Birşeyde Zorlandığında
Allahım, kolaylık ancak Senin kolay kıldığın şeydedir. Sen, istersen tepeleri düzler, zorlukları kolaylaştırırsın.
TEVEKKÜL
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sınav bitmek üzere...
Elektrik bölümü üçüncü sınıf öğrencisiyken belki de dünyada hiç yaşanmamış bir olay yaşadım...
Zor bir dersten sınava girmiştik. Sınav süresi üç saatti. Sınavda her şey serbestti. Defter, kitap ve her türlü doküman serbest... İsteseniz kütüphanenizin tamamını sınava getirebilirdiniz.
Sınavda üç soru sorulmuştu. Her sorunun üç-dört tane şıkkı vardı. Her türlü dokümanın serbest olması, soruların ne kadar zor olduklarını anlatmaya yeter herhâlde...
Bu üç sorunun ikisinden hiçbir şey anlamamıştım. Sanki bu dersi hiç görmemiştik... İlk anda soru kâğıdını alıp sınavdan çıkmayı düşündüm. Ancak yanımda dersle ilgili çok sayıda doküman vardı. Kolaya teslim olmayı kendime yediremedim. Sınavda kalmayı ve soruları çözmeye karar verdim. Şu kitap, bu defter, öteki kitap... Olmadı. Sil baştan başla... Kafa kalmadı. Bunaldım. Başımı sıranın üstüne koyup biraz dinleneyim, dedim. Dinleneyim derken uykuya dalmışım. Göz kapama değil, resmen uykunun tâ kendisi... Uyuduğumu, uyanınca anladım. Sıranın sertliğiyle yüzümün yarısı da sertleşmişti.
Uyandığım ilk anda nerede olduğumu çıkaramadım. Çıkaramadım çünkü... Aklım başıma geldiğinde tam bir saatten fazla uykuda kaldığımı anladım. Dünyada belki de hiç yaşanmamış bir olayı yaşıyordum. Bu nedenle ilk uyandığım an, sınavda olduğum hiç mi hiç aklıma gelmedi. “Burası neresi? Ben neredeyim?” diye aklımı toparlamaya çalışırken sınavdaki arkadaşlarımı fark etmeye başladım. Önümde defterleri kalemleri de görünce jeton düştü. Şaşırmış, çok mahcup olmuştum. Dersin hocası da bir prof’tu. Hocamızdan da çok utanmıştım.
Uyandıktan sonra sınavın bitimine bir saat bir süre kalmıştı. Hemen soru kâğıdına yöneldim. Kaldığım yerden devam ettim. Sonuçta bu sınavdan geçer not almıştım.
Peki, ya bu sınav bitinceye kadar hiç uyanmasaydım ne olurdu?
Bu sorunun cevabı çok açık: Sınavdan geçer not alamazdım...
Uykuda uyandığım ilk an nerede olduğumu çıkaramamıştım. Bir şaşkınlık yaşamıştım. Bir de uyku sersemliği var... Bu şaşkınlık ve zihin sersemliği beş-on saniye devam etti. Eğer bu şaşkınlık beş-on saniye değil de sınav bitinceye kadar devam etseydi, uyanmış görünmenin hiçbir faydası olmayacaktı. Yine başarısız olacaktım...
Başımdan geçen bu olay, hayatı ne derece algıladığımı sorgulamam için iyi bir ders olmuştu. Bana verilen ömrü uykuda mı geçiriyordum? Uyanık görünüyorsam ömür sahifelerimi neyle dolduruyordum? Bedenimin, ruhumun ve tüm ihtiyaçlarımın sahibi olan Allah’a karşı ne derece dürüsttüm?...
İnsan, kâinatta düşünme yeteneği olan tek varlık. Ve ben de “insan” olarak yaratılmıştım. Vücudumdaki elementlerin aynısı hayvanlarda da var; ama hiçbir hayvan medeniyet kuramadı. Hayvanların hiçbir türünde “istikbal” endişesi yok; oysa bende var. Bu nedenle üniversiteye girmiş, meslek sahibi olmaya çalışıyorum. Gel gör ki sınavda uyukluyorum. Olacak şey mi?
Değerler üstü kıymeti haiz olan “hayat”ın esprisi nedir? Elimle, gözümle, ilmimle tanık olduğum her mevcudun bir hikmeti var da kâinattaki bütün mevcutların hizmet ettiği “hayat”ın bir hikmeti yok muydu? Hayatın gerçek hikmetini biliyor muydum? Hayat sınavında sorulan soruyu tam olarak anlayabilmiş miydim? Sabahları uykudan uyandığımda dünyanın cazibedar oyuncaklarıyla “gaflet” denilen başka bir uykuya mı dalıyordum? Hayat sınavının bitimine acaba kaç saat kalmıştı? Geri kalan sürede geçer not alabilecek miydim?...
İmtihan zor, ama her doküman serbest. Hayatın değerini gerçek anlamda idrak etmiş ve silinmez izler bırakmış büyüklerin kitaplarını okumak, hatta onlardan kopya çekmek bile serbest. Yeter ki azmimi yitirmeyeyim... Başkalarına değil, bizatihi kendi öz nefsime karşı dürüst olabilsem, Cenab-ı Hakkın inayetine ve merhametine nail olabilirim.
Evet, sınav henüz bitmedi. Soruları bir daha baştan okumak lâzım: Mevlâ bizden öncelikle ne istiyor?...
Bir işin hayırlı sonuca ulaşması için şu şekilde dua edilir:
Allahım, bilerek veya bilmeyerek yaptığım günahlarımı bağışla. Allahım yaratılanların en hayırlısı olan ve hakkında "Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım" buyurduğun son elçin Hz. Muhammed Mustafayı (sav) vesile yaparak, Senden, işlerimde bana hayırlı başarılar ihsan etmeni istiyorum. Beni bu işimde ve daha sonraki işlerimde muvaffak eyle.
Selam ve dua ile...
Selam ve dua ile...
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
TEVEKKÜL
“İşi başkasına ısmarlamak”
“Sebeplere teşebbüs konusunda kendisine düşen görevi yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’dan beklemek. Onun takdirine razı olmak.”
“Sebeplere teşebbüs konusunda kendisine düşen görevi yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’dan beklemek. Onun takdirine razı olmak.”
Tevekkül üzerine
TEVEKKÜL yalnış yorumlara uğrayan bir ıstılah. Onun ne demek olduğunu kahve köşelerinde, pastahane masalarında değil, tevekkül ile ilgili âyetlerin tefsirlerinde, yahut ıstılah lügatlarında aramalı. Ama bazıları bu zahmete katlanmıyor ve “dilin kemiği yoktur” deyip uluorta konuşuyorlar:
Müslümanlar tevekkül eder, çalışmazlarmış; kadere teslim olup yatarlarmış; halbuki çok çalışmak lâzımmış, vesaire…
Tevekkülün izahına geçmeden önce, bu yüksek haslete, bu ulvî seciyeye yapılan itirazların kaynağına biraz inmek isterim.
Bu asır, benlik asrı, menfaat asrı. Kuvvetlinin zayıfı insafsızca ezdiği vahşet asrı. Hayvanca yaşamanın en büyük ideal olarak gösterildiği şehvet asrı… Böyle bir iklimde ulvî mânâların gizlenmesi, yahut iç âlemleri bu pis havayla is bağlayanların, ulvî ıstılahlara basit yorumlar getirmeleri bir bakıma normal karşılanmalı.
Tevekküle karşı çıkanlar, nefislerine itimad ederler, Allah’ın lütfunu, yardımını, keremini hiç düşünmezler. O’nun mülkünde yaşadıklarından ve kendilerinin varlık adına her neleri varsa, hepsini O’nun bahşettiğinden gafildirler. Bedenlerindeki her hücrenin ve kâinattaki her sistemin İlâhî iradeyle terbiye edildiğini unuturlar.
Aslında bu adamlar, o mutlak iradeye bilmeyerek itimad etmekle hayatlarını endişesiz sürdürür, bir nevi tevekkül içinde yaşarlar; ama bu ulvî hasletten bahis açıldı mı hemen gururları kabarır ve tevekküle karşı çıkarlar.
Onların bu tavırlarının arkasında Allah’ın sonsuz kudretiyle bir nevi muaraza psikolojisi yatar.
Bunlar oyuncak uçaklarla galaksileri fethe çıkarlar.
Tabancalarıyla yıldızları birer birer düşüreceklerini sanırlar.
Nabız atışlarını saymakla kana âhenk verdikleri vehmine kapılırlar.
Zelzele olmasın diye yerin derinliklerine sağlam kazıklar çakarlar.
Sıçramakla ellerini Ay’a vuracaklarını hayal ederler.
Işığı azalmasın diye güneşe elektrik ihraç etmeye kalkar ve ondaki kara lekeleri sulu boyayla gidermeyi plânlarlar.
Arz küremiz arıza yapınca, aşağı inip arkadan itekleyeceklerine güvenirler.
İhtiyarlığa dur demenin yolunu saçlarını boyatmakta bulurlar.
Korkusunu yenmek için, karanlık sokaklardan türkü söyleyerek geçen bir çocuk psikolojisi içinde, ölüm korkusunu kahkahayla boğmaya çalışırlar.
Mü’minin ruhu bütün ve benzeri gülünçlüklerden arıdır, temizdir, sâfidir.
Çünkü o, kul olduğunu bilir, haddini tecavüzden şiddetle sakınır.
Sebepler dünyasında yaşadığının, ekmeden biçemeyeceğinin şuurundadır. Bunun yanında toprak zerrelerinin buğday yapacak ilme, kudrete ve iradeye sahip olmadıklarını da çok iyi bilir.
Sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a tevekkül eder. Zira, ağaçtan meyve topraktan hububat ve topyekûn kâinattan insan süzüp çıkaran O’dur.
Sebeplere teşebbüs etmemeyi Allah’ın bu kâinatta koyduğu fıtrat kanunlarına isyan olarak değerlendirir. Ama, neticeyi sebeplerden değil, Allah’dan bekler; duasını, niyazını, şükrünü ancak O’na yapar.
Müslümanın tevekkül anlayışını en veciz biçimde ifade eden şu Hadis-i Şerifi beraber okuyalım:
“Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”
Ve o nurdan bir akis, özlü bir tevekkül tarifi:
“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’dan bilmek, neticeleri O’ndan istemek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” (Sözler)
Müslüman, dünya hayatını daha da müreffeh kılmak arzusuyla, meşru sebeplere tam olarak teşebbüs eder, ama şunun da çok iyi farkındadır: Bu dünya zevk ve lezzet yeri değil, ancak imtihan meydanıdır ve âhiretin tarlasıdır. İmtihanda, tarlada, sıkıntı vardır. Ferah, imtihan ötesi ve hasat sonrasıdır. Bunun için dünyanın musibet ve sıkıntılarına karşı psikolojik olarak bir ön hazırlığa sahiptir.
O, herkesi misafir ve herşeyi geçici bilir. Hiçbir hâdiseye olduğundan fazla kıymet vermez. Ve ömrünü huzur içinde geçirir.
Gerçekten de tevekkül en büyük bir huzur vesilesi.
İnsanın önünde çok menziller var. Kabre girmeden önce çoğu zaman, hastalıklara, musibetlere, çaresizliklere, ihtiyarlığa da uğrar. Bütün bu safhalarda insan tevekkülsüz yaşayabilir mi?
Bir hasta, muayene olma ve ilâç alma safhalarından sonra şifa bekleme dönemine girer. Doktoru da yanıbaşında onun iyileşmesini beklemektedir. Bu ikili bekleyiş Allah’a tevekkülden başka bir şey değildir.
Tevekkül, hastalığa olduğu gibi, ihtiyarlık mevsimi ile insanın yüzüne daha fazla vuran, ölüm habercisi soğuk rüzgârlara karşı da en sağlam zırh. Bundan mahrum olanların tenleri hangi cins kumaşla sarılı olursa olsun, canları her an iğnelenmekte, huzurları daima zedelenmektedir.
Peygamberimiz (a.s.m.) bizi ikaz sadedinde,
“Senin en büyük düşmanın nefsindir” buyuruyor. Bu ikazın ışığında şunu hemen söyleyebiliriz: Biz bu en büyük düşmanımıza karşı, Rabbimize en azim bir tevekkülle sığınmak mecburiyetindeyiz.
En büyük düşmanımız nefis ve onun teşvik edicisi Şeytan. Dünya sevgisi, mahlûkata güvenme, makam sevgisi, desinler, demesinler, kibir, gurur, hırs, tamah, haset, gıybet, iftira... herbiri nice imanları götürmüş korkunç dalgalar.
Bu dalgaları aşmak için Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma safhalarını müteakip, ellerimizi Dergâh-ı İlâhî’ye açıp, O’na dua etmek, O’ndan yardım dilemek ve yalnız O’na tevekkül etmekten başka bir çaremiz var mı?
Tevekkül, bütün canlıların hatta cansızlar âleminin de yaratılışlarında var.
Toprağın altında bekleşen tohumlar, yumurtalarını uzak denizlere bırakıp geri dönen balıklar, rızık kaygusuna düşmeden ve doğum kontrolu hesabına girmeden yavru yapan hayvanlar ve nihayet yollarını bilmeden süratle dönen gezegenler... birer tevekkül sahnesi sergiliyorlar.
Başta da işaret ettiğimiz gibi, tevekkül yüksek bir haslet, ulvî bir seciye… İnsan ruhu için ayrı bir terakki vesilesi. Kul ile Rabbi arasında manevî bir rabıta.
Allah’a tevekkül eden insan, kalben O’na teveccüh etmiş demektir. Bu teveccüh, başlı başına bir neticedir.
Dünyevî gaye gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, uhrevî mahsûl alınmış; ruh, huzurun zevkine ermiş, Allah’ı anmanın safâsını sürmüştür.
Allah’ı zikretme, yâni O’nu hatırlama, yâd etme sadece bildiğimiz ibadetlere mahsus değildir. Sabır, teslim, rıza, havf, reca... her biri ayrı bir zikir.
Tevekkülü de böyle ulvî bir zikir olarak kabul etmek gerek.
TEVEKKÜL yalnış yorumlara uğrayan bir ıstılah. Onun ne demek olduğunu kahve köşelerinde, pastahane masalarında değil, tevekkül ile ilgili âyetlerin tefsirlerinde, yahut ıstılah lügatlarında aramalı. Ama bazıları bu zahmete katlanmıyor ve “dilin kemiği yoktur” deyip uluorta konuşuyorlar:
Müslümanlar tevekkül eder, çalışmazlarmış; kadere teslim olup yatarlarmış; halbuki çok çalışmak lâzımmış, vesaire…
Tevekkülün izahına geçmeden önce, bu yüksek haslete, bu ulvî seciyeye yapılan itirazların kaynağına biraz inmek isterim.
Bu asır, benlik asrı, menfaat asrı. Kuvvetlinin zayıfı insafsızca ezdiği vahşet asrı. Hayvanca yaşamanın en büyük ideal olarak gösterildiği şehvet asrı… Böyle bir iklimde ulvî mânâların gizlenmesi, yahut iç âlemleri bu pis havayla is bağlayanların, ulvî ıstılahlara basit yorumlar getirmeleri bir bakıma normal karşılanmalı.
Tevekküle karşı çıkanlar, nefislerine itimad ederler, Allah’ın lütfunu, yardımını, keremini hiç düşünmezler. O’nun mülkünde yaşadıklarından ve kendilerinin varlık adına her neleri varsa, hepsini O’nun bahşettiğinden gafildirler. Bedenlerindeki her hücrenin ve kâinattaki her sistemin İlâhî iradeyle terbiye edildiğini unuturlar.
Aslında bu adamlar, o mutlak iradeye bilmeyerek itimad etmekle hayatlarını endişesiz sürdürür, bir nevi tevekkül içinde yaşarlar; ama bu ulvî hasletten bahis açıldı mı hemen gururları kabarır ve tevekküle karşı çıkarlar.
Onların bu tavırlarının arkasında Allah’ın sonsuz kudretiyle bir nevi muaraza psikolojisi yatar.
Bunlar oyuncak uçaklarla galaksileri fethe çıkarlar.
Tabancalarıyla yıldızları birer birer düşüreceklerini sanırlar.
Nabız atışlarını saymakla kana âhenk verdikleri vehmine kapılırlar.
Zelzele olmasın diye yerin derinliklerine sağlam kazıklar çakarlar.
Sıçramakla ellerini Ay’a vuracaklarını hayal ederler.
Işığı azalmasın diye güneşe elektrik ihraç etmeye kalkar ve ondaki kara lekeleri sulu boyayla gidermeyi plânlarlar.
Arz küremiz arıza yapınca, aşağı inip arkadan itekleyeceklerine güvenirler.
İhtiyarlığa dur demenin yolunu saçlarını boyatmakta bulurlar.
Korkusunu yenmek için, karanlık sokaklardan türkü söyleyerek geçen bir çocuk psikolojisi içinde, ölüm korkusunu kahkahayla boğmaya çalışırlar.
Mü’minin ruhu bütün ve benzeri gülünçlüklerden arıdır, temizdir, sâfidir.
Çünkü o, kul olduğunu bilir, haddini tecavüzden şiddetle sakınır.
Sebepler dünyasında yaşadığının, ekmeden biçemeyeceğinin şuurundadır. Bunun yanında toprak zerrelerinin buğday yapacak ilme, kudrete ve iradeye sahip olmadıklarını da çok iyi bilir.
Sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a tevekkül eder. Zira, ağaçtan meyve topraktan hububat ve topyekûn kâinattan insan süzüp çıkaran O’dur.
Sebeplere teşebbüs etmemeyi Allah’ın bu kâinatta koyduğu fıtrat kanunlarına isyan olarak değerlendirir. Ama, neticeyi sebeplerden değil, Allah’dan bekler; duasını, niyazını, şükrünü ancak O’na yapar.
Müslümanın tevekkül anlayışını en veciz biçimde ifade eden şu Hadis-i Şerifi beraber okuyalım:
“Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”
Ve o nurdan bir akis, özlü bir tevekkül tarifi:
“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’dan bilmek, neticeleri O’ndan istemek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” (Sözler)
Müslüman, dünya hayatını daha da müreffeh kılmak arzusuyla, meşru sebeplere tam olarak teşebbüs eder, ama şunun da çok iyi farkındadır: Bu dünya zevk ve lezzet yeri değil, ancak imtihan meydanıdır ve âhiretin tarlasıdır. İmtihanda, tarlada, sıkıntı vardır. Ferah, imtihan ötesi ve hasat sonrasıdır. Bunun için dünyanın musibet ve sıkıntılarına karşı psikolojik olarak bir ön hazırlığa sahiptir.
O, herkesi misafir ve herşeyi geçici bilir. Hiçbir hâdiseye olduğundan fazla kıymet vermez. Ve ömrünü huzur içinde geçirir.
Gerçekten de tevekkül en büyük bir huzur vesilesi.
İnsanın önünde çok menziller var. Kabre girmeden önce çoğu zaman, hastalıklara, musibetlere, çaresizliklere, ihtiyarlığa da uğrar. Bütün bu safhalarda insan tevekkülsüz yaşayabilir mi?
Bir hasta, muayene olma ve ilâç alma safhalarından sonra şifa bekleme dönemine girer. Doktoru da yanıbaşında onun iyileşmesini beklemektedir. Bu ikili bekleyiş Allah’a tevekkülden başka bir şey değildir.
Tevekkül, hastalığa olduğu gibi, ihtiyarlık mevsimi ile insanın yüzüne daha fazla vuran, ölüm habercisi soğuk rüzgârlara karşı da en sağlam zırh. Bundan mahrum olanların tenleri hangi cins kumaşla sarılı olursa olsun, canları her an iğnelenmekte, huzurları daima zedelenmektedir.
Peygamberimiz (a.s.m.) bizi ikaz sadedinde,
“Senin en büyük düşmanın nefsindir” buyuruyor. Bu ikazın ışığında şunu hemen söyleyebiliriz: Biz bu en büyük düşmanımıza karşı, Rabbimize en azim bir tevekkülle sığınmak mecburiyetindeyiz.
En büyük düşmanımız nefis ve onun teşvik edicisi Şeytan. Dünya sevgisi, mahlûkata güvenme, makam sevgisi, desinler, demesinler, kibir, gurur, hırs, tamah, haset, gıybet, iftira... herbiri nice imanları götürmüş korkunç dalgalar.
Bu dalgaları aşmak için Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma safhalarını müteakip, ellerimizi Dergâh-ı İlâhî’ye açıp, O’na dua etmek, O’ndan yardım dilemek ve yalnız O’na tevekkül etmekten başka bir çaremiz var mı?
Tevekkül, bütün canlıların hatta cansızlar âleminin de yaratılışlarında var.
Toprağın altında bekleşen tohumlar, yumurtalarını uzak denizlere bırakıp geri dönen balıklar, rızık kaygusuna düşmeden ve doğum kontrolu hesabına girmeden yavru yapan hayvanlar ve nihayet yollarını bilmeden süratle dönen gezegenler... birer tevekkül sahnesi sergiliyorlar.
Başta da işaret ettiğimiz gibi, tevekkül yüksek bir haslet, ulvî bir seciye… İnsan ruhu için ayrı bir terakki vesilesi. Kul ile Rabbi arasında manevî bir rabıta.
Allah’a tevekkül eden insan, kalben O’na teveccüh etmiş demektir. Bu teveccüh, başlı başına bir neticedir.
Dünyevî gaye gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, uhrevî mahsûl alınmış; ruh, huzurun zevkine ermiş, Allah’ı anmanın safâsını sürmüştür.
Allah’ı zikretme, yâni O’nu hatırlama, yâd etme sadece bildiğimiz ibadetlere mahsus değildir. Sabır, teslim, rıza, havf, reca... her biri ayrı bir zikir.
Tevekkülü de böyle ulvî bir zikir olarak kabul etmek gerek.
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sınav bitmek üzere...
Elektrik bölümü üçüncü sınıf öğrencisiyken belki de dünyada hiç yaşanmamış bir olay yaşadım...
Zor bir dersten sınava girmiştik. Sınav süresi üç saatti. Sınavda her şey serbestti. Defter, kitap ve her türlü doküman serbest... İsteseniz kütüphanenizin tamamını sınava getirebilirdiniz.
Sınavda üç soru sorulmuştu. Her sorunun üç-dört tane şıkkı vardı. Her türlü dokümanın serbest olması, soruların ne kadar zor olduklarını anlatmaya yeter herhâlde...
Bu üç sorunun ikisinden hiçbir şey anlamamıştım. Sanki bu dersi hiç görmemiştik... İlk anda soru kâğıdını alıp sınavdan çıkmayı düşündüm. Ancak yanımda dersle ilgili çok sayıda doküman vardı. Kolaya teslim olmayı kendime yediremedim. Sınavda kalmayı ve soruları çözmeye karar verdim. Şu kitap, bu defter, öteki kitap... Olmadı. Sil baştan başla... Kafa kalmadı. Bunaldım. Başımı sıranın üstüne koyup biraz dinleneyim, dedim. Dinleneyim derken uykuya dalmışım. Göz kapama değil, resmen uykunun tâ kendisi... Uyuduğumu, uyanınca anladım. Sıranın sertliğiyle yüzümün yarısı da sertleşmişti.
Uyandığım ilk anda nerede olduğumu çıkaramadım. Çıkaramadım çünkü... Aklım başıma geldiğinde tam bir saatten fazla uykuda kaldığımı anladım. Dünyada belki de hiç yaşanmamış bir olayı yaşıyordum. Bu nedenle ilk uyandığım an, sınavda olduğum hiç mi hiç aklıma gelmedi. “Burası neresi? Ben neredeyim?” diye aklımı toparlamaya çalışırken sınavdaki arkadaşlarımı fark etmeye başladım. Önümde defterleri kalemleri de görünce jeton düştü. Şaşırmış, çok mahcup olmuştum. Dersin hocası da bir prof’tu. Hocamızdan da çok utanmıştım.
Uyandıktan sonra sınavın bitimine bir saat bir süre kalmıştı. Hemen soru kâğıdına yöneldim. Kaldığım yerden devam ettim. Sonuçta bu sınavdan geçer not almıştım.
Peki, ya bu sınav bitinceye kadar hiç uyanmasaydım ne olurdu?
Bu sorunun cevabı çok açık: Sınavdan geçer not alamazdım...
Uykuda uyandığım ilk an nerede olduğumu çıkaramamıştım. Bir şaşkınlık yaşamıştım. Bir de uyku sersemliği var... Bu şaşkınlık ve zihin sersemliği beş-on saniye devam etti. Eğer bu şaşkınlık beş-on saniye değil de sınav bitinceye kadar devam etseydi, uyanmış görünmenin hiçbir faydası olmayacaktı. Yine başarısız olacaktım...
Başımdan geçen bu olay, hayatı ne derece algıladığımı sorgulamam için iyi bir ders olmuştu. Bana verilen ömrü uykuda mı geçiriyordum? Uyanık görünüyorsam ömür sahifelerimi neyle dolduruyordum? Bedenimin, ruhumun ve tüm ihtiyaçlarımın sahibi olan Allah’a karşı ne derece dürüsttüm?...
İnsan, kâinatta düşünme yeteneği olan tek varlık. Ve ben de “insan” olarak yaratılmıştım. Vücudumdaki elementlerin aynısı hayvanlarda da var; ama hiçbir hayvan medeniyet kuramadı. Hayvanların hiçbir türünde “istikbal” endişesi yok; oysa bende var. Bu nedenle üniversiteye girmiş, meslek sahibi olmaya çalışıyorum. Gel gör ki sınavda uyukluyorum. Olacak şey mi?
Değerler üstü kıymeti haiz olan “hayat”ın esprisi nedir? Elimle, gözümle, ilmimle tanık olduğum her mevcudun bir hikmeti var da kâinattaki bütün mevcutların hizmet ettiği “hayat”ın bir hikmeti yok muydu? Hayatın gerçek hikmetini biliyor muydum? Hayat sınavında sorulan soruyu tam olarak anlayabilmiş miydim? Sabahları uykudan uyandığımda dünyanın cazibedar oyuncaklarıyla “gaflet” denilen başka bir uykuya mı dalıyordum? Hayat sınavının bitimine acaba kaç saat kalmıştı? Geri kalan sürede geçer not alabilecek miydim?...
İmtihan zor, ama her doküman serbest. Hayatın değerini gerçek anlamda idrak etmiş ve silinmez izler bırakmış büyüklerin kitaplarını okumak, hatta onlardan kopya çekmek bile serbest. Yeter ki azmimi yitirmeyeyim... Başkalarına değil, bizatihi kendi öz nefsime karşı dürüst olabilsem, Cenab-ı Hakkın inayetine ve merhametine nail olabilirim.
Evet, sınav henüz bitmedi. Soruları bir daha baştan okumak lâzım: Mevlâ bizden öncelikle ne istiyor?...
Yakup Yasir