Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
İslamiyet
İslam Akaidi ve Fıkıh
Memba
Peygamberlere iman
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="mihrimah" data-source="post: 84433" data-attributes="member: 656"><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PIRLANTA SERİSİ...</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">TEVRAT ve İNCİL PEYGAMBERİMİZİN NÜBÜVVETİNE DELİLDİR</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Geçmiş peygamberlerle birlikte, geçmiş mukaddes kitaplardan Tevrat ve İncil, Hâtem-i Enbiyâ’nın peygamberliğine birer delil ve şâhiddir. Tahrif edilmiş olmalarına rağmen, Hüseyin Cisrî gibi allâmeler, elimizdeki Tevrat ve İncil nüshalarında, bu mevzû ile alâkalı pek çok işaretler bulmuşlardır. Bunlardan sadece dört tanesini vermekle iktifâ edeceğiz:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">1. “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye Bâbı, âyet: 18).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">“Gerçek, Mûsa demiştir: “Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilân ettiler” (Rasullerin İşleri, Bâb: 3, âyet: 22).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">“... ve Rabbin... Mûsa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye, Bâb: 34, âyet: 12).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Kitab-ı Mukaddes’in Ahd-i Atik (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncil) bölümlerinden alınan yukarıdaki âyetlerde:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">a) Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğulları’na Hz. Mûsa’nın “kardeşleriniz” şeklindeki hitabı, Hz. İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna, yani İsmail Oğulları’na işarettir. İsmail Oğulları’ndan gelecek olan peygamber ise ancak Hz. Muhammed (sav) olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (sav) gelmiştir. Hz. Yûşa ve Hz. İsa, Hz. İsmail’den değil, İsrail Oğulları’ndandır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">b) Hz. Mûsa, “benim gibi” sözüyle Peygamberimiz’i kasdetmektedir; çünkü, cihad, getirdiği kanun ve hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması.. gibi yirmi kadar hususta Hz. Mûsa’ya benzeyen, Hz. Yûşa ve İsa değil, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’dir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">c) Hz. Mûsa gibi bir nebînin İsrail Oğulları’ndan bir daha çıkmayacağı açıkça ifade olunmaktadır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">d) “Sözlerimi ağzına koyacağım” ifadesi, Efendimiz’in ümmî olup, okuma-yazması bulunmadığı halde Allah’ın Kelâmı’nı kolayca hıfzedip insanlara okuyacağına işarettir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">2. “Rab, Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin onbinleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı” (Tesniye, Bab: 33, âyet: 2).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">a) “Sina’dan gelme”, Hz. Mûsa’ya Tûr-ı Sîna’da ilâhî hükümlerin verilmesini; “Sâir’den doğma”, Hz. İsa’ya İncil’in verilmesini ve “Paran dağlarında parlama” ise, Efendimiz’in Mekke’de çıkacağını ifade eder. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekke’nin eski isimlerinden olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin Bölümünde de Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır (Bâb: 21, âyet: 21).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">b) İçinden gelindiği belirtilen mukaddeslerle, Peygamberimiz’in her türlü ayıptan uzak bulunan Âli’ne, Ehl-i Beyt’ine ve Ashâbı’na işaret olunmaktadır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">c) “Sağda ateşli ferman”, İslâm Dini’nde Cihad’a işarettir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">3. “Taş, köşenin başı oldu... ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir... Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır” (Matta, Bâb: 21, âyet: 42).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">a) Yukarıdaki âyette geçen “köşe taşı” Hz. İsa (as) olamaz; çünkü, Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma, toz gibi olma meydana gelmemiş, bu Peygamberimiz’le olmuştur. Zâten, hükmeden Hz. İsa değil, Efendimiz (sav)’di; hükmetmek için gelmediğini söyleyen de bizzat Hz. İsa (as)’nın kendisidir. (Yuhanna, Bâb: 12, âyet: 47).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">b) Buharî ve Müslîm’in rivâyetlerinde, Peygamberimiz (sav), kendisinin Peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmekte ve dolayısıyle köşe taşı konmakla, yani Peygamberimiz (sav)’le Peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">4. “Rab, size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun” (Yuhanna, Bâb: 14, âyet: 15).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">“... O, size herşeyi öğretecek ve size söylediğim herşeyi hatırınıza getirecektir.” (Yuhanna, bab: 14, ayet: 26).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">“... Benim için o şehâdet edecektir...” (Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 26).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">“... gitmezsem, Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah, salâh ve hüküm için dünyayı ilzâm edecektir” (Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 7-8).</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Yukardaki âyetlerde Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup, Arapça ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. ‘Ahmed’, Efendimiz (sav)’in ismi olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de de O’nun İncil’de ‘Ahmed’ olarak geçtiği açıkça ifade edilir. Ve, burada sayılan bütün vasıflar sadece Efendimiz (sav)’de vardır. Kaldı ki, Efendimiz (sav)’in geleceğini ve vasıflarını açıkça anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcud değildir.</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNDEN ÖNCEKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNE DELİLDİR</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. Dünyaya teşrifi esnasında meydana gelen olağanüstü hâdiseler, çocukluk devresinde yakınlarının müşahedeleri ve gençliğinde firâset sahiplerinin kendisinde sezdikleri ma’nâlar, O’nun gelecekte büyük bir vazife altına gireceğinin anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi...</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">2. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve “Hılfü’l-Füdûl” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bil-fiil girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı...</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">3. İhtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, tâ küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">4. Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. İki defa düğüne giderken yolda uyuyup kaldığını bizzat kendisi ifade buyurmaktadır. Garîze-i beşeriyenin en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice Validemiz’le izdivaçları hengâmında buram buram terlediği ve gelinlik kız gibi kızardığı nakledilir. Sefere çıkışta “kızımı, namusumu kime teslim edeyim” diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi genç olmalıydı!</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">5. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, hıyânetine ve sözünden döndüğüne şâhit olunmamıştır. Bu mevzûda, düşmanları dâhil, hiç kimse herhangi bir misâl gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile O’na ‘Muhammed’ül-Emîn’ diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği ridâsının üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koymuş ve bu müşkil mes’eleyi halletmişti....</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZİN DÜŞMANLARI BİLE O’NUN SIDKINA ŞÂHİTTİRLER</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. Kırk yaşına kadar kendisine “Muhammed’ül-Emîn” diyen ve emanetlerini teslim eden düşmanlarının O’nu, Peygamberlikle ortaya çıktığında red ve inkâr etmeleri, kendileri adına tenâkuzdan başka bir şey değildir. Kendilerini akıllı, kültürlü ve mütefekkir gören bu insanlar, böylece tam kırk yıl aldatılıp uyutulduklarını kabul etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse, inkârlarında başka bir maksat vardı; çünkü değişen ve dönen Peygamber değil, döneklik yapıp, Güneş’e göz yuman bizzat onların kendileriydi....</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNİ İLÂNINDAN SONRAKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNİN VE DA’VÂSINDAKİ DOĞRULUĞUNUN BİR BAŞKA ŞÂHİDİDİR</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. Büyük ideal ve yüksek düşüncelerle içi sürekli kaynayıp duran bir insanın, fikirlerini açığa vurmaması, düşünce ve da’vâsı paralelinde taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Biz basit bir fikir ve düşüncemizi bile içimizde tutamayıp, tanıdığımıza-tanımadığımıza intikâl ettirmeğe çalışırız. İnsan, düşünce ve da’vâsını en canlı ve heyecanlı olduğu gençlik yıllarında yaymaya çalışır. 15-20 yaşlarındaki binlerce, onbinlerce gencin nice bâtıl fikirleri neşretmek için ellerinde bildirilerle gösterilerde ve kanlı hâdiselerde nasıl mücâdele ettiklerine bütün dünya tarihi şahiddir. Oysa, Nebîler Sultanı (sav) da’vâsını tebliğe 40 yaşında başlamıştır: Demek ki, O, bir emir altında hareket ediyor ve kendisine emredileni yapıyordu...</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">2. Bir insanın, çeşitli muvaffakiyetler, zaferler, malî imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra hiç değişmemesi, onun yüce ve yüksek ahlâkını, doğruluk derecesini gösterir. İşte, O’nun Peygamberlikten önceki ve sonraki güneş gibi parlak ve apaçık hayatı! Evet O’nun en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi fonksiyon ve vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin delili değil de ya nedir?</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZİN ZÂTI DA DOĞRULUĞUNA VE NÜBÜVVETİNE ŞEHÂDET EDER</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. Sîmâ, anlayan ve görebilen için rûhun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimizin hakikat gamzeden nurlu sîmâsını gören yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm, daha ilk görüşünde “Bu sîmâda yalan yoktur” diyerek îmân etmişti.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">2. Muhâl-farz, o Zât’ın söz ve davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihâna ilân ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan emellerine ulaşacaklardı.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">3. Bir şeyin sun’isi, taklit ve yanlışı, hiç bir zaman hakikî ve fıtrî olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban vâliyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele Peygamberlik gibi bir mevzûda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">4. İnsanın, yaratılış icâbı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, O Zât (sav), Peygamberlik gibi çok büyük bir da’vâ adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">5. Hele bu Zât ümmî ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zekî, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve belâgatta seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât’ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">6. İnsan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenîce fikir münazarası şeklinde mukabelede bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat, bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele rûhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile, da’vâsından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O’nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">7. Bugün pek çok insan görürsünüz ki; sözgelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için ma’zûr görülsün ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği -haşa!- bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..!</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">8. Önemli olan bir da’vâ ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, da’vâsına mükemmel bir nümûne olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem koyucu ve kanun vaz’ ediciler vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı hüsn ü kabul görmemiş, da’vâ ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimî, heptenci ve sâdık taraftarlar bulamamışlardır. “Namaz kılın” diyen O Zât’ın kıldığı namazlara, “zekat verin” diyen O Zât’ın infâk ettiği mallara, “oruç tutun” diyen O Zât’ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât’ın haram karşısındaki tavrına bakın!..</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">9. İnsan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30’undan sonra âdeta meleke haline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalp ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek, cild değiştirme kadar müşkil bir mes’eledir. Şimdi, iki cihân güneşi Efendimiz (sav)’e bakalım: O’nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -haşa!- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar râsıh ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeğe başlaması düşünülebilir mi?</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">10. Yalancı, sahtekâr ve gayr-ı ciddî bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını fedâ edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât’ın çevresinde, onca gailelere rağmen bir araya gelmiş Sahâbe’ye, sonra Tabiîn’e, sonra da asırlar boyu O Kâmet-i bâlâya gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliyâ, asfiyâ ve mürşîdlere, ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu devasa insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, hilâf-ı vâki’ birşey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">11. Eğer bu Zât -haşa- peygamber değilse, başka hiçbir peygamberin peygamberliğiyle alâkalı söylenecek pek fazla birşey olamaz. Zira, bütün peygamberân-ı izâmın sundukları mesaj, gösterdikleri mu’cîze ve bıraktıkları iz, kâinatın Efendisiyle kıyas edilemiyecek kadar küçüktür.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">12. Evet, O’ndan başka birinin O’nun da’vâsı ve husûsiyetleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü, bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah’tır. “Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin...” (Bakara, 2/23) şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">13. Ve nihâyet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah’a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah’ın kelâmı olarak gösterebilir?</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZİN EŞSİZ AHLÂKI DA NÜBÜVVETİNE VE DOĞRULUĞUNA ŞÂHİDDİR</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. Güzel ahlâk çekirdekler halinde insanın fıtratına dercedilmiştir. Saf fıtratın tezâhürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve rûhun dış aynada yansıması demek olan güzel ahlâka sahip bulunmanın en önde gelen şartlarından biri, belki birincisi terbiye ve telkindir. Evet, güzel ahlâk kendine has ortamda beslenir râsih hâle gelir. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Şimdi, Peygamber Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ve yüksek ahlâkı O’na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile O’nu kim yetiştirmiştir? Annesi, babası diyemeyiz, çünkü onları çok küçükken kaybetmiştir. Dede ve amcalarının ise, içinde bulundukları toplumda O’na böyle bir ahlâk kazandırmaları hiç mi hiç mümkün görünmemektedir. Peki, kimdir öyleyse O Zât’ın mürebbîsi? Cevabını, kendi beyânıyla verelim: “Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî!” “-Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!”...</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HER ALANDAKİ İNKILÂPLARI NÜBÜVVETİNİN DELİLLERİDİR</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. “Yeryüzünde en mühim, en lüzumlu, en zor ve en faydalı meslek hangisidir?” sorusuna verilecek cevap acaba ne olabilir? İdarecilik midir bu dört husûsiyeti kendinde bulunduran meslek, yoksa siyaset midir; veya hâkimlik, savcılık, avukatlık, ya da askerlik veya polislik midir? Çiftçilik, işçilik, esnaflık ya da, öğretmenlik, ilim adamlığı, mürşidlik veya hocalık mıdır..? Bu soruyu hangi meslek sahibine sorsanız, hepsi de size mesleğinin lüzumundan, faydasından, zorluğundan ve öneminden bahsedecektir. Evet, mutlaka her mesleğin kendine göre faydası, önemi, zorluğu ve lüzumu vardır; fakat, her bir meslek ve çalışma sahasının esası ve temeli hiç şüphesiz insan unsuru yani ferdin yetiştirilmesi ve yararlı hâle getirilmesidir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">2. İçtimaînin temel rüknü olan “müstesna insanı” yetiştirmek için, her şeyden önce yetiştiricinin müstesna, mükemmel bir ahlâk ve kabiliyete sahip olması gerekir. Bundan başka, yetiştirici, ele aldığı ferdin yaratılış kanunlarını, fıtratını, psikolojik yanını, ruhî yapısını, istidat ve kabiliyetlerini, kültür ve anlayış durumunu, his dünyasını, duygularını, kafa ve düşünce husûsiyetini, meyil ve ümniyelerini, za’f ve zayıf taraflarını, sosyal mevkiini ve bütün bunlardan daha önemli olarak da istikbâlde kazanacağı husûsiyetleri, muvaffak ve verimli olabileceği sahaları, kısaca bütün yönleriyle insanı bir kitap gibi okumak ve anlamak mevkiindedir. Sonra, bu tanıma ve tahlil de kâfi değildir. Muhatabların her birinin bütün bu yanlarını hem de karıştırmadan, unutmadan, zaman ve zemininde, muhataba ve durumuna göre en isabetli kararı vermek, gerekeni söylemek ve en uygun davranışta bulunmak, doğacak neticeleri hesaba katarak kararlar verip fertleri yönlendirmek de oldukça önemlidir. Bundan da öte, tek tek her ferdi en iyi biçimde tanıdıktan ve her birine münasip davranış ve konuşma tarzını seçip tesbit ettikten sonra, her bir fertte mevcud kötü ahlâk ve alışkanlıkları, en olumlu usûllerle izâle etmek, yan etkilerini ve doğabilecek reaksiyonları hesaba katarak her ferdi kafa ve kalb ameliyatından geçirip, her türlü habis ur ve mikroplardan temizlemek ve bütün bunlardan sonra, aşağılardan çekip aldığı talebesini, yukarılara yükseltmek için, grafik çizgisini sürekli müsbet istikamette seyrettirecek tarzda, en ulvî, en yüce huylarla bezeyip, tefrite, yani karşı aşırı uca terketmemek; tıpkı çiftçinin zararlı otlardan temizlediği tarlasına en verimli tohumları saçıp, yeterli ısı ve ışıkla bu tohumlara sümbül açtırması gibi, o insanın görülüp gözetilmesi de hayatî ehemmiyeti hâiz bir başka husustur...</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">10. Bir mektepte muallim veya bir müessese başında idarecisiniz. Talebelerinizin veya idareniz altındaki kimselerin gönüllerine girmek, mesajınızı onların kafalarına, kalblerine nakşetmek, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmak, her çeşit hakarete, maddî-ma’nevî zarar ve tehlikelere sabırla göğüs germek niyetindesiniz. Şimdi, kendinizi, kalbinizi ve hislerinizi şöyle bir yoklayın:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Muhataplarınız,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Yanınızdan geçerken yüzünüze bir tükrük atsalar,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Siz secdedeyken başınıza işkembe geçirseler,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Zaman zaman tokat aşketseler,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Yollarınıza dikenler koyup, taşlar dökseler,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Köşe başlarında ellerinde kamalar sizi bekleseler,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Halkın içinde sizinle alay edip, küçük düşürseler,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Ailenize en büyük iftirayı etseler,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">En yakınlarınızı paramparça doğrayıp, ciğerlerini çiğneseler,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Defalarca üzerinize asker gönderip, arkadaşlarınızı öldürseler ve sizi değişik yerlerinizden yaralasalar,</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Sizi öz yurdunuzdan çıkmaya mecbur etseler... Acaba ne yaparsınız? Dayanıp, sabır ve tahammül gösterebilir misiniz? En ufak bir tereddüde düşmeden yolunuza devam edebilir misiniz? Afv ve müsamaha ile karşılık verip, muhabbet, şefkat ve merhametinizi sürdürebilir misiniz? “Ya Rabb, bilmiyorlar, onları afv ve hidayet et” diye duâda bulunabilir misiniz? Hatta gökleri ve cenneti seyran edip, en büyük ni’metleri tattıktan sonra yine onların arasına dönebilir misiniz? Evet, her türlü hakaret ve işkencelere karşı hiç sarsılmayan ve hiç eksilmeyen o merhamet, muhabbet, şefkat ve müsamahasıyla en vahşi insanları, örnek insanlar haline getiren O Zât (sav)’ın Peygamberliğini kabul etmemek bin defa körlük ve sağırlıktır.</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Hz. PEYGAMBER’İN GEÇMİŞLE ALÂKALI HABERLERİ NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN DELİLLERİDİR</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. Tarih, bir ilim dalıdır. İlk bakışta çok kolay gibi gelse de ona daha derin ve köklü bakıldığında ne kadar zor ve müşkil bir ilim dalı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü, tarih lâboratuvarlarda tecrübe edilemez; tecrübî ilimler gibi çabuk neticeye gidilemez. Geçmiş hâdiseleri, târihî vak’âları ve o vak’âların kahramanlarını yeniden sahneye çıkarıp film seyrediyor gibi seyretmemiz mümkün değildir. Bu sebeple, tarih hakkında bildiklerimiz, bir bakıma dökümanların ortaya koyduğu ve kitapların anlattıklarından ibarettir. Ayrıca, kişileri değerlendirmek sadece hâdiselere veya görgü şâhidlerinin sözlerine bağlı bulunduğundan gerçek niyetler ve maksatlar saklanabilmektedir. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bir tiyatro düşünün: Sahnede oyuncular, sahne gerisinde yapımcı rejisör, senarist ve karşıda seyirciler. Bir de, bu oyunun gerçek sahneleyicileri... Şimdi iç içe buudlu bu oyunu yalnızca seyredenlerin ağzından ya da kaleminden dinlediğinizde, neyi ne kadar kavrayabilirsiniz? Diğer taraftan her seyircinin anlayışı, idrâki, aktarışı ve değerlendirişi farklı olmayacak mıdır? Sonra, oynayanların niyeti, oyunu sahneye koyanların hüviyeti ve maksadı seyirci tarafından ne kadar bilinebilir? Basit bir sahne oyununda durum böyle olursa bir de çok karmaşık ilişkilerin, akıl almaz tezgâhların, yani şahların ve piyonların, iplerin ve ipleri tutanların; cüceleri dev, devleri cüce görme ya da gösterme gayretleri bahis mevzû olduğu sürece, sahnedeki hâdiseleri gerçek yüzleriyle öğrenip değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Gözümüz önünde cereyan eden vak’âları anlamada bu denli zorlanırsak, tarihin karanlıklarında yatan hâdiseleri nasıl isabetli değerlendireceğiz ki..!</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZ’İN GELECEKLE ALÂKALI HABERLERİ NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN DELİLLERİDİR</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. Bir insanın, bırakın gelecekle ilgili hâdiseleri, içinde yaşadığı vak’âları bile bütün yönleriyle en ince noktalarına kadar inceleyip anlatması öyle kolay bir mes’ele değildir. İçinde yaşadığımız zamanla alâkalı hakikat bu iken, en büyük politikacı, sosyolog ve dâhiler dahil, kim 50-100 sene sonrası için kesin ifâdelerde bulunabilir? Bu mevzûda yapılsa yapılsa, sebep-netice prensibine, bir takım târihî kanunlara ve tecrübelere dayanılarak bazı tahminler yapılabilir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">2. Kur’ân’ın ifâdesiyle, gaybı Allah’tan başka kimse bilemez; bir de Allah’ın bildirmesiyle Nebîler, Resûller, bir de Allah’ın husûsî lütufta bulunduğu bazı kimseler bilebilir. Evet, ilerde zuhûr edecek hâdiseler hakkında kesin söz söylemek, ancak ve ancak Cenâb-ı Allah’a ait bir iştir. Bununla birlikte, şayet bir insan çıkıyor ve aynı sahada çok kesin sözler söylüyorsa, Allah’ın bildirmesine mazhar bir nebî olabilir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bu mes’elenin Kur’ân’da ve Rasulullah’ın hadîslerinde pek çok misâli varsa da, biz birkaç tanesiyle iktifâ edip, gerisini okuyucunun araştırmasına bırakacağız:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">A. Rûm Sûresi 1-5’nci âyetlerde, Rumlar’ın mağlûp oldukları, fakat dokuz yıl içinde galip gelecekleri ve bunun îmân edenleri sevindireceği bildirilmektedir. Burada şu birkaç nükteyi bilhassa belirtmemiz icâb ediyor:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">1.) Galip gelme haberi, şartların hiç de müsait olmadığı bir zamanda, yani müthiş bir mağlûbiyetin hemen ardından verilmektedir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">2.) Böyle bir ihbârın, hilâf-ı vâki’ ve isabetsiz çıkmasının doğuracağı neticeler maksadın aksini tevlîd eder.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">3.) İçinde yaşadığımız şu zaman diliminde bile, yerine getirelemeyen sözlerin ve va’dlerin kişiyi ne duruma düşürdüğü ortadayken, Nübüvvet da’vâsının isbata çalışıldığı bir zamanda gelecek bir hâdiseyi zamanıyla haber vermenin ehemmiyeti izâhtan vârestedir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">4.) Mü’minlerin sevineceği ihbârı, esasen Bedir zaferine işaret ediyordu. Bedir Savaşı Hicret’ten iki yıl sonra vukû buldu; ihbârın yapıldığı Hicret’ten yedi yıl öncesinde ise Mü’minlerin durumu, hiç de yakın gelecekte bir zaferi müjdeleyebilecek şekilde değildi. Evet, çiçekler açarken baharı müjdelemek kolaydır; fakat, kar’ın buzun altında ve kış ortasında bahar müjdesi vermek temkîn gerektiren bir husustur.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">B. Hemen hemen bütün şartları Müslümanların aleyhine gibi görünen ve Sahabe’nin âdeta infiâline yol açan Hudeybiye Mûsâlahası’nın hemen ardından Fetih Sûresi’nin inip, Mekke Fethi’nin müjdelenmesi de, yine O’nun (sav) Allah’ın teyidi altında bulunduğunu göstermektedir. Şartların hiç de müsâit olmadığı bir zamanda bu sûre, Müslümanlar’ın emniyet içinde Mescîd-i Haram’a gireceklerini ve İslâm’ın bütün dinlere üstün geleceğini tam bir kat’iyetle ifâde etmektedir...</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZ’İN MU’CİZELERİ O’NUN NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN ŞÂHİTLERİDİR</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">1. MU’CİZE VE KERAMET NEDİR? </span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Mu’cize, nübüvvetini isbat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü’minlerin îmânını kuvvetlendirmek için nebînin elinde Allah’ın yaratıp meydana getirdiği hârikulade hallerdir. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Mu’cize, beşerin görüp bildiği ve dâima içlerinde yanyana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irâde ve kudretinin üstünde olarak Allah’ın irâdesiyle harikulâde kabilinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mu’cizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi âletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izâh edilemez.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Mu’cizeler, âdiyât cinsinden, yâni varlığın ilimlere esas teşkîl eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve Güneş’ten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mu’cize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama, onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temâsa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız. İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mu’cizeler ise âdiyât kabilinden olmayıp, harikulâde, fevka’t takat-ü’l beşer, fevka’l-âde ve fevka’t-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve irâdesinin verâsında cereyân eden hâdiselerdir.</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PEYGAMBERİMİZ’İN MU’CİZELERİNE MİSÂLLER:</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Mirâc mu’cizesi</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">İsrâ Sûresi 1’nci âyet’te, “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu, Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, muhakkak Semî’dir, Basîr’dir.”</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Necm Sûresi âyet 8-11’de ise “Sonra yaklaştı ve sarktı; iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın. (Allah O anda) kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Muhammed’in) gözüyle gördüğünü (gönlü) yalanlamadı” buyurularak, Mirâc hâdisesine işaret edilmektedir. Ayrıca, hadîs kitaplarında bu kudsî yolculuğun teferruatı zikredilmektedir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Allah, ubûdiyetiyle mâhiyetini inkişâf ettiren ve mübârek rûhu gibi cismi de letâfet ve ulviyet kesbeden Rasûlü’nü, lütfûyla huzûruna almış ve müşahedesiyle ni’metlendirmiştir. Kulluğunun bir semeresi ve neticesi olan Mirâc yolculuğunda Efendimiz (sav), kendisini çepeçevre saran kanun ve sebepleri aşarak, beşeriyete ait perdeleri geçip uzun mesâfeleri bir hamlede kat’etmiş, yıldızları, sistemleri birer merdiven, birer basamak, birer atlama taşı gibi kullanıp, Rabb’ini görmeğe mâni buudları geride bırakmış, cismen ve rûhen vardığı makamdan Cenâb-ı Hakk’ı müşahede etmiştir. Peygamberlerle selâmlaşmış, melekleri görmüş, Cennet’i ve güzelliklerini, Cehennem’i ve azâmetini temâşâ etmiştir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Ümmetine anlatacağı mes’eleleri ciddî bir itminân ve yakîn içinde anlatsın; gıyâben inandığımız şeyleri müşahedesi olarak bize intikâl ettirsin; hatta Allah’ı görsün ve görmeğe dayalı olarak da “vardır” desin; melekûtu, melekleri, Cennet’i, Cehennem’i görsün ve bildirsin diye çıktığı Huzûr (cc)’dan bir saatine bin yıllık dünya hayatının kâfi gelmediği Cennet’i temâşâ edip ve bir anlığına bin yıllık Cennet hayatının kâfî gelmeyeceği Cemâlullah’la müşerref olduktan sonra; Kur’ân’a ait bütün mes’elelerinin hakikatlarını, temessül keyfiyetlerini, bütün ibâdetlerin ma’nâ ve hikmetlerini anlamak, anlatmak ve Risâlet vazifesini tamamlayıp, Ümmeti’ni karanlıklardan kurtarıp nûra çıkarma yolunda, Kendisine her türlü işkencenin yapıldığı bir anda, yeniden yeryüzüne dönmüştür. Dönerken de, mü’minlerin mirâcı olan namazı da hediye getirmiştir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Buraya kadar, O’nun yüzlerce mu’cizesinden sadece nümûneler serdetmeğe çalıştık. Tafsilâtı selef-i sâlihinin nurlu eserlerinde...</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Ay’ın ikiye yarılması mu’cizesi</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Abdullah b. Mes’ud anlatıyor:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bir defa biz Mina’da Resulullah (sav)’le birlikte iken, ansızın Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resulullah (sav) bize:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">“Şâhid olun” buyurdular (1).</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Yemeklerin bereketlenmesi</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Su mu’cizeleri</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Hasta ve yaralıların şifâ bulmaları</span></strong> </p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Hayvanatın Efendimiz (s.a.v.)’i tanıması</span></strong> </p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Dağların-taşların Peygamberimiz (s.a.v.)’e şehâdetleri</span></strong> </p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Efendimiz (s.a.v.)’in mu’cize olarak korunması</span></strong> </p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Peygamber (s.a.v.)’in duâlarının kabul olması</span></strong> </p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Meleklerin ve Cinlerin Peygamberimiz (s.a.v.)’e görünmeleri ve kendisiyle konuşmaları</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Temessülat ve gaybe âit mu’cizeleri </span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Ağaçların Efendimiz (s.a.v.)’e şehâdetleri </span></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">(Geniş Bilgi “İnancın Gölgesinde 2” Kitabından bulabilirsiniz)</span></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="mihrimah, post: 84433, member: 656"] [B][FONT=Tahoma]PIRLANTA SERİSİ...[/FONT] [FONT=Tahoma]TEVRAT ve İNCİL PEYGAMBERİMİZİN NÜBÜVVETİNE DELİLDİR[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]Geçmiş peygamberlerle birlikte, geçmiş mukaddes kitaplardan Tevrat ve İncil, Hâtem-i Enbiyâ’nın peygamberliğine birer delil ve şâhiddir. Tahrif edilmiş olmalarına rağmen, Hüseyin Cisrî gibi allâmeler, elimizdeki Tevrat ve İncil nüshalarında, bu mevzû ile alâkalı pek çok işaretler bulmuşlardır. Bunlardan sadece dört tanesini vermekle iktifâ edeceğiz:[/FONT] [FONT=Tahoma]1. “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye Bâbı, âyet: 18).[/FONT] [FONT=Tahoma]“Gerçek, Mûsa demiştir: “Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilân ettiler” (Rasullerin İşleri, Bâb: 3, âyet: 22).[/FONT] [FONT=Tahoma]“... ve Rabbin... Mûsa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye, Bâb: 34, âyet: 12).[/FONT] [FONT=Tahoma]Kitab-ı Mukaddes’in Ahd-i Atik (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncil) bölümlerinden alınan yukarıdaki âyetlerde:[/FONT] [FONT=Tahoma]a) Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğulları’na Hz. Mûsa’nın “kardeşleriniz” şeklindeki hitabı, Hz. İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna, yani İsmail Oğulları’na işarettir. İsmail Oğulları’ndan gelecek olan peygamber ise ancak Hz. Muhammed (sav) olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (sav) gelmiştir. Hz. Yûşa ve Hz. İsa, Hz. İsmail’den değil, İsrail Oğulları’ndandır.[/FONT] [FONT=Tahoma]b) Hz. Mûsa, “benim gibi” sözüyle Peygamberimiz’i kasdetmektedir; çünkü, cihad, getirdiği kanun ve hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması.. gibi yirmi kadar hususta Hz. Mûsa’ya benzeyen, Hz. Yûşa ve İsa değil, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’dir.[/FONT] [FONT=Tahoma]c) Hz. Mûsa gibi bir nebînin İsrail Oğulları’ndan bir daha çıkmayacağı açıkça ifade olunmaktadır.[/FONT] [FONT=Tahoma]d) “Sözlerimi ağzına koyacağım” ifadesi, Efendimiz’in ümmî olup, okuma-yazması bulunmadığı halde Allah’ın Kelâmı’nı kolayca hıfzedip insanlara okuyacağına işarettir.[/FONT] [FONT=Tahoma]2. “Rab, Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin onbinleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı” (Tesniye, Bab: 33, âyet: 2).[/FONT] [FONT=Tahoma]a) “Sina’dan gelme”, Hz. Mûsa’ya Tûr-ı Sîna’da ilâhî hükümlerin verilmesini; “Sâir’den doğma”, Hz. İsa’ya İncil’in verilmesini ve “Paran dağlarında parlama” ise, Efendimiz’in Mekke’de çıkacağını ifade eder. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekke’nin eski isimlerinden olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin Bölümünde de Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır (Bâb: 21, âyet: 21).[/FONT] [FONT=Tahoma]b) İçinden gelindiği belirtilen mukaddeslerle, Peygamberimiz’in her türlü ayıptan uzak bulunan Âli’ne, Ehl-i Beyt’ine ve Ashâbı’na işaret olunmaktadır.[/FONT] [FONT=Tahoma]c) “Sağda ateşli ferman”, İslâm Dini’nde Cihad’a işarettir.[/FONT] [FONT=Tahoma]3. “Taş, köşenin başı oldu... ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir... Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır” (Matta, Bâb: 21, âyet: 42).[/FONT] [FONT=Tahoma]a) Yukarıdaki âyette geçen “köşe taşı” Hz. İsa (as) olamaz; çünkü, Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma, toz gibi olma meydana gelmemiş, bu Peygamberimiz’le olmuştur. Zâten, hükmeden Hz. İsa değil, Efendimiz (sav)’di; hükmetmek için gelmediğini söyleyen de bizzat Hz. İsa (as)’nın kendisidir. (Yuhanna, Bâb: 12, âyet: 47).[/FONT] [FONT=Tahoma]b) Buharî ve Müslîm’in rivâyetlerinde, Peygamberimiz (sav), kendisinin Peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmekte ve dolayısıyle köşe taşı konmakla, yani Peygamberimiz (sav)’le Peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.[/FONT] [FONT=Tahoma]4. “Rab, size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun” (Yuhanna, Bâb: 14, âyet: 15).[/FONT] [FONT=Tahoma]“... O, size herşeyi öğretecek ve size söylediğim herşeyi hatırınıza getirecektir.” (Yuhanna, bab: 14, ayet: 26).[/FONT] [FONT=Tahoma]“... Benim için o şehâdet edecektir...” (Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 26).[/FONT] [FONT=Tahoma]“... gitmezsem, Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah, salâh ve hüküm için dünyayı ilzâm edecektir” (Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 7-8).[/FONT] [FONT=Tahoma]Yukardaki âyetlerde Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup, Arapça ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. ‘Ahmed’, Efendimiz (sav)’in ismi olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de de O’nun İncil’de ‘Ahmed’ olarak geçtiği açıkça ifade edilir. Ve, burada sayılan bütün vasıflar sadece Efendimiz (sav)’de vardır. Kaldı ki, Efendimiz (sav)’in geleceğini ve vasıflarını açıkça anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcud değildir.[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNDEN ÖNCEKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNE DELİLDİR[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. Dünyaya teşrifi esnasında meydana gelen olağanüstü hâdiseler, çocukluk devresinde yakınlarının müşahedeleri ve gençliğinde firâset sahiplerinin kendisinde sezdikleri ma’nâlar, O’nun gelecekte büyük bir vazife altına gireceğinin anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi...[/FONT] [FONT=Tahoma]2. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve “Hılfü’l-Füdûl” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bil-fiil girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı...[/FONT] [FONT=Tahoma]3. İhtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, tâ küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.[/FONT] [FONT=Tahoma]4. Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. İki defa düğüne giderken yolda uyuyup kaldığını bizzat kendisi ifade buyurmaktadır. Garîze-i beşeriyenin en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice Validemiz’le izdivaçları hengâmında buram buram terlediği ve gelinlik kız gibi kızardığı nakledilir. Sefere çıkışta “kızımı, namusumu kime teslim edeyim” diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi genç olmalıydı![/FONT] [FONT=Tahoma]5. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, hıyânetine ve sözünden döndüğüne şâhit olunmamıştır. Bu mevzûda, düşmanları dâhil, hiç kimse herhangi bir misâl gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile O’na ‘Muhammed’ül-Emîn’ diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği ridâsının üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koymuş ve bu müşkil mes’eleyi halletmişti....[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZİN DÜŞMANLARI BİLE O’NUN SIDKINA ŞÂHİTTİRLER[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. Kırk yaşına kadar kendisine “Muhammed’ül-Emîn” diyen ve emanetlerini teslim eden düşmanlarının O’nu, Peygamberlikle ortaya çıktığında red ve inkâr etmeleri, kendileri adına tenâkuzdan başka bir şey değildir. Kendilerini akıllı, kültürlü ve mütefekkir gören bu insanlar, böylece tam kırk yıl aldatılıp uyutulduklarını kabul etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse, inkârlarında başka bir maksat vardı; çünkü değişen ve dönen Peygamber değil, döneklik yapıp, Güneş’e göz yuman bizzat onların kendileriydi....[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNİ İLÂNINDAN SONRAKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNİN VE DA’VÂSINDAKİ DOĞRULUĞUNUN BİR BAŞKA ŞÂHİDİDİR[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. Büyük ideal ve yüksek düşüncelerle içi sürekli kaynayıp duran bir insanın, fikirlerini açığa vurmaması, düşünce ve da’vâsı paralelinde taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez. [/FONT] [FONT=Tahoma]Biz basit bir fikir ve düşüncemizi bile içimizde tutamayıp, tanıdığımıza-tanımadığımıza intikâl ettirmeğe çalışırız. İnsan, düşünce ve da’vâsını en canlı ve heyecanlı olduğu gençlik yıllarında yaymaya çalışır. 15-20 yaşlarındaki binlerce, onbinlerce gencin nice bâtıl fikirleri neşretmek için ellerinde bildirilerle gösterilerde ve kanlı hâdiselerde nasıl mücâdele ettiklerine bütün dünya tarihi şahiddir. Oysa, Nebîler Sultanı (sav) da’vâsını tebliğe 40 yaşında başlamıştır: Demek ki, O, bir emir altında hareket ediyor ve kendisine emredileni yapıyordu...[/FONT] [FONT=Tahoma]2. Bir insanın, çeşitli muvaffakiyetler, zaferler, malî imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra hiç değişmemesi, onun yüce ve yüksek ahlâkını, doğruluk derecesini gösterir. İşte, O’nun Peygamberlikten önceki ve sonraki güneş gibi parlak ve apaçık hayatı! Evet O’nun en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi fonksiyon ve vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin delili değil de ya nedir?[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZİN ZÂTI DA DOĞRULUĞUNA VE NÜBÜVVETİNE ŞEHÂDET EDER[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. Sîmâ, anlayan ve görebilen için rûhun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimizin hakikat gamzeden nurlu sîmâsını gören yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm, daha ilk görüşünde “Bu sîmâda yalan yoktur” diyerek îmân etmişti.[/FONT] [FONT=Tahoma]2. Muhâl-farz, o Zât’ın söz ve davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihâna ilân ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan emellerine ulaşacaklardı.[/FONT] [FONT=Tahoma]3. Bir şeyin sun’isi, taklit ve yanlışı, hiç bir zaman hakikî ve fıtrî olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban vâliyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele Peygamberlik gibi bir mevzûda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.[/FONT] [FONT=Tahoma]4. İnsanın, yaratılış icâbı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, O Zât (sav), Peygamberlik gibi çok büyük bir da’vâ adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?[/FONT] [FONT=Tahoma]5. Hele bu Zât ümmî ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zekî, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve belâgatta seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât’ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?[/FONT] [FONT=Tahoma]6. İnsan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenîce fikir münazarası şeklinde mukabelede bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat, bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele rûhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile, da’vâsından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O’nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.[/FONT] [FONT=Tahoma]7. Bugün pek çok insan görürsünüz ki; sözgelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için ma’zûr görülsün ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği -haşa!- bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..![/FONT] [FONT=Tahoma]8. Önemli olan bir da’vâ ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, da’vâsına mükemmel bir nümûne olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem koyucu ve kanun vaz’ ediciler vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı hüsn ü kabul görmemiş, da’vâ ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimî, heptenci ve sâdık taraftarlar bulamamışlardır. “Namaz kılın” diyen O Zât’ın kıldığı namazlara, “zekat verin” diyen O Zât’ın infâk ettiği mallara, “oruç tutun” diyen O Zât’ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât’ın haram karşısındaki tavrına bakın!..[/FONT] [FONT=Tahoma]9. İnsan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30’undan sonra âdeta meleke haline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalp ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek, cild değiştirme kadar müşkil bir mes’eledir. Şimdi, iki cihân güneşi Efendimiz (sav)’e bakalım: O’nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -haşa!- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar râsıh ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeğe başlaması düşünülebilir mi?[/FONT] [FONT=Tahoma]10. Yalancı, sahtekâr ve gayr-ı ciddî bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını fedâ edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât’ın çevresinde, onca gailelere rağmen bir araya gelmiş Sahâbe’ye, sonra Tabiîn’e, sonra da asırlar boyu O Kâmet-i bâlâya gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliyâ, asfiyâ ve mürşîdlere, ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu devasa insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, hilâf-ı vâki’ birşey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?[/FONT] [FONT=Tahoma]11. Eğer bu Zât -haşa- peygamber değilse, başka hiçbir peygamberin peygamberliğiyle alâkalı söylenecek pek fazla birşey olamaz. Zira, bütün peygamberân-ı izâmın sundukları mesaj, gösterdikleri mu’cîze ve bıraktıkları iz, kâinatın Efendisiyle kıyas edilemiyecek kadar küçüktür.[/FONT] [FONT=Tahoma]12. Evet, O’ndan başka birinin O’nun da’vâsı ve husûsiyetleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü, bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah’tır. “Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin...” (Bakara, 2/23) şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.[/FONT] [FONT=Tahoma]13. Ve nihâyet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah’a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah’ın kelâmı olarak gösterebilir?[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZİN EŞSİZ AHLÂKI DA NÜBÜVVETİNE VE DOĞRULUĞUNA ŞÂHİDDİR[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. Güzel ahlâk çekirdekler halinde insanın fıtratına dercedilmiştir. Saf fıtratın tezâhürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve rûhun dış aynada yansıması demek olan güzel ahlâka sahip bulunmanın en önde gelen şartlarından biri, belki birincisi terbiye ve telkindir. Evet, güzel ahlâk kendine has ortamda beslenir râsih hâle gelir. [/FONT] [FONT=Tahoma]Şimdi, Peygamber Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ve yüksek ahlâkı O’na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile O’nu kim yetiştirmiştir? Annesi, babası diyemeyiz, çünkü onları çok küçükken kaybetmiştir. Dede ve amcalarının ise, içinde bulundukları toplumda O’na böyle bir ahlâk kazandırmaları hiç mi hiç mümkün görünmemektedir. Peki, kimdir öyleyse O Zât’ın mürebbîsi? Cevabını, kendi beyânıyla verelim: “Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî!” “-Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!”...[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HER ALANDAKİ İNKILÂPLARI NÜBÜVVETİNİN DELİLLERİDİR[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. “Yeryüzünde en mühim, en lüzumlu, en zor ve en faydalı meslek hangisidir?” sorusuna verilecek cevap acaba ne olabilir? İdarecilik midir bu dört husûsiyeti kendinde bulunduran meslek, yoksa siyaset midir; veya hâkimlik, savcılık, avukatlık, ya da askerlik veya polislik midir? Çiftçilik, işçilik, esnaflık ya da, öğretmenlik, ilim adamlığı, mürşidlik veya hocalık mıdır..? Bu soruyu hangi meslek sahibine sorsanız, hepsi de size mesleğinin lüzumundan, faydasından, zorluğundan ve öneminden bahsedecektir. Evet, mutlaka her mesleğin kendine göre faydası, önemi, zorluğu ve lüzumu vardır; fakat, her bir meslek ve çalışma sahasının esası ve temeli hiç şüphesiz insan unsuru yani ferdin yetiştirilmesi ve yararlı hâle getirilmesidir.[/FONT] [FONT=Tahoma]2. İçtimaînin temel rüknü olan “müstesna insanı” yetiştirmek için, her şeyden önce yetiştiricinin müstesna, mükemmel bir ahlâk ve kabiliyete sahip olması gerekir. Bundan başka, yetiştirici, ele aldığı ferdin yaratılış kanunlarını, fıtratını, psikolojik yanını, ruhî yapısını, istidat ve kabiliyetlerini, kültür ve anlayış durumunu, his dünyasını, duygularını, kafa ve düşünce husûsiyetini, meyil ve ümniyelerini, za’f ve zayıf taraflarını, sosyal mevkiini ve bütün bunlardan daha önemli olarak da istikbâlde kazanacağı husûsiyetleri, muvaffak ve verimli olabileceği sahaları, kısaca bütün yönleriyle insanı bir kitap gibi okumak ve anlamak mevkiindedir. Sonra, bu tanıma ve tahlil de kâfi değildir. Muhatabların her birinin bütün bu yanlarını hem de karıştırmadan, unutmadan, zaman ve zemininde, muhataba ve durumuna göre en isabetli kararı vermek, gerekeni söylemek ve en uygun davranışta bulunmak, doğacak neticeleri hesaba katarak kararlar verip fertleri yönlendirmek de oldukça önemlidir. Bundan da öte, tek tek her ferdi en iyi biçimde tanıdıktan ve her birine münasip davranış ve konuşma tarzını seçip tesbit ettikten sonra, her bir fertte mevcud kötü ahlâk ve alışkanlıkları, en olumlu usûllerle izâle etmek, yan etkilerini ve doğabilecek reaksiyonları hesaba katarak her ferdi kafa ve kalb ameliyatından geçirip, her türlü habis ur ve mikroplardan temizlemek ve bütün bunlardan sonra, aşağılardan çekip aldığı talebesini, yukarılara yükseltmek için, grafik çizgisini sürekli müsbet istikamette seyrettirecek tarzda, en ulvî, en yüce huylarla bezeyip, tefrite, yani karşı aşırı uca terketmemek; tıpkı çiftçinin zararlı otlardan temizlediği tarlasına en verimli tohumları saçıp, yeterli ısı ve ışıkla bu tohumlara sümbül açtırması gibi, o insanın görülüp gözetilmesi de hayatî ehemmiyeti hâiz bir başka husustur...[/FONT] [FONT=Tahoma]10. Bir mektepte muallim veya bir müessese başında idarecisiniz. Talebelerinizin veya idareniz altındaki kimselerin gönüllerine girmek, mesajınızı onların kafalarına, kalblerine nakşetmek, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmak, her çeşit hakarete, maddî-ma’nevî zarar ve tehlikelere sabırla göğüs germek niyetindesiniz. Şimdi, kendinizi, kalbinizi ve hislerinizi şöyle bir yoklayın:[/FONT] [FONT=Tahoma]Muhataplarınız,[/FONT] [FONT=Tahoma]Yanınızdan geçerken yüzünüze bir tükrük atsalar,[/FONT] [FONT=Tahoma]Siz secdedeyken başınıza işkembe geçirseler,[/FONT] [FONT=Tahoma]Zaman zaman tokat aşketseler,[/FONT] [FONT=Tahoma]Yollarınıza dikenler koyup, taşlar dökseler,[/FONT] [FONT=Tahoma]Köşe başlarında ellerinde kamalar sizi bekleseler,[/FONT] [FONT=Tahoma]Halkın içinde sizinle alay edip, küçük düşürseler,[/FONT] [FONT=Tahoma]Ailenize en büyük iftirayı etseler,[/FONT] [FONT=Tahoma]En yakınlarınızı paramparça doğrayıp, ciğerlerini çiğneseler,[/FONT] [FONT=Tahoma]Defalarca üzerinize asker gönderip, arkadaşlarınızı öldürseler ve sizi değişik yerlerinizden yaralasalar,[/FONT] [FONT=Tahoma]Sizi öz yurdunuzdan çıkmaya mecbur etseler... Acaba ne yaparsınız? Dayanıp, sabır ve tahammül gösterebilir misiniz? En ufak bir tereddüde düşmeden yolunuza devam edebilir misiniz? Afv ve müsamaha ile karşılık verip, muhabbet, şefkat ve merhametinizi sürdürebilir misiniz? “Ya Rabb, bilmiyorlar, onları afv ve hidayet et” diye duâda bulunabilir misiniz? Hatta gökleri ve cenneti seyran edip, en büyük ni’metleri tattıktan sonra yine onların arasına dönebilir misiniz? Evet, her türlü hakaret ve işkencelere karşı hiç sarsılmayan ve hiç eksilmeyen o merhamet, muhabbet, şefkat ve müsamahasıyla en vahşi insanları, örnek insanlar haline getiren O Zât (sav)’ın Peygamberliğini kabul etmemek bin defa körlük ve sağırlıktır.[/FONT] [B][FONT=Tahoma]Hz. PEYGAMBER’İN GEÇMİŞLE ALÂKALI HABERLERİ NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN DELİLLERİDİR[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. Tarih, bir ilim dalıdır. İlk bakışta çok kolay gibi gelse de ona daha derin ve köklü bakıldığında ne kadar zor ve müşkil bir ilim dalı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü, tarih lâboratuvarlarda tecrübe edilemez; tecrübî ilimler gibi çabuk neticeye gidilemez. Geçmiş hâdiseleri, târihî vak’âları ve o vak’âların kahramanlarını yeniden sahneye çıkarıp film seyrediyor gibi seyretmemiz mümkün değildir. Bu sebeple, tarih hakkında bildiklerimiz, bir bakıma dökümanların ortaya koyduğu ve kitapların anlattıklarından ibarettir. Ayrıca, kişileri değerlendirmek sadece hâdiselere veya görgü şâhidlerinin sözlerine bağlı bulunduğundan gerçek niyetler ve maksatlar saklanabilmektedir. [/FONT] [FONT=Tahoma]Bir tiyatro düşünün: Sahnede oyuncular, sahne gerisinde yapımcı rejisör, senarist ve karşıda seyirciler. Bir de, bu oyunun gerçek sahneleyicileri... Şimdi iç içe buudlu bu oyunu yalnızca seyredenlerin ağzından ya da kaleminden dinlediğinizde, neyi ne kadar kavrayabilirsiniz? Diğer taraftan her seyircinin anlayışı, idrâki, aktarışı ve değerlendirişi farklı olmayacak mıdır? Sonra, oynayanların niyeti, oyunu sahneye koyanların hüviyeti ve maksadı seyirci tarafından ne kadar bilinebilir? Basit bir sahne oyununda durum böyle olursa bir de çok karmaşık ilişkilerin, akıl almaz tezgâhların, yani şahların ve piyonların, iplerin ve ipleri tutanların; cüceleri dev, devleri cüce görme ya da gösterme gayretleri bahis mevzû olduğu sürece, sahnedeki hâdiseleri gerçek yüzleriyle öğrenip değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Gözümüz önünde cereyan eden vak’âları anlamada bu denli zorlanırsak, tarihin karanlıklarında yatan hâdiseleri nasıl isabetli değerlendireceğiz ki..![/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZ’İN GELECEKLE ALÂKALI HABERLERİ NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN DELİLLERİDİR[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]1. Bir insanın, bırakın gelecekle ilgili hâdiseleri, içinde yaşadığı vak’âları bile bütün yönleriyle en ince noktalarına kadar inceleyip anlatması öyle kolay bir mes’ele değildir. İçinde yaşadığımız zamanla alâkalı hakikat bu iken, en büyük politikacı, sosyolog ve dâhiler dahil, kim 50-100 sene sonrası için kesin ifâdelerde bulunabilir? Bu mevzûda yapılsa yapılsa, sebep-netice prensibine, bir takım târihî kanunlara ve tecrübelere dayanılarak bazı tahminler yapılabilir.[/FONT] [FONT=Tahoma]2. Kur’ân’ın ifâdesiyle, gaybı Allah’tan başka kimse bilemez; bir de Allah’ın bildirmesiyle Nebîler, Resûller, bir de Allah’ın husûsî lütufta bulunduğu bazı kimseler bilebilir. Evet, ilerde zuhûr edecek hâdiseler hakkında kesin söz söylemek, ancak ve ancak Cenâb-ı Allah’a ait bir iştir. Bununla birlikte, şayet bir insan çıkıyor ve aynı sahada çok kesin sözler söylüyorsa, Allah’ın bildirmesine mazhar bir nebî olabilir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Bu mes’elenin Kur’ân’da ve Rasulullah’ın hadîslerinde pek çok misâli varsa da, biz birkaç tanesiyle iktifâ edip, gerisini okuyucunun araştırmasına bırakacağız:[/FONT] [FONT=Tahoma]A. Rûm Sûresi 1-5’nci âyetlerde, Rumlar’ın mağlûp oldukları, fakat dokuz yıl içinde galip gelecekleri ve bunun îmân edenleri sevindireceği bildirilmektedir. Burada şu birkaç nükteyi bilhassa belirtmemiz icâb ediyor:[/FONT] [FONT=Tahoma]1.) Galip gelme haberi, şartların hiç de müsait olmadığı bir zamanda, yani müthiş bir mağlûbiyetin hemen ardından verilmektedir.[/FONT] [FONT=Tahoma]2.) Böyle bir ihbârın, hilâf-ı vâki’ ve isabetsiz çıkmasının doğuracağı neticeler maksadın aksini tevlîd eder.[/FONT] [FONT=Tahoma]3.) İçinde yaşadığımız şu zaman diliminde bile, yerine getirelemeyen sözlerin ve va’dlerin kişiyi ne duruma düşürdüğü ortadayken, Nübüvvet da’vâsının isbata çalışıldığı bir zamanda gelecek bir hâdiseyi zamanıyla haber vermenin ehemmiyeti izâhtan vârestedir.[/FONT] [FONT=Tahoma]4.) Mü’minlerin sevineceği ihbârı, esasen Bedir zaferine işaret ediyordu. Bedir Savaşı Hicret’ten iki yıl sonra vukû buldu; ihbârın yapıldığı Hicret’ten yedi yıl öncesinde ise Mü’minlerin durumu, hiç de yakın gelecekte bir zaferi müjdeleyebilecek şekilde değildi. Evet, çiçekler açarken baharı müjdelemek kolaydır; fakat, kar’ın buzun altında ve kış ortasında bahar müjdesi vermek temkîn gerektiren bir husustur.[/FONT] [FONT=Tahoma]B. Hemen hemen bütün şartları Müslümanların aleyhine gibi görünen ve Sahabe’nin âdeta infiâline yol açan Hudeybiye Mûsâlahası’nın hemen ardından Fetih Sûresi’nin inip, Mekke Fethi’nin müjdelenmesi de, yine O’nun (sav) Allah’ın teyidi altında bulunduğunu göstermektedir. Şartların hiç de müsâit olmadığı bir zamanda bu sûre, Müslümanlar’ın emniyet içinde Mescîd-i Haram’a gireceklerini ve İslâm’ın bütün dinlere üstün geleceğini tam bir kat’iyetle ifâde etmektedir...[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZ’İN MU’CİZELERİ O’NUN NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN ŞÂHİTLERİDİR[/FONT] [FONT=Tahoma]1. MU’CİZE VE KERAMET NEDİR? [/FONT] [/B][FONT=Tahoma]Mu’cize, nübüvvetini isbat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü’minlerin îmânını kuvvetlendirmek için nebînin elinde Allah’ın yaratıp meydana getirdiği hârikulade hallerdir. [/FONT] [FONT=Tahoma]Mu’cize, beşerin görüp bildiği ve dâima içlerinde yanyana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irâde ve kudretinin üstünde olarak Allah’ın irâdesiyle harikulâde kabilinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mu’cizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi âletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izâh edilemez.[/FONT] [FONT=Tahoma]Mu’cizeler, âdiyât cinsinden, yâni varlığın ilimlere esas teşkîl eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve Güneş’ten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mu’cize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama, onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temâsa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız. İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mu’cizeler ise âdiyât kabilinden olmayıp, harikulâde, fevka’t takat-ü’l beşer, fevka’l-âde ve fevka’t-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve irâdesinin verâsında cereyân eden hâdiselerdir.[/FONT] [B][FONT=Tahoma]PEYGAMBERİMİZ’İN MU’CİZELERİNE MİSÂLLER:[/FONT] [FONT=Tahoma]Mirâc mu’cizesi[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]İsrâ Sûresi 1’nci âyet’te, “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu, Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, muhakkak Semî’dir, Basîr’dir.”[/FONT] [FONT=Tahoma]Necm Sûresi âyet 8-11’de ise “Sonra yaklaştı ve sarktı; iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın. (Allah O anda) kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Muhammed’in) gözüyle gördüğünü (gönlü) yalanlamadı” buyurularak, Mirâc hâdisesine işaret edilmektedir. Ayrıca, hadîs kitaplarında bu kudsî yolculuğun teferruatı zikredilmektedir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Allah, ubûdiyetiyle mâhiyetini inkişâf ettiren ve mübârek rûhu gibi cismi de letâfet ve ulviyet kesbeden Rasûlü’nü, lütfûyla huzûruna almış ve müşahedesiyle ni’metlendirmiştir. Kulluğunun bir semeresi ve neticesi olan Mirâc yolculuğunda Efendimiz (sav), kendisini çepeçevre saran kanun ve sebepleri aşarak, beşeriyete ait perdeleri geçip uzun mesâfeleri bir hamlede kat’etmiş, yıldızları, sistemleri birer merdiven, birer basamak, birer atlama taşı gibi kullanıp, Rabb’ini görmeğe mâni buudları geride bırakmış, cismen ve rûhen vardığı makamdan Cenâb-ı Hakk’ı müşahede etmiştir. Peygamberlerle selâmlaşmış, melekleri görmüş, Cennet’i ve güzelliklerini, Cehennem’i ve azâmetini temâşâ etmiştir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Ümmetine anlatacağı mes’eleleri ciddî bir itminân ve yakîn içinde anlatsın; gıyâben inandığımız şeyleri müşahedesi olarak bize intikâl ettirsin; hatta Allah’ı görsün ve görmeğe dayalı olarak da “vardır” desin; melekûtu, melekleri, Cennet’i, Cehennem’i görsün ve bildirsin diye çıktığı Huzûr (cc)’dan bir saatine bin yıllık dünya hayatının kâfi gelmediği Cennet’i temâşâ edip ve bir anlığına bin yıllık Cennet hayatının kâfî gelmeyeceği Cemâlullah’la müşerref olduktan sonra; Kur’ân’a ait bütün mes’elelerinin hakikatlarını, temessül keyfiyetlerini, bütün ibâdetlerin ma’nâ ve hikmetlerini anlamak, anlatmak ve Risâlet vazifesini tamamlayıp, Ümmeti’ni karanlıklardan kurtarıp nûra çıkarma yolunda, Kendisine her türlü işkencenin yapıldığı bir anda, yeniden yeryüzüne dönmüştür. Dönerken de, mü’minlerin mirâcı olan namazı da hediye getirmiştir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Buraya kadar, O’nun yüzlerce mu’cizesinden sadece nümûneler serdetmeğe çalıştık. Tafsilâtı selef-i sâlihinin nurlu eserlerinde...[/FONT] [B][FONT=Tahoma]Ay’ın ikiye yarılması mu’cizesi[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]Abdullah b. Mes’ud anlatıyor:[/FONT] [FONT=Tahoma]Bir defa biz Mina’da Resulullah (sav)’le birlikte iken, ansızın Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resulullah (sav) bize:[/FONT] [FONT=Tahoma]“Şâhid olun” buyurdular (1).[/FONT] [B][FONT=Tahoma]Yemeklerin bereketlenmesi[/FONT] [FONT=Tahoma]Su mu’cizeleri[/FONT] [FONT=Tahoma]Hasta ve yaralıların şifâ bulmaları[/FONT][/B][FONT=Tahoma] [/FONT] [B][FONT=Tahoma]Hayvanatın Efendimiz (s.a.v.)’i tanıması[/FONT][/B][FONT=Tahoma] [/FONT] [B][FONT=Tahoma]Dağların-taşların Peygamberimiz (s.a.v.)’e şehâdetleri[/FONT][/B][FONT=Tahoma] [/FONT] [B][FONT=Tahoma]Efendimiz (s.a.v.)’in mu’cize olarak korunması[/FONT][/B][FONT=Tahoma] [/FONT] [B][FONT=Tahoma]Peygamber (s.a.v.)’in duâlarının kabul olması[/FONT][/B][FONT=Tahoma] [/FONT] [B][FONT=Tahoma]Meleklerin ve Cinlerin Peygamberimiz (s.a.v.)’e görünmeleri ve kendisiyle konuşmaları[/FONT] [FONT=Tahoma]Temessülat ve gaybe âit mu’cizeleri [/FONT] [FONT=Tahoma]Ağaçların Efendimiz (s.a.v.)’e şehâdetleri [/FONT][/B][FONT=Tahoma](Geniş Bilgi “İnancın Gölgesinde 2” Kitabından bulabilirsiniz)[/FONT] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
İslamiyet
İslam Akaidi ve Fıkıh
Memba
Peygamberlere iman
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst