Selâmün Aleyküm;
Bu kadar ehl-i ilim ve ehl-i kalem arasında bizim fikrimizin bir kıymet-i harbiyesi olur mu bilemiyorum. Ancak Üstadımız’ın ifadesiyle “bir talebe, dersini ne derece anlamış diye akşamda babasına ve üstadına yazıp vermesi gibi” biz de bu mevzûda âlemimize düşen hakîkatlerden idrâk edebildiklerimizi kısaca arz etmeye çalışacağız. Bu konuda yazdıklarımız konunun hakîkati değil, yalnızca bizim anladıklarımızdan ibarettir.
"Çünki; nasıl insanın bir eli diğer eline rekàbet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına i'tiraz etmez, kalb rûhun ayıbını görmez. (Yirmi Birinci Lem'a )"
Kalb rûhun ayıbını nasıl görmez?
Öncelikle bir sözün doğru değerlendirilebilmesi için su dört esasa dikkat etmek gerekir.
Söz hangi makamdan geliyor, maksat ne, kim söylüyor ve kime söyleniyor?
Âcizâne yukarıdaki umdelere dikkat ederek cümleyi anlamaya çalıştık. Bir defa cümlenin geçtiği yer “İhlâs Risâlesi.” İhlâs Risâlesinde Üstadımız, Nur Talebeleri’ni tek bir vücûda veya bir fabrikaya benzeterek, her bir Nur Talebesi’ni de o vücûdun âzâları veya o fabrikanın çarkları gibi değerlendiriyor. Ve o vücûdun hayatta kalabilmesi, sıhhatli olabilmesi, o fabrikanın vazîfelerini îfâ edebilmesi için de o vücûdun âzâlarının ve fabrikanın çarklarının kendilerine düşen vazîfeleri eksiksiz yapması, bir birine takaddüm etmemesi, bir birinin kusurlarını görmemesi (örtmesi) gerektiğini ifâde ediyor. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki, bir cismin, bir varlığın ayakta kalabilmesi, vazîfesini îfâ edebilmesi için sâhip olduğu âzâların, cüzlerin vazîfesini yapması, bütüne muhâlefet etmemesi gerekiyor.
Eğer yanlış biliyorsam kardeşlerimiz düzeltsinler. İnsan dediğimiz varlığın aslı “Rûh”tur. Diğer bütün cüzler, âzâlar, duygular, o rûhun ayakta kalabilmesi, vazîfesini yapabilmesi için, dahâ doğrusu belki de yaradılış gâyesini îfâ edebilmesi için kendisine takılan âzâlardır. Rûh, göz ile bu âlemi seyrettiği gibi, dil ile tadar, akıl ile düşünür, kalb ile sever ve hâkezâ. Akıl da, nefis de, kalb de sâir havâs ve duygular da rûhun ihtiyâcı olan cüzler, parçalardır diye düşünüyorum.
Hâl böyle olunca; aynı bir vücûdun âzâları gibi, bahsettiğimiz havâs ve duygular da rûhun ayakta kalabilmesi, yaradılış gâyesini yerine getirebilmesi için kendilerine takılan hikmetlere uygun olarak kendi vazîfelerini îfâ edeceklerdir. Nefs hoşlandığı şeyleri isteyecek; vücûd el-ayak, göz-kulak gibi organlara ihtiyaç duyacak; akıl düşünecek; kalb sevecek ve hâkezâ. Ve bu âzâlar hepsi rûha hizmetkâr olduklarından kendi vazîfelerini ihmâl etmeyeceklerdir.
Kalb, duyguların merkezi olduğundan sevmek veya nefret etmek gibi fiillerin tâbiri câizse mekânıdır. Eğer kalb nefretle dolarsa rûhu sıkar; boğar; yaşamaktan usandırır; mânen öldürür. Onun içindir ki kalb, vicdânı rahatsız eden, rûhu boğan kusurâtla uğraşmamalı, görmemelidir. Ayıpların üstünü örtmelidir. Evet rûh nefsin de sahibi olduğu için, nefsin işlediği ayıplar rûha ait sayılır. Ancak yine rûhun âzâlarından olan kalb, bu ayıplarla uğraşıp/görerek, o ayıpları nazara alarak kararmamalı; mühürlenmemeli; tövbe ile temizlenip rûha inşirâh veren, rûhu yaşatan güzelliklerle meşgûl olmalı. Yani Üstadımız “kalb rûhun ayıpını görmez” derken, kördür görmez; anlamında değil de “görmemelidir” anlamında söylediğini düşünüyorum.
Allahu a’lem!
(yaylalı kardeş)