İ'lem Eyyühel-Aziz! (Ey saygıdeğer şerefli bil!)

Ahmet.1

Well-known member
Cenab-ı Hakk'ın ef'ali birbirine münasib, âsârı birbirine müşabih, esması birbirine âyine ve ma'kes, sıfatı birbirine mütedâhil, şuunatı memzuc ise de, herbirisi için hususî bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzât o hususî tavırdır. Sair tavırlar ise, tebaîdirler. Binaenaleyh meselâ Hâlık'ın âsârından cemadata baktığın zaman azamet ve kudreti, kasdına hedef yap. Başka isimlerin tecelliyatını teb'an düşün. Hayvanata bakarken merhamet kasdıyla bak. Sair tecelliyata tebaî bir nazar ile bak.

Mesnevi-i Nuriye​



Ef'al: Fiiler, işler.
Âsâr: Eserler, işaretler.
Müşabih: Benzeyen, benzer.
Esma: İsimler.
Ma'kes: Akis yeri, yansıma yeri, ayna, yansıtıcı.
Mütedâhil: İç içe, birbiri içine girmiş durumda.
Şuunat: İşler, olaylar. *Kabiliyetler, yetenekler.
Memzuc: Karışık, karışmış, iç içe girmiş.
Maksud-u bizzât: Bizzat kastedilen, asıl istenen, asıl gaye.
Azamet: Büyüklük.
Kudret: Güç.
Tecelliyat: Tecelliler, görünmeler, kendini belli edip göstermeler.
Teb'an: Tabi olarak, bağlı olarak.
Hayvanat: Hayvanlar.
Sair: Diğer, başka.
 

Ahmet.1

Well-known member
Senin şuur ve ilminin sana taalluku, ahval ve levazımat-ı ihtiyacatın nisbetindedir. Çünki sebeb ile müsebbeb, kuvvet ile amel arasında münasebet lâzımdır. Fazla noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuur ve ilminin nisbeti, Hâlıkın sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kıl gibidir. Binaenaleyh pek cüz'î olan ilim ve şuurunla, Şems-i Ezelî'nin ilim ve nazarına mukabele etmekle gündüz ortasında güneşin altında, güneşin ziyasıyla mübarezeye çıkan ateş böceği gibi olma!

Mesnevi-i Nuriye​

Taalluk: Alakalı olma, ilgili olma, alakalanma, ilgilenme.
Ahval: Haller, vaziyetler.
Levazımat-ı ihtiyacat: İhtiyaçlar için gerekenler.
Müsebbeb: Netice, sebebe bağlı olan, sebebe bağlı olarak meydana gelen.
Amel: İş, çalışma, görevi yerine getirme.
Hâlık: Yaratıcı Allah(cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Şems-i Ezelî: Ezelî güneş, ezelî güneş gibi olan Allah (cc), varlığının başlangıcı olmayan Allah (cc).
Ziya: Işık.
Mübareze: Çekişme, kavga, döğüşme, çarpışma, çatışma.
 

Ahmet.1

Well-known member
Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür'atle anlar ki: Tesir ve fâiliyet; latif, nuranî, mücerred olan şeylerin şe'ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî şeylerin hâssasıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.
Kevn: Varlık, kainat, evren, yaratılmış varlıklar, âlem.
Ahval-i âlem: Âlemin ahvali, dünyadaki durumlar.
Hadsî: Birdenbire ve doğru sezilen.
Mücerred: Çıplak, soyutlanmış, sıyrılmış. *Yalnız, tek.
Şe'n: İş. *Hal. tavır. *Hadise, olay.
İnfial: Etkilenme, dış tesirlerden meydana gelen durum ve etki.
Kesif: Koyu, katı, yoğun.
Hâssa: Özellik.
Ziya: Işık.
Azamet: Büyüklük.


Ve keza eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey latif, nuranî ise, sebeb ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zahiriyenin Hâlıkıyla, müsebbebatın mûcidi, ancak ve ancak Nur-ul Envâr, Sâni'-i Ezelî'dir.
Keza: Böylece, bunun gibi, bu dahi öyle.
Fâil: İş yapan.
Kesb-i liyakat: Layık olmayı kazanmak.
Kesafet: Bulanıklık, koyuluk, kalınlık.
Müsebbebiyet: Sebebe bağlı olarak meydana gelmek, sebebe bağlı olma.
Esbab-ı zahiriye: Görünüşteki sebepler.
Hâlık: Yaratıcı Allah(cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah.
Müsebbebat: Neticeler, sebeplerin sonuçları.
Nur-ul Envâr: Nurların nuru.
Sâni'-i Ezelî: Başlangıcı ve sonu olmayan sanatkar yaratıcı.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünki icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.
Tefekkür: Düşünmek, düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
İzale: Giderme, ortadan kaldırma.
Teemmül: İyice ve etraflıca düşünmek, derinlemesine düşünmek.
Zulümat: Zulmetler, karanlıklar.
Bâtın: İç, görünmeyen, içyüz.
Ahval: Haller, vaziyetler.
Tafsilât: Açıklamalar, geniş bilgiler, ayrıntılı bilgiler.
Tedkikat: Tetkikler, incelemeler, araştırmalar.
Âfâkî: Dıştaki varlıklarla ilgili, kâinat ve içindekilerle ilgili.
Ahvalât: Ahvaller, haller, vaziyetler.
Sathî: Yüzeysel, üstün körü, derinliğine dalmadan, görünüşe göre.
İcmalî: Kısaca, inceliklere girmeden, kabaca, özet halinde.
İcmal: Kısaltma, özetleme, kısaca anlatma.


Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalalete îsal eden kesret yolu budur.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
Takarrüb: Yaklaşma, yakınlaşma.
Kesret: Çokluk, bolluk.
Enaniyet: Benlik, kendine güvanmek ve kendine dayanmak. Kişinin üzerinde görünen iyi ve güzel sıfatları kendinden bilmesi.
Dalalet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, iman ve islâm yolundan sapmak.
Îsal: Ulaştırma, kavuşturma.



İ'lem Eyyühel-Aziz!
İnsan ne kadar cahil ve gafildir. Ne kadar yolunu şaşırmış, nefsine zarar veriyor. Dokuz vecihle menfaatı muhakkak, yalnız bir vecihle zararı mevhum olan büyük bir hayr-ı azîmi terk, dalaleti irtikâb eder. Evet sofestaînin bir şübhesi için, binlerce menfaat delilleri olan hidayeti terkediyor.

Mevhum: Aslı olmayan, gerçek dışı, hayal ürünü, asılsız.
Hayr-ı azîm: Büyük hayır, büyük iyilik.
İrtikâb: İşlemek, yapmak, çirkin ve kötü iş işlemek.
Sofestaî: Sofistler, şüpheci ve inkarcı felsefeci, herşeyi ve kendilerini inkar edip hiçbir şey yoktur diyen inkarcı düşünür.
Hidayet: Doğruluk. Kur'anın gösterdiği doğru ve gerçek yol.


Halbuki insan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna nazaran, dünyevî bir işde onda bir zarar ihtimali varsa içtinab eder. Âhiret işi olursa onda dokuz zarar ihtimali olduğu halde, içtinab etmez. İşte cehalet bu kadar olur.
Vehham: Çok vehimli, fazla şüphe eden, çok şüpheci ve vesveseli, aşırı kuruntulu.
İhtiyat: Tedbir almak, ileriyi düşünerek önlemler alma.
İçtinab: Çekinme, kaçınma, sakınma.


Mesnevi-i Nuriye​
 

Ahmet.1

Well-known member
Cenab-ı Hakk'a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir. Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Herşeyin bâtını zahirinden daha âlî, daha kâmil, daha latif, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavî, şuurca daha tamdır. Ve zahirde görünen hayat, şuur, kemal ve saire ancak bâtından zahire süzülen zaîf bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın camid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimal yoktur.
Bâtın: İç, görünmeyen, içyüz.
Zahir: Açık, görünür, görünen.
Âli: Büyük, yüksek, yüce, üstün.
Kâmil: Kusursuz ve eksiksiz.
Müzeyyen: Süslü, süslenmiş.
Kavî: Kuvvetli.
Kemal: Mükemmellik, kusursuzluk, üstün sıfat.
Saire: Diğerleri.
Tereşşuh: Sızma, sızıntı.
Camid: Cansız. *Donuk.
Meyyit: Ölü, cansız, ölmüş.

Evet karnın (miden) evinden; cildin, gömleğinden ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakş ve intizamca daha yüksek ve daha garibdir. Binaenaleyh âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, heva-i nefs ile baktığı için zahirî hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi, meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor.
Kuvve-i hâfıza: Hafıza kuvveti.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Âlem-i melekût: Melekût âlemi, herşeyin içyüzleriyle Allah'ın (cc) doğrudan hâkimiyetine bakan ve meleklerin bulunduğu dünya.
Âlem-i şehadet: Şehadet âlemi, beş duyu organımızla açılabildiğimiz dünya.
Âlem-i gayb: Gayb âlemi.
Nefs-i emmare: Kötü istek ve düşünceleri uyandırıp yapmaya kuvvetli şekilde zorlayan nefis.
Heva-i nefs: Nefsin hevası, nefsin zararlı ve günahlı istek ve özentisi.
Ünsiyet: Alışkanlık, dostluk, alışılmışlık, tanışıklık, yakınlık.
Zulmet: Karanlık. *Sıkıntı.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Senin yüzün, vechin o kadar küçüklüğü ile beraber geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâni'in muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâni'in Vâhid-i Ehad olduğuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıd'ın kasdıyla, bir Muhtar'ın ihtiyarıyla, bir Mürîd'in iradesi ile, bir Alîm'in ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhalâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sahifesinde nasıl gayr-ı mütenahî nişanlar dercedilmiştir ki, göz ile okunur da nazar ile, yani akıl ile görünmez.
Hâvi: İçine alan, kapsayan.
Erkân: Rükünler, esaslar, temeller.
Tevafuk: Birbirine uygunluk, birbirine uygun gelme.
Tehalüf: Birbirine zıt olmak, birbirine ters düşmek, uyuşamamak.
Cihet: Yön, taraf.
Sâni': Sanatkar yaratıcı.
Vâhid-i Ehad: Her bir varlıkta ve bütün kainatta birliğini gösteren Allah (cc). Bir tek olup eşi benzeri olmayan Allah.
Delalet: Delil olma, yol gösterme.
Kasıd: Kasıtlı, bilerek ve isteyerek.
Muhalât: Muhaller, imkansızlar, mümkün olmayanlar.
Gayr-ı mütenahî: Sonsuz, nihayet bulmaz, bitmez.


İnsan nev'inde şu tehalüf ile beraber buğday, üzüm, arı, karınca nevilerindeki tevafuk, kör tesadüfün işi olmadığı güneş gibi aşikârdır. Mademki kesretin böyle uzak, ince, geniş ahval ve etvarında da tesadüfün müdahalesine imkân yoktur. Ve tesadüfün elinden mahfuzdur. Ve ancak bir Hakîm'in kasdı ve bir Muhtar'ın ihtiyarı ve Semi', Basîr bir Mürîd'in iradesinin daire-i tasarrufundadır.
Nev': Tür, çeşit.
Tehalüf: Birbirine zıt olmak, birbirine ters düşmek, uyuşamamak.
Aşikâr: Açık, belli, meydanda.
Kesret: Çokluk, bolluk.
Ahval: Haller, vaziyetler.
Mahfuz: Korunmuş, korunup saklanmış. *Gizlenmiş.
Semi': İşiten, duyan.
Basîr: Herşeyi herşeyiyle ve herşeyle gören Allah (cc).
Daire-i tasarruf: Tasarruf dairesi, idare ve kullanma sahası.


"Tesadüf, şirk ve tabiat"tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur'ca verilen karar infaz edilmiştir.
Şirk: Allah'a (cc) ortak koşma.
Âlem-i İslâm: İslâm âlemi, bütün müslüman milletler ve ülkeler.
İnfaz: Yerine getirme, uygulama.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:

"Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelî'nin nakşı, mülkü olmuş olsa idi; bu kadar miskin bîçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâni'in kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar cahil, yetim, miskin olmazlardı." diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytan-ı insî! Cenab-ı Hak, her şeye lâyıkını veriyor ve maslahata göre veriyor. Eğer atâsı, in'amı bu kaideden hariç olsa idi, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı. Demek her şeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.

Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak'tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Malûmdur ki, dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i esmanın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahâza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir.


Mesnevi-i Nuriye

Kadîr: Sonsuz güç ve kuvvet.
Alîm-i Ezelî: Ezelî ilim sahibi olan Allah (cc).
Bîçare: Çaresiz.
Mürîd: İrade eden, isteyen.
Şeytan-ı insî: Şeyatanlaşmış insan.
Maslahat: Fayda, yarar.
Atâ: Verme, bağışlama, lütuf, ihsan.
İn'am: Nimetlendirme.
Âlim: Bilgili, bilen.
Mukayyed: Kayıtlı, bağlı, bağlanmış, sınırlı.
Feyyaz-ı Mutlak: Sınırsız ve sonsuz feyiz (bereket ve bolluk) sahibi olan Allah (cc).
Hâkimiyet-i esma: İsimlerinin hâkimiyeti, Allah'ın (cc) isimlerinin emri altına alıp yöneticiliği.
Maahâza: Bununla beraber, bununla birlikte.
Şems: Güneş.
 

Ahmet.1

Well-known member
Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahid, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o hârika nakışlara, zînetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Sâni'in celaline, Mâlikinin iktidar ve kemalâtına intikal ile Onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi îfa edecek insandır. Çünki insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma, öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzec ve bir nümune olmaya liyakatı vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onun ile gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen küllî bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezel'in azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor.
Sath-ı âlem: Âlem sathı, kâinat yüzü.
Sergi-yi İlahî: İlahî sergi, Allah'a(cc) ait sergi.
Teşhir: Sergileme, gösterme.
Tezyinat: Süslemeler.
Kemalât: Kemaller, mükemmellikler, olgunluklar, üstünlükler.
Rububiyet: Allah'ın(cc) herşeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.
Uluhiyet: Allah'ın(cc) kainattaki bütün varlıkları emir ve idaresi altına alıp kendine kulluk ettirmesi.
Azamet: Büyüklük.
Müşahid: Gören, şahit olan.
Mütehayyir: Hayrette kalmış, şaşmış.
Mütefekkir: Tefekkür eden, düşünen, düşünce sahibi, düşünür.
Tenezzüh: Gezinti.
Zînet: Süs, güzellik.
Celal: Büyüklük, ululuk, haşmet.
Îfa: Yapma, yerine getirme.
Enmuzec: Nümune, misal, örnek.
Vedia: Emanet.
Tahdid: Hudutlandırma, sınırlama, sınır getirme.
Sultan-ı Ezel: Ezel sultanı, başlangıcı olmayıp sonsuz olan Allah (cc).


Evet maşukun hüsnü, âşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelî'nin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde bulunsun.
Hüsn: Güzellik.
İstilzam: Gerektirme, gerekli olma.
Nakkaş-ı Ezelî: Ezelden beri var olan süsleme san'atkarı, başlangıcı ve sonu olmayan ve herşeyi san'at incelikleriyle süsleyen. (Allah (cc))
Rububiyet: Allah'ın(cc) herşeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.
İktiza: Gerekme, lazım gelme.
Tahsin: Güzelleştirme, süsleme. *İyi ve güzel bulmak, beğenmek.


Evet gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.
İstihsan: Beğenme, güzel bulma.
Müştak: İştiyaklı, çok istekli, çok arzulu.


Kezalik bu âlemi şu kadar zînetler ile, nakışlar ile tezyin eden Mâlik-ül Mülk, elbette ve elbette o hârika, antika, mu'cize manzaraları, zînetleri, seyircilerden, müşahidlerden, âşık ve müştaklardan, ârif dellâllardan hâlî bırakmayacaktır. İşte câmiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.
Kezalik: Böylece, bunun gibi, buda böyle.
Tezyin: Süsleme, bezemek.
Mâlik-ül Mülk: Mülkün sahibi, kainatın ve içindekilerin gerçek sahibi.
Müşahid: Gören, şahit olan.
Ârif: Tanıyan, derin ve yüksek bilgi sahibi. Gerçekleri iç yüzleriyle bilen.
Hâlî: Boş, ıssız, tenha.
İnsan-ı kâmil: Olgun ve üstün insan.
Halk-ı eflâk: Göklerin yaratılması.
İlle-i gaiye: Elde edilmesine çalışılan gaye ve sonuç, göreve bağlı faydalar ve sonuçlar.
Halk-ı kâinat: Kainatın halk edilmesi, evrenin yaratılması.
Semere: Meyve, netice, sonuç.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Cevap: İ'lem Eyyühel-Aziz!

{(*): Ehemmiyetli.}
İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

Evet hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür'atle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, sür'atle giderken
تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ "Bulutların geçişi gibi geçip gider." Neml Suresi, 27:88.)âyetini okuyor. Sefine-i arz sür'atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firakın elemi, telaki lezzetinden ağırdır.

Ey nefs-i emmarem! Sana tâbi' değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana müsahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelal'e abd olurum.

Ve keza kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdud ve tünellerinden şimşekvari geçen zamanın şimendiferine bindirerek, ebed-ül âbâd memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevkeden Hâlık-ı Rahman-ür Rahîm'den meded istiyorum.

Ve keza hiçbir şeyi dualarıma, istigaselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren felek çarklarını durdurmağa ve şems ve kamerin birleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeğe ve vücudun şâhikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sâkin kılmağa kàdir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelal'e dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünki her şeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.

Ve keza kalbime vaki' olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyul ve emellerini tatmin ettiği gibi; akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeğe kàdir olan Zât-ı Akdes'ten maada kimseye ibadet etmiyorum. Evet dünyayı âhirete kalbetmekle kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz. Evet onun marifetiyle elemler lezzetlere inkılab eder. Evet Onun marifeti olmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belalara tebeddül eder. Vücud ademe inkılab eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezaiz günahlara tahavvül eder. Evet Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a'da ve düşman olurlar. Beka bela olur, kemal heba olur, ömür heva olur. Hayat azab olur, akıl ikab olur. Âmâl, âlâma inkılab eder.

Evet Allah'a abd ve hizmetkâr olana her şey hizmetkâr olur. Bu da, her şey Allah'ın mülk ve malı olduğuna iman ve iz'an ile olur.

Evet kudret, insanı çok dairelerle alâkadar bir vaziyette yaratmıştır. En küçük ve en hakir bir dairede, insanın eli yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidar vermiştir. Ferşten arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.

Evet

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّ۪ى لَوْلاَ دُعَٓاؤُكُمْ "De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?" Furkan Suresi, 25:77.) âyet-i kerimesi, bu hakikatı tenvir ve isbata kâfidir. Öyle ise, çocuğun eli yetişemediği bir şeyi peder ve vâlidesinden istediği gibi; abd de, acz ve fakrıyla Rabbına iltica eder ve Hâlıkından ister.

Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'î, sahih bürhanı reddetmek üzere "Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez." diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahâza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.

Fesübhanallah! Mülk ve melekût arasındaki hicab ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür. Dünya ile âhiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlim ile cehil arasındaki hicab ne kadar latif ve ne kadar kalındır. İman ile küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. İbadetle masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır. Halbuki araları Cennet ile Nâr'ın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur. Evet hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir. Cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.

Kezalik mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır. Kezalik gece ile gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır, gözü maneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.

Kezalik Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.

Kezalik iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.

Kezalik ef'al-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allah'ın hesabına olursa, tecelliyata ma'kes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.

Kezalik hayatın da iki vechi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar. Diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah vechin altına girer. Şeffaf veche terettüb eden saadet-i ebediyeyi ister.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Cenab-ı Hakk'a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir. Mesnevi-i Nuriye

Nâzır: Nezaret eden, bakan, gözeten, gören.
Vâsıl: Ulaşan, erişen, kavuşan.
Mürekkebat: Birleştirilerek yapılmışlar, birleşikler, birleşik maddeler.
Yekûn: Toplam.
Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma.
Meseli: Misali, örneği.
Hâvi: İçine alan, kapsayan.
Tevil: Bir sözden gaye edilmiş olması mümkün olan mana, bundan kasdedilen mana bu olabilir diyerek yapılan açıklama.
 

Ahmet.1

Well-known member
Bakınız! Her bir masnuun yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halkeden Hâlık'a mahsustur. Ve her bir mahlukun cebhesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâni'den maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektublarından her bir mektubun âhirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed'e hastır. O gibi sikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i'caza bakınız ki; hayat ile bir şeyden pek çok şeyler husule gelir, icad edilir. Ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vâhide emr-i Rabbaniyle inkılab ederler. Meselâ: Su, bir şey-i vâhid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah'ın izni ile menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule getirir.

İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri icad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi halkeden ve her şeyi yapan Sâni'a mahsus bir sikkedir.

Said Nursi

Masnuun: Sanatlı varlığın.
Sikke: Ait olduğu yeri belirten ve gösteren damga, mühür, işaret.
Hâlık: Yaratıcı Allah (cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah.
Hâtem: Mühür.
Sâni': Sanatkar yaratıcı, sanatlı şekilde yaratan.
Maada: Başka.
Kudret: Güç.
Kabil: Mümkün, olabilir.
Sultan-ı Ezel ve Ebed: Ezel ve ebed sultanı, başlangıcı ve sonu olmayıp sonsuz olan Allah (cc).
Sikke-i i'caz: Mucizelik damgası, mucize olduğunu gösteren işaretler.
Şey-i vâhid: Tek şey, tek nesne.
Menşe: Kaynak.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Hâlık-ı Teâlâ: Yüce yaratıcı.
Tahvil: Değiştirme, dönüştürme, bir halden başka bir hale getirmek.
 

Ahmet.1

Well-known member
Senin önünde çok korkunç büyük mes'eleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

Birisi:
Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

İkincisi:
Dehşetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.

Üçüncüsü:
Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır. Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir? Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?


Mesnevi-i Nuriye




İhtiyat: Tedbirli olmak, ileriyi düşünerek önlemler almak.
İhtimam: Özen gösterme, çok dikkat etme.
Ebed: Ebedilik, sonu olmamak, sonsuzluk.
Kudret: Güç.
Acz-i mutlak: Sonsuz güçsüzlük.
Elîm: Acı veren.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Maruz: Uğrayan, uğrar durumda, uğramış, hedef.
Gaflet ü nisyan: Allah'ı(cc) ve ahireti unutmak ve düşünmemek, Allah'ın emir ve yasaklarına alakasız olma.
Nisyan: Unutmak, hatırdan çıkarmak.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Zâilat-ı fâniye: Gelip geçici olanlar, kaybolup gidenler.
İhtimam: Özen gösterme, çok dikkat etme.
Bâkiyat-ı daime: Daima devam edenler, sürekli kalıcı olup devamlı olanlar.
Tegafül: Anlamazlıktan gelmek, bilmez görünmek.
 
Üst