Kalb Rûhun Ayıbını Görmez. Nasıl Görmez?

ademyakup

Well-known member
Muhterem kardeşlerim, sizlerle bir mevzûu müzâkere yapıp hakîkî maksada nüfûz etmeyi ümîd ediyorum inşâallah.

"Çünki; nasıl insanın bir eli diğer eline rekàbet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına i'tiraz etmez, kalb rûhun ayıbını görmez. (Yirmi Birinci Lem'a )"

Kalb rûhun ayıbını nasıl görmez?(abdulbaki abeden)
 

ademyakup

Well-known member
Konuya belki şu kısmda yardımcı olabilir.

"Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez." (Hutbe-i Şâmiye,1996-s:82 )"
(abdulbaki abi)
 

ademyakup

Well-known member
Evet bir el diğer ele rekabet etmez,noksanını tekmil eder vezifesine muavenet eder ve yükünü hafifleştirir.

Yine bir göz diğer gözü tenkid etmez.Ben çok görüyorum sen az görüyorsun münakaşasına girmez.Bir göz daha az görse bile diğer göz onun noksanını ikmâl etmeye çalışır.

Dilin kulağa i'tiraz etmemesini ise şöyle anlıyorum.Kulak her cihetten gelen bütün sesleri işitir.Dil kulağa sen niçin işitiyorsun diye çıkışmaz ve kulağın fıtrî işitme vazifesine karşı münakaşa vaziyeti takınmaz.Çünkü her bir aza ve cihazat-ı bedeniye fıtratları olan vazifelerini yapacak ve diğer her bir aza da o vazifelere itiraz etmeyecektir.Yoksa vücud-u insanın aza ve cihazatları fıtratlarının gereği olan farklı bir vazifeyi deruhte etmelerine karşı diğer aza ve cihazatlar tavır almaya ve münakaşa vaziyetini takınmaya başlarsa o vücud-u insaniye yaşayamaz ve fıtrat-ı insaniye sükut eder.

Bu manalara yakın bir mananın da " kalb rûhun ayıbını görmez" cümlesinde olması gerekiyor diye düşünüyorum.

Ruh ayıp mı işliyor ki kalb o ayıbı görmüyor?
(abdulbaki abi)
 

ademyakup

Well-known member
Acaba ruh derken kişinin nefsi ve ayıp derken zaaf ve hatalar olabilir mi ?
Bu zaviyeden bakarsak insanın , kendi zaaf ve hatasından dolayı yine kendine karşı kalbi kırılmaz .
Ama bu biraz kolay bir açıklama oldu daha nükteli olabilir.Allahualem(gülşah kardeş)
 

ademyakup

Well-known member
esselamualeykum....

Kalbı haneye ruhuda hane sahıbıne benzetırsek ve asıl yerıne gelmesıyle celebı oldugu kalp tahtında oturan AllahuTealanın mısafır edıldıgı edılmesı gerektıgı yer vasfını kazandırırsak belkıde bu nedenle mısafıne adaptan kalbın evsahıbının yanı ruhun bır kısım eksıklerını gormemesı gayet normaldır.

Şöylekı mısafır oldugmuz bı rhanede duvardakı catlakları elestırmek yerıne onumuze konulan guzel yemeklerı gormeyı tercıh ederız.

Bu acızın yorumuda bu sekıldedır ınsaallah(ahmer kardeş)
 

ademyakup

Well-known member
kalb, ruhun ayibini görmez" sozunu nasil anlamaliyiz? burada kalb ve ruhun hususiyetleri ve birbirleriyle alakalarina bir vurgu mu var?


1.Cevap muhterem kardeşim ihlas risalesinde geçen bu ibarelere dikkat ederseniz üstad hazretleri bütün insanlığa,islamiyet alemine ve daha sonrada bütün nur talebelerine içtimai ve uhrevi ve külli bir düsturu bir temsille beyan etmek istemiştir şöyleki
EVVELA: ihlas risalesinde bu cümlenin geçtiği parağrafa yani ikinci düstura bakarsanız üstad hazretleri insanın maddi ve manevi bünyesinde hususan aynı vücudun azalarına hizmet eden organlar mabeyninde yardım ve muavenet, kusura bakmamak, vazifesini tekmil etmek, yardım etmek, itiraz etmemek, rekabet etmemek gibi insanlığa ve müslümanlara ve hususan nur talebelerine şamil külli düsturlar için birbirine vazive ve manaca en yakın organları zikr etmiştir.
SANİYEN: Birinci düsturda geçen; insanın bir eli diğer eline rekabet etmez ibaresi dikkat edersek burada iki el insan vücuduna hizmet noktasında birbirine vazifece en çok benzeyen ve birbirinin vazifesine tekmil noktasında rekabet etmemesi gereken iki organdır
bir gözü bir gözünü tenkid etmez ibaresinde de yine üstad hazretleri hususan vücuda hizmet ve vazifesini tekmil ve muavenet noktasında yine birbirinin aynı ve vazife noktasında birbirine çok benzeyen iki organı örnek vermiş
dili kulağına itiraz etmez ibaresinde de her ne kadar dil kulağa benzemesede fakat vazife noktasında dil ile kulağın büyük bir benzerliği var yani biri sesleri nakleder biride celb eder vücuda bu noktadan hizmet etmekte beraber çalışmaya ve birbirine itiraz etmemeğe mecburiyetleri var.
işte kardeşim insanın maddi ve manevi mahiyetine hizmet noktasındada demekki kalb ve ruh arasında da vazife noktasında da böyle bir benzerlik varki üstad hazretleri burada kalb ruhun ayıbını görmez, belki birbirinin noksanını ikmal eder,kusurunu örter vazifesine muavenet eder. demiş
muhterem kardeşim aslında bu bir temsildir Bediüzzaman hazretlerinin burada kanaatimizce tüm insanlığa ve bütün müslümanlara ve bütün nur talebelerine vermek istediği içtimai ve uhrevi ve kurani düstur ise şudur
Hususan aynı bir maksad ve gaye için aynı şeye hizmet eden ve birbirinin aynı hükmündeki ferdler birbiriyle muavenet, ittifak, ve vazifesini-e yardım ve tekmil noktasında yardımlaşmaya muhtaçdır yoksa vazifeleri muattal kalır devam etmez ve hizmet ettikleri gayede müzmahil kalır .Hem birbiriyle muavenete muhtaçdırlar .(yenipınar kardeş)
 

ademyakup

Well-known member
Muhterem Baki Abi,
Malumunuz burada cok güzel söz (anlatım) sanatları kullanılmış. Bunları bi tahlil edelim isterseniz. inşallah Ozaman burada ki benzetmelerde aslen Üstad ne murad etmiş, Anlamayı mevla nasib eylesin.

Burada çok canlı bir anlatımla bir cemaat ve o cemaatteki ferdler bir vücudun azalarına benzetilmiş ( istiare). Benzetilen var ama henüz benzeyen ortada gözükmüyor.

Eller gözler dil kulak kalb ve ruh insana ait kötü (rekabet, tenkid, itiraz, ayıplamak) sıfatlar ile kişileştirilmiş (teşhis).

Ayrıca tenasüb denilen söz sanatı var ki benzeyen(İnsan)ile anlam ilgisi bulunan azalar sıralanmış.

Ama bunların birbirine karşı gelmesi gibi bir zıtlık ile birlikte verilmiş .

Eller ve gözler birbirinin aynısı birbirlerine tam uyumlu, Kulak ve dil farklı ama ikisi de kafada ve sesle ilgili işlerinde yakınlık var, kalb ve ruh ise birbirinden uzak ve bağımsız.

Bu beliğ metinden herkesin anlayacakları farklıdır. Ama ben kab ie ruh arasında uygunluktan değil zıtlıktan bahsedildiğini düşünüyorum. Yani "kalb ve ruh diğer azalar gibi birbiriyle direkt ilişkili olmadıkları halde, tek vücut içinde bulundukları için (vücut bir olamasına hürmeten) birbirinin ayıplarını görmezler" . Bunu gerçek hayata tercüme edecek olursak:"Aynı cemaat içinde bulunduğunuz kardeşinizle tam manasıyla alakalı olmasanız dahi, aynı cemaatte bulunmanıza ve ortak maksadınıza hürmeten ayıplarını görmeyin" Bu şekilde düşünüldüğünde "Ruh bir ayıpmı işliyorda kalb görmüyor?" sualine gerek kalmamış oluyor.


Vallah-u A'lem bissavab.
(ebu irfan)
 

ademyakup

Well-known member
Aziz ve çok kıymetli gayûr kardeşlerim,

Öncelikle tefekkürlerinizden çok istifade ettiğimiz söylemek istiyorum.Hakikaten Risâle-i Nûr eserlerinin kelime ve kavramları çok derin manalar ve tefekkürler taşıyor.Bunu her geçen gün daha fazla hissediyor ve yaşıyoruz.

Risâle-i Nûr eserleri bu son asrın Kur'an dersleri ve Kur'anın mucize-i maneviyesi olması sırrıylar Kur'anın belagatından izler ve dersler taşıyor düşüncesindeyim.

Hem ahirzamanda her şey ulûm ve fünuna döküleceğinden elbetteki bütün hükümlerini ulûm ve fenne tasdik ettiren Kur'an hükmedecek ve rüçhaniyetini her zamanki gibi gösterecektir.

"Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir."

Hem o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, cezâlet ve belâgat-i Kur'âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: "Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâgat-i edâdan alacaktır."(Yirminci Söz)


Bu noktadan baktığımızda Risâle-i İhlâsdaki cümleyi daha derin manalarda düşünmek istedim ve mutlaka Üstad Bedîüzzamân israf-ı kelâm etmez diye düşünerek "kalb, ruhun ayıbını görmez" cümlesinden de bizlere bir hakikatein ucu gösteriliyor olmalıdır diye sizlerle paylaşmak istedim.

"Kalb, ruhun ayıbını görmez" bir teşbih mi yoksa bir hakikatin ucu mu bunu düşünmeye devam ediyorum.İnanıyorum ki Risâle-i Nûrların satır aralarında bu manalrın şerh ve izahı vardır.

Bizler "müteharrî-i hakikat bir Japondur" gibi hakikati araştırmaya devem edeceğiz inşâallah.
(abdulbaki)
 

ademyakup

Well-known member
Ruh bütün bedenle irtibatlı ve onları yönetendir..kalb ise sadece ayinei sameddir...kalb hep ulvi düşünceleri,düşünür.vazifesi esma ve sıfatı ve zatı anlamak.Allahı sadece zikir etmektir...

Ama ruh bütün azaları,hücreleri ayakta tutuyor..azaların yaptığı kötü fiillerin oluşması da ruh sayesindedir.ruh bu manada ayıplı işler işliyor..ruha neden ,o kötü fiilin oluşmasına izin verdin denilemez..çünkü onun vazifesi,kendisine verileni yapmaktır...

işte kalb azaların manevi alemde daima,huşu için de olmasını istiyor..

ama ruhun böyle bir görevi yok..azalar ne yönde hareket ederse,onu ayakta tutar..azalar isterse günah işlesin..ruh yinede onu ayakta tutar...

insan ruh sayesinde ayakta,ruh çıkarsa insan biter..bu cümle ile düşününce daha çok genişleyebilir konumuz...(ademyakup)
 

ademyakup

Well-known member
kalbinde başka şeyle ,meşgul olması azaların vazifelerinin dışına çıkmasıyla olur.buda ruhun sayesinde gerçekleşir..

ruh olmasa insan bir elini kıpırdatamaz..

ruhla insan hareket eder.

günah istikametinde iradesini kullananı hareket ettiren de ruhdur..

işte kalb ruhun ayıplarınıda göremez...çünkü

kalb de ruh,sayesinde kayyumdur..ruh sayesinde görevini yapıyor..ruhun ayıbını,görecek kadar gücü yoktur.vazifesi de hiç yoktur...

oruçlu kafa ancak böyle düşünebiliyor...

inşaallah istifade ederiz..(ademyakup)
 

ademyakup

Well-known member
Konuya bir de şu açıdan bakabilir miyiz?

Aşağıya aldığımız yazıdan yola çıkarsak ve insan bedenini yanan bir kandile benzetirsek,bu lambaya baktığımızda hem lambanın yağını yani nefsi,hem lambanın camını yani eneyi hemde yanan alevli kısmı yani ruhu görebiliriz.Elbetteki insanın duyguları manevi olduğundan bu lamba misali konuya anlamak için verilmiştir.Hem Üstadımız 30.Sözde eneyi nefse takılan bir anahtar olarak tarfi etmektedir.Benim kanaatim odur ki ene eşittir nefis değildir.Nefis insan vücudunda bir zemindir,ene ve diğer latifelr o zemine takılan duygulardır diye düşünüyorum


"Nefsi anlamakta zorlanmamızın bir sebebi de soyut bir varlık olmasıdır. Vücudumuzun neresinde? Nasıl bir şekli var? Mahiyeti ve işleyişi nasıldır? Tam olarak bilemiyoruz. Hatta hayal bile edemiyoruz.
Akla yakınlaştırmak için; insan bedenini yanan bir kandile benzetirsek:
Kandilin yağı: Nefis
Camı: Ene
Yanan alevli kısım: Ruh
Fitil ve diğer kısımları: Diğer lâtifeler
Anne rahmindeki bir ceninde, ruhun üflendiği 4. aya kadar, kalbi, beyni ve diğer organlarının hepsi muntazaman çalışmaktadır. Fakat bunun bir bitkiden çok farkı yoktur. Yani bu cenin, yanmayan bir kandil gibidir. Ruh üflenince, aynı beden birden insan oluverir. Misaldeki kandilin yanmaya başlaması gibi.

Lambanın yanmasını yağ sağladığı gibi, ruhun o bedende devamlılığını da nefis sağlar. Yağ olmasa kandil kısa süre sonra ışık vermez olur. Yani nefis olmasa ruh da o bedende tutunamaz.

Dışarıdan gelen hava, yağın yanmasını sağlar. Havanın yağı yakması gibi, dış malûmatlar nefsi harekete geçirir. Çünkü dışarıdan gelen malûmatın insanın manevî âleminde bıraktığı mühim bir tesir vardır.

Yağ sâfî ve halisse, güzel yanar ve etrafa nur saçar. Yağın kalitesi bozulursa (sulanırsa, yanmayan madde karışırsa), kandil eskisi gibi yanamaz. Nefis de emmâre yani terbiye edilmemiş ise, üzerinde tecellî eden Allah’ın isimlerine tam bir âyine olamaz.

Hava yağ ile buluşuyor, cam sayesinde parlıyor. Kandilin camı ne kadar temiz, ince ve şeffafsa, etrafa saçtığı ışık da o kadar parlaktır. Bunun gibi ene de şeffafsa, tecemmüd etmemişse (katılaşmamışsa), kendisindeki iman nurunu ziyadeleştirerek etrafa saçar. Ene kalınlaşırsa içindeki nuru boğar, hem kendisi, hem de etrafı zulmet içinde kalır. Rabbini tanıyamaz, O’na hakikî kul olamaz.

Nefis ve ene ekseriyetle birbirine karıştırılmaktadır. Kısaca temas etmek gerekirse ene, bir vâhid-i kıyasî (ölçü birimi) olarak Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını anlayabilmemizi ve tanıyabilmemizi sağlayan, nefse takılmış bir anahtardır. Asıl itibariyle nefsi ve nefse takılı diğer lâtifeleri bir bütünlük içinde tutan bir kanundur. Enenin (benliğin) bozulması durumunda kişinin ruh ve beden bütünlüğü dağılır, zaman ve zeminden, olaylardan habersiz, aklî melekelerini kaybetmiş bir mecnun olur. Bu durumun tıptaki karşılığı şizofreni hastalığıdır.
Dr. Dudu Sümeyra Ayçiçek
(abdulbaki)
 

ademyakup

Well-known member
Selâmün Aleyküm;
Bu kadar ehl-i ilim ve ehl-i kalem arasında bizim fikrimizin bir kıymet-i harbiyesi olur mu bilemiyorum. Ancak Üstadımız’ın ifadesiyle “bir talebe, dersini ne derece anlamış diye akşamda babasına ve üstadına yazıp vermesi gibi” biz de bu mevzûda âlemimize düşen hakîkatlerden idrâk edebildiklerimizi kısaca arz etmeye çalışacağız. Bu konuda yazdıklarımız konunun hakîkati değil, yalnızca bizim anladıklarımızdan ibarettir.

"Çünki; nasıl insanın bir eli diğer eline rekàbet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına i'tiraz etmez, kalb rûhun ayıbını görmez. (Yirmi Birinci Lem'a )"

Kalb rûhun ayıbını nasıl görmez?


Öncelikle bir sözün doğru değerlendirilebilmesi için su dört esasa dikkat etmek gerekir.
Söz hangi makamdan geliyor, maksat ne, kim söylüyor ve kime söyleniyor?
Âcizâne yukarıdaki umdelere dikkat ederek cümleyi anlamaya çalıştık. Bir defa cümlenin geçtiği yer “İhlâs Risâlesi.” İhlâs Risâlesinde Üstadımız, Nur Talebeleri’ni tek bir vücûda veya bir fabrikaya benzeterek, her bir Nur Talebesi’ni de o vücûdun âzâları veya o fabrikanın çarkları gibi değerlendiriyor. Ve o vücûdun hayatta kalabilmesi, sıhhatli olabilmesi, o fabrikanın vazîfelerini îfâ edebilmesi için de o vücûdun âzâlarının ve fabrikanın çarklarının kendilerine düşen vazîfeleri eksiksiz yapması, bir birine takaddüm etmemesi, bir birinin kusurlarını görmemesi (örtmesi) gerektiğini ifâde ediyor. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki, bir cismin, bir varlığın ayakta kalabilmesi, vazîfesini îfâ edebilmesi için sâhip olduğu âzâların, cüzlerin vazîfesini yapması, bütüne muhâlefet etmemesi gerekiyor.
Eğer yanlış biliyorsam kardeşlerimiz düzeltsinler. İnsan dediğimiz varlığın aslı “Rûh”tur. Diğer bütün cüzler, âzâlar, duygular, o rûhun ayakta kalabilmesi, vazîfesini yapabilmesi için, dahâ doğrusu belki de yaradılış gâyesini îfâ edebilmesi için kendisine takılan âzâlardır. Rûh, göz ile bu âlemi seyrettiği gibi, dil ile tadar, akıl ile düşünür, kalb ile sever ve hâkezâ. Akıl da, nefis de, kalb de sâir havâs ve duygular da rûhun ihtiyâcı olan cüzler, parçalardır diye düşünüyorum.
Hâl böyle olunca; aynı bir vücûdun âzâları gibi, bahsettiğimiz havâs ve duygular da rûhun ayakta kalabilmesi, yaradılış gâyesini yerine getirebilmesi için kendilerine takılan hikmetlere uygun olarak kendi vazîfelerini îfâ edeceklerdir. Nefs hoşlandığı şeyleri isteyecek; vücûd el-ayak, göz-kulak gibi organlara ihtiyaç duyacak; akıl düşünecek; kalb sevecek ve hâkezâ. Ve bu âzâlar hepsi rûha hizmetkâr olduklarından kendi vazîfelerini ihmâl etmeyeceklerdir.
Kalb, duyguların merkezi olduğundan sevmek veya nefret etmek gibi fiillerin tâbiri câizse mekânıdır. Eğer kalb nefretle dolarsa rûhu sıkar; boğar; yaşamaktan usandırır; mânen öldürür. Onun içindir ki kalb, vicdânı rahatsız eden, rûhu boğan kusurâtla uğraşmamalı, görmemelidir. Ayıpların üstünü örtmelidir. Evet rûh nefsin de sahibi olduğu için, nefsin işlediği ayıplar rûha ait sayılır. Ancak yine rûhun âzâlarından olan kalb, bu ayıplarla uğraşıp/görerek, o ayıpları nazara alarak kararmamalı; mühürlenmemeli; tövbe ile temizlenip rûha inşirâh veren, rûhu yaşatan güzelliklerle meşgûl olmalı. Yani Üstadımız “kalb rûhun ayıpını görmez” derken, kördür görmez; anlamında değil de “görmemelidir” anlamında söylediğini düşünüyorum.
Allahu a’lem!
(yaylalı kardeş)
 

ademyakup

Well-known member
Şu gelen manalar ve Üstadımızın izahları cây-ı dikkate değer gördüm.

"Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir.

Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ederim.(Barla Lâhikası - Mektup No: 132 )"(abdulbaki)
 

ademyakup

Well-known member
Konuya belki şu kısmda yardımcı olabilir.

"Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez." (Hutbe-i Şâmiye,1996-s:82 )"



Abdulbaki âbi affınıza sığınarak, âcizâne hatırlatırım ki; yukarda Hutbe-i Şâmiyeden olan bu yüksek hakikatı ifşâ eden verdiğiniz bu alıntı, söylediğinize muvâfık düşmeyen bir hakikatı ifade ediyor.
Acizane haddimiz olmayarak affınaza sığınarak meseleye dair, anladığımı; şu hakikatı izah etmek istiyorum.Risale-i Nur sadece Nur talebelerine hitap ettiğini düşünülerek değerlendirilemiyecek kadar büyük ve külli imani,akaid hakikatlarını beyan eden Kuran-ı Mucizul Beyanın icazının mucizesi olan bir şaheser.
Hal böyle olunca Bediüzzaman hazretlerine ihlas düsturları içerisinde,Hz.Muhammed asm.ın, küre-i arzdaki tüm mescidi içinde bulunan, farklı meşrep ve cemaat ve tariklerede bu hakikatler ile seslenilmiş olma ihtimali çok büyüktür,Allah-u Alem.
Ehli sünnet vel cemaatler ve sair diğer daireler içinde en meşhur olarak ''ehli kalb'' tabiri ile bilinen, daire tasavvuf ve tarikatların dairesidir.Ariflerin kendileri arasında bazı tarife hacet olmayan mesele ve tabirler ve kodlamalar vardır.Burda da, bu cihette bir mana olduğu kalbe işaret olunuyor,muhakka ki en doğrusunu Allah bilir.
Nasıl ki o ehli kalb, ehli sünnetin tam kusursuz teba-ı, sireten ve sureten Hz. Seyyidina Muhammed asm.ın, kısmende olsa maddi dünyadan tecrid ile,tüm sünneti Resulallahını asm., yaşamaya ve taklide cehd ve gayret ediyorlar.Risale-i Nurun hadimleri olan,Kuranın fedakar şakirdleri ise kısmende olsa ,neşri icaz-ı kuran ve o mukaddes davaya hizmet için,belki cebren ,o davanın sekteye uğramaması için belkide ihtiyaten Sakal ,hatta maddi hayatın münasebetinde sarık cübbe gibi bazı azim Sünneti seniyeyi istemedende olsa terk etmek zorunda kalıyorlar.İşte bu sırrın sırrına binaen;
Ey ehli kalb! Allahın aşk ve ve vecdi ile kendinden geçerek, mahviyetin fena hakikatındaki; ama mahiyet hakikati sureti ile tecelli-i İlahiyenin mazharı olan ;o amadan doğan,imanın nuru cevherinden başka ,kalbinde başka hakikate yer olmayıp, ondan başka bir şey ile meşgul olmaması gereken Arifin ve sofiler, siz bu manalarla zaten; o kardeşlerinizin kusur olmayan iman hakikatlerine hizmet için olan, hal ve harekatını görmekten zaten münezzehsiniz, velev ki dikkat edebilseniz, o neşrine çalıştıkları hakikatler ile size dahi; o hakikatleri okuyup anlamaya çalışmanız kaydı ile,suluk ile vuslatına ermeye çalıştığınız, hakikatlerin fevkinde kalbinize ve ruhunuza medar bir iman inkişafının verdiği idrakın işareti ile hem siz hem onların aynı hakikat ve vuslat dairesindeki,batınlarında Allah dan gayrı herşeyden geçmiş,hizmet ehli meczubları olduğunu bu söz ile biliniz anlayınız ve bu hakikat noktatalarından dahi onlara kusur cihetiyle ilişmek bir yana sizin önünüzü açıp ,sizin davanıza hizmet eden bu şakirdlere aynı kendiniz bilip,yardım ve destek veriniz, dendiğini sanki duyar gibi anlaşıldığını, belki de hak etmediğim bir şekilde vehmediyorum.
Muhakkak ki herşeyin doğrusunu,batın ve zahirindeki hakikatini yalnız, Alim ve Habir olan Allah bilir.İsabet edemeyip,Hatam kusurum var ise; nefsimden ve lümme-i şeytaniyeden işitilenler olabilir.
Zaten eğer bir hata ve kusur varsa bizden ve nefsimizdendir.Amma eğer; o yüksek hakikatlerin küllinden bir cüz ine isabetimiz var ise;o zaten Risale-i Nurun kendi malı ve hakikatıdır,100%1 cihetle de bile olsa, bizim nefsimizin karışmaklığı,HafizanAllah yoktur.
Umulur ki;tek gaye ve maksadımızda olan,Allah rızası için, Allah bizden daha hayırlılarına duyurmaya müesser ve nasib eylesin,İnşaAllah.
Allahın Selamı Rahmeti ve Bereketi müminlerin üzerine olsun.
(kjviespe kardeş)
 

ademyakup

Well-known member
Aziz kardeşim,Allah razı olsun.İzahlarınızdan şahsım adına çok istifade ediyorum.

Biz Hutbe-i Şâmiyedeki o alıntıyı kalb ve ruhun mahiyeti ve vazifelerine bir menfez açabilir ümidi ile eklemiştik.Elbetteki sizler daha farklı pencereler açmışsınız.Hak Tealâ razı olsun.Risâle-i Nûrlar hakîkaten harikâ eserler.İnsanın tefekkür dünyasında çok farklı manaları terennüm ettiriyor.Bizler ise Risâle-i Nûr okyanusunun kenarlarında gezinmeye çalışan acizler olarak yine de şahs-ı mâneviden çok feyizyap oluyoruz.

Selâm ve duâ ile...(abdulbaki)
 
Üst