Gümüşhanevi[iskenderpaşa dergahı[genel]

Esselamualeyküm
ihvan
Nakşibendii tarikatının bir kolu Gümüşhanevi Dergahı[iskenderpaşa]nı
Gümüşhanevi[ksa],Kotku[ksa]Coşan[Rha]hazretlerinin hayatlarını nasihatlerini İskenderpaşadan mevzuları bu bölümde açacağız inşaallah.
konular peş peşe gelebilir.Amaç flood değildir.
 
Ahmed Ziyaüddin-i Gümüşhanevi[ksa]hz. hayatı

AHMED ZİYÂÜDDÎN-İ GÜMÜŞHÂNEVÎ
(K.S.)


Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslam âlimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücâhid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikatı ve şeriatı beraber götürmüş, ehl- i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halîfe yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbü’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesinde dünyaya gelmiştir.
Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşad hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfûzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği yüz on altı halifesiyle günümüzde de halen canlılığını m uhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.​
YETİŞMESİ

Gümüşhânevî (k.s.)’nin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde ise Kasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icâzet alır.
On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin âlimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar. Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.​
İLİM TAHSÎLİ

Onsekiz yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğin i , ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.
“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil ed e r. Bu zâtın vefatının ardından Mahmutpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.
Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (k.s.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (k.s.)’nin yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşâdı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Camii Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmud Paşa Medresesi’nde Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincanî’nin halifesi ve d a ha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincan’lı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde ikmâl-i nüsah ederek İstanbul’daki onüç yıllık tahsil h a yatı sonunda 1844’de icâzet almıştır.
Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının rahle-i tedrîsinde tamamlayan, icâzet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî (k.s.), icâzet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmud Paşa Medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü otuz yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve te’lîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.​
TASAVVUFA İNTİSÂBI

Gümüşhânevî (k.s.), şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip, gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşid arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alaca Minare Tekkesi’nde tarîkat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’nin İstanbul halifelerinden Ab d ülfettah el-Ukarî (1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî (k.s.)’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.
Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’nin bir başka halifesi Trablus Şam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşıl a şır ve O’na intisap eder. O’nun mânevî murakabesi altında seyr-u sülûkunu tamamlar.
İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşbendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlarından hilâfet-i tâmme ile icâzet alır. Bu ledün ilmi alış verişi onaltı yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir kutbu olmuştur.
Pek çok meşayıhın mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşidlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi E rvâdî (k.s.)’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşâd etmesi O’nun ileride Hâlidiyye Tarîkatı içindeki yerinin büyüklüğüne işaret etmektedir.
Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da vefat eder. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, O’nun vefatından sonra Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî (k.s.) de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu z â tın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid (k.s.)’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.
1864’de Abdülfettah Efendi’nin vefatına kadar tarîkat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, bütün te’lifâtını bu tarihe kadar tamamlamıştır.
1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-Ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-Ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. On altı yıl müridlerine Nakşbendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatme-i Hace zikri icra eylemiştir.
Bu dönemden sonra artık irşad faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir. İsimleri bir icâzetnâme hacmine sığmayacak kadar çok olan eserin kendisi tedkik ve mütâlaa ettiği gibi bazı talebelerine de bu eserlerin tamamından icâzet vermiştir.
O’nun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî (k.s.)’den hilâfet aldığı halde daha sonradan Ervâdî (k.s.)’den Hâlidî Tarîkatı üzere irşad icâzeti alan talebesi Gümüşhânevî (k.s.)’ye intisab etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürd Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.​
TEKKESİ

Tarikat neşrine başlad ığında önceleri tekkeye fazla rağbet etmeyen Gümüşhânevî, Mahmud Paşa Medresesi’ndeki hücresi ile iktifa etmiştir. Burası sayıları zamanla artan müridlerinin ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelince ibadete kapalı ve metruk bulunan Fatma Sultan Câmii tekk e ittihaz edilmiştir. Halîfelerinden Kastamonu’lu Hasan Hilmi Efendi’nin gayretleriyle beş vakit ibadete açık hale getirilen bu caminin bitişiğine Gümüşhânevî (k.s.) tarafından onaltı odalı bir ev ile bir de tekke yaptırılıp vakfedilmiştir. Ev ve tekke yapımından sonra Şeyh hazretleri buraya taşınmış, bu cami ve müştemilatı zamanla “Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi” diye şöhret bulmuştur.
Gümüşhânevî’nin tarîkat ve tasavvuf anlayışında ferdî planda kâmil insanlar yetiştirme hedefi gözetilirken, ictimâî hayatın da asla ihmal edilmediğini görüyoruz. Esasen O’nun tarikat faaliyeti ve tasavvufî eğitimle ulaşmak istediği asıl hedef fikriyle, îmanıyla, ahlâkıyla kemâle ermiş, şuurlu müslümanların oluşturduğu ideal bir toplum ortaya çıkarmaktır. O’nun Bâb-ı Alî’nin ta m karşısında yer alan, metruk bir camiyi ihyâ ederek, idare merkezine böyle yakın bir yeri tekke olarak seçmesi bu anlayışın bir tezâhürüdür. Toplumun istikametini tayin etmek, büyük ölçüde idarenin insiyatifini ele geçirmeye bağlıdır. Gümüşhânevî hazretle r i de ehemmiyetli bir mevkiyi tekke olarak seçmiş, devlet idaresine yön verici bir irşad siyaseti ile hareket etmiştir.
Kendi zamanında hem bir tekke, hem de bir “dârü’l-hadîs” hüviyeti kazanan dergahına Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamid ve daha bir çok devlet adamının zaman zaman gelerek sohbet ve derslerine iştirak etmeleri, müridleri arasında Arap Mehmed Ağa, Erkân-ı Harb livalarından Münib Bey, saray doktorlarından Emin Paşa, Reîsü’l-Ulemâ Tikveş’li Yusuf Ziyâeddin Efendi gibi zatların yer alması, O’nun ne derece etkili ve hürmet edilip sözü dinlenen bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.
II. Abdülhamid ile hususî bir yakınlıklarının bulunduğu özel istişare ve toplantılarının olduğu da bilinmektedir.
Toplumun her türlü ihtiya cına cevap verme gayreti içinde olan Ziyâüddin hazretleri, o devirde yeni kurulmaya başlanan ve faizle çalışan bankalara bir alternatif olarak, müntesiplerinin ellerinde bulunan menkul kıymetleri bir araya getirerek bir yardım ve borç sandığı kurdurmuştur . Atıl vaziyette bulunan bu birikimler toplanarak ortak yardımlaşma ve yatırım amacıyla kullanılacak bir sermaye olmuştur. Kapısında:
“Nakşbendî Dergâhıdır bu makâm-ı dil-küşa
İşte meydân-ı muhabbet gel azîzim merhaba!” yazılı olan“Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi” diye şöhret bulan tekkesi, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra 1942’ye kadar mabed olarak korundu. Anıtlar Yüksek Kurulu’nun, korunması gerekli eski eser kararına rağmen, 1857 senesinde yol yapımı gerekçesiyle yıktırıldı. Bugün sadece minares i nden tuğla enkazı ile; “Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Sokağı” hatıra kaldı. Arsası üzerinde ise, İstanbul Defterdarlığı bulunmaktadır.​
CİHÂDI

Kalemi ve kelâmıyla mücâdele veren Gümüşhânevî, yeri gelince kılıca ve silaha sarılmayı da bilmiş 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşlarına iştirak ederek cephede bizzat çarpışmış, gönüllü gittiği bu savaşın kesintiye uğradığı bir ara Of’a gelerek tarikat neşrinde ve irşad hizmetinde bulunmuş, savaş başlar-başlamaz muharebe meydanına tekrar dönmüştür.
Gümüşhâne vî’nin toplum hayatına, insanlara hizmet etmeye, sosyal faaliyetlere bu derece önem vermesi, biraz da müntesibi bulunduğu tarikatın hususiyetinden kaynaklanmaktadır. Nakşbendî Tarikatı, irşad faaliyetinde halkın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön pla n da tutan bir anlayışa sahiptir.
Bu tarikatın en önemli prensiplerinden biri de “halvet der encümen”dir. Bu prensip, toplum içerisinde meşru olan her türlü faaliyete iştirak ederek insanlara hizmet etmeyi, bütün bunları yaparken de kalben daima ALLAH (c.c.) ile beraber olmayı, yani “halvet” şuurunu muhafaza etmeyi ifade eder.​
İLMÎ ŞAHSİYETİ

Gümüşhânevî hazretleri, talebelerinden birine verdiği icâzette şunları söylüyor:
-Bu aciz kula Cenâb-ı Hakk ikramlarda bulunmuş, onu itaatlerin en üstünü ile meşgul etmiş ve ibadetlerin en büyüğünde çalıştırmıştır ki o da şerefli ilmi taleb etme işidir. Zira insan Allah Tealâ’nın rızasını istemekte, ihlas sahibi olduğu, çirkin olan gösteriş ve desinlerden uzak bulunduğu zaman, ilâhî emirle mükellef olanlar arasında t emâyüz eder ve şeref kazanır. Aksi halde ilim, sahibine vebal olur.
Kulluk ve yaradılış gayesinin Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyetine ermek olduğunu ifade eden Gümüşhânevî, kişiyi bu gayeye götüren sebeplerin başında ilmi görmektedir. Gerek meşrebi, gerekse tasavvuf ve tarikat anlayışı bakımından ilme ve ilim tahsiline ağırlık verilmesini isteyen Gümüşhânevî’nin eserleri, sohbetleri ve talebelerinin hususiyeti de bunu yansıtmaktadır.
Bütün eserlerini Arapça yazmış olması, Mısır’daki derslerini Arapça takrîri onun yazacak ve okutacak derecede Arapça’ya vukûfiyetinin dolayısıyla ilmî kudretinin delilidir.
Vasiyetlerinde “amelleriniz, tahsiliniz ve ahlakınızla âlim olup, insanlara seviyelerine göre hitap ediniz. Alimlerin zâlim ve inatçılarından olmayınız. Daima müzâkere, Hakk ve hakikati izhar için ilminizi ve araştırmalarınızı artırınız.” diyen Gümüşhânevî (k.s.), bu konudaki hassasiyetini göstermektedir. Kendisi de ilme ve ilmî araştırmalara büyük önem vermiş, ömrünün yirmi sekiz senesini telif hayatına vakfe t miş nice geceleri uykusuz geçirip, durup dinlenmeden çalışmıştır.
Halifelerinden Kastamonu’lu Hasan Hilmi Efendi (k.s.) bir defasında altı ay boyunca geceleri hiç uyumadığını anlatarak şöyle demektedir: “Çok uzun süren bu dönem içerisinde, öğleye az bir zaman kala kıbleye karşı döner, başına bir havlu örterek uyumaya çalışırdı. Böyle yaparken de her defasında çevresindekilere, “öğle ezanına az bir zaman kala beni uyandırın” diye tenbih ettiği halde her defasında kendiliğinden uyandığı için O’nu uyandırmak hiç kimseye nasip olmamıştır. “
Gümüşhânevî (k.s.) tekkesinde kurduğu yardımlaşma ve yatırım sandığında biriken sermaye ile büyükçe bir matbaa satın alarak, ilmî eserlerin ilim erbabına bedelsiz ve hediye usûlü dağıtılarak, ilmin daha verimli ve yaygın hale getirilmesine gayret göstermişti. Aynı sermayeden tahsis edilen beşyüzer altınlık vakıflarla İstanbul, Bayburt, Rize ve Of’ta onsekizbin ciltlik dört ayrı kütüphane tesis edilerek ilmin Anadolu’da da yayılması temin edilmeye çalışılmıştır.
Tekkeler za manın şartları ve imkanları dahilinde ictimâî hayata yön veren çeşitli faaliyetleri tarihin her döneminde gerçekleştirmişlerdir. Ancak Gümüşhâneli Dergâhı’nın toplumun ihtiyaçlarına ve zamanın şartlarına hitap eden böyle verimli bir metodla, ilmî, iktisâd î ve ictimâî gayeleri hedef alan bir usul ile ortaya çıkması takdire şayandır.
İlme ve Sünnet-i Seniyye’ye uymaya ayrı bir önem verdiği görülen Gümüşhânevî’nin ikinci büyük hususiyeti, tekkesinde hadis ilmine ağırlık vermesi ve hadis ilmi ile meşguliyeti tarikatının bir rüknü haline getirmiş olmasıdır.
Alfabetik sıraya göre yazmış olduğu Râmûzü’l-Ehâdîs adlı Hadis kitabından, haftanın iki günü , çoğu defa sorulu-cevaplı ders takrir eden Gümüşhânevî ömrü boyunca yetmiş defa bu usulle Râmûz ’u hatmettirmiş tir. Kendisinden okuyup icâzet alanlar da aynı usule riayet etmişlerdir. Bu silsilenin en son halifelerinden Mehmed Zâhid Kotku (Rh.a) İskender Paşa Camii imamı iken burada Râmûz okutarak, bu geleneği günümüze kadar devam ettirip getirmiştir.
Günümüzde d e Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi Pazar günleri ikindi namazını müteakip İskender Paşa Camii’nde Râmûz sohbetlerine devam etmektedir.
Hadis ilmine yaptığı hizmetlerden dolayı “Muhaddisîn-i Rûm”, “Hâtimetü’l-Muhaddisîn” gibi ünvanlarla da anılan Gümüşhânevî’nin bu gayretleri meyvesini vermiş ve Gümüşhâneli Dergâhı bir Dârü’l-Hadîs hüviyetine bürünmüştür. Bu çalışmalar, Gümüşhâneli Dergâhı’nda icâzet almış, yüzlerce hadis âliminin yetişmesine, bir çoğunun “Huzur Dersleri” mukarrir ve muhataplığına, bazılarının da Safranbolu’lu İsmail Necâti Efendi ve Dağıstan’lı Ömer Ziyâeddin Efendi hazretleri gibi Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi hadis ve hilâfiyyat dersleri müderrisliğine kadar yükselmelerine sebep olmuştur.​
ESERLERİ

Hadis öğretimine önem veren, hadîse dair eserler kaleme alan Gümüşhânevî, tasavvuf tarihi içinde köklü bir geleneğin sürdürücülerinden biri olmuştur. Onun bu yönü en azından hadis sahasında verdiği eserlerin hacmi bakımından, seleflerinin çoğundan daha belirgindir.
Hadise dair eserlerin den ilki ve en önemlisi adı geçen Râmûzü’l-Ehâdîs’tir Kendi ifadesiyle az sözle çok mana veren veciz ve alimlerce muteber bir kısım hadisleri bir araya getirip yazdığı bir eserdir.
Levâmiu’l-Ukûl adlı eseri ise Râmûz ’un şerhidir. Bunlar dışında hadisle alakalı Acâibü’n-Nübüvve, Letâifü’l-Hikem, Hadîs-i Erbaîn adlı üç eseri daha vardır.
Gümüşhanevi’nin tasavvufî yorumlarını ihtiva eden hadisle ilgili eserleri ile tasavvuf ve kelâma dâir te’lifâtı dünyanın dört bir yanına dağılarak yakın-uzak bütün bölge ilim adamlarının el kitabı olma hüviyeti kazanabilmiştir.
Tasavvuf konusundaki eserlerinden ikisi daha önce adı geçen Câmiü’l-Usûl, Mecmûatü’l-Ahzâb dışında Rûhu’l-Arifîn gibi tasavvufun inceliklerini ihtiva eden eserleri de mevcuttur.
Ahlak konusunda Necâtü’l-Gâfilîn, Devâü’l-Müslimîn, Netâicü’l-İhlâs adlı eserlerinden başka Gümüşhânevî hazretleri Fıkıh ve Kelam ilmine dair eserler de vermiştir.​
TASAVVUFÎ ŞAHSİYETİ

Gümüşhânevî hazretleri, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi prensipleri içeren z ühd ve takva dolu bir hayatı benimsemişti. Misafirsiz sofraya oturmazdı. Bütün nafile oruçları tutardı. Haftada iki defa müridleriyle topluca Hatme-i Hâce zikri icrâ ederdi. Salı geceleri zikirden sonra yetmiş bin kelime-i tevhid zikri yaptırmayı adet hal i ne getirmişti.
Yazlarını Beykoz’daki Yûşâ tepesinde çadır kurarak geçirirdi. Yine bir yaz günü Yûşâ tepesi’nde yakınlarıyla çadır kurmuş olan Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (k.s.), elinde eski bir kemanla geçmekte olan bir çalgıcıyı çağırdır. Adam, sizin hocanızla benim ne işim var, gidin işinize, siz keman çaldırıp para vermezsiniz, ben de sizin sözlerinize kulak asıp dediğinizi yapmam, derse de ısrar eder ve huzura getirirler. Gümüşhânevî hazretleri, çalğıcının kulağına gizlice bir şey söyler. Adam bu sö z ler özerine öyle bir cezbeye tutulup bağırır ki etratakiler şaşırıp kalırlar. Çalgıcı, tövbekâr olur. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin kendisinin kulağına neler söylediğini merak edip soranlara uzun süre bir şey söylemez nihayet bir gün:
-"Ben gen çliğimde bir Bektâşî şeyhine intisap etmiştim, kendisi ehl-i sünnet ve’l-cemaatten idi. Vefat edeceği zaman “seni büyüklerden birine emanet ettim, sakın reddedip perişan olma, âhir ömründe iyi bir insan olursun inşaallah” demişti. Gümüşhaneli Efendimiz de bana “şeyhin seni bana emanet etmişti” demesi ile kendime sahip olamadım, bağırdım ve ellerine kapandım” demiştir.
Nakşbendiyye ve Hâlidiyye usulü gereği halvete çok önem verir, Zilhicce ve Recep aylarında senede iki defa halvete girerdi. Müridlerinden girmek isteyenlere de bu aylarda halvet yaptırırdı.
Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı saydığı için hiç bir zaman ayak uzatarak uyumamıştır. Bir defasında, hasta yatağında baygın bir şekilde dört büklüm yatan Gümüşhânevî (k.s.)’nin tedavisi için gelen doktor tarafından, ayakları uzatıldığında, kulaklarının ucuna kadar utancından kıpkırmızı kesilmiş, gözlerini hafifçe açarak, “bir de beni Rabbım’ın huzurunda ayak uzatma suçu ile başbaşa bırakmayın” diyerek ayaklarının toplanmasını istemiştir.
Kerâ metleri zâhir olan, Gümüşhânevî hazretleri, ihvânına nasihatlerinde her zaman şunu tekrar ederlermiş:
“Kimsenin sakalına, bıyığına, tarikine, sigarasına karışmayın.”
Müridlerinden iki kişi bir gün yakınlarındaki bir mevlevi tekkesinde ayin seyretmeye karar verirler. Akıllarına Gümüşhane’li hezretlerinin tenbihi gelir ama, nasıl olsa biz kimsenin işine karışmayız, diyerek giderler. Bir ara birisinin gözüne mevlevi şeyhinin gür bıyıkları takılır, gittikçe zıddına gitmeye başlar ve nihayet dayanamaz arkad a şının kulağına eğilerek hafif bir sesle “bu adam kızılbaş mıdır nedir?” der. O anda mevlevî şeyhi sunlara gözlerini öyle bir diker ki az daha sıkıntıdan göğüsleri patlayacak olur. Derhal kendilerini dışarı atar dergahın yolunu tutarlar. Karşılarına çıkan G ümüşhane’li hazretleri:
“Adam öyle bir gözlerini dikti ki... diker ya... Ben size demedim mi ki kimsenin âyinine, bıyığına karışmayın diye tekdîr eder ve ruhî inkıbazı da onlardan giderek merhamet buyururlar.
Gümüşhânevî hazretlerinin vefatından hayli seneler sonra son demlerini yaşayan ilim ve irfan sahibi bir zat,
-Derhal kadınlar yanımdan çıksın veya başlarını örtsünler şeyhim Hazret-i Ahmed Ziyâ geliyor demiş ve biraz sonra da:
-Elhamdülillâh şeyhim bana dedi ki: “Cenâb-ı Hak günahlarını bağışladı, bize geliyorsun müjdeler olsun” diyerek ağlamış ve kelime-i şehâdet getirerek emr-i ilâhîye icâbet eylemiştir.
Ne zaman kendi halifelerinden Of’lu Hacı Yusuf Efendi Trabzon’dan istanbul’a doğru gelen vapura binse, dergâhta bulunan Gümüşhânevî hazretleri etrafındakilere:
-“Yusuf’umun kokusu geliyor” buyururlarmış.
Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi anlatıyor:
"Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddin Hocamız hayatta iken, Medîne-i Münevvere ahalisinden Muhammed isminde bir şahsı rüyasında, “İstanbul’a gel” diye çağırmış. Medîne’li, kendisi arap... Seyyid, Peygamber Efendimiz’in sülalesinden... O da atlamış vapura, kalkmış İstanbul’a gelmiş. Bir rüya üzerine, Medîne-i Münevvere’den deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş. Ama, adres yok. İşte rüyada “İstanbul’a gel” dedi bir sakallı şahıs, ondan geldi. Çıkmış vapurdan... Yürürken bir şahıs yanına yanaşmış:
-Sen Medine’li Muhammed filanca mısın?
-Evet!... demiş.
-Düş peşime!... demiş.
O önden, bu arkadan bir yere gelmişler. Bir hoca efendinin yanına girmişler. El öpmüş... Bir de bakmış ki rüyada kendisini İstanbul’a çağıran, gel diyen şahıs. O şahıs demiş ki:
-Yahu burası neresi, bu zât-ı muhterem kim? O şahıs demiş ki:
-Burası Gümüşhane’li Tekkesi... Bu zât-ı muhterem de, Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleridir."
Bayram ve kandil g ecelerini, müridleriyle birlikte sabahlara kadar zikir, fikir, tekbir, tehlil ve tahmidle geçiren Gümüşhânevî (k.s.) ömrünün son on sekiz yılını bayram günleri hariç oruçlu geçirmiştir.
Lüzumsuz sözlerden hiç hoşlanmaz, boş vakitlerini ve çoğu gecelerini, ilim ile meşgul olarak geçirirdi. Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbur kalmadıkça dünya kelamı konuşmazdı. Kendisine yakın olanlarca rivayet edildiğine göre, yatağa gireceği zaman, mutlaka “Yâ-Sîn” suresini okumayı a det edinmişti. Kendisi okuyamayacak kadar bitkin olduğu zaman birisine okutup dinlerdi.​
SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Aşık Efendi ile sohbette bulunmuşlardır. İlk haccından sonra altmış üç yaşında iken Şeyhü’l-Harem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa ’ nın kızı Havva Seher Hanım’la evlenmiştir. Hanımı kendisinden onsekiz sene sonra vefat etmiştir.
İkinci hacc yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hacc dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerinde Râmûz okutmuş, beş kişiye de tarîkat hilâfeti vermiştir.​
ŞEMÂİLİ

Son za manlarında yaşı çok ilerlediği için vücudunda zayıflık hasıl olmuştu. Bir şeye dayanmadan oturamıyor, asasız yürüyemiyordu. Konuşmasını ise ancak sohbetlerine müdavim olanlarla, konuşma tarzına alışık olanlar anlayabiliyordu.
Bütün mecalsizliğine rağmen, gözünden fışkıran feyz nuru, yüzünde parlayan müşâhede-i cemâl tecellîsi müridleri üzerinde aynı şekilde aşk, vecd, ızdırap ve hararet meydana getiriyordu. Ömrünün sonlarına doğru görenlerden nakledildiğine göre şemâili şu şekildeydi:
Dengeli ve uzuna yakın orta boylu, yanakları kırmızı, beyaz yüzlü, orta kısmı hafifçe yüksek çekme burunlu, çatık kaş ve açık alınlı, sağ ve sol gözünün altında birer siyah ben bulunan yuvarlak yüzlü, siyah ve iri gözlü, başı devamlı traşlı ve beyaz sakallı bir zat idi. Başla r ına nakşi tacı ve beyaz imame sarar, cübbe, hırka ve uzun entari giyerlerdi. Ayağında devamlı ayakkabı bulunur, siyah renge hiç rağbet etmezdi. Yazları beyaz, kışları da yeşil renkli elbise giymeyi tercih ederlerdi.​
VEFÂTI

Gümüşhânevî hazretleri 7 Zilka de 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim Ya Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.​
HALÎFELERİ

Hâlidiyye’nin Ziyâiyye Kolu’nun pîri ve müessisi olan Gümüşhânevî (k.s.), pek çok eser kaleme alan bir müellif-mutasavvıf olduğu kadar, yüzden fazla kişiye de hilâfet tâcı giydiren bir mürşiddir .
İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, Kazan’dan Komor Adaları’na, Mısır’dan Medine’ye Çin’den Afrika’ya kadar olan geniş bir saha içerisinde ismini, ilmini, tarikatını ve tasavvufî düşüncelerini halîfeleri devam ettirmiştir.
Bir m ilyondan fazla müridi bulunan Gümüşhânevî’nin tesir sahası yalnızca İstanbul’la sınırlı değildi elbette. O, dünyanın çeşitli bölgelerine de halifelerini göndererek etkinliğini artırmış, müslümanların uyanmasına ve İslam’ın ihyasına büyük gayret sarf etmiş ti.
Gümüşhânevî’nin büyük değer verdiği halifelerinden Lüleburgaz’lı Muhammed Eşref Efendi Pekin’e gönderilmiştir. Oradan dönerken Pekin’li müslümanlar II. Abdülhamid adına bir üniversite yaptırmaya başlamışlardır. Bu Hoca Efendi’ye bundan sonra Çin’li Hoc a denmiştir.
Komor Adalarında da faal bir Gümüşhânevî Dergâhı’nın bulunduğu 1976’da İstanbul’da tertip edilen İslam Ülkeleri dışişleri bakanları toplantısına katılan Komor Adaları dışişleri bakanı tarafından Mehmed Zâhid Kotku (Rh.a) hazretleri’ne bildir ilmiştir.
Gümüşhânevî (k.s.) II. Hac yolculuğu dönüşünde Mısır’a uğramış orada üç yıl kalmıştır. Bu müddet zarfında yetiştirdiği kişilerden; Mısır Müftüsü Muhammed b. Salim Tamum el-Menûfî, eş-Şeyh Cevdet, Seyyid Muhammed b. Abdürrahim et-Tantâvî, eş-Şeyh Mustafa b. Yusuf es-Sa’dî, Şeyh Rahmetullah el-Hindî olmak üzere beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir. Tanta’da halen faal bir Gümüşhaneli Dergâhı bulunmaktadır. Bugün bu vazifeyi ise Ezher Üniversitesi Tefsir Profesörü ve Usulü’d-Dîn Fakültesi Deka n ı olan Cûde Ebu’l-Yezîd el-Mehdî adında bir zat devam ettirmektedir.
Gümüşhânevî’nin halifelerinden Ahmed Ziyâüddîn Efendi , imamlıkta iken yaş haddinden emekli olmuş, Medine’de kırk sene mücavir kalmış, hizmetlerde bulunmuştur.
Zeynullah el-Kazânî, Gü müşhânevî’nin Kazan ve Kafkasya’da tarikat neşrine memur ettiği halifelerindendir.
Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin babası Hasan Hilmi b. Ali el-Kevserî (k.s.) Düzce’de yıllarca Râmûz ve Garâib okutmuştur. Düzce’nin ileri gelenleri tarafından yaptırılan Yeni Cami bitişiğindeki medresede müderris olarak ders okutmakta iken Gümüşhânevî’nin emri üzerine bu medresenin yanına 1892’de bir tekke yaptırdı. 1926’da vefatına kadar otuzbeş sene burada hizmet etti.
Halifelerinden Ünye’li Yusuf Bahri Efendi 1869’da Gümü şhânevî’den icâzet almıştır. Ünye Sadullah Bey Medresesi’nde müderrislik yapmış, 1872’de Ünye Müftülüğü’ne tayin olmuş, hem ilim hem tarikat neşrine çalışmıştır.
Nallıhan’lı Hasan Ziyâüddin Efendi, 1886’da seyr-u sülûkunu tamamlayarak hilâfet icâzeti alm ıştır. Memleketi Nallıhan’a giderek Hacı Mehmed Ağa Medresesi Müderrisliği’ne tayin olmuş, burada bir taraftan ders okuturken bir taraftan tarikat neşrine çalışmıştır.
Ankara’lı Ahmed Hilmi Efendi , Gümüşhânevî’den hilafet aldıktan sonra, İzmit’te Fevziye, Taşçılar Başı ve Yeni Cuma camillerinde ifa ettiği imameti sırasında, haftada iki gün salı ve cuma günleri yatsı namazından sonra Hatme-i Hâce yaptırmıştır. Tarikatı yaymak hususunda büyük gayreti görülmüştür.
Yarım asırdan fazla Tarsus muhitinde ilim, ahlak ve edep dağıttığı söylenen Hamza Efendi de Gümüşhânevî’nin halifelerindendir. 1955’de vefat etmiştir.
Gümüşhânevî hazretlerinin halifelerinden biri de eski Bayramiç Müftüsü Çırpılar’lı Ali Efendi’dir. 1863 yılında doğmuş, Gümüşhâneli Dergâhı’nda yetişmiş, hilâfet almıştır. Köyüne dönerek orada bir cami ile 24 odalı bir medrese inşa ederek tâlim-terbiye, tebliğe ve irşad hizmetlerinde bulunmuştur. 1910’larda açtığı medresesindeki irşad faaliyeti 1924’de medreseler kapatılıncaya kadar sürmüştür.
Gümü şhâneli Dergâhı son şeyhi Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi’nin babası Halil Necati Efendi’yi 17 yaşlarında iken dedesi Molla Abdullah Efendi Çırpılar’lı Ali Efendi’nin bu medresesine getirip yerleştirmiştir.
Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi’nin Büyük Dedesi Molla Abdullah Efendi, Halil Necati Efendi’nin babasını da diğer iki kardeşiyle beraber İstanbul’a getirmiş, Fatih Medreseleri’ne yerleştirmiş ve kendisi de Gümüşhânevî’ye intisab eylemiştir. Gümüşhânevî hazretleri Molla Abdullah Efendi’yi çok severlermiş Hatta bir kere “sen benim oğlum ol” diye teklif ve iltifat eylemiştir.
Molla Abdullah Efendi, Çırpılar’lı Ali Efendi ile karşılaşınca elini öpmeye davranır o da mukabele ederek onun elini öpmeye çalışırmış. Molla Abdullah Efendi’nin küçük kardeşi Molla Hüseyin Efendi de Çırpılarlı Ali Efendi’ye intisap eylemiştir.
Çırpılar’lı Ali Efendi, İstiklal Savaşı sırasında Bayramiç yöresinin Kuvâ-yı Milliye temsilcisi olarak görev yapar. Bir ara Bayramiç Müftülüğü görevinde de bulunan Ali Efendi 1947 yılında 82 yaşlarında iken vefat eder.
Gümüşhânevî’nin halifelerinden biri de Karadeniz Bölgesi’nin irşadı ile görevlendirilen “Şeyh Efendi” diye ma’ruf Osman Niyâzî Efendi’dir (1828/1909).
Nakşî halifesi olarak Varda’ya (bugünkü adı Rize İkizdere’nin Nahiyesi olan Güneyce) dönen Şeyh Efendi, Varda büyük Camii Medresesi Müderrisliği ve caminin imamlığını üstlenir. Burada bir müddet kalır. Ardından Varda’nın Kolekli (Kurtuluş) Mahallesi’ne geçer. Burada bir cami-tekke inşa edilir. 1909 tarihinde vefatına kadar 14 y ıl burada hizmet eder. Gümüşhânevî’nin vakıf kütüphanelerinin mütevelliliğini de yapmış olan Şeyh Osman Niyâzi Efendi, Rize Güneyce’deki bu tekkede, sağlığında kendisinin de kullandığı bir vakıf kütüphane tesis etmiştir.
Bunlardan başka Ziyâiyye’yi kendi beldelerinde neşreden bazı halifelerini de yalnızca isimleriyle anabiliriz. Şam’da Yusuf en-Naşuki (1318/1900), Kırım’da İsmail el-Kırımî, Erzincan’da Hasan el-Erzincanî, Mahmud el-Bosnevî, Adapazarı’nda Mustafa el-Kürdî el-Harputî (1328/1910), Düzce’de H asan Hulusi Efendi, Of’ta Huccetü’s-Sâlikîn müellifi Yusuf Şevki el-Ofî başta gelmektedir.
Hayatı, eserleri, fikirleri, tarikat anlayışı, irşad hizmetleri ve halifeleriyle dünden bugüne etkin bir şahsiyet olan Gümüşhânevî, derin izler bırakmıştır. Halen ülkemiz içinde ve dışında milyonlarca müntesibi bulunmaktadır.
Gümüşhânevî hazretlerini anlatabilmek, okyanusu avuçlayabilmek gibi zor, imkansız. Her yönü ayrı bir makale konusu. Halifelerinin herbiri ayrı bir derya, eserlerinin her biri birer hazine. Der yaya dalabilene, hazineye sahip olabilene ve bu dergaha mensup olabilene ne mutlu!
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî hazretlerinin Süleymaniye Camii Şerifi avlusunda, Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin, kıble duvarına bitişik, demir parmaklıklarla çevrili makberinin, mezar taşı kitabesi aynen şöyledir:
[FONT=Arial,Helvetica]“Nazar kıl çeşm-i ibretle, makâm-ı ilticâdır bu![/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Erenler dergâhı, bâb-ı füyûzât-ı Hüdâ’dır bu![/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Ziyâüddîn-i Ahmed, mevlidi anın Gümüşhâne,[/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Şehir-i şark-u garbın, mürşid-i râh-ı Hudâdır bu!..[/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Muhakkak ehl-i Hakk ölmez, ebed haydır bil ey zâir![/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]#9;Saray-ı kalbini pâk eyle, bâb-ı evliyâdır bu![/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Şu’a-ı dürr-i vahdet, menba’-ı ilm-i ledünnîdir.[/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Mükemmel vâris-i şer’-ı Mahmmed Mustafâ’dır bu.[/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Hilâfet müddetinden, “İrcii” vaktine dek Hakk’a,[/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Tarîk-i Hâlidî’yi neşr eden, Hakk-reh-nümâdır bu.[/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Cilâ-yı ruhdur zikri, mürîdana gıdâdır bu!”[/FONT]
[FONT=Arial,Helvetica]Sene 1311, 7 Zilka’de (13 Mayıs 1893, Pazartesi saat: 10.00)[/FONT]
MEKTÛBU

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretleri Mısır’da ikamet ettikleri sırada halifesi Hasan Hilmi Efendi (k.s.)’nin şahsında bütün müridlerine hitap eden mektubunda şeriat, tarikat, hakikat ve ma’rifetin on makamını, “usûl-i ‘aşere” prensibi içerisinde izah etmektedir.

Tarikattan olan on makam:
  1. Tevbe ve inâbe ile bir şeyh-i kâmilden el almak, teslimiyet ve inkiyad,
  2. Müridlik ve şeyhliğin şartlarını bilip, itirazı terkederek, sohbet ve hizmete devam etmek,
  3. Havf ve reca arasında doğruluk, ihlas ve tevekkül duygusu ile muahedeye riayet etmek, irade ve maksadda müstakim olmak,
  4. Kişiyi bosuna övünmeye sevkeden sü s ve debdebeyi terketmek ve temizliğe dikkat göstermek.
  5. Sıhhat ve tefekkür ile vukûf-ı kalbî, zikr-i dâimî ve rabıtaya devam etmek.
  6. Nefs ve şehveti kırarak, ahlakı güzelleştirmek, çok ibadet ve taatle Allah’a yaklaşmaya çalışmak.
  7. Rahat ve huzur v eren şeylerden uzak bulunarak, seyr-ü sülûk ve uzleti ihtiyar etmek.
  8. Nefs, şeytan, heva ve havatırı yok etmeğe gayret göstermek.
  9. Tevazu, şükür ve kanaata sahip olmak.
  10. Murâkabe, muhâsebe, muâyene, tefekkür ve basîreti elde etmek.
VASİYETLERİ

  • En az on kişi bir araya gelindi mi, akşam ve sabah Hatme-i Hâce icra edilmeli, mümkünse Kur’ân’ın tamamı, üç de biri okunmalı cüz yok ise hatimsiz toplu zikir yapılmalıdır. Daima râbıta ve huzûr me’allah’a riayet ederek, tazarru ve niyazı elden bırakmamalıdı r.
  • Yiyecek ve içecekleri helalinden, huzur, râbıta ve sünnetlerine göre yemeye dikkat etmelidir.
  • Belde ahalisine, ana-babaya, sair dostlara hased ve nizâ edilmemelidir. Çünkü tasavvufun ilk başlangıcı, mahlukâtı incitmekten sakınmaktır.
  • Günlük vird ve zikirleri, aynen yerine getirerek, bilhassa mübarek gün ve geceleri ihyâya gayret etmelidir.
  • Tarikat ehli olan kimse, def’i kabz için evliyâ kabirlerini ziyaret etmeli, üstadının sohbet ve ziyaretine devam etmelidir. Çok zikir ve muhabbet üzere râbıtaya devam etmeli tasavvuf kitaplarını okumalıdır.
  • Uyku ve fetreti uzaklaştırmak için, önce zikir mahallini değiştirmeli, râbıta kurup, üstâdına mektup yazmak suretiyle istiâze ederek, zikirde fütûrun giderilmesine çalışılmalıdır.
  • Musâfaha, cemaat, sabır, şükür ve kanaate devamla, vakitlerin, şehirlerin ve mahlûkatın ihyasına çalışılmalı, ibadetlerde sabr-u sebât gösterilmelidir.
SÖZLERİNDEN

  • Muhabbetin dört çeşidi vardır: Allah’ı sevmek, Allah’ın sevdiklerini sevmek, Allah için sevmek, Allah’la beraber seveb ilmek.
  • Aşk, bütün his, irâde ve düşüncelerden sıyrılarak yalnız Allah’a büyük bir iştiyakla yönelmek, mal, evlad, dünya ve her türlü alakadan koparak, Hâlık’a hasret duymaktır.
  • Günahlardan kurtuluşun en sür’atli yolu, muhabbetullah ve cemalullah’a aşk ve şevk ile bağlanmalıdır. Bu ise çok ibadet etmek, istiğfar etmek, ölümü ve cehennem ateşini çok düşünmek, gecelerini ibadetle ihyâ etmek, mahlukâta şefkat göstermek, hüsn-i zan beslemek, şehvet, kin ve kötü fikirlere karşı sabretmekle elde edilir.
  • Sağa-sola bakmak nasıl kalbin gücünü parçalayıp zayıflatıyorsa, gözleri kapamak da, aksine kuvvet ve ferahlık verir.
  • Kim ki gözünü haramdan sakınır, nefsini şehvetten korur, bâtınını murâkabe ile ma’mûr hale getirir ve helal rızıkla beslenirse, firasetinde yanılmaz. Fakat firaset, bedende nefsin hakimiyeti ile değil, Cenâb-ı Hakk’ın nuru ile bakabilme hassasını kazanmakla elde edilen bir haslettir.
  • Tarikatların muhtelif prensipleri, usulleri vardır. Ama bütün tarikatlarda müşterek olan husus, temel esas hizmettir. İnsan hizmet ettikçe himmete mazhar olur, izzet bulur ve saâdet-i dâreyne erer.
KAYNAKLAR

Hüseyin Vassaf, Sefînetü’l-Evliyâ , c.2, s.185, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar 2306
Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî , Râmûzü’l-Ehâdîs, Müt. Abdülaziz Bekkîne, c.1, s.7-8, ts.
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ , Haz. M.Z.K., İstanbul 1983
Gündüz, İrfan , Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi , İstanbul 1984
Kara, İsmail, ‘Gümüşhanevî Halifelerinden Şeyh Osman Niyazi Efendi’ , Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri Ansiklopedisi, s.315-325, İstanbul 1993
Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri Ansiklopedisi, Vefa Yayıncılık, s.297-302, İstanbul 1993
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Sempozyum Bildirileri , Haz. Necdet Yılmaz, İstanbul 1992

AHMED GUMUSHANEVI
 
Muhammed Zahid Kotku[ksa]hayatı

MEHMED ZÂHİD KOTKU (Rh.A.)

Rahmetullàhi Aleyh'in adı Mehmed Zâhid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş.

Soyadının "mütevâzi" mânâsına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi.

Tevellüdü 1315 hicrî kamerî (rûmî 1313, milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde vâki olmuştur.

Ailesi

Baba ve annesi Kafkasya'dan 1297'de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya'da Şirvan'a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.

Babası İbrahim Efendi Bursa'ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi'nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hazret-i Peygamber SAS sülâlesinden bir Seyyid'dir. 1929'larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.

Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı'na gömülmüştür.

Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şâkir (1308 - 1335) subaylık yapmış, Kudüs'te Çanakkale'de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme'ye defn olunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir.

Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım'la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım'ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)'dir.

Tahsili, Askerliği

Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi'nde okudu, Maksem'deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.

10 Temmuz 1335'de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.

Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri

İstanbul'da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi'yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii'nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi'ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.

Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delâilü'l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa'ya dönmüş, evlenmiş, 1929'da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.

1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a nakl olarak Fatih'te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi'nde vazife gördü.

1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.

Vefatı

Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubat'ında dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.

Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.

Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.

Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye'nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi'nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu'nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa'dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.

Vefatı İslâm Alemi'nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan'da, Kâbe'de, Kuveyt'te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı.

Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Meselâ bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:

Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma!
Bana ağlama,
"Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme!
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme!
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salında da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf'un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy'un, Mekânsızlık aleminin boşluğundadır.

Ahlâk ve Şemâili

Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.

Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.

Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.

Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.

Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

Çok açık eli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.

Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...

Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

Halil Necâtioğlu
Gucdüvânî • Konuyu görüntüle - 39. MEHMED ZÂHİD KOTKU (Rh.A.)
 
M. ZÂHİD KOTKU (RH.A) HOCAMIZ’INHALLERİ[Es'ad Coşan Hocaefendi

M. Zâhid kotku (rh.a) hocamız’ın halleri - 06.02.2009, 22:50

--------------------------------------------------------------------------------

M. ZÂHİD KOTKU (RH.A)

HOCAMIZ’INHALLERİ

Prof. Dr. M. Esad Coşan (Rh.A)
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, ve hàtemin-nebiyyîn... Tâci ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ ve kurreti uyûninâ muhammedinil-mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmil-cezâ... Emmâ ba'd:
Çok aziz, çok muhterem, çok sevgili kardeşlerim! Allah'a sonsuz hamd ü senâlar olsun... Bizi sonsuz nimetlerine mazhar eyledi. Her şeyimiz onun lütfundandır. Habîb-i Edîbi, Efendimiz serverimiz Peygamber SAS Hazretleri’ne sonsuz tahiyyat ve ihtiramlarımızı, salât ü selâmlarımızı arz ederiz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi rahmetine erdirdiği kullarından eylesin... Muhammed-i Mustafâsının öğrettiği yoldan, onun mübarek cadde-i kübrâsından, sünnet-i seniyyesinden, bir göz yumup açıncaya kadar bizi ayrı düşürmesin... Yolunda dâim, zikrinde kàim eylesin... Ömrümüzü rızasına uygun geçirip, huzur-u izzetine sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı cümlemize nasîb ü müyesser eylesin...

a. Hocamız’ı Anma Haftası

Hocamız cennet mekân, kutbü’l-àşıkîn ve gavsü’l-vâsılîn, es-seyyid, eş-şeyh, el-hàfız Muhammed Zâhid ibn-i İbrâhim el-Burusevî Hazretleri, 14 yıl önce Kasım'ın 13'üne rastlayan böyle bir perşembe günü dünyasını değiştirmiş, dâr-ı bakàya irtihal eylemişti. Aradan geçen yıllarda aziz Hocamız'ı, başımızın tâcı, gözümüzün nuru Şeyhimiz’i, her sene bazı merasimler yaparak, hatimler okuyarak, büyük ilmî toplantılar yaparak; sempozyum dedikleri birçok alimin katıldığı, konuşmalar yaptığı toplantılarla, çeşitli sevaplı faaliyetlerle, ruhu şad olsun diye anmaktaydık.
Tabii ona olan bağlılığımızı, müridliğimizi, sevgimizi, saygımızı ne yapsak tam ifade edemeyiz. Onun için ne yapsak, bizim için kâfî olmaz, onun şânına kâfî gelmez.
Bu sene de bir hafta, Anadolu’nun muhtelif büyük şehirlerinde Hocamız için anma toplantıları tertipleyelim diye planladık. İlân ettik sizlere...

Geçtiğimiz pazartesi günü Bursa’dan başladık. Çünkü Hocamız cennetmekân Bursalı ve vazifesinin bir kısmını Bursa’da ifa etmiş. Bu İstanbul’daki camilere naklen gelmesinden önce de en son, büyük mürşid Üftâde Muhyiddin Muhammed Burusevî Hazretleri’nin mübarek camisinde vazife görmüş.
O Üftâde Hazretleri, zamanının kutbu; nasıl Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’ni, “Evlâdım, bundan sonra seni İstanbul’a vazifelendiriyorum, haydi bakalım oraya git! İnşaallah padişahlar özengini tutar, bindiğin atın yularını çeker, önünde yaya yürür; böyle izzete mazhar olursun...” diyerek gönderdiği gibi, aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, sanki yine Üftâde Hazretleri, bu sefer Muhammed Zâhid Hocamız’ı öyle bir mânâda, öyle bir şekilde göndermiş gibi, Hocamız Bursa’dan, Üftâde Camii’nden gelmişti.
Sanki Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’nin padişahlar gelip elini öptüğü, kendisine mürid olduğu gibi, atının üzengisini tutup binmesine yardım ettiği gibi, önünde seyis gibi tevâzu ile yaya yürüyüp atının yularını çektiği gibi; Hocamız cennet mekân da buraya geldikten sonra, devlet başkanları onun müridi olmuştur, başbakan yardımcıları müridi olmuştur, bakanlar müridi olmuştur. Parti başkanlarının hemen hepsi buraya gelmiş, elini öpmüş, duasını taleb etmiştir. Mühim meselelerde kendisine danışmıştır. Mesele sorup, rızasını alıp öyle yapmağa gayret etmişlerdir.

Öyle bir büyük makama nâil olan Hocamız’ın ilk vazifesi Bursa’da olduğu için, biz de ilk anma gününü Bursa’da tertiplemiştik. El-hamdü lillâh Üftâde Camii’nde çok feyizli oldu. Üftâde Camii de her ne kadar böyle küçük bir cami ise de, çok feyizli, tatlı, zevkli, şevkli oldu.
Oradan İzmir şehrinde, İzmir’in en büyük camisi olan Hisar Camii’nde anma toplantısı oldu. Cami doldu, hatıralar yad edildi. Oradan Konya’ya geçildi. Konya’da çok büyük bir salon, büyük bir izdihamla hınca hınç doldu. Orada yad edildi Hocamız... Sonra Kayseri’de yad edildi.
Sonra Ankara’da, Kocatepe Camii’ndeydik cuma günü. Orada çok tatlı, feyizli, merasimler, konuşmalar oldu. Dün Eskişehir’de, bugün de yine devam edecek iki günlük bir programın bir bölümü olarak, biz de akşam Eskişehir’in bir camiinde konuşmalar yaptık.

Nihayet Hocamız’ı anma haftamızın son günü olan, yâni merasimlerin son günü... Hatırımızdan çıkması mümkün değil de... Hani, “Hiç hatırımdan çıkmıyor ki!” dediği gibi. Çok sevilen şeyin hiç hatırdan çıkmadığı gibi. Hatıralarının merasimle başkalarına da duyurulduğu haftanın son günü ve 13 Kasım... Hocamız’ın vefatı zamanına tesadüf eden bu günde, son vazife yeri olan bu camii şerifte böylece, çok kalabalık bir muhib, mürid ve aşık-ı sâdık vefalı dervişler zümresi halinde toplanmış bulunuyorsunuz.
Biliyorum ki, dışarıda trafik alt üst oldu, sokaklar tıkandı. Çünkü bir araba ile gelirken, 20 dakika önce geldik karşı yakadan; bazı sokaklardan geçemedik, zar zor yetiştik buraya... Şimdi daha da dolmuştur, aradan geçen o onbeş-yirmi dakika içinde... Ve bu cami, Hocamız’ın zamanından sekiz misli kadar büyütüldüğü halde, görüyorsunuz her taraf onu seven insanlarla dopdoludur ve oturulacak yer kalmamıştır.
Bu tabii, fâil-i mutlak, fâil-i hakîkî Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir, şekkimiz, şüphemiz yok.


يفعل الله ما يشاء، ويحكم ما يريد.

(Yef’alu’llàhu mâ yeşâ’, ve yahkümü mâ yürîd) [Allah dilediğini yapar ve dilediği hükmü verir.]


لا فاعل إلا هو.

(Lâ fâile illâ hû) dervişlerin ilk dersidir. Her şeyin müsebbibü’l-esbâbı Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir. Her şeyi olduran odur. Aradan 14 yıl geçtiği halde, bu teveccühü ihsan eden de odur. Hamd ü senâlar olsun...
Bu Hocamız’ın ulüvv-ü şânına bir nişânedir. Hocamız’ın büyüklüğüne, makamının, mertebesinin büyüklüğüne evliyâullah büyük zatların şehadetleri vardır, sahih rüyaları vardır. Zamanının kutbu olduğuna dair, rüyalarda işaretler vardır. El-hamdü lillâh, o işaretleri tabii görenler bilir de, dışarıdan da, meseleyi dıştan takib edenler de, böyle bir muazzam sevgi izdihamını görünce, oradan da anlaşılıyor.

Her gittiğimiz yerde, Hocamız için okunmuş olan hatm-i şeriflerin dualarını yaptık. Yetmişbin kelime-i tevhid, bir tevhid hatmi olur. Binlerce Kur’an-ı Kerim hatmi, milyonlarca kelime-i tevhid, yüzbinlerce salevât-ı şerife, binlerce süver-i Kur’aniyye ile, her gittiğimiz yerde Hocamız’ın ruhuna gönderdi kardeşlerimiz bu hediyye-i Kur’âniyyelerini... Ve her gittiğimiz yerde de cami dolusu insanlar ders aldılar, tekkemize intisab eylediler. Muazzam bir bereket ile, muhteşem bir şekilde el-hamdü lillâh devam ediyor. El-hamdü lillâh, el-hamdü lillâh, el-hamdü lillâh... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh...

Muhterem kardeşlerim! Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:


عند كل خــتمةٍ دعـوةٌ مـستجـابـةٌ (كر. عن انس)

RE. 320/6 (İnde külli hatmetin da’vetün müstecâbeh) “Allah’ın kelâmı Kur’an-ı Kerim bir kere bir hatmedildi mi, o hatim edilip de sonuna gelindi mi, işte o zaman dualar makbul olur.” Neden?.. Okunan Kur’an-ı Kerim olduğu için, Allah’ın kelâmı olduğu için...
Onu okuyan kimseye Allah-u Teàlâ Hazretleri, o Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesinin bereketi olarak, o anda yapacağı duaları müstecâb kılacağını Peygamber Efendimiz bildiriyor. Yâni, hatimin sonunda yapılan dualar müstecâb oluyor.
E şimdi kâğıtları sıraya diziyorum, bu binlerce hatimler, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca zikirler; yâni bir hatmin bile sonunda yapılan dualar makbul iken, arkasından bu kadar hatimler okunup... Herkesin hayretini çekecek kadar.

Ankara’da Rıza Çöllü Hoca, kendisi Sami Efendi dergâhına mensub bir muhterem hocaefendi, Hacı Bayram’da Hocamız’ın ruhuna okunan hatimlerin miktarının büyüklüğünü görünce, hayretler içinde kalmıştı vefatı senesinde... Yine aynı hayretlere sezâdır durum, aynen devam etmektedir.
Bu Hocamız’ın bereketidir, Allah’ın Hocamız’a ikramıdır. Kardeşlerimizin hediyesidir ama, Allah’ın ikramıdır. Çünkü onlara o sevgiyi veren de Allah’tır, bunu okutan da Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir. Allah hepinizden razı olsun...

b. Allah İnsanın Gönlüne Bakar

Şimdi caminin içi böyle arif insanlarla doluyken, bilene bildiği şeyi söylemeğe lüzum yok ama, konuşmalarımız banta da alındığı için, bir şeyi söylemek gerekiyor. Çünkü konuşma başka yerlerde de dinlenecek, başka insanlar da dinleyecekler.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Hocamız cennet mekân, kaddesa’llàhu sırrahu’l-azîz, kendisi şeyh olduğu halde, mürşid-i kâmil olduğu halde, buyurmuş ki:
“—Şeyhlik de boş, müridlik de boş, zenginlik de boş, mevkî makam da boş... İşin aslı, asıl dikkat edilecek şey, Allah’ın sevgili kulu olmaktır. Mühim olan odur. Hayatta asıl gàye, Allah’ın sevgili kulu olmaktır.”
Eğer bir insan bir makama çıkmışsa, bir makamın, rütbenin işaretini üstüne takınmışsa, üniformasını giymişse, giysin... Ama Allah’ın sevgisini kazanamamışsa, bu dışına üniforma giymenin faydası yoktur; üniforma ister devlet başkanlığı üniforması olsun, ister askerî mareşallik rütbesi olsun, ister tasavvufî bir rütbeyi gösteren cübbe, sarık olsun...

Hocamız’ın sevdiği bir beyit vardı, tasavvufî beyit:

Dervişlik olaydı tac ile hırka,
Alırdık biz dahi otuza, kırka...

Çarşıdan pazardan alınan bir şey değil dervişlik... İstediğin kadar büyük bir sarık temin edebilirsin çarşıdan. Parasını verirsin, yakışıklısını, güzelini, pahalısını alırsın, ihtişamlı da olur, sadrazam kavuğu gibi olur. Padişah kavuğu gibi de olabilir.
Çok güzel bir cübbe alabilirsin, üzerine sırma bir şey takabilirsin... Gösterişli olur, Arap diyarından gelen sırmalı abâyeler filân gibi olabilir. Mühim olan post değil, postun içi... Mühim olan, içindeki insanın Allah’ın sevdiği kul olması... Gerisi boştur.
Yâni, isterse bir kimse çıksın ortaya, şeyhim desin... Allah’ın sevgili kulu olamamışsı, kıymeti yok...

Onun için şu mihrabda, Hocamız cennet mekânın bir sözünü kulaklarımla duydum, hatırlıyorum. Diyor ki:
“—Şeyhlik yapmak mecnunluktur, deliliktir, divâneliktir; ancak vazifeli olmak müstesnâ... Vazifeli ise, salâhiyetli ise, hakîkî ise; tamam... Ama hakîkî değilse, delilik, divâneliktir.”
Öyle şey olur mu?.. Dış şeklin kıymeti yok!


ان الله لاينظر الى صوركم واموالكم، ولكن
انما ينظـر الى قـلوبكم واعمالكم (حم. م.
ه. عن ابى هريرة)

RE. 92/3 (İnna’llàhe lâ yenzuru ilâ suveriküm ve emvâliküm, ve lâkin innemâ yenzuru ilâ kulûbiküm ve a’mâliküm.) “Allah-u Teàlâ Hazretleri insanların sûretlerine bakmıyor, zâhirlerine bakmıyor, mallarına, mevkilerine, makamlarına bakmıyor. Ancak gönüllerine bakıyor ve yaptıkları amellere bakıyor. Hangi niyetle ne amelleri yaptığına bakıyor.”
(Yenzuru ilâ kulûbiküm) Gönüllere bakıyor. Kalb gönül demek. Yâni, şu tık tık atan kalb herkeste var; kâfirde de var, münafıkta da var, cahilde de var, gàfilde de var... Ama mü’minin gönlü, imanla nurlanmış olan gönül kıymetli.
Hocamız, Allah’ın bize verdiği çeşitli nimetleri sayarken, en çok:
“—Allah sana gönül gibi bir nimet vermiş, kardeşim! Sana bir gönül nimeti vermiş Allah... Niye bu gönlü nurlandırmıyorsun, çalıştırmıyorsun?.. Niye gönül gözünü açmıyorsun, niye kalbini sâfîleştirmiyorsun, niye Allah’ın sevgili kulu olmağa çalışmıyorsun?.. Yâni, bu imkân sana verilmişken, niye böyle olmağa çalışmıyorsun?” diye söylerdi.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Biliyorsunuz ve görüyorsunuz, hayat kimseye kalmıyor. Ne padişahlara kalıyor, ne reisicumhurlara kalıyor, ne evliyâullaha kalıyor, ne enbiyâullaha kalıyor... Her şey boş! Hocamız da böyle söylemiş: Her şey boştur. Bütün iş, Allah’ın sevgili kulu olmakta...
İnsan Allah’ın sevgili kulu oldu mu, o zaman işler değişiyor. İnsan Allah’ın sevgili olunca, Allah hadis-i kudsîde:



لا يزال عبدي المؤمن يتقرب إلي من نوافل، حتى أكون سمعه
الذي يسمع بـه، وبصره الذي يبصربـه، ويده الـتي يبطـش بها،
ورجله التي يمشي بها (خ. عن أبي هريرة)

[Buhàrî, Sahîh, c.5, s.2384, Rikàk, 84/38, no:6137; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.2, s.58, Birr ve İhsân, no:;347; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.8, s.206,no:7833; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.12, s.520, no:7087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.3, s.346, no:6188, Ebû Hüreyre RA’dan.]
(Lâ yezâlü abdiye’l-mü’minü yetekarrabü ileyye min nevâfil) “Benim mü’min kulum bana tatavvu ibadetleri, nafile ibadetleri, mecbûrî olmayan ama yaparsa sevap kazanacağı güzel ibadetleri, aşk ile şevk ile, kat kat, fazla fazla yaparak bana yakınlaşır.” Yâni kurbiyyet peydâ eder, Allah’a yakın kul olur, eren kul olur.
(Hattâ ekûne semeahü’llezî yesmeu bihî) “Nihâyet öyle bir hale gelir ki, ben onun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, idrak ettiği gönlü olurum, tuttuğu eli olurum, yürüyen ayağı olurum.” Yâni, Allah’ın lütfuna mazhar olan bir kimse, artık insanların yapamayacağı işleri yapacak hale gelir. Buna kerâmet diyoruz, evliyâullahın kerameti diyoruz. O zaman, uzaktaki şeyi görür, duyulmayacak şeyi duyar, gidilmeyecek yere kısa zamanda varır, tayy-ı mekânla, tayy-ı zamanla... Karşısındakinin gönlünden geçeni, Allah’ın bildirmesiyle bilir. Bunlar ayet-i kerimelerle sabit.

“Onun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, söyleyen dili olurum, tutan eli olurum, yürüyen ayağı olurum... O kulum benimle görür, o kulum benimle işitir, o kulum benimle söyler, o kulum benimle elini uzatıp işini yapar... O kulum benimle varacağı yere varır.”
Tabii, bu hadis-i kudsî üzerinde insanlar ne kadar düşünse, yeridir. Allah’la gören bir kula gizli kalır mı?.. Allah her şeyi bilmiyor mu?..


والله بما تعملون بصيرٌ (اۤل عمران:١٥٦)

(Va’llàhu bimâ ta’melûne basîr.) [Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür.] (Âl-i İmran: 156) Allah her şeyi görmüyor mu, her yerde hàzır ve nâzır değil mi, her şeyi bilmiyor mu?.. O zaman Allah’la gören kul, her şeyi bilir. Allah’ın bildirmesiyle bilir. Hocamız’da bunu görürdük. Misallerini anlatacağım.
Allah’la duyan bir kul, başka kulların duymadığı şeyi duyar. Dilinde Allah’la konuşan, söyleyen kul, ârifâne söz söyler, insanların gönüllerine hitab eder. İnsanların gönüllerindeki sorularına, sormadan cevap verir. Allah’la varacağı yere varan kul için, mesafe bahis konusu olmaz. Tayy-i zaman olur, tayy-i mekân olur. Mekân ve zamanın önemi kalmaz, bir yerden bir yere tarfetü’l-aynda gider. Yâni Allah’la olunca bir kul, çok muazzam ikramlara nâil olur, çok değişik hallere nâil olur.
Bu hadis-i kudsîdir, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuştur. Ve Hocamız cennet mekânın üzerinde bu hallerin, bu hadis-i şerifte bildirilen şeylerin hepsi zâhirdi.

c. Hocamızın Tasarrufu ve Kerametleri

Birkaç misal söyleyeyim. İhvânımızdan meşhur bir zat-ı muhterem Amerika’da uçağa binmiş, uçak fırtınaya tutulmuş havada, düşecek hale gelmiş. Çok sarsıntı olmuş. Öyle bir sarsıntı ki, uçak parçalanacak, dağılacak, nerdeyse düşecek gibi olmuş. Herkes ölüm telâşına, ölüm korkusuna düşmüşler. Bizim bu kardeşimiz de —kendisi anlattı bana, başkalarına da anlattı sonra— Hocamız’a rabıta yapmış. Yâni gözünü kapatmış, evliyâ diye, hocam diye Hocamız’ı düşünmüş. El-hamdü lillâh uçak sakinleşmiş ve varacakları yere düşmeden varmışlar.
Sonra buraya geldiği zaman, Hocamız mütebessim, “Uçak seni bayağı telaşlandırdı, epeyce korkuttu değil mi?” diye o söylemeden söylemiş. Amerikadaki şeyi insan İstanbul’dan, normal olarak görür mü?.. Görmez. Amma, Allah gösterince görür. İşte o hadis-i kudsîde benimle görür dediği, böyle oluyor.

Sami Efendi’nin ihvânından bir zat kendisi anlattı. Fatih Camii’nde ikindi namazını kılmış. Cenaze de varmış, “Allahu ekber!” demiş, cenaze namazını da kılmış ama, yanlışlık yapmış cenaze namazında... Ondan sonra, “Hadi ne yapayım pazar günü, İskenderpaşa’da hadis dersi var!” diye buraya gelmiş.
Hocamız’ın hali öyleydi. Yâni başka şeyhlere mensub insanlar da çok teveccüh eder, gelirlerdi. Evlerinde misafir ederlerdi, baş tâcı ederlerdi. Hocamız’ın böyle, dikkatle takip edilecek bir hali vardı.
Buraya gelmiş oturmuş. Hocamız şu karşıda, minderde dersi anlatırdı. Dersten zevk almamış. Muhterem kardeşlerim! Feyiz olduğu zaman, insan her şeyin tadını duyar. Hasta olduğu zaman, ağız hiç bir güzel yemeğin tadını almaz. Hastaya yemek yediremezsin, “Canım istemiyor!” der. Neden?.. Hasta... Ama sıhhatli olduğu zaman, tadını duyar.
Şimdi bu hadis-i şeriflerin tadına doyum olmaz. Neden?.. Rasûlüllah SAS Efendimiz’in kelâmıdır. Hadis-i şeriflerin içinde kimisi namaza ait hadis gelir, kimisi taharete ait hadis gelir. Kimisi abdeste ait, kimisi gıybete ait, kimisi zekâta ait... Çeşitli hadis-i şerifler gelir. Hepsi böyle heyecanlı bir hikâye gibi olmaz ki... Hadis-i şeriftir bu, “Efendimiz böyle buyurmuş.” diye dinimizi öğreneceğiz.

Diyor ki, “Hoşlanmadım dersten... Hadisler bana tatsız geldi, Hocamız’ın anlatması tatsız geldi.” diyor. Kendi anlatıyor bana, ismi yanımda, bildiğim bir isim. Hocamız dersi kesmiş:
“—Allah Allah, bu zamâne insanları ne acaibdir! Cenaze namazını doğru düzgün kılmaz, hata eder. Burada kendisine vaaz beğendiremezsin!” demiş.
Yâni, bir taraftan burada hadis dersi okuyor, bir taraftan da cemaatin gönlünden geçenlerle alâkası var. Bu beşerî bir takatle yapılmaz muhterem kardeşlerim, Allah yardım ederse, yapılır. Allah’ın sevgili kullarına has bir özelliktir bu.

Rüyalara Hocamız’ın muazzam bir tasarrufu vadı. Ne demek rüyalara tasarruf?.. Birisinin rüyasını bilirdi, birisinin rüyasına girerdi. Birisine istediği rüyayı gösterme kabiliyeti olduğu anlaşılıyor olaylardan...
Misâl: Sâime Hanım vardı. Allah rahmet eylesin, vefat etti. Öğretmen Sâime Hanım derlerdi. Kendisi dul bir öğretmen hanım olduğu için hacca gidememiş. Aşık da... Hocamız’a demiş ki:
“—Efendim, mahremsiz hacca gidilmiyor. Ben de hacca gidemedim, çok da canım istiyor, aşıkım, oraları görmek istiyorum!” filân demiş.
Hocamız:
“—Ben seni götüreyim hacca...” demiş.
Sâime Hanım kendisi anlattı bana, rahmetli. “Ben de sandım ki; hac mevsimi gelecek, Hocamız bana da bilet alacak, beraber uçağa bineceğiz, hacca beraber gideceğiz sandım.” diyor. Evi şuracıkta idi, ön sokakta. Eve gitmiş. Hani gece erken kalkanlar, sabahla öğle arasında uyumak ihtiyacı duyar. Çünkü ötekiler gibi değil ki, geceden uyanık, zikretti, tesbih çekti, dervişlik yaptı. Öğleye doğru evinde uyumuş.
Uyuduğu zaman rüyasında Hocamız yanına gelmiş. Önüne düşerek Mekke-i Mükerreme’ye gitmişler, Kâbe-i Müşerrefe’yi tavaf etmişler. Safâ ile Merve arasında sa’y eylemişler. Arafat’a çıkmışlar. Cemreleri taşlamışlar... Rüyada aynen böyle görmüş. İki saat önce, “Ben sana haccettireyim!” dedi. İki saat sonra Sâime Hanım’a böyle rüya göstertiyor.

Celâleddin Ökten Hocaefendi, kendisi büyük akàid alimi, ilm-i kelâm alimi... Yüksek İslâm Enstitüsü’nde, imam-hatip okulunda bu dersleri veren alim, fâzıl kimse... Şikâyet etmiş Hocamız’a, demiş ki...
Hac yasak o zaman. Devlet pasaport vermiyor, hacca vize vermiyor ve pasaportlara damga vuruyor. “Bu pasaport dışarıda her memlekette geçer ama, hac mevsiminde Suudi Arabistan için geçerli değildir.” diye damga vuruyor pasaportlara. Kimseye de öyle pasaport vermiyor. Elli sene önce, kırk sene önce, eski hadise...
Mürid, Hocamız’dan yaşlı, Hocamız’a intisab etmiş. Büyük alim, yâni zâhir gözüyle bakılsa, Hocamız’dan daha yüksek tahsilli, daha büyük alim... Ama Hocamız’a intisab etmiş, aziz ve muhterem kardeşlerim! Neden?.. Ma’rifet ilmi ilimlerin en üstünüdür de ondan... Öteki ilimler, onlar kitapların, satırların ilimleri; ma’rifetullah gönüllerin, sadırların ilmi olduğundan o en yüksek olduğundan, o Hocamız’a intisab ediyor.

Gelmiş:
“—Efendim, pasaport için müracaat ettim. Nüfuzlu talebelerim var, sevdiğim tanıdıklar var. Onlar da bana hürmet ederler. Yardımcı olmaya söz verdiler ama, altı ay geçti, hâlâ pasaportum Ankara’dan gelmedi.” diye şikâyet etmiş, durumu arzetmiş Hocamız’a...
Hocamız da ön tarafta otururdu şurada:
“—Yakında alırsın inşaallah!..” demiş.
Celâl Hoca orada Hocamız’ın önünde otururken, bir uyku bastırmış kendisini, uyumuş. İhtiyar zâten, böyle zor yürürdü. Bastonu vardı, adımları dikkatli atardı. Yetmiş küsür yaşında insandı.
Uyumuş, rüyasında kendisini Ankara’da pasaport dairesinde görmüş. Memur pasaportu çıkartmış:
“—Hocam, buyurun, pasaportunuz hazır!” demiş, vermiş rüyada.

O pasaportu rüyada aldıktan sonra uyanmış, bir de utanmış: “Böyle bir mübarek zâtın huzuru uyunacak yer mi? Şu ihtiyarlığın haline bak! Şimdi ben burada uyudum kaldım, ayıp oldu.” diye kızarmış biraz, üzülmüş, utanmış. Hocamız’a böyle utanarak bakmış. Uyukladı ya Hocamız’ın önünde, ne kadar uyukladı?.. O rüyaları filân gördüğüne göre beş dakika mı uyukladı, horladı mı, ne oldu?.. Utanıyor yâni kendisi rüya gördüğüne...
Hocamız mütebessim, yüzüne böyle bakarak:
“—Nasıl, pasaportu aldın mı?” demiş.
Hakîkaten de, birkaç gün sonra pasaport Ankara’dan gelmiş.

Muhterem kardeşlerim! Şimdi sağ olan, bu olayı bilen birkaç kişi, Hocamız’ı ziyarete gelmişler. O sırada Celâleddin Hoca oradaymış. Celâleddin Hoca’yı onlar arabalarına alıp, evine götürdükleri zaman, bunlara demiş ki:
“—Hocanızın kıymetini bilin! Hocanız’ın rüyalara bile tasarrufu var, hakimiyeti var. Hocanız’ın kadr ü kıymetini bilin! Ben bu Hocaefendi’ye yetişmeseydim, tanışmasaydım, intisab etmeseydim. Kendim sağlam bir iman ile göçeceğimden şüphe ederdim. Hocanızın kıymetini bilin, çok büyük zât...” demiş, Celâleddin Hoca.

Postacı bir zarf getirmiş, davetiye, Hocamız’a vermiş. O postacı da, dışarıda demin boynuma sarıldı, “Ben o postacıyım, emekli oldum.” dedi. O mu getirdi, ondan önceki memur mu, bilmiyorum artık, Allah selâmet versin... Onun da Hocamız’ın kerametleriyle ilgili hatıraları var ya, neyse...
Postacı zarfları vermiş. Hocamız bakmış, Yüksek İslâm Enstitüsü’nün Üsküdar Bağlarbaşı’nda temel atma töreni... Hocamız’ı da çağırıyorlar. İstanbul’un din alimlerinden, büyüklerinden birisi olduğu için çağırmışlar.
Hocamız demiş ki, önündeki şahsa:
“—Ben gidemem, al sen bu zarfı, sen git benim namıma vekâleten... Bir de orada bir konuşma yaparsın!” demiş.
“—Aman efendim, ben sizi nasıl temsil ederim? Hem de orada İstanbul’un müftüleri, diyanet işleri başkanları, yüksek rütbeli kimseler, herkes gelecek oraya... Ben onların karşısında nasıl konuşabilirim, ne söylerim?” deyince;
“—Hani Celâl Hoca hani, siz onu evine bıraktığınız zaman ne söylemişti size, onu söylersin!” demiş.

Halbuki kimseye söylenmiş değil, o Celâl Hoca’nın sözü. İki kişi biliyor. Bu şahıs hemen Hocamız’ın yanından çıkmış, öteki şahsın yanına gitmiş. Demiş ki:
“—Hani Celâl Hoca bir şey anlatmıştı: ‘Bu Hocanızın kıymetini bilin, rüyalara dahi tasarrufu var. Mânevî makamı çok yüksek...’ demişti. Bunu sen kimseye söyledin mi?..”
“—Hayır, ben unuttum, kimseye söylemedim.” demiş.
“—Ben de söylemedim, sen de söylemedin; Hocamız nereden bildi, Celâl Hoca’nın bize söylediği sözü?..”
Haa, Allah bildirirse bilir. Allah’ın sevgili kulu olunca böyle olur işler...

Aziz ve muhterem kardeşlerim, bunlar şahitli sözler. Biz de şüphe etmesini biliyoruz, biz de ilmî gerçekleri araştırmasını biliyoruz. Bir insan bir söz söylediği zaman, yalancı mı, doğrucu mu diye, biz de teraziye koyup ölçüp biçiyoruz.
Bir adamın birisi demiş ki:
“—Bütün şeyhlere mevkii, makamı ben veriyorum!..”
Hadi oradan yalancı, sahtekâr!.. Hiç aslı esası yok... Yalana yalan ama, bunlar şahitli isbatlı sözler.

Pekiyi, Hocamız niye Yüksek İslâm Enstitüsü'nün temel atma töreninde o sözü söylemesini istedi o şahsın?.. "Celâl Hoca'nın sözünü söylersin!" diye niye dedi?.. Bir de o tarafı var işin, onu düşünmek lâzım!
Hocamız demek istiyor ki, aziz ve muhterem kardeşlerim:
"—İnsan kuru kuruya ilm-i zâhiri öğrenirse iş tamam olmaz!" demek istiyor.
İlm-i zâhiri kuru kuruya öğrense, diplomaları alsa, duvara assa, iş bitmez. Mühim olan Allah'ın sevgili kulu olmak, takvâ ehli kul olmak, Allah'ın sevdiği kul haline gelmek... Onu anlatmak istiyor ve orada en çok söylenecek söz de o zaten...
Yüksek İslâm Enstitüsü'nü kuranlara ve orada okuyanlara ve oradan çıkanlara söylenecek en büyük nasihat ne?..
"—İlm-i zâhirle iş bitmez, kalbini nurlandırmağa bak, Allah'ın sevgili kulu olmağa bak!" demekten başka söz söylenir mi?.. “Sen biraz din ilimlerini öğrenecek, öğrenmiş insansın, gàfil olma da Allah'ın sevgili kulu olmayı başar!” demekten başka nasihat mı olur?..
M. ZÂHİD KOTKU (RH.A) HOCAMIZ’INHALLERİ[Es'ad Coşan Hocaefendi
 
PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN RH.A hayatı

PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN RH.A

(14 Nisan 1938 - 4 Şubat 2001)
14 Nisan 1938 yılında, Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Halil Necâti Efendi, annesi Şâdiye Hanım'dır. Anne ve baba tarafından soyu, Buhàra'dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır.

Küçük yaşta iken ailesi İstanbul'a taşındı. 1950'de İstanbul Vezneciler İlkokulu'nu, 1956'da Vefa Lisesi'ni bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Bölümü'ne girdi. Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ile Türk-İslâm Sanatı sertifikalarını alarak, 1960 yılında Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu.

Aynı yıl, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde açılan asistanlık imtihanını kazanarak, Klasik-Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü'ne asistan olarak girdi. Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yaptı. 1965 yılında, XV. Yüzyıl şairlerinden olan Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri konusunda doktora tezi vererek ilâhiyat doktoru ünvanını aldı. 1967-1968 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu'nda Türkçe ve Hümaniter Bilgiler derslerini verdi.

Askerlik görevine Tuzla Piyade Okulunda başladı (15 Ekim 1971). Ağrı Patnos'ta yedeksubay olarak tamamladı (31 Aralık 1972).

1973 yılında, Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât adlı doçentlik tezi ile doçent ünvanını aldı ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü'ne öğretim üyesi olarak tayin edildi. 1977-1980 yıllarında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Yurtdışında çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyeliklerinde bulundu.

1982 yılında, "İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye" isimli takdim teziyle ilâhiyat profesörü oldu. Sosyal ve kültürel faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek düşüncesiyle, 1987 yılında emekliliğini isteyerek üniversiteden ayrıldı.

İlk dînî eğitimini ailesinde gördü. Dedesi İstanbul'da medreselerde ilim tahsil etmiş ve Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Hazretleri'ne intisab etmiş bir kimseydi. Çanakkale Savaşı'nda şehid olmuştur.

Babası Halil Necâti Efendi, küçük yaşta köyünde hafızlığını tamamladı. Gençliğinde Gümüşhaneli dergâhına mensub Çırpılarlı Hacı Ali Efendi'nin medresesine devam etti. İlk tasavvuf dersini de ondan aldı. Medreseler kapandıktan sonra tekrar köyüne döndü. Şadiye Hanım'la evlendi (1928). Şâdiye Hanım da aynı sülâleden zikir ehli, bilgili bir hanımdı. Bu evlilikten beşi erkek, ikisi kız, yedi çocukları oldu. Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, ailenin dördüncü çocuğudur.

* * *

Halil Necâti Efendi, çocuklarını okutmak amacıyla 1942 yılında İstanbul'a taşındı. Bir süre ticaretle meşgul oldu. O sırada, Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii'nde Serezli Hasîb Efendi'nin sohbetlerine devam etti. Onun vefatından sonra, Kazanlı Abdül'aziz Efendi'ye intisab etti. Onun Ümmügülsüm Camii'ndeki sohbetlerine katıldı. Abdül'aziz Efendi'nin tavsiyesi ile girdiği müezzinlik imtihanını kazanarak, Fatih Müftülüğü'nde göreve başladı. Abdül'aziz Efendi'nin vefatından sonra (1952), irşad görevini sürdüren Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin sohbetlerine devam etti. Onun yakın dostlarından oldu.

Bu münasebetle, Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, küçük yaşta hocaefendilerin meclislerinde bulundu, onların maddî ve manevî ilgilerine mazhar oldu.

* * *

Edebiyat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, 1960 yazında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin kızı Muhterem Hanım'la evlendi. Aynı yılın sonbaharında, Ankara İlâhiyat Fakültesi'ndeki asistanlık görevi dolayısıyla Ankara'ya taşındılar.

İlâhiyat Fakültesi'ndeki öğretim üyeliği yıllarında, Hocaefendi'nin kapısı herkese açıktı. Öğrencilerin çok sevdiği ve saygı gösterdiği bir kimseydi. Talebe gelir, kapıyı çalar, derdini anlatır, cevabını alır, müsterih bir çehre ile ayrılırdı. Olaylı ve kavgalı zamanlarda öğrencilerin arasına girer, onları akl-ı selime davet eder, kavgaları önlemeye çalışırdı.
1960'lı yıllarda fakültede resmî ders olarak Kur'an-ı Kerim dersi yoktu. Öğrenciler kendi gayretleriyle, Arapçadan, Farsçadan faydalanarak Kur'an-ı Kerim öğrenmeğe çalışıyordu. Bunu gören Hocaefendi, müsait zamanlarında hasbî olarak, isteyenlere Kur'an-ı Kerim ve Osmanlıca dersleri veriyordu. Öğrencilerini bilimsel araştırmalara, master ve doktora yapmaya teşvik ederdi.

Öğretim üyeleri arasında saygınlığı vardı. Sahasında söz sahibi idi. Özellikle Türk-İslâm edebiyatında, ilk müracaat edilen kimseydi. Kendisinden önce profesör olmuş hocalar bile, ağır bir parça, çetin bir şiir oldu mu, "Es'ad Bey, şuna beraber bakabilir miyiz?" diye kendisine gelirlerdi. Herkese yardımcı olmaya çalışırdı.

İlk yıllar Kurtuluş'ta oturuyorlardı. Daha sonra Kalaba'ya taşındılar (1963). Evlerinin yakınında cami yoktu. Bir mescid açılması için önderlik etti. Daha sonra onun gayretleriyle bir dernek kurulup, cami yeri alındı. Üstte Kur'an Kur'an Kursu, altta cami olmak üzere cami inşaatının yapılmasına gayret etti. Buralarda zaman zaman hadis ve tefsir sohbetleri yaptı.

Komşuluk ilişkileri çok mükemmeldi. Bütün yorgunluklarına ve yoğunluklarına rağmen, komşularına da vakit ayırırdı. Karşılıklı ziyaretleşmeler olurdu. Ziyaretlerde tebessümü eksik etmezdi. Ziyaret sırasında, kütüphaneden uygun bir kitap alır, orada bulunanlardan birisine bir yer açtırırdı. Sonra oradan bir miktar okuyarak sohbet ederdi.

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, hemen her yıl Ankara'ya gelir, evlerinde bir süre misafir kalırdı. Ankara'nın çeşitli semtlerinde, çevre ilçelerde sohbetler, ziyaretler olurdu. Bazen da M. Es'ad Hocaefendi'yi de yanına alır, Anadolu'nun muhtelif şehirlerine beraber seyahat ederlerdi.

* * *

Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin bizzat elinden tutarak kürsüye oturtması ile, İskenderpaşa Camii'nde hadis derslerine başladı (1977). Hafta sonlarında İstanbul'a gidiyor, hadis dersini yapıp Ankara'ya dönüyordu.

Mehmed Zâhid Efendi'nin hastalığında, ameliyatında hep yakın hizmetinde bulundu. Son demlerinde de yanıbaşındaydı. Onun arzusu üzerine, 13 Kasım 1980 günü vefatından sonra, cemaatin eğitimiyle ve her türlü meselesiyle ilgilenme, tebliğ ve irşad görevini üstlendi. (5 Muharrem 1401)


Tasavvufî nisbeti; hocası Mehmed Zâhid Efendi vasıtasıyla Nakşibendî Tarikatı'nın, Hàlidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesidir. Ayrıca Kàdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Mevleviyye, Halvetiyye ve Bayrâmiyye tarikatlarından da irşada me'zundu.

Onun döneminde hadis derslerine ilgi daha da arttı. Cemaat yer bulamadığı için camiye ilâveler yapıldı, ders dinlenilecek yerler beş-altı kat genişletildi. Caminin yanındaki eski binalar alınarak camiye katıldı. Ayrıca Ankara, İzmir, Bursa, Sapanca, İzmit ve Eskişehir'de mutad hadis dersleri başlatıldı.

Mehmed Zahid Kotku Efendi'nin emri üzerine kurduğu "Hakyol Vakfı"nın çalışmalarıyla bizzat ilgilendi, muhtelif yerlerde şubeler açtırdı. Eğitim ve yardımlaşma faaliyetini yaygınlaştırmak için çalışmalar yaptı. Sanat ve kültürle ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Kültür ve Sanat Vakfı"nı, sağlık hizmetleri için "Sağlık Vakfı"nı kurdurdu. Hanımların eğitimiyle ilgili olarak "Hanım Dernekleri"nin; çevre ile ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Ahlâk, Kültür ve Çevre Dernekleri"nin kurulmasını ve yaygınlaştırılmasını teşvik etti. Bu çalışmalarla toplu-mun güzel amaçlar için bir araya gelmesini, organize olmasını sağlamaya çalıştı.

Vakıflara ait, harabe haline gelmiş birtakım ecdad yadigârı eserlerin tamir ve tecdidiyle ilgilendi. Onların gayesine uygun olarak tekrar faaliyete geçmesini temin etti. (Ahmed Kâmil Tekkesi, Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi, Şeyh Murad Efendi Dergâhı, Şadiye Hatun Şifâ Külliyesi... )

Eğitimin yaygınlaştırılması için basın ve yayın çalışmalarıyla ilgilendi. 1983 Eylülünde İslâm dergisi, 1985 Nisanında Kadın ve Aile ve İlim ve Sanat dergisi yayınlanmaya başladı. Daha sonra Gülçocuk dergisi çıkartıldı. Sağlık ve bilimle ilgili konularda ise Panzehir dergisi yayınlandı. Vefa Yayıncılık adına yayınlanan bu dergilerle yakından ilgilendi ve makaleler yazdı.

Bu dergiler ilgilendikleri sahalarda kamuoyuna önderlik ettiler. Yayınladıkları yazılarla, araştırma dosyalarıyla ve İslâm dünyasından haberlerle halkımızın bilgilenmesine ve bilinçlenmesine katkıda bulundular. İyimser, ümit verici, yol gösterici yazılarla pek çok hayırlı gelişmelere sebep oldular. Haklarında sempozyumlar, doktora tezleri yapıldı. Bir ara İslâm dergisinin tirajı yüzbini aştı. İslâm ve Kadın ve Aile dergileri, 1998 Haziranına kadar aksamadan yayınlarını sürdürdüler.

Kitap yayıncılığı için Sehâ Neşriyat'ı kurdu; çeşitli dinî, edebî, tarihî, kültürel eserler neşredildi. Yayıncılığın geliştirilmesi, haftalık ve günlük yayınlara geçilebilmesi için çalışmalar başlattı. Onun gayretleriyle bir matbaa tesis edildi (Ahsen), dizgi tesisleri kuruldu (Dehâ).

Sesli ve görüntülü yayıncılık alanında hizmet etmek, millî ve mânevî değerlerimize uygun yayınlar yapmak üzere, Ak-Radyo (AKRA) adı altında bir müessesenin kurulmasına öncülük etti (1992). Halen İstanbul'dan radyo yayınları yapılmakta; bu yayınlar uydu vasıtasıyla Türkiye'nin her yerinden, Orta Asya'dan ve Avrupa'dan dinlenebilmektedir.

Onun teşviki ile Ak-Televizyon adı altında Marmara Bölgesine yönelik bölgesel televizyon yayını başlatıldı (1997). Basın-yayın alanında Sağduyu isimli günlük bir gazete yayınlandı (3 Mayıs 1998 - 11 Temmuz 1999).

Kaliteli bir eğitimi temin etmek amacıyla, özel eğitim kurumlarının kurulmasını teşvik etti. Çeşitli illerde ilkokul öncesi, ilkokul ve orta öğrenime yönelik eğitim tesisleri, okullar ve dersaneler kurdurdu. (Asfa)

Halka güvenilir bir sağlık hizmeti verilmesi için poliklinikler ve hastaneler açılmasını teşvik etti. Buna bağlı olarak başta İstanbul olmak üzere bir çok ilde sağlık kuruluşları hizmete açıldı. (Hayrunnisâ Hastanesi, Esmâ Hatun Hastanesi, Afiyet Hastanesi...)

Yurtdışındaki müslümanlarla diyaloğu sağlamak, ziyaretleri kolaylaştırmak amacıyla İskenderpaşa Turizm (İSPA) adı altında bir seyahat acentası kurulmasına öncülük etti. Bu şirket vasıtasıyla hac ve umre programları, çeşitli yurt içi ve yurt dışı geziler; aile ve eğitim toplantıları düzenlendi.


İlmî seviyesi yüksek hocalar yetiştirmek amacıyla İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da ve Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırdı. Buralarda ilâhiyat fakültelerinde okuyan veya mezun olan kimselere, özel hocalardan Arapça, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri verdirilmesini temin etti.

Sohbet ve vaazlarına yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi gösterilmesi ve çeşitli yerlere davet edilmesi, onun çok seyahat etmesine neden oldu. Avrupa'da, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, Orta Asya'da ve Avustralya'da pek çok ziyaretler, vaazlar, sohbetler yaptı; eğitim programlarına katıldı.

Her yıl hac ve umre dolayısıyla değişik ülkelerden gelen müslümanlarla görüştü, diyalog kurdu. Hakkı ve hayrı, iyiyi ve güzeli tebliğ etme yönünde şumüllü ve verimli çalışmalar yapmaktan bir an bile geri kalmadı. Çevresini de daima bu tür çalışmalara teşvik etti.

1997 Mayıs'ından itibaren hizmetlerini yurtdışında sürdürdü. 1998 yılında Avustralya'nın Brisbane şehrine yerleşti. Tebliğ ve irşad çalışmalarını Avustralya'nın her tarafına yaygınlaştırdı. Pek çok yerde camiler, kültür merkezleri açıldı. Brisban'daki camide, her gün sabah ve yatsı namazlarından sonra, hadis sohbeti yapıyordu.

Radyo sohbetleri yine devam etti. Cuma günleri Ak-Radyo'da yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ilâve olarak, salı günleri tefsir sohbetleri yapmaya başladı (29 Eylül 1998). Fâtiha Sûresi'nden başladı. Her sohbette birkaç ayet-i kerime okuyup, izah ediyordu. Vefat etmeden önce yaptıkları son tefsir sohbetinde, Bakara Sûresi 224. ayetine kadar gelmişlerdi.

4 Şubat 2001 (10 Zilkade 1421) Pazar günü, bir cami açılışı yapmak için Grifit şehrine giderlerken, Avustralya yerel saatiyle 12'de (Türkiye saatiyle 04'te) Sydney civarında, Dubbo kasabası yakınlarında geçirdikleri elim bir trafik kazası sonucu, yanında bulunan damadı Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel'le birlikte ahirete irtihal eylediler. Ani ölümleri ailesi, yakınları, sevenleri ve bütün müslümanlar tarafından derin bir üzüntüyle karşılandı.

Mübarek naaşları, Sydney'de Auburn Gelibolu Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Türkiye'ye getirildi (8 Şubat Perşembe). 9 Şubat Cuma günü, Fatih Camii'nde yüzbinlerin iştirak ettiği muhteşem bir cenaze namazından sonra, tekbirlerle, salevatlarla, dualarla, gözyaşlarıyla, Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri'nin kabri civarında, Eyüp Mezarlığında toprağa verildi.

Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan Rh.A, doğu dillerinden Arapça ve Farsça'yı, batı dillerinden Almanca ve İngilizce'yi bilmekteydi. Yurt içinde ve yurt dışında çok yönlü sosyal faaliyetlerini, tebliğ ve irşad çalışmalarını vefat edinceye kadar devam ettirdi. Kendisinden sonra bu hizmetleri, emir ve işaretleri üzere oğlu Muharrem Nureddin Coşan üstlendi.

Rûhu şâd, mekânı cennetî a'lâ olsun...

Yayınlanmış Eserleri

01. Matbaacı İbrâhîm-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiye (1982)

02. Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât

03. Gayemiz (1987)

04. İslâm Çağrısı (1990)

05. Yeni Ufuklar (1992)

06. Çocuklarla Başbaşa

07. Başarının Prensipleri

08. Türk Dili ve Kültürü

09. İslâm'da Nefis Terbiyesi ve Tasavvufa Giriş (1992)

10. Avustralya Sohbetleri-1 (1992)

11. Avustralya Sohbetleri-2 (1994)

12. Avustralya Sohbetleri-3 (1995)

13. Avustralya Sohbetleri-4 (1996)

14. Yeni Dönemde Yeni Görevler (1993)

15. Haccın Fazîletleri ve İncelikleri (1994)

16. Zaferin Yolu ve Şartları (1994)

17. İslâm, Sevgi ve Tasavvuf (1994)

18. Sosyal Çalışmalarda Organizasyon ve Başarı (1994)

19. Güncel Meseleler-1 (1994)

20. Güncel Meseleler-2 (1995)

21. Hazret-i Ali Efendimiz'den Vecîzeler (1995)

22. Hacı Bektâş-ı Velî (1995)

23. Yunus Emre ve Tasavvuf (1995)

24. Başarı Yolunda Sevginin Gücü (1995)

25. İslâmî Çalışma ve Hizmetlerde Metod (1995)

26. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar (1995)

27. Ramazan ve Takvâ Eğitimi (1996)

28. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları (1996)

29. İslâm, Tasavvuf ve Hayat (1996)

30. Haydi Hizmete!.. (1997)

31. İslâm'da Eğitimin İncelikleri (1997)

32. Tasavvuf Yolu Nedir? (1997)

33. İmanın ve İslâm'ın Korunması-1 (1997)

34. İmanın ve İslâm'ın Korunması-2 (1998)

35. Allah'ın Gazabı ve Rızası (1997)

36. Mi'rac Gecesi (1998)

37. Doğru İnanç ve Güzel Kulluk (1998)

38. Ramazan ve Güzel Ameller (1998)

M.Es'ad Coşan hocaefendi geçici başlık
 
Üst