M. ZÂHİD KOTKU (RH.A) HOCAMIZ’INHALLERİ[Es'ad Coşan Hocaefendi
M. Zâhid kotku (rh.a) hocamız’ın halleri - 06.02.2009, 22:50
--------------------------------------------------------------------------------
M. ZÂHİD KOTKU (RH.A)
HOCAMIZ’INHALLERİ
Prof. Dr. M. Esad Coşan (Rh.A)
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, ve hàtemin-nebiyyîn... Tâci ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ ve kurreti uyûninâ muhammedinil-mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmil-cezâ... Emmâ ba'd:
Çok aziz, çok muhterem, çok sevgili kardeşlerim! Allah'a sonsuz hamd ü senâlar olsun... Bizi sonsuz nimetlerine mazhar eyledi. Her şeyimiz onun lütfundandır. Habîb-i Edîbi, Efendimiz serverimiz Peygamber SAS Hazretleri’ne sonsuz tahiyyat ve ihtiramlarımızı, salât ü selâmlarımızı arz ederiz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi rahmetine erdirdiği kullarından eylesin... Muhammed-i Mustafâsının öğrettiği yoldan, onun mübarek cadde-i kübrâsından, sünnet-i seniyyesinden, bir göz yumup açıncaya kadar bizi ayrı düşürmesin... Yolunda dâim, zikrinde kàim eylesin... Ömrümüzü rızasına uygun geçirip, huzur-u izzetine sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı cümlemize nasîb ü müyesser eylesin...
a. Hocamız’ı Anma Haftası
Hocamız cennet mekân, kutbü’l-àşıkîn ve gavsü’l-vâsılîn, es-seyyid, eş-şeyh, el-hàfız Muhammed Zâhid ibn-i İbrâhim el-Burusevî Hazretleri, 14 yıl önce Kasım'ın 13'üne rastlayan böyle bir perşembe günü dünyasını değiştirmiş, dâr-ı bakàya irtihal eylemişti. Aradan geçen yıllarda aziz Hocamız'ı, başımızın tâcı, gözümüzün nuru Şeyhimiz’i, her sene bazı merasimler yaparak, hatimler okuyarak, büyük ilmî toplantılar yaparak; sempozyum dedikleri birçok alimin katıldığı, konuşmalar yaptığı toplantılarla, çeşitli sevaplı faaliyetlerle, ruhu şad olsun diye anmaktaydık.
Tabii ona olan bağlılığımızı, müridliğimizi, sevgimizi, saygımızı ne yapsak tam ifade edemeyiz. Onun için ne yapsak, bizim için kâfî olmaz, onun şânına kâfî gelmez.
Bu sene de bir hafta, Anadolu’nun muhtelif büyük şehirlerinde Hocamız için anma toplantıları tertipleyelim diye planladık. İlân ettik sizlere...
Geçtiğimiz pazartesi günü Bursa’dan başladık. Çünkü Hocamız cennetmekân Bursalı ve vazifesinin bir kısmını Bursa’da ifa etmiş. Bu İstanbul’daki camilere naklen gelmesinden önce de en son, büyük mürşid Üftâde Muhyiddin Muhammed Burusevî Hazretleri’nin mübarek camisinde vazife görmüş.
O Üftâde Hazretleri, zamanının kutbu; nasıl Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’ni, “Evlâdım, bundan sonra seni İstanbul’a vazifelendiriyorum, haydi bakalım oraya git! İnşaallah padişahlar özengini tutar, bindiğin atın yularını çeker, önünde yaya yürür; böyle izzete mazhar olursun...” diyerek gönderdiği gibi, aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, sanki yine Üftâde Hazretleri, bu sefer Muhammed Zâhid Hocamız’ı öyle bir mânâda, öyle bir şekilde göndermiş gibi, Hocamız Bursa’dan, Üftâde Camii’nden gelmişti.
Sanki Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’nin padişahlar gelip elini öptüğü, kendisine mürid olduğu gibi, atının üzengisini tutup binmesine yardım ettiği gibi, önünde seyis gibi tevâzu ile yaya yürüyüp atının yularını çektiği gibi; Hocamız cennet mekân da buraya geldikten sonra, devlet başkanları onun müridi olmuştur, başbakan yardımcıları müridi olmuştur, bakanlar müridi olmuştur. Parti başkanlarının hemen hepsi buraya gelmiş, elini öpmüş, duasını taleb etmiştir. Mühim meselelerde kendisine danışmıştır. Mesele sorup, rızasını alıp öyle yapmağa gayret etmişlerdir.
Öyle bir büyük makama nâil olan Hocamız’ın ilk vazifesi Bursa’da olduğu için, biz de ilk anma gününü Bursa’da tertiplemiştik. El-hamdü lillâh Üftâde Camii’nde çok feyizli oldu. Üftâde Camii de her ne kadar böyle küçük bir cami ise de, çok feyizli, tatlı, zevkli, şevkli oldu.
Oradan İzmir şehrinde, İzmir’in en büyük camisi olan Hisar Camii’nde anma toplantısı oldu. Cami doldu, hatıralar yad edildi. Oradan Konya’ya geçildi. Konya’da çok büyük bir salon, büyük bir izdihamla hınca hınç doldu. Orada yad edildi Hocamız... Sonra Kayseri’de yad edildi.
Sonra Ankara’da, Kocatepe Camii’ndeydik cuma günü. Orada çok tatlı, feyizli, merasimler, konuşmalar oldu. Dün Eskişehir’de, bugün de yine devam edecek iki günlük bir programın bir bölümü olarak, biz de akşam Eskişehir’in bir camiinde konuşmalar yaptık.
Nihayet Hocamız’ı anma haftamızın son günü olan, yâni merasimlerin son günü... Hatırımızdan çıkması mümkün değil de... Hani, “Hiç hatırımdan çıkmıyor ki!” dediği gibi. Çok sevilen şeyin hiç hatırdan çıkmadığı gibi. Hatıralarının merasimle başkalarına da duyurulduğu haftanın son günü ve 13 Kasım... Hocamız’ın vefatı zamanına tesadüf eden bu günde, son vazife yeri olan bu camii şerifte böylece, çok kalabalık bir muhib, mürid ve aşık-ı sâdık vefalı dervişler zümresi halinde toplanmış bulunuyorsunuz.
Biliyorum ki, dışarıda trafik alt üst oldu, sokaklar tıkandı. Çünkü bir araba ile gelirken, 20 dakika önce geldik karşı yakadan; bazı sokaklardan geçemedik, zar zor yetiştik buraya... Şimdi daha da dolmuştur, aradan geçen o onbeş-yirmi dakika içinde... Ve bu cami, Hocamız’ın zamanından sekiz misli kadar büyütüldüğü halde, görüyorsunuz her taraf onu seven insanlarla dopdoludur ve oturulacak yer kalmamıştır.
Bu tabii, fâil-i mutlak, fâil-i hakîkî Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir, şekkimiz, şüphemiz yok.
يفعل الله ما يشاء، ويحكم ما يريد.
(Yef’alu’llàhu mâ yeşâ’, ve yahkümü mâ yürîd) [Allah dilediğini yapar ve dilediği hükmü verir.]
لا فاعل إلا هو.
(Lâ fâile illâ hû) dervişlerin ilk dersidir. Her şeyin müsebbibü’l-esbâbı Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir. Her şeyi olduran odur. Aradan 14 yıl geçtiği halde, bu teveccühü ihsan eden de odur. Hamd ü senâlar olsun...
Bu Hocamız’ın ulüvv-ü şânına bir nişânedir. Hocamız’ın büyüklüğüne, makamının, mertebesinin büyüklüğüne evliyâullah büyük zatların şehadetleri vardır, sahih rüyaları vardır. Zamanının kutbu olduğuna dair, rüyalarda işaretler vardır. El-hamdü lillâh, o işaretleri tabii görenler bilir de, dışarıdan da, meseleyi dıştan takib edenler de, böyle bir muazzam sevgi izdihamını görünce, oradan da anlaşılıyor.
Her gittiğimiz yerde, Hocamız için okunmuş olan hatm-i şeriflerin dualarını yaptık. Yetmişbin kelime-i tevhid, bir tevhid hatmi olur. Binlerce Kur’an-ı Kerim hatmi, milyonlarca kelime-i tevhid, yüzbinlerce salevât-ı şerife, binlerce süver-i Kur’aniyye ile, her gittiğimiz yerde Hocamız’ın ruhuna gönderdi kardeşlerimiz bu hediyye-i Kur’âniyyelerini... Ve her gittiğimiz yerde de cami dolusu insanlar ders aldılar, tekkemize intisab eylediler. Muazzam bir bereket ile, muhteşem bir şekilde el-hamdü lillâh devam ediyor. El-hamdü lillâh, el-hamdü lillâh, el-hamdü lillâh... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh...
Muhterem kardeşlerim! Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:
عند كل خــتمةٍ دعـوةٌ مـستجـابـةٌ (كر. عن انس)
RE. 320/6 (İnde külli hatmetin da’vetün müstecâbeh) “Allah’ın kelâmı Kur’an-ı Kerim bir kere bir hatmedildi mi, o hatim edilip de sonuna gelindi mi, işte o zaman dualar makbul olur.” Neden?.. Okunan Kur’an-ı Kerim olduğu için, Allah’ın kelâmı olduğu için...
Onu okuyan kimseye Allah-u Teàlâ Hazretleri, o Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesinin bereketi olarak, o anda yapacağı duaları müstecâb kılacağını Peygamber Efendimiz bildiriyor. Yâni, hatimin sonunda yapılan dualar müstecâb oluyor.
E şimdi kâğıtları sıraya diziyorum, bu binlerce hatimler, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca zikirler; yâni bir hatmin bile sonunda yapılan dualar makbul iken, arkasından bu kadar hatimler okunup... Herkesin hayretini çekecek kadar.
Ankara’da Rıza Çöllü Hoca, kendisi Sami Efendi dergâhına mensub bir muhterem hocaefendi, Hacı Bayram’da Hocamız’ın ruhuna okunan hatimlerin miktarının büyüklüğünü görünce, hayretler içinde kalmıştı vefatı senesinde... Yine aynı hayretlere sezâdır durum, aynen devam etmektedir.
Bu Hocamız’ın bereketidir, Allah’ın Hocamız’a ikramıdır. Kardeşlerimizin hediyesidir ama, Allah’ın ikramıdır. Çünkü onlara o sevgiyi veren de Allah’tır, bunu okutan da Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir. Allah hepinizden razı olsun...
b. Allah İnsanın Gönlüne Bakar
Şimdi caminin içi böyle arif insanlarla doluyken, bilene bildiği şeyi söylemeğe lüzum yok ama, konuşmalarımız banta da alındığı için, bir şeyi söylemek gerekiyor. Çünkü konuşma başka yerlerde de dinlenecek, başka insanlar da dinleyecekler.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Hocamız cennet mekân, kaddesa’llàhu sırrahu’l-azîz, kendisi şeyh olduğu halde, mürşid-i kâmil olduğu halde, buyurmuş ki:
“—Şeyhlik de boş, müridlik de boş, zenginlik de boş, mevkî makam da boş... İşin aslı, asıl dikkat edilecek şey, Allah’ın sevgili kulu olmaktır. Mühim olan odur. Hayatta asıl gàye, Allah’ın sevgili kulu olmaktır.”
Eğer bir insan bir makama çıkmışsa, bir makamın, rütbenin işaretini üstüne takınmışsa, üniformasını giymişse, giysin... Ama Allah’ın sevgisini kazanamamışsa, bu dışına üniforma giymenin faydası yoktur; üniforma ister devlet başkanlığı üniforması olsun, ister askerî mareşallik rütbesi olsun, ister tasavvufî bir rütbeyi gösteren cübbe, sarık olsun...
Hocamız’ın sevdiği bir beyit vardı, tasavvufî beyit:
Dervişlik olaydı tac ile hırka,
Alırdık biz dahi otuza, kırka...
Çarşıdan pazardan alınan bir şey değil dervişlik... İstediğin kadar büyük bir sarık temin edebilirsin çarşıdan. Parasını verirsin, yakışıklısını, güzelini, pahalısını alırsın, ihtişamlı da olur, sadrazam kavuğu gibi olur. Padişah kavuğu gibi de olabilir.
Çok güzel bir cübbe alabilirsin, üzerine sırma bir şey takabilirsin... Gösterişli olur, Arap diyarından gelen sırmalı abâyeler filân gibi olabilir. Mühim olan post değil, postun içi... Mühim olan, içindeki insanın Allah’ın sevdiği kul olması... Gerisi boştur.
Yâni, isterse bir kimse çıksın ortaya, şeyhim desin... Allah’ın sevgili kulu olamamışsı, kıymeti yok...
Onun için şu mihrabda, Hocamız cennet mekânın bir sözünü kulaklarımla duydum, hatırlıyorum. Diyor ki:
“—Şeyhlik yapmak mecnunluktur, deliliktir, divâneliktir; ancak vazifeli olmak müstesnâ... Vazifeli ise, salâhiyetli ise, hakîkî ise; tamam... Ama hakîkî değilse, delilik, divâneliktir.”
Öyle şey olur mu?.. Dış şeklin kıymeti yok!
ان الله لاينظر الى صوركم واموالكم، ولكن
انما ينظـر الى قـلوبكم واعمالكم (حم. م.
ه. عن ابى هريرة)
RE. 92/3 (İnna’llàhe lâ yenzuru ilâ suveriküm ve emvâliküm, ve lâkin innemâ yenzuru ilâ kulûbiküm ve a’mâliküm.) “Allah-u Teàlâ Hazretleri insanların sûretlerine bakmıyor, zâhirlerine bakmıyor, mallarına, mevkilerine, makamlarına bakmıyor. Ancak gönüllerine bakıyor ve yaptıkları amellere bakıyor. Hangi niyetle ne amelleri yaptığına bakıyor.”
(Yenzuru ilâ kulûbiküm) Gönüllere bakıyor. Kalb gönül demek. Yâni, şu tık tık atan kalb herkeste var; kâfirde de var, münafıkta da var, cahilde de var, gàfilde de var... Ama mü’minin gönlü, imanla nurlanmış olan gönül kıymetli.
Hocamız, Allah’ın bize verdiği çeşitli nimetleri sayarken, en çok:
“—Allah sana gönül gibi bir nimet vermiş, kardeşim! Sana bir gönül nimeti vermiş Allah... Niye bu gönlü nurlandırmıyorsun, çalıştırmıyorsun?.. Niye gönül gözünü açmıyorsun, niye kalbini sâfîleştirmiyorsun, niye Allah’ın sevgili kulu olmağa çalışmıyorsun?.. Yâni, bu imkân sana verilmişken, niye böyle olmağa çalışmıyorsun?” diye söylerdi.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Biliyorsunuz ve görüyorsunuz, hayat kimseye kalmıyor. Ne padişahlara kalıyor, ne reisicumhurlara kalıyor, ne evliyâullaha kalıyor, ne enbiyâullaha kalıyor... Her şey boş! Hocamız da böyle söylemiş: Her şey boştur. Bütün iş, Allah’ın sevgili kulu olmakta...
İnsan Allah’ın sevgili kulu oldu mu, o zaman işler değişiyor. İnsan Allah’ın sevgili olunca, Allah hadis-i kudsîde:
لا يزال عبدي المؤمن يتقرب إلي من نوافل، حتى أكون سمعه
الذي يسمع بـه، وبصره الذي يبصربـه، ويده الـتي يبطـش بها،
ورجله التي يمشي بها (خ. عن أبي هريرة)
[Buhàrî, Sahîh, c.5, s.2384, Rikàk, 84/38, no:6137; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.2, s.58, Birr ve İhsân, no:;347; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.8, s.206,no:7833; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.12, s.520, no:7087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.3, s.346, no:6188, Ebû Hüreyre RA’dan.]
(Lâ yezâlü abdiye’l-mü’minü yetekarrabü ileyye min nevâfil) “Benim mü’min kulum bana tatavvu ibadetleri, nafile ibadetleri, mecbûrî olmayan ama yaparsa sevap kazanacağı güzel ibadetleri, aşk ile şevk ile, kat kat, fazla fazla yaparak bana yakınlaşır.” Yâni kurbiyyet peydâ eder, Allah’a yakın kul olur, eren kul olur.
(Hattâ ekûne semeahü’llezî yesmeu bihî) “Nihâyet öyle bir hale gelir ki, ben onun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, idrak ettiği gönlü olurum, tuttuğu eli olurum, yürüyen ayağı olurum.” Yâni, Allah’ın lütfuna mazhar olan bir kimse, artık insanların yapamayacağı işleri yapacak hale gelir. Buna kerâmet diyoruz, evliyâullahın kerameti diyoruz. O zaman, uzaktaki şeyi görür, duyulmayacak şeyi duyar, gidilmeyecek yere kısa zamanda varır, tayy-ı mekânla, tayy-ı zamanla... Karşısındakinin gönlünden geçeni, Allah’ın bildirmesiyle bilir. Bunlar ayet-i kerimelerle sabit.
“Onun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, söyleyen dili olurum, tutan eli olurum, yürüyen ayağı olurum... O kulum benimle görür, o kulum benimle işitir, o kulum benimle söyler, o kulum benimle elini uzatıp işini yapar... O kulum benimle varacağı yere varır.”
Tabii, bu hadis-i kudsî üzerinde insanlar ne kadar düşünse, yeridir. Allah’la gören bir kula gizli kalır mı?.. Allah her şeyi bilmiyor mu?..
والله بما تعملون بصيرٌ (اۤل عمران:١٥٦)
(Va’llàhu bimâ ta’melûne basîr.) [Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür.] (Âl-i İmran: 156) Allah her şeyi görmüyor mu, her yerde hàzır ve nâzır değil mi, her şeyi bilmiyor mu?.. O zaman Allah’la gören kul, her şeyi bilir. Allah’ın bildirmesiyle bilir. Hocamız’da bunu görürdük. Misallerini anlatacağım.
Allah’la duyan bir kul, başka kulların duymadığı şeyi duyar. Dilinde Allah’la konuşan, söyleyen kul, ârifâne söz söyler, insanların gönüllerine hitab eder. İnsanların gönüllerindeki sorularına, sormadan cevap verir. Allah’la varacağı yere varan kul için, mesafe bahis konusu olmaz. Tayy-i zaman olur, tayy-i mekân olur. Mekân ve zamanın önemi kalmaz, bir yerden bir yere tarfetü’l-aynda gider. Yâni Allah’la olunca bir kul, çok muazzam ikramlara nâil olur, çok değişik hallere nâil olur.
Bu hadis-i kudsîdir, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuştur. Ve Hocamız cennet mekânın üzerinde bu hallerin, bu hadis-i şerifte bildirilen şeylerin hepsi zâhirdi.
c. Hocamızın Tasarrufu ve Kerametleri
Birkaç misal söyleyeyim. İhvânımızdan meşhur bir zat-ı muhterem Amerika’da uçağa binmiş, uçak fırtınaya tutulmuş havada, düşecek hale gelmiş. Çok sarsıntı olmuş. Öyle bir sarsıntı ki, uçak parçalanacak, dağılacak, nerdeyse düşecek gibi olmuş. Herkes ölüm telâşına, ölüm korkusuna düşmüşler. Bizim bu kardeşimiz de —kendisi anlattı bana, başkalarına da anlattı sonra— Hocamız’a rabıta yapmış. Yâni gözünü kapatmış, evliyâ diye, hocam diye Hocamız’ı düşünmüş. El-hamdü lillâh uçak sakinleşmiş ve varacakları yere düşmeden varmışlar.
Sonra buraya geldiği zaman, Hocamız mütebessim, “Uçak seni bayağı telaşlandırdı, epeyce korkuttu değil mi?” diye o söylemeden söylemiş. Amerikadaki şeyi insan İstanbul’dan, normal olarak görür mü?.. Görmez. Amma, Allah gösterince görür. İşte o hadis-i kudsîde benimle görür dediği, böyle oluyor.
Sami Efendi’nin ihvânından bir zat kendisi anlattı. Fatih Camii’nde ikindi namazını kılmış. Cenaze de varmış, “Allahu ekber!” demiş, cenaze namazını da kılmış ama, yanlışlık yapmış cenaze namazında... Ondan sonra, “Hadi ne yapayım pazar günü, İskenderpaşa’da hadis dersi var!” diye buraya gelmiş.
Hocamız’ın hali öyleydi. Yâni başka şeyhlere mensub insanlar da çok teveccüh eder, gelirlerdi. Evlerinde misafir ederlerdi, baş tâcı ederlerdi. Hocamız’ın böyle, dikkatle takip edilecek bir hali vardı.
Buraya gelmiş oturmuş. Hocamız şu karşıda, minderde dersi anlatırdı. Dersten zevk almamış. Muhterem kardeşlerim! Feyiz olduğu zaman, insan her şeyin tadını duyar. Hasta olduğu zaman, ağız hiç bir güzel yemeğin tadını almaz. Hastaya yemek yediremezsin, “Canım istemiyor!” der. Neden?.. Hasta... Ama sıhhatli olduğu zaman, tadını duyar.
Şimdi bu hadis-i şeriflerin tadına doyum olmaz. Neden?.. Rasûlüllah SAS Efendimiz’in kelâmıdır. Hadis-i şeriflerin içinde kimisi namaza ait hadis gelir, kimisi taharete ait hadis gelir. Kimisi abdeste ait, kimisi gıybete ait, kimisi zekâta ait... Çeşitli hadis-i şerifler gelir. Hepsi böyle heyecanlı bir hikâye gibi olmaz ki... Hadis-i şeriftir bu, “Efendimiz böyle buyurmuş.” diye dinimizi öğreneceğiz.
Diyor ki, “Hoşlanmadım dersten... Hadisler bana tatsız geldi, Hocamız’ın anlatması tatsız geldi.” diyor. Kendi anlatıyor bana, ismi yanımda, bildiğim bir isim. Hocamız dersi kesmiş:
“—Allah Allah, bu zamâne insanları ne acaibdir! Cenaze namazını doğru düzgün kılmaz, hata eder. Burada kendisine vaaz beğendiremezsin!” demiş.
Yâni, bir taraftan burada hadis dersi okuyor, bir taraftan da cemaatin gönlünden geçenlerle alâkası var. Bu beşerî bir takatle yapılmaz muhterem kardeşlerim, Allah yardım ederse, yapılır. Allah’ın sevgili kullarına has bir özelliktir bu.
Rüyalara Hocamız’ın muazzam bir tasarrufu vadı. Ne demek rüyalara tasarruf?.. Birisinin rüyasını bilirdi, birisinin rüyasına girerdi. Birisine istediği rüyayı gösterme kabiliyeti olduğu anlaşılıyor olaylardan...
Misâl: Sâime Hanım vardı. Allah rahmet eylesin, vefat etti. Öğretmen Sâime Hanım derlerdi. Kendisi dul bir öğretmen hanım olduğu için hacca gidememiş. Aşık da... Hocamız’a demiş ki:
“—Efendim, mahremsiz hacca gidilmiyor. Ben de hacca gidemedim, çok da canım istiyor, aşıkım, oraları görmek istiyorum!” filân demiş.
Hocamız:
“—Ben seni götüreyim hacca...” demiş.
Sâime Hanım kendisi anlattı bana, rahmetli. “Ben de sandım ki; hac mevsimi gelecek, Hocamız bana da bilet alacak, beraber uçağa bineceğiz, hacca beraber gideceğiz sandım.” diyor. Evi şuracıkta idi, ön sokakta. Eve gitmiş. Hani gece erken kalkanlar, sabahla öğle arasında uyumak ihtiyacı duyar. Çünkü ötekiler gibi değil ki, geceden uyanık, zikretti, tesbih çekti, dervişlik yaptı. Öğleye doğru evinde uyumuş.
Uyuduğu zaman rüyasında Hocamız yanına gelmiş. Önüne düşerek Mekke-i Mükerreme’ye gitmişler, Kâbe-i Müşerrefe’yi tavaf etmişler. Safâ ile Merve arasında sa’y eylemişler. Arafat’a çıkmışlar. Cemreleri taşlamışlar... Rüyada aynen böyle görmüş. İki saat önce, “Ben sana haccettireyim!” dedi. İki saat sonra Sâime Hanım’a böyle rüya göstertiyor.
Celâleddin Ökten Hocaefendi, kendisi büyük akàid alimi, ilm-i kelâm alimi... Yüksek İslâm Enstitüsü’nde, imam-hatip okulunda bu dersleri veren alim, fâzıl kimse... Şikâyet etmiş Hocamız’a, demiş ki...
Hac yasak o zaman. Devlet pasaport vermiyor, hacca vize vermiyor ve pasaportlara damga vuruyor. “Bu pasaport dışarıda her memlekette geçer ama, hac mevsiminde Suudi Arabistan için geçerli değildir.” diye damga vuruyor pasaportlara. Kimseye de öyle pasaport vermiyor. Elli sene önce, kırk sene önce, eski hadise...
Mürid, Hocamız’dan yaşlı, Hocamız’a intisab etmiş. Büyük alim, yâni zâhir gözüyle bakılsa, Hocamız’dan daha yüksek tahsilli, daha büyük alim... Ama Hocamız’a intisab etmiş, aziz ve muhterem kardeşlerim! Neden?.. Ma’rifet ilmi ilimlerin en üstünüdür de ondan... Öteki ilimler, onlar kitapların, satırların ilimleri; ma’rifetullah gönüllerin, sadırların ilmi olduğundan o en yüksek olduğundan, o Hocamız’a intisab ediyor.
Gelmiş:
“—Efendim, pasaport için müracaat ettim. Nüfuzlu talebelerim var, sevdiğim tanıdıklar var. Onlar da bana hürmet ederler. Yardımcı olmaya söz verdiler ama, altı ay geçti, hâlâ pasaportum Ankara’dan gelmedi.” diye şikâyet etmiş, durumu arzetmiş Hocamız’a...
Hocamız da ön tarafta otururdu şurada:
“—Yakında alırsın inşaallah!..” demiş.
Celâl Hoca orada Hocamız’ın önünde otururken, bir uyku bastırmış kendisini, uyumuş. İhtiyar zâten, böyle zor yürürdü. Bastonu vardı, adımları dikkatli atardı. Yetmiş küsür yaşında insandı.
Uyumuş, rüyasında kendisini Ankara’da pasaport dairesinde görmüş. Memur pasaportu çıkartmış:
“—Hocam, buyurun, pasaportunuz hazır!” demiş, vermiş rüyada.
O pasaportu rüyada aldıktan sonra uyanmış, bir de utanmış: “Böyle bir mübarek zâtın huzuru uyunacak yer mi? Şu ihtiyarlığın haline bak! Şimdi ben burada uyudum kaldım, ayıp oldu.” diye kızarmış biraz, üzülmüş, utanmış. Hocamız’a böyle utanarak bakmış. Uyukladı ya Hocamız’ın önünde, ne kadar uyukladı?.. O rüyaları filân gördüğüne göre beş dakika mı uyukladı, horladı mı, ne oldu?.. Utanıyor yâni kendisi rüya gördüğüne...
Hocamız mütebessim, yüzüne böyle bakarak:
“—Nasıl, pasaportu aldın mı?” demiş.
Hakîkaten de, birkaç gün sonra pasaport Ankara’dan gelmiş.
Muhterem kardeşlerim! Şimdi sağ olan, bu olayı bilen birkaç kişi, Hocamız’ı ziyarete gelmişler. O sırada Celâleddin Hoca oradaymış. Celâleddin Hoca’yı onlar arabalarına alıp, evine götürdükleri zaman, bunlara demiş ki:
“—Hocanızın kıymetini bilin! Hocanız’ın rüyalara bile tasarrufu var, hakimiyeti var. Hocanız’ın kadr ü kıymetini bilin! Ben bu Hocaefendi’ye yetişmeseydim, tanışmasaydım, intisab etmeseydim. Kendim sağlam bir iman ile göçeceğimden şüphe ederdim. Hocanızın kıymetini bilin, çok büyük zât...” demiş, Celâleddin Hoca.
Postacı bir zarf getirmiş, davetiye, Hocamız’a vermiş. O postacı da, dışarıda demin boynuma sarıldı, “Ben o postacıyım, emekli oldum.” dedi. O mu getirdi, ondan önceki memur mu, bilmiyorum artık, Allah selâmet versin... Onun da Hocamız’ın kerametleriyle ilgili hatıraları var ya, neyse...
Postacı zarfları vermiş. Hocamız bakmış, Yüksek İslâm Enstitüsü’nün Üsküdar Bağlarbaşı’nda temel atma töreni... Hocamız’ı da çağırıyorlar. İstanbul’un din alimlerinden, büyüklerinden birisi olduğu için çağırmışlar.
Hocamız demiş ki, önündeki şahsa:
“—Ben gidemem, al sen bu zarfı, sen git benim namıma vekâleten... Bir de orada bir konuşma yaparsın!” demiş.
“—Aman efendim, ben sizi nasıl temsil ederim? Hem de orada İstanbul’un müftüleri, diyanet işleri başkanları, yüksek rütbeli kimseler, herkes gelecek oraya... Ben onların karşısında nasıl konuşabilirim, ne söylerim?” deyince;
“—Hani Celâl Hoca hani, siz onu evine bıraktığınız zaman ne söylemişti size, onu söylersin!” demiş.
Halbuki kimseye söylenmiş değil, o Celâl Hoca’nın sözü. İki kişi biliyor. Bu şahıs hemen Hocamız’ın yanından çıkmış, öteki şahsın yanına gitmiş. Demiş ki:
“—Hani Celâl Hoca bir şey anlatmıştı: ‘Bu Hocanızın kıymetini bilin, rüyalara dahi tasarrufu var. Mânevî makamı çok yüksek...’ demişti. Bunu sen kimseye söyledin mi?..”
“—Hayır, ben unuttum, kimseye söylemedim.” demiş.
“—Ben de söylemedim, sen de söylemedin; Hocamız nereden bildi, Celâl Hoca’nın bize söylediği sözü?..”
Haa, Allah bildirirse bilir. Allah’ın sevgili kulu olunca böyle olur işler...
Aziz ve muhterem kardeşlerim, bunlar şahitli sözler. Biz de şüphe etmesini biliyoruz, biz de ilmî gerçekleri araştırmasını biliyoruz. Bir insan bir söz söylediği zaman, yalancı mı, doğrucu mu diye, biz de teraziye koyup ölçüp biçiyoruz.
Bir adamın birisi demiş ki:
“—Bütün şeyhlere mevkii, makamı ben veriyorum!..”
Hadi oradan yalancı, sahtekâr!.. Hiç aslı esası yok... Yalana yalan ama, bunlar şahitli isbatlı sözler.
Pekiyi, Hocamız niye Yüksek İslâm Enstitüsü'nün temel atma töreninde o sözü söylemesini istedi o şahsın?.. "Celâl Hoca'nın sözünü söylersin!" diye niye dedi?.. Bir de o tarafı var işin, onu düşünmek lâzım!
Hocamız demek istiyor ki, aziz ve muhterem kardeşlerim:
"—İnsan kuru kuruya ilm-i zâhiri öğrenirse iş tamam olmaz!" demek istiyor.
İlm-i zâhiri kuru kuruya öğrense, diplomaları alsa, duvara assa, iş bitmez. Mühim olan Allah'ın sevgili kulu olmak, takvâ ehli kul olmak, Allah'ın sevdiği kul haline gelmek... Onu anlatmak istiyor ve orada en çok söylenecek söz de o zaten...
Yüksek İslâm Enstitüsü'nü kuranlara ve orada okuyanlara ve oradan çıkanlara söylenecek en büyük nasihat ne?..
"—İlm-i zâhirle iş bitmez, kalbini nurlandırmağa bak, Allah'ın sevgili kulu olmağa bak!" demekten başka söz söylenir mi?.. “Sen biraz din ilimlerini öğrenecek, öğrenmiş insansın, gàfil olma da Allah'ın sevgili kulu olmayı başar!” demekten başka nasihat mı olur?..
M. ZÂHİD KOTKU (RH.A) HOCAMIZ’INHALLERİ[Es'ad Coşan Hocaefendi