ve hususan nur lâfzı, Resâili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi, ma-kam-ı cifrîsi şeddeli, “nûn” iki “nûn” olmak üzere 1338 veya 9 ederek, harb-i umumî zulümatında telif edilen Resâili’n-Nur’un fâtihası olan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki nur kelimesi, Risale-i Nur’daki Nur lâfzına îma ile bakıyor. </p><p></p><p> İkincisi: <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_57.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> cümlesi evvelki cümledeki Nuru târif ederek der: O nur Cenâb-ı Hakkın izzet ve mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi 548 veya 50 olarak, Resâili’n-Nur’un şeddeli “nûn”, bir “nûn” olmak üzere adedi olan 548’e tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki elif sayılsa, mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu îmayı teyid eden, hem letafetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki: </p><p></p><p></p><p> Alem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neti-celeri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam-ı ebcedî ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_58.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder. </p><p></p><p></p><p> Hem, sabık âyetlerde ise, Resâili’n-Nur’un ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgû ve Cengiz asrına dahi îma ederler. Hattâ o âyetlerin hem o asra, hem bu asra îmaları içindir ki, Hazret-i Ali (r.a.) Ercûze’sinde ve Gavs-ı âzam (r.a.) Kasîde’sinde Resâili’n-Nur’a kerametkârâne işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler. </p><p></p><p> Üçüncüsü: <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_59.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> kelimesindeki <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_60.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />’ın adedi 1372 ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir nur daima tenvire çalışacağını îma ile Risale-i Nur’un tenvirine remzen bakar. </p><p></p><p>Dördüncüsü: <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_61.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> cümlesi diyor ki: “1345’te Kur’ân’dan gelen bir nur ile insanlar ka-ranlıklardan ışıklara çıkarılacak.” Bu meâl ise, 1345’te fevkalâde tenvire başlayan Resâili’n-Nur’a tam tamına cifirce, hem mealce muvafık ve mutabık olmakla, Risale-i Nur’un makbuliyetine îma, belki remzediyor. </p><p></p><p> Beşincisi: <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_62.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />’deki <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_63.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> kelimesi Kur’ân’a has baktığı için hariç kalmak üzere, <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_64.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> cümlesinin makamı Risaletü’n-Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi, Risaletü’n-Nur’un, Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri ve mânâsı olduğunu ve ondan yabani olmadığını rem-zen ifade eder. Çünkü <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_65.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />382, <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_66.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />423, <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_67.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />144, yekûnu 949; eğer tenvin nun sayılsa 999 ederek Risaletü’n-Nur’un (eğer şeddeli “nûn”, bir “nûn” sayılsa) adedi olan 948 (eğer şeddeli “nûn”, iki “nûn” olsa) 998 sırlı, yani vahiy olmadığını ifade için birtek farkla tevafuk edip ona îma eder. <p style="margin-left: 20px"> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Şualar, s. 620, 621. </em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"></p> </p><p>Ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı müstakbeli muva-zene etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, su-ret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir. </p><p></p><p></p><p> Evvelâ: “Ebnâ-yı mazi”den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben “mazi” ile tabir ederim, ondan sonra “müstakbel” derim. </p><p></p><p></p><p> Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdeb-bir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır. </p><p></p><p></p><p> Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, burhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız. </p><p></p><p></p><p> Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intaç eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz. Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Bürhan isteriz. </p><p></p><p></p><p> Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ ve tabiat ve müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde—velev filcümle olsun—istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi. </p><p></p><p></p><p> Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp gizlenirdi. </p><p></p><p></p><p> Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerinden-dir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, gali-ben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassup yerinde hak; ve safsata yerinde burhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve burhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı. </p><p></p><p></p><p> Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallah istikbalde bita-mamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve saf-sataya bedel burhan; ve tab’a bedel akıl; ve he-vâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metanet; ve garaza bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul; ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır—karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti.</p><p> </p><p style="margin-left: 20px"><p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Muhakemat, s. 30-32.</em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> </p><p><span style="color: darkgreen"><u><strong>Dipnotlar</strong></u></span></p><p></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye1 Evet, daha dehşetli bir istibdat ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye2 O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye3 Kırk dört sene sonra söylemesi lâzım gelen sözleri, o zaman söylemiş. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye4 Elhamdü lillâh, şimdi açılmaya başladı. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye5 Yine bak, maşaallah, hem Nurun Zülfikar ve Hüccetullahi’l-Bâliğa gibi mecmualarını, hem Yemen, Mısır, Cezayir, Hind, Fas, Kafkas, Fars ve Arap gibi İslâm milletlerini haber verir gibi şifreli bir fıkradır. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye6 Lillâhilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye7 Dehşetli ve hakikatlı bir sual. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye8 Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi “Euzu billahimineşşeytani vessiyase” deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye9 Ey memurlar, Eski Said’in kırk beş sene evvel söylediği bu sözünden gücenmeyiniz. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye10 Demek kuvve-i mâneviyeleri kırılmamış. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye11 İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb’usu Vartakis ve Hakkâri meb’usu Seyyid Molla Tâhir’e işaret eder. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye12 Türkler ve Kürtler şecâat fenninde allâme olduklarından, ben sâil, onlar mucip olabilirler. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye13 Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye14 Şu müselsel üslûptaki fıkralar, herbiri İslâmiyetin bir şuâsına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir râbıtasına, bir temeline işarettir. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye15 Şu sual, maalcevap ehemmiyetsizlik ile beraber, cevapta bir iki nokta-i mühimme vardır. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">(*) Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş “Rüya” adlı makalesi. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye16 Adaletin tevziinde adalet olmazsa zulüm görünür. Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır. Bir hod-pesend hakkı iltizam etse, çokları haksızlığa sevk eder, belki mecbur eder. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye17 Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edecek-lerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye18 İşte, bu mezkûr dâvâya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu dâvâya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’ân’ı mekteplerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri; ve İngilizin mühim hatiplerinin bir kısmı Kur’ân’ı İngilize kabul ettirmeye taraftar çıkmaları; ve küre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatle-rine taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm dev-letlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı ispat ediyor, kuvvetli bir şahit olur. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye19 Evet, Kur’ân’ın üstadiyetinden ve dersinin işârâtından fehmediyoruz ki: Kur’ân, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, beşer, istikbalde terakki edeceğini, o mucizatın nazireleri istikbalde terakki ile vücuda gelece-ğini beşere ders verip teşvik ediyor: </span></p><p> <span style="color: darkgreen">“Haydi, çalış, bu mucizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git. İsâ Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi taştan ab-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim Aleyhisselâm gi-bi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy. Bazı enbi-yalar gibi şark ve garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör. Dâvud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medâr olmak için demiri balmumu gibi yap. Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâmın birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok isti-fade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mucizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız.” </span></p><p> <span style="color: darkgreen">İşte, buna kıyasen, Kur’ân her cihetle beşeri, maddî, mânevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye20 Ey kardeşle-rim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. </span></p><p><span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen">Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye ça-lışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: </span> <span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen">Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. </span> <span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen">Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.” </span> <span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen">Bunun için, Eski Said “Euzubillahimineşşeytani vessiyase” dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.* </span> <span style="color: darkgreen"></span></p><p><span style="color: darkgreen"><em>Said Nursî </em></span> </p><p> <span style="color: darkgreen">*Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Esk Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiyenin Haşiyesi Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme** ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir ve-rildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirtleri ise, bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlâsa bir delil saymaktayız. </span></p><p><span style="color: darkgreen"><em>Nur şakirtleri </em></span> </p><p> <span style="color: darkgreen">** Şimdi yüz mahkeme. </span></p><p> <span style="color: darkgreen">* Hey ekpekü’l-küpekâ! Köpekten tekepküp etmiş köpek! </span></p><p> <span style="color: darkgreen">Haşiye21 O zaman bu hâlet-i ruhiye Fârisî bir münâcat suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab risalesinde tab edilmiştir.</span></p><p></p><p></p><p><span style="color: darkgreen"><span style="color: black"><strong><a href="http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Sayi&SayiNo=65" target="_blank">KPR - K 99 - Devlet-i Aliyye</a></strong></span></span></p><p><span style="color: darkgreen"></span></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 231715, member: 27"] Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid’in hakkında Üstâdımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücum etmiş ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş. Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakîkat-i hal ile cevap veriyoruz. Evvelâ: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düsturu, Kur’ân-ı Hakîmin bir kânun-u esâsîsidir ki: “Bir adamın cinâyetiyle başkası mesul olamaz” kâide-i Kur’âniyesi ile, “O padişahın zamanındaki hükûmetin hatâları ona verilmez” diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da, onun muârızlarına karşı da tevile çalışmış. Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürrıyete dâvet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhâlif olanlara demiş ki: “Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkısam edecek. Herkes, bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdad hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.” Hattâ, bu meselede Üstâdımız, îdam için kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî’de demiş ki: “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şeriat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim.” Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable’1-vukû nevinde şimdiki âlem-i İslâmın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hutbelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak, yerine çıkacak.” Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin.bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğini kanaat etmişti. Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul [INDENT][RIGHT][COLOR=red][I]Münazarat, s. 144-151. [/I][/COLOR] [/RIGHT] [/INDENT]Rivayette var ki, “Ümmetim istikametle gitse, ona bir gün var.” Yani, [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_54.gif[/IMG] âyetinin sırrıyla, bin sene hâkimâne ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani, ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder. Allahu a’lem, bu rivâyet kıyametten haber vermek değil, belki İslâmiyetin galibâne hâkimiyetinden ve hilâfetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir mucize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü hilâfet-i Abbâsiyenin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beş yüz sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise, istikameti kaybetmediğinden, hilâfet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden, o da ancak (hilâfetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mucizâne ihbarını, hilâfet-i Osmâniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. Bu hadisi başka risalelerde dahi bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz. [INDENT][RIGHT][COLOR=red][I]Şualar, s. 509. [/I][/COLOR] [/RIGHT] [/INDENT]Sûre-i İbrahim’in başında [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_55.gif[/IMG] âyetidir. Şu âyetin dört beş cümlesinde dört beş îma var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer. Birincisi: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_56.gif[/IMG] cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübîn vasıtasıyla, on dördüncü asır-daki zulümattan, insanlar biiznillâh Kur’ân’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meâl ve hususan nur lâfzı, Resâili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi, ma-kam-ı cifrîsi şeddeli, “nûn” iki “nûn” olmak üzere 1338 veya 9 ederek, harb-i umumî zulümatında telif edilen Resâili’n-Nur’un fâtihası olan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki nur kelimesi, Risale-i Nur’daki Nur lâfzına îma ile bakıyor. İkincisi: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_57.gif[/IMG] cümlesi evvelki cümledeki Nuru târif ederek der: O nur Cenâb-ı Hakkın izzet ve mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedîsi 548 veya 50 olarak, Resâili’n-Nur’un şeddeli “nûn”, bir “nûn” olmak üzere adedi olan 548’e tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki elif sayılsa, mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu îmayı teyid eden, hem letafetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki: Alem-i İslâm için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülâgû fitnesi ve on üçüncü asrın âhiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumî fitneleri ve neti-celeri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam-ı ebcedî ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_58.gif[/IMG] kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder. Hem, sabık âyetlerde ise, Resâili’n-Nur’un ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgû ve Cengiz asrına dahi îma ederler. Hattâ o âyetlerin hem o asra, hem bu asra îmaları içindir ki, Hazret-i Ali (r.a.) Ercûze’sinde ve Gavs-ı âzam (r.a.) Kasîde’sinde Resâili’n-Nur’a kerametkârâne işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler. Üçüncüsü: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_59.gif[/IMG] kelimesindeki [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_60.gif[/IMG]’ın adedi 1372 ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir nur daima tenvire çalışacağını îma ile Risale-i Nur’un tenvirine remzen bakar. Dördüncüsü: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_61.gif[/IMG] cümlesi diyor ki: “1345’te Kur’ân’dan gelen bir nur ile insanlar ka-ranlıklardan ışıklara çıkarılacak.” Bu meâl ise, 1345’te fevkalâde tenvire başlayan Resâili’n-Nur’a tam tamına cifirce, hem mealce muvafık ve mutabık olmakla, Risale-i Nur’un makbuliyetine îma, belki remzediyor. Beşincisi: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_62.gif[/IMG]’deki [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_63.gif[/IMG] kelimesi Kur’ân’a has baktığı için hariç kalmak üzere, [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_64.gif[/IMG] cümlesinin makamı Risaletü’n-Nur’un birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi, Risaletü’n-Nur’un, Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri ve mânâsı olduğunu ve ondan yabani olmadığını rem-zen ifade eder. Çünkü [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_65.gif[/IMG]382, [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_66.gif[/IMG]423, [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_67.gif[/IMG]144, yekûnu 949; eğer tenvin nun sayılsa 999 ederek Risaletü’n-Nur’un (eğer şeddeli “nûn”, bir “nûn” sayılsa) adedi olan 948 (eğer şeddeli “nûn”, iki “nûn” olsa) 998 sırlı, yani vahiy olmadığını ifade için birtek farkla tevafuk edip ona îma eder. [INDENT] [RIGHT][COLOR=red][I]Şualar, s. 620, 621. [/I][/COLOR] [/RIGHT] [/INDENT]Ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı müstakbeli muva-zene etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, su-ret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir. Evvelâ: “Ebnâ-yı mazi”den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben “mazi” ile tabir ederim, ondan sonra “müstakbel” derim. Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdeb-bir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır. Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, burhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız. Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intaç eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz. Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Bürhan isteriz. Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ ve tabiat ve müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde—velev filcümle olsun—istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi. Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp gizlenirdi. Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerinden-dir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, gali-ben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassup yerinde hak; ve safsata yerinde burhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve burhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı. Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallah istikbalde bita-mamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve saf-sataya bedel burhan; ve tab’a bedel akıl; ve he-vâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metanet; ve garaza bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul; ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır—karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti. [INDENT][RIGHT][COLOR=red][I]Muhakemat, s. 30-32. [/I][/COLOR][/RIGHT] [/INDENT][COLOR=darkgreen][U][B]Dipnotlar[/B][/U][/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye1 Evet, daha dehşetli bir istibdat ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye2 O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye3 Kırk dört sene sonra söylemesi lâzım gelen sözleri, o zaman söylemiş. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye4 Elhamdü lillâh, şimdi açılmaya başladı. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye5 Yine bak, maşaallah, hem Nurun Zülfikar ve Hüccetullahi’l-Bâliğa gibi mecmualarını, hem Yemen, Mısır, Cezayir, Hind, Fas, Kafkas, Fars ve Arap gibi İslâm milletlerini haber verir gibi şifreli bir fıkradır. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye6 Lillâhilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye7 Dehşetli ve hakikatlı bir sual. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye8 Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi “Euzu billahimineşşeytani vessiyase” deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye9 Ey memurlar, Eski Said’in kırk beş sene evvel söylediği bu sözünden gücenmeyiniz. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye10 Demek kuvve-i mâneviyeleri kırılmamış. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye11 İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb’usu Vartakis ve Hakkâri meb’usu Seyyid Molla Tâhir’e işaret eder. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye12 Türkler ve Kürtler şecâat fenninde allâme olduklarından, ben sâil, onlar mucip olabilirler. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye13 Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye14 Şu müselsel üslûptaki fıkralar, herbiri İslâmiyetin bir şuâsına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir râbıtasına, bir temeline işarettir. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye15 Şu sual, maalcevap ehemmiyetsizlik ile beraber, cevapta bir iki nokta-i mühimme vardır. [/COLOR] [COLOR=darkgreen](*) Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş “Rüya” adlı makalesi. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye16 Adaletin tevziinde adalet olmazsa zulüm görünür. Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır. Bir hod-pesend hakkı iltizam etse, çokları haksızlığa sevk eder, belki mecbur eder. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye17 Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edecek-lerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye18 İşte, bu mezkûr dâvâya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu dâvâya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’ân’ı mekteplerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri; ve İngilizin mühim hatiplerinin bir kısmı Kur’ân’ı İngilize kabul ettirmeye taraftar çıkmaları; ve küre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatle-rine taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm dev-letlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı ispat ediyor, kuvvetli bir şahit olur. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye19 Evet, Kur’ân’ın üstadiyetinden ve dersinin işârâtından fehmediyoruz ki: Kur’ân, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, beşer, istikbalde terakki edeceğini, o mucizatın nazireleri istikbalde terakki ile vücuda gelece-ğini beşere ders verip teşvik ediyor: [/COLOR] [COLOR=darkgreen]“Haydi, çalış, bu mucizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git. İsâ Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi taştan ab-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim Aleyhisselâm gi-bi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy. Bazı enbi-yalar gibi şark ve garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör. Dâvud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medâr olmak için demiri balmumu gibi yap. Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâmın birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok isti-fade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mucizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız.” [/COLOR] [COLOR=darkgreen]İşte, buna kıyasen, Kur’ân her cihetle beşeri, maddî, mânevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye20 Ey kardeşle-rim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye ça-lışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: [/COLOR] [COLOR=darkgreen] Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. [/COLOR] [COLOR=darkgreen] Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.” [/COLOR] [COLOR=darkgreen] Bunun için, Eski Said “Euzubillahimineşşeytani vessiyase” dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.* [/COLOR] [COLOR=darkgreen] [I]Said Nursî [/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen]*Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Esk Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiyenin Haşiyesi Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme** ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir ve-rildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirtleri ise, bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlâsa bir delil saymaktayız. [I]Nur şakirtleri [/I][/COLOR] [COLOR=darkgreen]** Şimdi yüz mahkeme. [/COLOR] [COLOR=darkgreen]* Hey ekpekü’l-küpekâ! Köpekten tekepküp etmiş köpek! [/COLOR] [COLOR=darkgreen]Haşiye21 O zaman bu hâlet-i ruhiye Fârisî bir münâcat suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab risalesinde tab edilmiştir.[/COLOR] [COLOR=darkgreen][COLOR=black][B][URL="http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Sayi&SayiNo=65"]KPR - K 99 - Devlet-i Aliyye[/URL][/B][/COLOR] [/COLOR] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nur Külliyatı
Risale-i Nur’da Osmanlı ve Tarih Yorumu
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst