Kader İle İlgili Soru Ve Cevaplar.

ademyakup

Well-known member
Madem filân adamın ölmesi filân vakitte mukadderdir. Cüz’î ihtiyârıyla silah atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.


Cenâb-ı Hak bu âlemde hikmetiyle, her müsebbebi bir sebebe bağlamıştır. Bu hakikat, kaderin sebeple müsebbebe bir taallûk ettiği, şeklinde ifâde edilmiştir. Meselâ, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebeptir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

İşte Cebriye, sebeple müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yâni ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için, mademki onun kaderi dünyaya gelmektir. Ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi, gibi hatâlı bir fikre sapmaktadır. Mûtezile ise sebeplere tesir vererek, ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeple müsebbebe bir baktığını ve sebeplerin yokluğu farzedildiğinde müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifâde etmişlerdir. Yâni, yukarıdaki misâl için, “eğer söz konusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?” sorusuna Ehl-i Sünnet âlimlerinin cevabı, “Ne olacağı bizce meçhûldür” şeklindedir. Zira, ortada bir vak’a vardır. Söz konusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farz edilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk’ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

Diğer bir misâl: Birisi Erzurum’dan, diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farzediniz. Bunlardan birisi, Mûtezile görüşüne uygun olarak, “Buraya gelmeseydik görüşemezdik,” diğeri ise Cebriye görüşü istikametinde, “Kaderde, görüşmemiz yazılmıştır. Buraya gelmeseydik de görüşürdük,” dese, her iki ifâde de hatalı ve bâtıldır. Ortada bir buluşma vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden, Cenâb-ı Hakk’ın malûmudur. O halde kader, söz konusu iki kişinin o mekân ve zamanda buluşmalarıdır. Onların Ankara’ya gitmemeleri farzedildiğinde, bir başka yerde buluşup buluşamayacakları hususunda hiçbir şey söylenemez.

İşte, bu iki misâl gibi, bir adamın ateş etmesiyle diğerinin ölmesi hâdisesinde de kader sebeple müsebbebe bir bakmaktadır. Ortada bir öldürme hâdisesi vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, kader, “birinin ateş etmesiyle diğerinin ölmesi”, şeklindedir. Adamın ateş etmediği farz edilince, mevcut hâdisenin bir tarafı, yâni sebep yönü, yok kabul edilmektedir. Bu durumda karşı taraf hakkında hiçbir şey söylenemez.

Öldürme olayında katilin kabahati Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebep olmasıdır.
 

ademyakup

Well-known member
okulun ilk açıldığı zamanlarda ..bazı öğrencilerinin kabiliyetlerine bakarak..
deseki şu ,şu öğrenci kalacak..dersleri geçemeyecek..

sonra okulun son günlerinde gerçektende tahmin ettiği öğrenciler sınıfı geçemeseler..

öğretmenlerine diyebilirler miki sen öyle dedin öyle oldu...
diyemezler..çünkü öğretmen öğrencilerinin kabiliyetine bakarak öyle tahmin etmiş..

suç kimde..öğrencide..
dersini çalışmadı ve kaldı...

aynen öylede Allahda kulun ne yaptığını biliyor.
Allah neyi biliyor?..kulun kendisinin ne yaptığı ...

ha demek Allah kulun kendisi ne yapmışsa onu biliyor..
Yoksa haşa Allah öyle istediği için kul o işleri yapmıyor..

kul kendi işlerini kendisini seçiyor

canı ne isterse onu seçer kul.

Kul diyemez ki Allahım sen öyle bildiğin için öyle oldum..

Çünkü Allah kul ne yapmışsa onu biliyor..

demek suç;kulda..

seçmek kulda ,yaratmak Allahda..

ne istersen Allah onu yaratır..
yoksa haşa Allah ne isterse kul onu yapmıyor..

selam.
 

ademyakup

Well-known member
“On Üçüncü Söz'de geçen “Ecel birdir değişmez. O maktul herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı.” kısmı Kader Risalesinde geçen “Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul.” kısmıyla nasıl bağdaşabilir?


“Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul.” Cümlesi ehl-i sünnet itikadını ifade etmektedir.

Aynı risalenin baş kısmında “Manen terakki etmiyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var.” denilmekte bunun da maziyat ve mesaib için söz konusu olduğuna dikkat çekilmektedir.

Geçmiş olayları ve musibetleri kadere vermenin hikmeti de ümitsizliğe ve hüzne düşmemek şeklinde takdim edilmiştir. Buna göre sorunuzda geçen ilk cümle manen terakki etmeyen avam içindir, yerindedir ve hikmetlidir.
 

ademyakup

Well-known member
Bütün fiillerimizi Allah yarattığına göre, bizim suçumuz ne?

Bir apartmanın üst katının lütuflarla bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.
 

ademyakup

Well-known member
ilim,maluma tabidir..

arkadaşımın ismini hasan olduğunu bildiğim için, hasan bakar mısın diyorum..

yoksa ben, ismini hasan dediğim için hasan olmuyor ismi..

ay tutulması ve güneş tutulması oluşumunda,tutulma vakitleri bilindiği için takvimde yazılıyor şu vakitte tutulacak diye..

yoksa biz kafamıza göre takvimde yazıyoruz diye tutulmuyor ay ve güneş..

işte kişinin şaki ve said olması...

Allahın ezeli ilmiyle kulun yaptıklarını bilmesiyle oluyor..

Allah kul nasıl yaşayacak..nasıl ölecek..hangi hal üzerinde olacağı bildiği için yazıyor, said ve şaki..

Yoksa Allah said yazdığı için kişi said olmuyor(kulun iradesi sözkonusu)..

şaki yazdığı için kişi şaki olmuyor..(kulun iradesi sözkonusu)
 

ademyakup

Well-known member
Sadece Allah’a inanıp da, diğer iman esaslarına -mesela peygambere veya kadere- inanmayan mü’min sayılır mı?

“İman tecezzi kabul etmez”. Yani, iman hakikatleri bir bütündür; birine iman etmemek insanı dinden çıkarmaya yeter. Allah'a inanan bir mümin O’nun kitabı olan Kur'an'a da iman edecektir ki Rabbini hak bir itikat üzere bilebilsin. İnsan aklı ancak kendisini ve bu alemi bir yaratanın olduğunu bilebilir, ama onun sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, emir ve yasaklarını, ebed yurdunu, cennetin yollarını, Allah bildirmedikçe bilemez. O halde Allah'a ve Kur'an'a imanın birbirinden ayrı düşünülmesi kabil değil. Kur'an’a inanan insan, Peygamberimizin risaletine ve vahiy meleği Cebrail'e (a.s.) de inanma durumundadır. Bu ise peygamberlere ve meleklere imanın ilk ve en büyük adımı. Kur'an’a ve peygambere inanan bir insan ise Kur'an’ın bildirdiği ve Allah Resulünün (a.s.m.) öğrettiği bütün hakikatlere inanır ve bütün ibadetlere sarılır.

Sadece Allah'a inanmakla kurtuluşa erebilecek zümre, fetret devrinde yaşayan, hiçbir dinden, hiçbir peygamberden haberi olmayan, kendisine vahiy tebliğ edilmeyen, ibadet nedir bilmeyen kimselerdir. Asrımızda bu tip insanlar var mıdır, bilemiyorum. Eğer varsa onlar için sadece kendilerini birisinin yarattığına inanmaları kafi gelebilir. Biz diğer insanları bu zavallıların derecesine indirmekle değil, bunları arayıp bulup kendilerine gerçek imanı anlatmakla mükellefiz.

Gerçeğe Doğru C:3, Zafer Yayınları
 

ademyakup

Well-known member
Kader zulmeder mi?

Zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allahta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükürle, mahrum kaldığına sabırla mı karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi,” diyebilir mi?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden hepimize nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan hep o. Bunları biz çalışarak kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı ikram etti.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi isyan yolunu tutarak kendisine zulmedildiğini iddia ederse, edepsizlik etmiş olur ve ceza görür. Onun vazifesi, verilene şükretmektir.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya bizim için bir imtihan sorusudur. Bu soruya sabırla karşılık verdiğimiz taktirde derecemiz yükselecektir.
 

ademyakup

Well-known member
Kader İlim Nev’indendir

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 05-7-2010

Kader ilim nevindendir. İlim ise malûma tâbidir.” Erzurum’la Hasankale arasındaki mesafe kırk kilometredir. Bunun bilinmesi ilimdir. Malûm ise Erzurum-Hasankale yolunun kırk kilometre oluşudur. İlim malûma tâbi ol­duğundan bizim bu yolu kırk kilometre olarak bilmemiz, hakikatta bu me­safenin kırk kilometre olduğundan dolayıdır. Yoksa malûm ilme tâbi olsay­dı mezkûr mesafeyi beş kilometre bildiğimiz takdirde, orası beş kilometre olurdu. O takdirde çok kısa zamanda Erzurum’dan Hasankale’ye gitmek mümkün olurdu. Veya cehlimizden dolayı Erzurum-Hasankale mesafesinin yüz kilometre olduğunu zannederdik. Böyle bildiğimiz için ikibuçuk kat daha fazla yol katetmekle ancak Hasankale’ye varabilirdik.

Bir arkadaşımızın ismi Ahmed ise, bizim bunu bilmemiz ilimdir. Malûm ise o şahsın isminin Ahmed oluşudur. Yani ilim malûma tâbidir. Malûm ilme tâbi olsaydı biz o kimsenin ismini Abdullah bilsek, ismi Abdullah, Selâhaddin bilsek ismi Selâhaddin olurdu.

Aynı şekilde, bir kimsenin cebinde yüz lirası varsa, bu şahsın kendi cebinde yüz lira olduğunu bilmesi ilimdir. Bu ilim malûma tâbidir. Malûm ilme tâbi olsaydı, mezkûr şahıs cebinde onbin lira olduğunu bilir ve cebinde de onbin lirası olurdu. Misâller çoğaltılabilir.

Cenâb-ı Hakk’ın bizim bütün tarihçe-i hayatımızı bilmesi ilimdir. Bu ilim malûma tâbidir. Malûm olan bizim hayatımız müddetince işlediğimiz iyi veya kötü amellerdir. O Âlim-i Külli şey’in bunları ezelde bilmesi cihetiy­le (Hâşâ): “Allah (C.C.) benim nasıl hareket edeceğimi bildiği için, ben mec­buren böyle hareket ettim” diyemeyiz. Çünkü ilim bizi bir iş yapmaya veya yapmamaya zorlamıyor. Kudret de zorlamıyor. Biz iyi veya kötü bir amili iş­lemeye kendi irademizle karar vererek, Allah’ın (C.C.) verdiği kuvvetle o işi işliyoruz. Bu hareketimizi Cenâb-ı Hakk’ın daha evvelden bilmesi ise kader oluyor. Bu mes’eleyi şöyle bir misâlle fehme yaklaştırmaya çalışalım:

Velî bir hâkim düşününüz. Bu zat kerametiyle, adliye önünden geçen bir adamın hırsızlık etmeye gittiğini keşfederek o şahsın cezasını takdir etse ve kayda geçse, biraz sonra hâkimin velâyetiyle keşfettiği aynı suçu işleyerek mahkemeye getirilen bu adama, hâkim, suçuna terettüb eden cezasını teb­liğ edip, bu cezadan bir miktarını da affettiğini bildirse, elbette ki mezkûr hırsız hâkime teşekkür edecektir.

Suçlu mahkemeden çıkarken hâkim kendisine şöyle hitap etse: “Ben senin bu suçu işleyeceğini evvelden biliyordum ve sen o suçu işlemeden cezanı da takdir etmiştim.” Bu takdirde suçlu, hâkime diyebilir mi ki: “O halde benim ne kabahatim var? Siz benim bu suçu işleyeceğimi bildiğiniz için ben suç işledim. Dolayısıyla beraet etmem gerekir.”

Bu haddini bilmez hırsızın gülünç haline düşmemek istiyorsak, cüz’i ihtiyarımızla işlediğimiz kötü amellerde kadere yapışmayalım.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) İstanbul’un fethedileceğini de, âhirzaman hâdisatını da bilmiş ve ümmetine haber vermiştir. Bu ilim, malûma tâbidir.

Onun içindir ki, İstanbul’u Fatih Sultan Mehmed’in fethettiğinden bahse­diyor ve âhirzaman fitnesine kapılanlardan nefret ediyoruz. Malûm ilme tâbi olsaydı, İstanbul’un, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) sözünden dolayı fethedilmiş olduğundan ve âhirzaman hâdiselerine (hâşâ) O’nun sebepiyet verdiğinden bahsetmemiz lâzım gelirdi.

Allahü Azîmüşşân cehilden de, zamandan da münezzehtir. Dolayısıyla, istikbâlde insanların başına gelecek hâdiseleri, elbette bilecektir. Bu bilme keyfiyetiyle biz kendimizi mes’uliyetten kurtaramayız.

Bunun aksini düşünenlerin iddiaları neticede şu noktaya varmaktadır: Cenâb-ı Hak, bizim başımıza gelecek hâdiseleri (hâşâ) bilmeyecek ki o za­man biz mes’ul olalım. Yani o Âlim-i Mutlak, bizim herhangi bir fiili işle­memizden sonra o mes’leye vâkıf olacak ve ona göre mükâfat veya ceza takdir edecektir.

Böyle düşünen kimseleri, bu yanlış düşünceye sevkeden, husus, mahlûk ilmiyle, mahlûkatı yoktan vareden Hâlik-ı Zülcelâl’in ilmini iltibas etme­leridir. Bu iltibas sebepiyle bu kimseler, sonradan kazanılan ilmin ancak mahlûk ilmi olabileceği hakikatını göremiyor ve ehl-i sünnet itikadına zıt beyanlarda bulunuyorlar.
 

ademyakup

Well-known member
Cüz’i İhtiyarî’nin Mahiyeti

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 05-7-2010

Elmanın tadı, hali ve vicdanî bir mes’eledir. İlmî ve nazarî değildir. Bu sebeple insan elmanın tadını anlamaz, tarif edemez; ama varlığından da şüphe etmez. Cüz’i ihtiyarî de böyledir. Biz vicdanen biliyoruz ki, bir iş yaptığımız zaman buna kendimiz karar veriyoruz ve bu işi bir cebir altında yapmıyoruz. Fakat “cüz’î ihtiyarî nasıl bir şeydir?” denilse, elmanın tadı veya çiçeğin kokusunu tarifte olduğu gibi bunda da âciz kalırız. Zira, “Cüz’i ihtiyarî halî ve vicdanî bir imanın cüz’üdür. Yoksa ilmî ve nazarî değildir.”

Cüz’i ihtiyarî cüz’î olmakla beraber, bir kanun-u küllîden medet alarak büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lûtuflarla, bodrum katının ise işkence aletle­riyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde mu­hayyer bulunduğunu farzediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lûtfa maz­har olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba dûçâr olacaktır.

Burada cüz’î ihtiyarinin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basıla­cağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, bir kanun-i külliyle hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi alt kata da kendi iktidarıyla inmemek­tedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın ihtiyârına bırakılmıştır.

İnsanın cüz’i ihtiyariyle kesbettiği bütün fiiller bu mizanla ölçülebilir. Meselâ; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haramiyetini de, camiye git­menin faziletini de insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise, misâldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye hazır olarak beklemektedir.

Kâinattaki faaliyetlerde olduğu gibi beden içindeki faaliyetlerde de in­sanın ihtiyârı mevzubahis olmamakta ve insan bedeni bir kanun-u küllî ile hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükâfatı ve cezası o insana ait olmaktadır.
 

ademyakup

Well-known member
“Kaderi Tenkid Eden Başını Örse Vurur, Kırar”

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 05-7-2010

Bir insan, emirlerine itaat etmek şartıyla her türlü ihtiyacının padişahı tarafından karşılanacağını bilse elbette onun istediği amelleri işlemekle o lûtfa mazhar olmaya çalışacaktır. Meselâ; o padişah raiyetine onların tahsil derecelerine göre ücret veriyorsa, o adam da bu sahada ilerlemeye çalışacak ve eriştiği tahsil seviyesine göre o lûtuftan istifade edecektir.

Şimdi, bütün imkânları yerinde olduğu halde okumayan ve cahil kalan kimse, padişahdan hiçbir lûtuf görmeyip, dilenciliğe mecbur kalsa, diyebilir mi ki “padişah bana zulmetti veya padişah benim hakkımda öyle takdir etti.” Elbette diyemez. Böyle bir iddiada bulunan kimse kendisini padişahın lûtfundan iyice uzaklaştırmaktan başka ne elde eder? Yani, böyle demekle tahsili mi artar, kendisine maaş mı bağlanır veya aniden hiç beklenmedik bir makama mı yükselir? Elbette ki hayır.

İşte Cenâb-ı Hak da, bizlere lûtfunu ne şekilde kazanabileceğimizi ve hangi makamlara hangi amellerle sahip olacağımızı ferman-ı ahkem olan Kur’ân-ı Hakîm’le beyan buyurmuştur. İstediğimiz her ameli işlemek ve iş­lediğimiz bu ameller nisbetinde onun huzurunda derece ve makam kazan­mak bizim ihtiyârımız ve iktidarımız dahilinde olduğuna göre, neticeden şekvâ etmeye kat’iyyen hakkımız yoktur.

İşlediğimiz veya işleyeceğimiz bütün amelleri, Âlim-i Külli şey olan Zat-ı Zülcelâl’in daha evvelden ilm-i ezelîsiyle bilmesi, bizi mes’uliyetten kurtar­mayacağı gibi, bu bilme keyfiyeti bizleri müsbet veya menfî bir iş yapmaya da zorlamamaktadır.

Malûmdur ki, bir öğretmen her bir talebesine dersine çalıştığı ve muvaf­fak olduğu derecede not vermekte ve çalışmayan ve dersine devam etmeyen talebelerin umumî gidişatlarına bakarak sınıfta kalacaklarını önceden be­yan etmektedir. Bu hale göre ders çalışmayıp sınıfta kalan bir talebe, hoca­sının kendisine zulmettiğini iddia edemeyeceği gibi, o hocanın herhangi bir talebesinin sınıfta kalacağını önceden bilmesi ve söylemesiyle de o talebe mes’uliyetten kurtulamaz. Bunun aksini iddia etmek çocukça ve âdi bir bahane olup, sahibine de hiç bir şey kazandırmaz.

“Kaderi tenkid eden, başını örse vurur, kırar” cümlesi bu hakikatı ne kadar parlak ifade etmektedir.

Bir insanın, “Cenâb-ı Hak böyle takdir ettiği için ben de böyle yapıyo­rum” diye söze başlayıp, kadere çeşitli itirazlarda bulunmasının ona bir lûtuf bahşetmeyeceği bedihî olduğuna göre, bu gibi sözlerin, sahibini ancak felâkete götüreceği de şüphesizdir.
 

ademyakup

Well-known member
Kader ve Cüz’î İradenin İmanın Hudutlarını Çizmesi

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010


İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır.Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun ve Nemrut gibiler ise daha ileri giderek Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür. İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah-u Azimüşşân’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir. Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur. Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”5
Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hakk’tandır.”6
Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Hak Teâlâ Hazretleri’dir. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Namaz kılmak ve Kur’an okumak da Allah’tan onlarını sevabını vermek de Allah’tandır. Burada ibâdet sual sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hakk’tandır.Yukarıda, kendi kemâliyle gururlanan insanın, yaptığı fenalıklara da sahip çıkmamaya meylettiğinden bahsetmiştik. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister. Hâlbuki aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tevbe ile O Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu bilmek fazilettir. Kusurunu kabul eden onu telafi eder. Eğer kusurunu kabul etmeme hastalığı bir insanda ilerledikçe sonunda onu, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme, sapıklığına düşürür. Bu ise Allah’a iftira etmektir ve insanı küfre götürür.Hatasını kabul eden bir mü’mini, Allah’a şerik koşmanın dışında, işlediği büyük günahlar iman dairesinden çıkarmaz. Lâkin Cenâb-ı Hak murad etmeseydi ben bu günahı işlemezdim; bana bu günahı kader işletti dediği takdirde küfüre girer. İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul etmekle küfre düşmekten kurtularak iman dairesinde kalır. Gafletten uyandığında tevbe kapısınayönelir.İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.
Dipnotlar:
5:Nisa Suresi4/79
6:Sözler
 

ademyakup

Well-known member
Tercih Bilâ Müreccih

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010

İlm-i kelâmla ilgilenen kimselere faydası olacağı kanaatiyle bu mesele üzerinde kısaca duracağız:
Tercih bilâ müreccih câizdir, ifâdesindeki müreccih kelimesi,
“tercih ettiren sebep, vasıf, özellik, kısaca üstün sıfat mânâsında kullanılmıştır.”79
Meselâ; altından yapılmış bir kâlemin gümüş kâlemden üstün ciheti, râcih sıfatı yani tercih edilme sebebi varsa da, altından yapılmış aynı marka ve özellikteki diğer bir kâlemden hiçbir üstün tarafı yoktur. Eğer tercih bilâ müreccih muhal olsa, bizim bu iki altın kâlemden birini tercih edemememiz gerekir. Hâlbuki aynı değer ve özellikteki bu iki kâlemden birisini cüz’î irademizle seçebiliyor ve alabiliyoruz. O halde, müreccihsiz tercih câizdir ve daima tatbik edilmektedir.
Yapılmış, meydana gelmiş şeylerde ise, tercih bilâ müreccih muhaldir. Buradaki müreccih kelimesi, tercih edici sebep veya zât, mânâsındadır. Mevcut bir eser, kendisinin var olmasını yoklukta kalmasına tercih eden bir müreccihi gösterir. O müreccih olmaksızın eserin meydana gelmesi muhaldir. İşte ilm-i kelâmdaki tercih bilâ müreccih muhaldir, ifâdesi bu kısım içindir.
Tercih bila müreccih caiz olmakla beraber, tereccüh bila müreccih muhaldir.
Evet, bir şeyin veya şıkkın diğerine tercih edilmesi hâlinde, tercih edilen şeyin veya şıkkın tereccüh ettiğinden, meydana geldiğinden söz edilir. İşte bu tereccüh, müreccihsiz, yâni tercih edici bir sebep veya zât olmaksızın olamaz.
Herhangi bir şey yapıp yapmama hususunda bir karara varmamızdan önce, söz konusu şeyin yapılması ile yapılmaması müsavidir. Yapmayı tercih ettiğimizde, işin yapılması tereccüh etmiş olur. Meselâ, bir cümleyi yazdığımız takdirde cümlenin yazılması yazılmamasına tereccüh etmiştir. İşte bu tereccüh, bir müreccihe yâni tercih yapan bir kâtibe delâlet eder ve onsuz olamaz.
Aynen öyle de, bu kâinatın varlığı gösteriyor ki, onun yaratılması, yoklukta kalmasına tereccüh etmiştir. Bu tereccühün müreccihsiz olması muhaldir. Kâinatın yaratılmasını tercih eden müreccih ise ancak ve ancak Kadîr-i Mürîd olan Allah-u Azîmüşşân’dır.
Cenab-ı Hak, kâinatın var olmasını, yoklukta kalmasına tercih etmiştir. Bu hâşâ; Allah’ın ihtiyacından değil, O’nun, lütuf ve kereminden dolayıdır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Cenab-ı Hakk’ın ef’alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarıdır.”80
Dip Notlar:
79:Taftazânî, Şerh-i Makâsıd, 2/129
80:İşârâtü-ül İ’caz
 

ademyakup

Well-known member
Kader ve çeşitlerini ve kaderle ilgili kavramları açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 28-8-2009

Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader" de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır, yani ihtiyaridir. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soru da bu alanda müzakere edilmektedir.
Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Alah’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.
Aynı şekilde siz bir iş istiyorsunuz ve karşınıza çıkan seçenekleri siz kendi iradenizle seçiyorsunuz.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz; hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir.
Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

Kader ile İlgili Bazı Terimler ve Anlamları:

KADER: Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.

HASBEL KADER: (Hasb-el kader) Kader cihetiyle.

KADER-İ İLÂHÎ: Allah'ın takdiri.

KADERÎ: Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.

KADERİYE: "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)

LEVH-İ KAZÂ VE KADER: Kader ve kazanın levhası; yani olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.
"Alem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mevcudatın dahi mânen hayatdar bir vücud-u mânevileri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, levh-i kaza ve kader vasıtası ile o mânevi hayatın eseri, mukadderât nâmı ile görünür, tezahür eder."(1)

KAZA: Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi
 

ademyakup

Well-known member
Atâ, Kaza ve Kader Münasebetleri hakkında bilgi verir misiniz?

Atâ, Kaza ve Kader Münasebetleri hakkında bilgi verir misiniz?

Yazar: Sorularla Risale, 21-10-2006

CENAB-I HAKK’IN atâ, kaza ve kader namında üç kanunu var. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar hakikatinin izahı:

Atâ, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Atâ denilince, O Rahîm-i Kerîm’in ve Gafûru’r-Rahîm’in af ve ihsanı anlaşılır.Atânın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve atâ kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu atâ kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur.

Meselâ, bir şakînin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Atâ kanunuyla bu cezanın afvedilmesi hâlinde artık ceza infaz edilmez ve atâ, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır. İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanunuyla, yâni O’nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece atâ kanunu, kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Diğer taraftan, atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza küllî bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllîdir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi hâlinde, günahının affedilmesi ile kaza kanununun şümûlünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununun külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu noktada şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî’nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler Levh-i Mahv ve isbat’ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile affedilmekte, Levh-i Mahv ve isbat’tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

“Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfûz vardır.” (Ra’d 39)
 

ademyakup

Well-known member
Her şey kaderde yazılı ise...

Cüz-i ihtiyarî veyahut irade-i cüz’iye, insana Allah’ın verdiği az bir arzu serbestliği, dilediği gibi hareket edebilme özelliğidir. Yani kulların hür ve serbest olarak hareket etme arzusudur. Kader ise; varlıkların ve hadiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla, sebepleri ve şartlarıyla, hâiz oldukları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Allah (c.c.) tarafından ezelde tâyin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.

Şimdi akla şöyle bir düşünce gelebilmektedir: “Madem her şey Allah tarafından ezelde tayin buyurulmuş ve kaydedilmiş, öyleyse bizim bir sorumluluğunuz olmaması gerekir.”

Acaba öyle mi? İnşallah bu çalışmamızla ‘kader, cüz-i ihtiyarî ve fiillerimizin yaratılması’ konularını, Risâle-i Nur’daki hakikatlerin ışığında açıklamaya çalışacağız. Gayret bizlerden, tevfik Allah’tan.

Kaidedendir ki, bir şey vücudu vacib (gerekli) olmadıkça vücuda gelmez. Cüz-i irade (kulların iradesi, dilemesi) ile küllî irade (Allah’ın iradesi, dilemesi) bir şeyde birleştikleri zaman, o şeyin vücudu vacib (gerekli) olur ve derhal vücuda gelir. Yani Allah’ın küllî iradesi kulun itibarî bir emir olan cüz-i iradesine tâbîdir.

Allah, cüz-i iradeyi küllî iradesinin taallukuna âdî bir şart kılmıştır. Yani cüz-i irade herhangi bir şeyi tercih ettiğinde, küllî irade taalluk eder ve o fiil derhal vücuda gelir. Demek ki biz irademizle isteriz, dileriz ve seçeriz; Allah da küllî iradesi ve kudretiyle bizim o fiillerimizi yaratır.

Meselâ; Allah (c.c.) mânen “Ey kulum, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir” demektedir. Bediüzzaman bunu şöyle örnekler: “Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim’ desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, ‘Sen istedin’ diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.” (26. Söz)

Aynen bu misâl gibi biz cüz-i irademizle hayır ve şer tercihini yaptıktan sonra Allah’ın küllî iradesi tecellî eder ve o fiil meydana gelir. Ancak biz şer ve günah olanı tercih edersek, mesul olur ve cezaya müstehak oluruz. Çünkü Allah bizi zorlamamıştır, daima hayrı tercih etmemizi istemiş, şerri seçmememizi emretmiştir. O zaman şerri isteyen bizim nefsimizdir ve sorumluluk da bize aittir. Allah bizim istediğimizi yaratmıştır. Çünkü bizler imtihan olmaktayız. ‘Hangimiz daha güzel işler yapacağız?’ diye yaratılmışız. O zaman şöyle diyebiliriz: Bir mü’min, her şeyi, hatta fiilini, nefsini Allah’a vere vere sonunda teklif (imtihan) ve mesuliyetten kurtulmaması için karşısına “cüz-i ihtiyar” (seçme, dileme, meyletme iradesi) çıkmakta, ona “Mesul ve mükellefsin” demekte; yine kendisinden çıkan iyilikler ile gururlanmaması için de “kader” karşısına çıkıp “Haddini bil, yapan sen değilsin” demektedir. (Sözler, s. 427)

Bu meseleyi bir örnekle biraz daha açabiliriz:

Bir asansöre binen kişi, beşinci katın düğmesine basmak yerine, zemin kat düğmesine basarsa elbette ki kimseye kızmaya ve ‘Kaderim böyleymiş!’ demeye hakkı yoktur. Çünkü zemin kata kendi seçimi ile gitmiştir. Onu oraya gitmeye kimse zorlamamıştır. Şuna da dikkat etmek gerek: Asansörün hazırlanmasında ve çalışmasında, o insanın hiçbir dahli yoktur.

Kader ilim nevinden olduğu için, Cenâb-ı Allah, ilm-i ezelîsiyle geçmiş, hâl ve gelecek zamanları bir bütün olarak kuşatmakta ve tüm zamanlar Onun ilminde hâl, yani yaşanan an hükmünde olmaktadır. İşte Cenâb-ı Hak, tüm zamanlardaki her şeyi birden gören nazarıyla mukadderatı takdir etmiştir. Bu sebeple ‘ihtiyarî kader’ dediğimiz kaderimizi, biz kendi irademizle yazdırmışızdır. Bizim tüm fiillerimizi ve seçimimizi, Allah ezelî ilmi ile bildiği için kadere yazmıştır. Fakat Allah’ın yazmış olması, bizim irademizi ortadan kaldırmaz. Bu hususu da şöyle anlayabiliriz: Malûmunuz, bilim adamları, Ay ve Güneş tutulmasını aylar ve yıllar öncesinden bilmekte, bunu bir yere kaydetmekte ve yazmaktadır. Şimdi can alıcı soru gelmektedir: “Acaba Ay ve Güneş, bilim adamları yazdığı için mi tutulmuştur? Yoksa Ay ve Güneşin tutulacağını, ilim ve hesaplarıyla önceden bilmişler de, öyle mi yazmışlardır?” Elbette ki bilim adamları yazdığı için tutulmamıştır. Onlar sadece cüz’î ilimleriyle ileride olacak tutulmaları bilmişler ve bir ilim olarak bir yere yazmışlardır.

Aynen öyle de Allah, ilm-i ezelîsiyle, bizim meyillerimizi ve yapacağımız tercihleri bildiği için kadere yazmıştır. “Kaderimizi biz yazdırıyoruz” cümlesinin izahı bu olmalıdır. Demek ki kader, ilim nevinden olduğu için zorlayıcı değildir. Seçen biziz, küllî ve sınırsız ilmiyle bunu bilen, yazan ve de yaratan Allah’tır.

‘Izdırârî kader’ ise tamamen Allah’ın iradesine bağlı olduğu için, bizler zaten orada mesul değiliz. Cinsiyetimiz, soyumuz, boyumuz, göz rengimiz… gibi bizim irademiz dışında kalan durumlar, ızdırârî kadere örnek verilebilir. Izdırârî kader, sorgulanmaz ve itiraz da edilmez. Allah, burada istediği gibi küllî iradesi ile tasarruf eder; çünkü mülk Onundur.

Cüz-i irademizle Allah’ın emirleri yerine getirmeyi ve nehiylerinden de sakınmayı tercih etmek için, duâ edelim inşallah.


Baki ÇİMİÇ (03.09.2006) - Yeni Asya - Lahika Sayfası
 

ademyakup

Well-known member
Cevap: Atâ, Kaza ve Kader Münasebetleri hakkında bilgi verir misiniz?

Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."

Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-ü ihtiyarî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imaniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak; ve onlara in'âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-ü ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.(Yirmi Altıncı Söz)

BİZ İSTERİZ ALLAH YARATIR

Kul kendi kesbinin (işlemesinin) yaratıcısı değildir. Kulun elinde ancak ve ancak emr-i itibari dediğimiz kesb (kulun cüz-i iradesini, niyeti ve kasdı yönünde kullanması) vardır. Zira, Allah’tan başka hakiki tesir, icad sahibi yoktur. Kul bir fiili istemek talebinde bulunur, Allah’ta kudretiyle o fiili yaratır. Allah hiçbir kulunu cebirle iş yaptırmaya zorlamaz. Kulunun eline küçük bir yaratma ve icad kabiliyeti olmayan ihtiyar vermiştir. Kul o ihtiyar ile ister, Allah’ın külli iradesi de kudretiyle tecelli eder ve fiiller böylece yaratılır.

Bu noktada şöyle diyebiliriz. İnsanın elinde gayet zayıf, fakat seyyiat(kötülük) ve tahribatta gayet uzun; iyiliklerde kısa cüz’i iradesi vardır. İnsan, iradesinin bir elini duaya, diğer elini istiğfara (tövbeye) verip, günah ve kötülüklerden çekerek ebedi saadeti kazanabilir. Dua ve tevekkül (Sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi Allah’a bırakma),hayra olan isteğe büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe de şerre olan meyilleri keser.

Ancak, insanın yaptığı kemalat ve iyiliklerde hakkı yoktur, mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i sanatı değildir. O vücudu yolda bulmuş yitik olarak mülk edinmiş de değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış, insan almış değildir. Ancak, o vücut içine aldığı garip sanat, acayip nakışların şahitliğiyle, bir hikmet sahibi yaratıcının kudret elinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarruftan, ancak bir tane insana aittir.(M.N. s:57)

“Ve keza esbab(sebepler) içerisinde en eşref(şerefli), en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef'al-i ihtiyariye(fiili tercih etme) namıyla kendisine mal zannettiği ef'alin(fiillerin) ekl, şürb(yeme, içme) gibi en âdi bir fiilin husulünde, yüz cüz'ünden ancak bir cüz'ü insana aittir.

Ve keza insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havassının(duygularının) en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal(dahil) edip, onlarla iftihar ediyorsun?

Ve keza şuurî(şuurlu) olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taalluk etmediğinden sabit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni'-i Zîşuur'dur(şuur sahibi bir Yaratıcıdır). Ne sen fâilsin(fiil sahibisin) ve ne senin esbabın(sebeplerin).Binaenaleyh malikiyet(sahip olma) davasından vazgeç. Kendini mehasin(iyilik,güzellik) ve kemalâta(mükemmelliğe) masdar(kaynak) olduğunu zannetme. Ve kat'iyyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünki sû'-i ihtiyarınla(kötü tercihin ve seçmenle), sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun(bozuyorsun). Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin(güzelliklerin) hep mevhubedir(hibe edilmiştir); seyyiatın(günahların) meksûbedir(çalışarak elde edişindir).(M.N.s:58)”

Öyle ise insanın iyiliklerde hakkı yoktur. Kötülüklerden ise sorumludur. İyilikleri Allah ‘tan bilmek ve kötülükleri kendi nefsimizden bilmemiz gerekir. Cenab-ı Allah iyilik ve kötülüğün neticelerini Kitap ve sünnetle bize bildirmiştir. Biz bile bile kötü tercihimizin mesuliyetini çekmekle tam bir adalete mazhar oluruz. İyiliklerde ise hakkımız yoktur; çünkü fiilleri yaratmak, zerreler ve kâinat Allah’a aittir. Onun için Allah-u Teala Nisa suresinde şöyle buyurmuştur.”Sana güzellikten her ne ulaşırsa, bil ki Allah’tandır; kötülükten de başına her ne gelirse bil ki bu da sendendir.(Nisa:79)

Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum şartlarına bakar. Hâlbuki o nimetin yokluğu, bir tek şartın yok olmasıyla oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin yokluğuna sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şartların vücuduna yetişmekle beraber, illet-i hakikî(hakiki tesir sahibi) olan kudret ve irade-i Rabbaniye(Allah’ın iradesi, dilemesi) ile vücuda gelir. (17.Lema)

Demek ki bir fiilin yaratılması için yüz şart gerekirse bizim meylimiz ve istememiz sadece bir şarttır. Doksan dokuz şart yerine gelse, bir şart eksik olsa o şartlar tamamlanmaz, eksik olur. Ancak yüz şart yerine gelse acaba o fiil tamamlanmış olur mu? Hayır olmaz. Çünkü hakiki tesir sahibi olar Allah’ın iradesi ve kudreti tecelli etmeden o fiil tamamlanmaz ve de yaratılmaz. Onun için sebeplerin hiçbir tesiri ve icat kabiliyeti yoktur. Bizim irade-i cüz’iyyemiz de sebeplerden sadece birisidir. Ancak Allah bizim cüz-i irademizi kendi külli iradesi ve kudretine bir şart yapmıştır. Onun için biz iyiliklerde hak dava edemeyiz, ancak kötülüklerden mesul oluruz. Kötülükler yüz şarttan bir şartın eksik kalmasına hakiki sebep olur ve o fiil hayır cihetiyle yaratılmaz. Bu nedenle kötülükler tahrip ve şer olmuştur. Yüz şart yerine gelecek ki ondan sonra Allah’ın iradesi ve kudreti o fiilin yaratılmasına tecelli etsin.

Baki ÇİMİÇ
 

ademyakup

Well-known member
"Manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa measi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun." izahı?

Yazar: Sorularla Risale, 21-10-2006

Mânen terakki etmeyen avam denilince bunun aksi zihnimizde canlanır: Manen terakki eden havas zümresi, ermiş insanlar, evliya, asfiya.

Bu Hak dostlarının kader anlayışları bir başkadır. Onlar tam bir teslimiyet içindedirler. Çoğu işlerini İlâhî ilhamla görürler. Lütuf ve kahrı Allah’ın iki ayrı isminin tecellileri bilir, ikisini de hoş karşılarlar.

Bu özel bir durumdur. Biz genele dönelim. Yani, “geniş halk kitlelerinin kadere bakışı nasıl olmalı,” konusu üzerinde duralım.

Nur Müellifi, bu insanların musibetlerde ve maziye gömülmüş olaylarda kaderi hatırlamalarını tavsiye eder ve bunun faydasını da “ümitsizliğe düşmemek ve gereksiz yere üzülmemek” şeklinde belirler.

Mazide kaçırdığı fırsatlar için bir ömür boyu üzülüp dövünmenin insana hiç faydası yoktur, ama zararı kesindir. Böyle bir insan, maziyi kadere havale etmeli, “Bunda da bir hayır vardır.” diyerek hayatını çileden, azaptan kurtarmalıdır.

Bir kazaya uğramış ve yaralanmış kişi, “şöyle olmasaydı böyle olurdu, yahut keşke falan firmanın otobüsüne binseydim,” gibi sözler sarf etmek yerine, bunu kaderin bir tecellisi bilmeli ve tedavi çarelerine bakarak sabretmelidir. Çünkü, olay onun iradesi dışında meydana gelmiştir ve geri dönüş de imkânsızdır.

Ama insan, yaptığı “isyanlar ve istikbâle ait olaylar” hakkında bu şekilde düşünemez. Çünkü, işlediği günah için tövbe etme imkânına sahiptir. Öncelikle bu yola girmelidir. Aksi halde, isyana ve sefahate devam eder gider.

Öte yandan, bu günahlar kul hakkına tecavüz şeklinde ortaya çıkmışsa, o insanın hakkının ödenmesi gerekir. İşi kadere yükleyip muhatabını mağdur edemez. “İstikbâle” gelince, insan, kaderinin ne olduğunu bilmediğine göre, cüz’i iradesini kullanmak mecburiyetindedir. “Kaderimde ne varsa o olur.” diyerek tembelce oturamaz.
 

ademyakup

Well-known member
Cevap: Atâ, Kaza ve Kader Münasebetleri hakkında bilgi verir misiniz?

"Hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlâhiye; ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevap, dâi ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur." cümlesini açıklar mısınız?

Yazar: Sorularla Risale, 21-10-2006

Günlük konuşmalarımızdan üç cümle:“Bugün hava çok soğuk.” “İçimde bir sıkıntı var.” “Başım ağrıyor.”

Birincisi insanın dış âlem karşısındaki aczini sergilerken, ikincisi kendi öz ruhuna, üçüncüsü de bedenine hâkim olmadığını ilân eder.Bu cümlenin yaratılışa bakan yönüne nazar ettiğimizde, karşımızda sonsuz bir inayet tablosu görür, aczimizi ve fakrımızı çok daha iyi idrak ederiz. Rabbimiz bize, ana rahminde, el verdi, ona parmaklar taktı. Yüz verdi, ona gözler, kulaklar taktı. Bizi nice organlarla, duygularla donattı.

Gözümüz sual, cevabı ise ışıktı, güneşti. Geldik, o cevabı bu dünyada bulduk. Kulağımız seslerle buluştu, elimiz elmayı tuttu, dilimiz tadına baktı, ayaklarımız yere değdi, ciğerimiz havayla tanıştı… Ruhumuza takılan hisler ve duygular da cevaplarını bu âlemde buldular. Sevgi hissi, sevilecek çok şeyle karşılaştı. Korku hissi, dehşetli manzaralar gördü. Şefkat hissi, merhamet celbeden tablolarla buluştu.Biz bütün bu cevapların hazırlanmasından sonsuz derecede âcizdik. Aczimize merhamet edildi ve saçımızdan tırnağımıza kadar bütün bedenimizi ve havasından semâsına kadar bütün kâinatı kendimize hizmetkâr bulduk.

Aynı durum hasenat yani işlediğimiz güzel ameller için de geçerlidir. Bu ameller birer sual, onları işlememizi sağlayan maddi ve manevi cihazlarımız ise cevap makamındadır. Namazı emreden Allah olduğu gibi, bedenimizi namaza uygun yaratan da odur.

Kur’an Allah kelamı olduğu gibi, insan ruhu onu anlayacak ve insan ağzı onu okuyacak şekilde yaratılmıştır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bütün sualler de cevaplar da Haktandır. İnsan ise cüz’i iradesini doğru kullanmakla bu güzelliklere sahip olur.
 

ademyakup

Well-known member
Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren..izahı?

"Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir." Kader ve cüz’î iradenin imanın hudutlarını çizmesi nasıl oluyor?

Yazar: Sorularla Risale, 21-10-2006

İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır.

Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun’da ise daha ileri giderek onu Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür.

İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:

Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir.

Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.
Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur.

Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Zira:
“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hak’tandır.”

Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Burada ibâdet sual, sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hak’tandır.

Kendi kemâliyle gururlanan insan, yaptığı fenalıklara sahip çıkmak istemez. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister.

Halbuki, aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tövbe ile Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu kabul etmeme hastalığı ilerledikçe sonunda insanı, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme sapıklığına düşürür.

İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile, günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul eder; gafletten uyandığında tövbe kapısına yönelir.

İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.
 
Üst