Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
İslamiyet
İslam Akaidi ve Fıkıh
Memba
Feraset
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="mihrimah" data-source="post: 83468" data-attributes="member: 656"><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">PIRLANTA SER</span><span style="font-family: 'Tahoma'">İSİ...</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Sözlüklerin; idrâk, fetânet, delîl ve şâhit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kâmus ve ta’rifât kitaplarında: “Kalp gözünün açıklığı, idrâk genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme istidâdı” olarak ta’rif edilmiştir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Gönül erlerinin muhâverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhâmın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyânın hakikatını kavramada rûhun ilk idrâk mertebesi; aklın, renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, rûhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdânî şuur ve ilâhî tecellîlerle nurlanmış, Zât-ı Ulûhiyyetin ünsiyeti ziyâsıyla sürmelenmiş öyle bir idrâkdır ki, idrâkların yalın ayak, baş açık hayâllerle yorulup bîtâp düştükleri vâdilerde o, delîl ve şâhide ihtiyaç duymadan eşyânın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider hakikatler hakikatine ulaşır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Basar, Allah’ın nûrefşân bir sıfatıdır; her müstaidin basîreti de “ -Aralarında taksimi yapan Biz’iz” (Zuhruf, 43/32) mîzânıyla bu ilâhî sıfattan hissesi ölçüsündedir. Böyle kaderî bir tecellîde en büyük hisse ile, bu lâhûtî kaynaktan kana kana istifâde edip, sonra da rûhunun ilhâmlarını arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, Hakk tecellîlerinin mücellâ âyinesi Hz. Muhammed (sav)’dir ve bu mevzûda O’nun eşimenendi yoktur. “ -De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basîret üzere da’vet ediyorum.. bana tâbi’ olanlar da öyle...” (Yusuf, 12/108) beyanı, Nebîler Sultanı ve arkasındakilerin bu ilâhî mevhibe ve onun vâridâtından istifâdelerinin azametine işâret etmektedir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bu ışıktan idrâk sayesindedir ki, mi’râcın kutlu yolcusu, idrâksizler için hemen her zaman, anlaşılmaz bir amâ sanılan varlığın perde arkasını, hem de bir solukta gezip gördü. Bir kitap gibi mütâlaa etti.. îmân rükünlerinin misâlî levhalarının sergilendiği gayb yamaçlarında dolaştı.. kader kalemlerinin yürekleri hoplatan nağmeleriyle ürperdi.. hûri-gılman teşrifatçılığına uğrayıp geçti.. “ne mekân var ânda, ne arz u semâ...” duygularının mûsikîleştiği noktada “ -İki yay arası kadar hatta daha da yakın...” (Necm, 53/9) nefehâtiyle istikbâl edildi ve armağanlandırıldı...</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bazen basîretdeki temâşâ zevki firâsetle ayrı bir derinliğe ulaşır ki, o zaman idrâk “Te’vîlü’l-ehâdîs’e= Eşyânın melekûtî yönlerine nüfuz ve hâdiselerin yorumu” uyanır ve ruh, üç buudlu şu mekânda birkaç buudu birden yaşamaya başlar. Derken vicdan, varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Sezme, anlama ma’nâlarına gelen firâset, idrâkin, iz’ânlaşması ve basîretin daha da derinleşmesi demektir. Hakk nûrunun tecellîsine açık firâsetli gözler, gölgelere aldanmayan öyle ay yüzlülerdir ki, basîretlerinin nuruyla en karanlık zeminde dahi herşeyi apaçık görür, iltibasları aşar, benzerliklere takılıp kalmaz.. cüz’iyyâtın esiri olmaz.. kamışın içinde şekeri, suyun ruhunda oksijen ve hidrojeni birden müşâhede ve idrâk eder ve gönlü hep “fark” ikliminde dolaşır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır “ -Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır” (Hicr, 15/75) gölgesinde seyahat edenlere çok ma’nâlı birer lafız, hatta birer kitaptır. “ -Mü’minin firâsetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder” sırrıyla her tarafı görebilecek bir tarassut noktasına oturmuş bu yüksek kâmetler, eşyânın hakikatıyla temasa geçer, varlığın perde arkası çehresine muttali’ olur, herşeyin gerçek yüzünü ortaya koyarak hâdiselerin yüzlerine nur saçar. Ve ömrünü karadelikler etrafında geçirenlere rağmen hep firdevsî yamaçlarda zevkten zevke koşar dururlar.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Gözleri firâsetle açılıp-kapanan bir rûhun nazarında, varlık, yaprak yaprak bir kitap, canlı-cansız bütün eşyâ binbir ma’nâ ile ışıldayan kelimeler, varlığın çehresi ve insanların sîmâları aldatmayan birer beyan olur. Gönül erleri o kitabın tekvînî âyetlerinden, o âyetlerin nûrefşân cümlelerinden, her gözün göremediği, her kulağın işitemediği öyle şeyler duyar, öyle şeyler görürler ki, en muhteşem dimağlar dahi tasavvurundan âciz kalır. Her mü’minin derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizleri, onlar her lâhza burada duyar, sezer ve zevk ederler.</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">BASİRETLİ OLMA ve FITRAT KANUNLARI ile ÇATIŞMAMA </span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Tebliğ ve irşâd adamı, fıtrat kanunlarıyla kat'iyen çatışmamalı; tebliğ ve irşâdında hep basireti esas almalıdır. Zira fıtrat, tekvinî âyetlerle tespit edilmiştir. Öyleyse insanlara sunulacak teklifler, tespit edilen bu kanunlar nazar-ı itibara alınarak sunulmalıdır. Yani tebliğde, insanın yaratılıştan getirdiği bazı hususiyetler nazara alınmalı ve söylenecek sözler bu ölçü ve prensipler içinde söylenmelidir. Aksi hâlde söylenen sözler ne kadar çarpıcı, ne kadar göz kamaştırıcı da olsa, muhatabımız tarafından kabul görmeyebilir. Çünkü o, bütün bunları ya hiç anlamaz veya fantezi ve ütopik bulur.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bu hususu biraz açmakta fayda var. Meselâ; her insanda sevme ve muhabbet etme duygusu vardır. Bu duyguyu hiç yokmuş gibi görmemezlikten gelmek yanlıştır.. ve insanlara "sevmeyin", denmemelidir. Zaten dense de, hem faydası olmaz, hem de böyle bir teklif hakikat açısından doğru değildir. Oysaki mürşit ve mübelliğ, muhatabında potansiyel olarak var olan bu muhabbeti, yapacağı telkinlerle müspete kanalize etmeli; ona fani ve geçici mahbuplara bedel, sermedî ve dâimî bir sevgiliyi sevmesini öğretmelidir. Zira ondaki bu muhabbet duygusu, fanilere sarf edildiğinde bir bela olmasına mukabil, Allah (c.c)'a tevcih edildiğinde, insanın o istikamette kanatlanıp pervaz etmesinin vesilelerinden biri hâline gelebilir. Demek ki, "sevmeyin" değil; "sermedî ve dâimî bir mahbubu veya her şeyi ondan ötürü sevin" demek doğru. Evet böyle olunca, O'ndan dolayı diğer mahlûkatı sevmek de mahzursuz olur. Buna Yunus diliyle: "Yaratan'dan ötürü yaratığı sevmek" denir. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Keza, her fertte inat vardır. İnat bazen insanları birbirine düşürür ve onları birer canavar hâline getirir. Günümüzde boğuşma ve didişmelerin arkasında, inadın menfî tesiri açıkça görülmektedir. Bu duygunun hakim olduğu yerde, hiddet ve şiddet; olmadığı yerde ise, denge ve ölçülü hareket vardır. Dış görünüşü itibarıyla birçok olumsuz yanları olan bu duygu, insana belli bir gaye ve hikmete binaen verilmiştir. Meselâ inat, hakta sebat edebilmek için önemli bir dinamiktir.. evet inat duygusu olmasaydı, az tazyik gören herkes, hak ve hakikatten döneklik edebilirdi. Demek ki, bu duyguyu müspete irca ettiğimiz zaman çok güzel neticeler almak mümkündür. O hâlde insanlara, "inadı terkedin" demek yerine, "onu hak ve hakikatte sebat etmede kullanın!" demek herhalde daha faydalı bir yoldur. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Yine insanda ebediyet duygusu vardır. Halbuki insan, maddesi itibarıyla ebedî değildir. Onun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Anne karnında sperm ve yumurtanın ilkahıyla başlayan hayat; daha başlar başlamaz ölüm sinyalleri verdiği hâlde o, bütün bunlara rağmen içinden ebediyet duygusunu söküp atmaya gücü yetmez. O hâlde bu duygu ona yüce bir gaye için verilmiştir. Hiç şüphesiz bu gaye ise, ebedî hayatı kazanmaktır. Öyleyse insan, ebedî hayatı kazanması için kendisine verilen bu duyguyu yerinde, yani ebedî olarak cennette kalabilmek ve Cenâb-ı Hakk'ın cemalini seyredebilmek için kullanmalıdır. Evet o, ebet duygusunu mutlaka bu yönüyle işletmelidir. Aksine bu duygu insana, daima çaresizliğini ve hiçliğini hatırlatan bir azap kamçısı olacaktır. Bu azap kamçısı altında kıvranıp duran bir insanın da, ne dengeli olması, ne dengeli davranması ve ne de huzur bulabilmesi söz konusu değildir. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Keza, insanda makam ve mevki sevdası vardır. Hiç durmadan yükselme ve hedeflediği gayenin zirvesine tırmanma veya sıçrama, pek çok insanın önü alınamaz zaaflarındandır. Öyleyse mürşit, insandaki bu duyguyu da keşfedip, o insana bu duygu ile hedeflenen ufku göstermelidir ki, sözleri aksülamel yapmasın. Evet bu duygu, insana "cennet mertebelerinde zirveleşmeye bir teşvik olsun" diye verilmiştir. Ayrıca insan, dünyada da faziletli davranışların en üst seviyesine yine bu duygu vasıtasıyla yükselecektir; yükselecektir ama, bu duyguyu ve duyguları bulma, ortaya çıkarma, onların gücünü, irşâd adına ele aldığı kimselerin yararına kullanma, mürşidin idrak ve basiretine bağlıdır. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Evet, ızdırap ve çile, bu yolun kaderidir. O hâlde irşâd ve tebliğ adamı, daha işin başında ızdırap ve çileye razı olmalıdır. Tıpkı nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin ve bütün salih mürşitlerin razı olduğu gibi. Evet, İlâhî dâvânın kudsî hameleleri de mutlaka bu zatların takip ettikleri yolu takip edecek ve onların çekip gördüklerini mutlaka görecektir. Eğer bu yol tabiî bir yol ise, bu yolda sapma, hedef ve gayeden uzaklaşma mânâsına gelir. Gayeden uzaklaşan insana ise, mürşit ve mübelliğ demek doğru değildir. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Hz. Nuh (a.s) bu çileyi, asırlarca çekmiştir. Hz. İbrahim (a.s) bu uğurda sürgün edilmiş ve yine bu uğurda ateşe atılmıştır. Hz. Musa (a.s)'nın İsrailoğulları'ndan çekmediği kalmamıştır. Hz. Yahya (a.s) ikiye biçilmiştir. Hz. Mesih'in yüzü tebessüm görmemiştir. Çünkü bu dâvâ ağırdır, bu dâvâ zordur ve bu dâvâda iradenin kavgası verilmektedir. Dolayısıyla da o, cidalin en çetinidir. Bu kaderi sevemeyen, bu yolda severek çileye katlanamayan insanlar, nebilerin gittikleri bu kulvarda iz sürüp ilerleyemezler. Bir yerde iradeleri gevşer, dizlerinin bağı çözülür ve tökezlerler... </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Hâris b. Hâris (r.a) anlatıyor: </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">"Babamla Beytullah'a gidiyorduk. Ben o gün küçük bir çocuktum. Beytullah'a yaklaşmıştık ki, büyük bir kalabalığın, aralarına aldıkları, üzerine üşüştükleri ve durmadan dövdükleri birini gördüm. Babama kimi dövdüklerini sordum. "Bir Sâbiî'yi" cevabını verdi. Ben o gün için bunun mânâsını anlamamıştım. Ancak biraz sonra o dayak yiyen insanın Allah Resulü (s.a.s) olduğunu görmüştüm ki, sürekli: "Ey insanlar "Lâ ilahe illallah" deyin kurtulun" diyordu."85</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Haris b. Haris (r.a)'in, çocukluk hafızasına yerleşmiş ve silinmeyecek şekilde onun ruhunda iz bırakmış bu tür vak'alar, Mekke döneminde başta Allah Resûlü (s.a.s) olmak üzere, bütün Müslümanların normal hayatlarının bir yanı hâline gelmişti.. evet onların her günü hep böyle geçiyordu. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bir defasında yine Allah Resûlü (s.a.s)'ne saldırmış ve O'nu kan revan içinde bırakmışlardı. Bu esnada kızı Fatıma (r.anha) koşarak gelmiş hem babasının yüzündeki kan izlerini siliyor hem de ağlıyordu. Ancak Allah Resûlü (s.a.s) o hâlinde dahi kızını teselli edip, "Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir" diyordu.86</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bir başka gün Allah Resulü (s.a.s) Kâbe'de namaz kılıyordu. İbn-i Ebi Muayt -ki kavminin en şakisi idi- arkadan geldi ve Allah Resulü (s.a.s)'nün boğazına sarılarak sıkmaya başladı. Durumu haber alan Hz. Ebu Bekir (r.a) oraya koştu ve: "Rabbim Allah'tır dediği için bu insanı öldürecek misiniz?" diyerek Allah Resulü (s.a.s) ile onların arasına girdi.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Ve Hz. Ebu Bekir (r.a).. kim bilir kaç kere, Mekke sokaklarının herhangi bir yerinde, dayaktan dolayı baygın düşmüş ve tanıyan bir-iki kişi tarafından sürüye sürüye evine götürülüp bırakılmıştı. Gözünü açtığı zaman da, ilk sözü: "Allah Resûlü'nün durumu nasıl?" şeklinde olmuştu!..87</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Ammar bir köşede, babası Yasir diğer bir köşede, evin kadını Sümeyye ise (r.anhüm) daha başka bir köşede vücutları dağlanırken, bu yolun kaderini tarihin mermer sütununa nakşetmiş oluyorlardı.88 Bilal (r.a), taşlar altında: "Ehad, Ehad.." diye inlerken, sanki bir gün Alah Resulü (s.a.s)'nün müezzini olma liyakatinin imtihanını veriyordu.89 Talha b. Ubeydullah (r.a), annesi tarafından elleri-ayakları zincire vurulup, sokaklarda süründürülürken90, Zübeyr b. Avvam (r.a), hasıra sarılıp yakılırken91 hep bu yolun rengini aksettiriyorlardı.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bir başka tablo.. Abdullah b. Hüzafetü's-Sehmî (r.a), Romalılar'a esir düşmüştü. O'na günlerce işkence yapmış ve sonra Hristiyanlığı kabule zorlamışlardı. Başa çıkamayınca da, idam etmeye karar vermişlerdi. O, idam sehpasına doğru götürülürken ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda: "Vallahi, şu anda başımdaki saçlarım adedince başlarım olmasını ne kadar arzu ederdim! Keşke, öyle olsaydı da her gün birini hak namına verebilseydim. Böyle bir mazhariyete eremediğim için üzüldüm ve onun için de gözyaşı döktüm."92 demişti.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Birinci rivayet, O'nun hayat destanının böyle bayraklaştığını anlatıyor. İkinci bir rivayet ise, bu son anını şöyle resmediyor:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Abdullah b. Hüzafe (r.a) mert adımlarla ve tebessüm eden bir çehre ile idam sehpasına doğru ilerlerken, onu seyretmekte olan bir papaz hemen yanına yaklaşıyor ve yanındaki askerlerden onun adına birkaç dakika müsaade istiyor. Sonra da Abdullah b. Hüzafe (r.a)'ye hitaben, "Evladım, bak biraz sonra idam olacaksın. Senin için birkaç dakika müsaade istedim. Eğer bu esnada sana hak din olan Hristiyanlığı anlatabilirsem, dünyan gitse de âhiretini kazanacaksın. Belki de senin bu davranışın kralın hoşuna gidecek ve seni affedecektir.." dedi. Abdullah b. Hüzafe (r.a), vakûr ve ciddi bir eda ile ona şu mukabelede bulundu: </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">"Aziz peder! Şu anda sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Eğer dinim müsaade etseydi ellerinden öperdim. Çünkü sen beni büyük bir dertten kurtarmış oldun. Kimseye birşey anlatamadan ölmem çok ağrıma gidiyordu. Halbuki şimdi sen bana bu fırsatı verdin. Eğer bu birkaç dakika içinde sana hak din olan İslâm'ı anlatabilirsem, ölsem dahi gam yemem. Zira, ihtimal ki bu senin ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur!.."</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Papazla beraber orada bu sözleri dinleyen herkesin çenesi bir karış aşağıya düşer. Zira ondaki bu tebliğ aşkına hiç- biri akıl erdiremez. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Evet, tebliğ adamının her zaman şevk ve iştiyak ateşi, batmayan bir güneş gibi olmalıdır; olmalıdır ve etrafı aydınlatma, onun hayatının gayesi hâline gelmelidir. Muvaffakiyete giden yol, ızdırap ve çileden geçer. Iztırarî çile bittiği zaman da, ihtiyarî çile başlar. Misal mi istiyorsunuz? İşte misali;</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Medine'de, beytü'l-mal ganimetlerle dolup taşarken, Allah Resulü (s.a.s) ihtiyarî çilesini yaşıyordu. Bazen bir hafta geçiyor da O, ağzına tek lokma koymuyordu. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Bir gün Allah Resulü'nün saadet hücresine girdim. Baktım oturarak namaz kılıyor. Namazdan sonra: "Ya Resulallah, hasta mısınız?" diye sordum. "Hayır ya Ebâ Hureyre, hasta değilim; ama açlık (bende derman bırakmadı)" buyurdular. Ağlamaya başladım. "Ağlama Ebu Hureyre! Kıyamet günü, azabın şiddetlisi, dünyada açlık çekenlere isabet etmez" diyerek beni teselli ettiler."93</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">İşte bütün ihtişamıyla İslâm, böyle bir hayatın temelleri üzerine kurulmuştu. Ve yeniden o gönüllere taht kuracaksa, yine aynı ruhu yaşayan ve temsil eden alperenlerin omuzları üzerinde kurulacaktır. Yoksa bu büyük iş, kalem efendilerinin, bürokrasi beylerinin ve çilesiz nevzuhurların yapabilecekleri iş değildir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Bu küllî hakikati Hz. Lokman (a.s)'ın oğluna yaptığı tavsiyede, daha doğrusu büyük dâvânın büyük temsilcisi olan gençlere yaptığı tavsiyede görebiliriz. Kur’ân, O'nun bu öğüdünü ebedî bir düstur olarak tespit eder ve bizlere sunar:</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">"Ey oğul! Namazını dosdoğru kıl. Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yap. Başına gelen belalara da sabret. Muhakkak bunlar dayanılması gereken zor işlerdir."(Lokman, 31/17). Demek ki âyetin ifadesiyle namaz kılan, emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yapanın başına bela ve musibetin geleceği muhakkak.. evet bir bakıma bunlar, aynı hakikatin ayrı yüzleri gibidirler. Bunlardan birini yapan, bu hakikatin sadece bir yüzünü, ikisini birden yapan da her iki yüzünü yakalamış ve Hakk'a ulaştıran doğru yola koyulmuş demektir. Buradaki hakikatin ise, üç yüzü var ve tam tekmil insan olma da bu üçünün birden temsiline bağlıdır. Bence, büyüklerin yolu da işte bu yoldur. Bu itibarla da, nebilerin dâvâsını omuzlamaya namzet olanlar, aynı yolun yolcusu olmalıdırlar. Başka türlü davrananların yaptıkları ise, sadece bir maceradan ibarettir. Ne zaman, nerede ve kimin hesabına biteceği belli olmayan böyle maceralara sürüklenmekten her zaman Cenâb-ı Hakk'a sığınılmalıdır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Fıtrat kanunları ile çatışmama, basiret ve firaseti esas alarak tebliğ ve irşâd yolunda yürüme, o işte istihdam edilecek şahısları bilip tanıma çok önemli hususlar olduğunu hatırlatmıştım. Bu mevzuda bize en güzel örnek de yine Allah Resûlü (s.a.s)'dür. O'nun nübüvvetine delil olan hususlardan biri -ki mevzumuzla da yakından alâkalıdır- her insanı, o insanın istîdadına uygun bir hizmette kullanmasıdır. Bu da O'nun, insanları tanımadaki firaset ve fetanetinin alâmetidir. Kime ne vazife vermişse, o hususta hiç geriye adım atmamıştır. Bütün hayatı boyunca gösterdiği bu isabet, O'nun risaletinin en önemli şahitlerindendir. Meselâ Hassan b. Sabit (r.a)'i, kâfirlere karşı söz düellosunda kullanmıştır.94 Hassan, her mısrasını zehirli bir ok gibi fırlatmış ve karşısındaki insanları her defasında mat etmiştir. O aynı Hassan b. Sabit (r.a), harp meydanında kullanılsaydı ve orada ona kumandanlık verilseydi, belki mısraların kavgasında bunca başarılı olan bu sahabi, kılıçların kavgasında hezimete sebebiyet verebilirdi. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">O'nun irşâd için gönderdikleri ise Mus'ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel, Hz. Ali (r.anhüm) ve benzeri sahabilerdi. Onlar da gittikleri her yerde irşâd adına baş döndüren bir muvaffakiyet sergiliyorlardı. Ama aynı iş Halid'e verilseydi, ihtimal Halid bu işi o ölçüde temsil edemeyebilirdi. Çünkü O, harp meydanlarında arslanların ödünü koparmak için yaratılmıştı. Allah Resulü (s.a.s) de onu hep öyle yerlerde istihdam buyurmuşlardı. </span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Fertleri kabiliyetlerine göre kullanma, bir mürşidin en mühim hususiyetlerindendir. Bu da insan fıtratını yakından bilmeye bağlıdır. İnsanı zaaf ve faziletleriyle tanıyıp ona göre davranmayanların muvaffakiyetleri her zaman münakaşa edilebilir... Ayrıca, her insanı yerli yerinde kullanmadıkça, insan israfının önünü almak da mümkün değildir. Mürşit, basiretiyle bu işin üstesinden gelen insandır. O, fıtrat kanunlarına uygun hareket etmekle hem en ağır işlerin üstesinden gelebilir, hem de başarılarında, güç ve kuvvetinin çok önünde bir hıza ulaşır.</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">BASİRET ÜZERE DAVET</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Kur'ân-ı Kerim'de Efendimiz'in, "Ben ve bana tâbî olanlar, bir basîret üzere davette bulunuyoruz" dediği buyuruluyor?</span></strong> </p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">"Bu, benim yolumdur, Ben ve bana tâbi olanlar, bir basiret üzere davette bulunuyoruz" diyor. Bu âyetin bir diğer manâsı da, "ben, bana tâbî olanları bir basiret üzere davet ediyorum" şeklindedir. Bu âyetin geçtiği Yusuf sûresinin mihveri ilimdir. "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır" âyetinde de hem bir hakikatin ifadesi, hem de bir tembih ve ikaz söz konusudur. Davetin basiret üzere olması gerektiği gibi, davette ilmin önemi de, üzerinde durulmaya değer bir konu. Ayrıca, kimse, ilmine güvenmemeli; ve kendinin üstünde bir bilen olduğunu kabullenmeli. Rivayetlerde, Hz. Musa gibi ülü'l-azm bir peygamberin, Hz. Hızır'la (as) seyahatine sebep olarak, içinden, acaba kendinden daha âlim birinin var olup olmadığının geçtiği belirtilir. Allah da, (cc) onu Hz. Hızır'a (as) gönderir ve bulunduğu âlemin ya da buudun dışında, daha başka âlemlerin, buutların, dolayısıyla da ilmî derinliklerin var olduğunu gösterir. İhtimal, Hz. Musa'nın (as) misyonu gereği, böyle bir seyahatten de geçmesi gerekiyordu. Bir kitapçıkta (Kur'an'dan İdrake Yansıyanlar) yer aldığı üzere, Hz. Musa tamamen maddeci bir kavme gönderilmişti. Firavun'un sarayı gibi yine maddeci bir ortamda yetişen bu yüce Nebi, kavminin ruh terbiyesinden geçmesi için, kendisinin de melekûta açılması gerekiyordu. Her peygamber, gönderildiği kavmin bir prototipi gibidir; onun husûsiyetlerini taşır. Kavmine vermesi gerekenleri önce kendinde duyacak, kendinde yaşayıp tecrübe edecek ki, sonra onları kavmine samimiyet ve tam bir itminanla aktarabilsin.</span></p><p><strong><span style="font-family: 'Tahoma'">BASÎRET</span></strong></p><p><strong></strong><span style="font-family: 'Tahoma'">Basîret; ilim, tecrübe, firâset nû-ruyla görüp sezmeye, bilip değerlendirmeye esas teşkil eden hususları, ihâtalı ve tam tekmil kavramaya denir ki, bu ma’nâda basîretli insan, ötelere de açık olursa, artık o, insan-ı kâmil olmaya azmetmiş bir hakîkat eri, bir mâneviyat kahramanı sayılabilir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Akıl, önemli bir ilim kaynağı, basîret ise ciddi bir irfân menbaıdır. Aklı olup da basîreti bulunmayan birisi, çok şey bilip, çok şey anlasa da, bildikleriyle biryere varabilmesi oldukça zor, hatta imkânsızdır.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Basîret; bir şeyi olduğu gibi veya olduğuna yakın kavramak ise, her akıllı insan basîretli sayılmayabilir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Basîretsiz akılda sık sık, şüphe, tereddüt ve kararsızlıklar görülmesine mukâbil, basîret iklimi, her zaman sıcacık, yumuşak, kararlılık içinde ve emniyetle üfül üfüldür.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Akıl, fikir, dimağın en son kavrama seviyesi, basîret ise, rûhun ilk idrâk mertebesidir. Basîretin zirvesi ise hikmetdir ki, Kur’ân “Kime hikmet verilmişse şüphesiz o bir çok hayra erdirilmiş sayılır” diyerek bu hakîkatı nazara vermektedir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Varlığa sadece gözleriyle bakanlar, onu ancak, gözlerinin ihâtâsı ölçüsünde kavrayabilirler. Eşyâyı basîretle didik edenlerdir ki, arının çiçeklerden bal özü topladığı gibi, onlar da, herşeyden şeker-şerbet ma’nâlar çıkarabilirler.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Göz, baktığı kimselerin şekil, sîma ve kâmetlerini görür. Basîret, bunların ötesinde, ahlâk, fazîlet ve rûhun derece-i kıymeti gibi şeyleri de sezer.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Gözler, eşya ve hâdiseleri dış yüzleri ve maddî yanlarıyla, basîret ise, muhtevâ, fâide, gâye ve hikmet gibi iç yüzleriyle de görür, tanır ve kavrar.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">Basîret, akıl demek olmadığı gibi düşünce de değildir. Düşünmek, akıl ve aklın semerelerini aşkın olduğu gibi basîret de, düşüncenin çok ötesinde İlahî bir melekedir.</span></p><p><span style="font-family: 'Tahoma'">İnsanı, hayvanlardan ayıran şey, onun şuuru, basîreti, sonra da ilhâm ve hikmete mazhariyetidir. Bu hasselerden mahrum olanların şekli ne olursa olsun, olmaları gerekli olan son noktaya ulaşamamış sayılırlar.</span></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="mihrimah, post: 83468, member: 656"] [B][FONT=Tahoma]PIRLANTA SER[/FONT][FONT=Tahoma]İSİ...[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]Sözlüklerin; idrâk, fetânet, delîl ve şâhit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kâmus ve ta’rifât kitaplarında: “Kalp gözünün açıklığı, idrâk genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme istidâdı” olarak ta’rif edilmiştir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Gönül erlerinin muhâverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhâmın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyânın hakikatını kavramada rûhun ilk idrâk mertebesi; aklın, renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, rûhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdânî şuur ve ilâhî tecellîlerle nurlanmış, Zât-ı Ulûhiyyetin ünsiyeti ziyâsıyla sürmelenmiş öyle bir idrâkdır ki, idrâkların yalın ayak, baş açık hayâllerle yorulup bîtâp düştükleri vâdilerde o, delîl ve şâhide ihtiyaç duymadan eşyânın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider hakikatler hakikatine ulaşır.[/FONT] [FONT=Tahoma]Basar, Allah’ın nûrefşân bir sıfatıdır; her müstaidin basîreti de “ -Aralarında taksimi yapan Biz’iz” (Zuhruf, 43/32) mîzânıyla bu ilâhî sıfattan hissesi ölçüsündedir. Böyle kaderî bir tecellîde en büyük hisse ile, bu lâhûtî kaynaktan kana kana istifâde edip, sonra da rûhunun ilhâmlarını arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, Hakk tecellîlerinin mücellâ âyinesi Hz. Muhammed (sav)’dir ve bu mevzûda O’nun eşimenendi yoktur. “ -De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basîret üzere da’vet ediyorum.. bana tâbi’ olanlar da öyle...” (Yusuf, 12/108) beyanı, Nebîler Sultanı ve arkasındakilerin bu ilâhî mevhibe ve onun vâridâtından istifâdelerinin azametine işâret etmektedir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Bu ışıktan idrâk sayesindedir ki, mi’râcın kutlu yolcusu, idrâksizler için hemen her zaman, anlaşılmaz bir amâ sanılan varlığın perde arkasını, hem de bir solukta gezip gördü. Bir kitap gibi mütâlaa etti.. îmân rükünlerinin misâlî levhalarının sergilendiği gayb yamaçlarında dolaştı.. kader kalemlerinin yürekleri hoplatan nağmeleriyle ürperdi.. hûri-gılman teşrifatçılığına uğrayıp geçti.. “ne mekân var ânda, ne arz u semâ...” duygularının mûsikîleştiği noktada “ -İki yay arası kadar hatta daha da yakın...” (Necm, 53/9) nefehâtiyle istikbâl edildi ve armağanlandırıldı...[/FONT] [FONT=Tahoma]Bazen basîretdeki temâşâ zevki firâsetle ayrı bir derinliğe ulaşır ki, o zaman idrâk “Te’vîlü’l-ehâdîs’e= Eşyânın melekûtî yönlerine nüfuz ve hâdiselerin yorumu” uyanır ve ruh, üç buudlu şu mekânda birkaç buudu birden yaşamaya başlar. Derken vicdan, varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur.[/FONT] [FONT=Tahoma]Sezme, anlama ma’nâlarına gelen firâset, idrâkin, iz’ânlaşması ve basîretin daha da derinleşmesi demektir. Hakk nûrunun tecellîsine açık firâsetli gözler, gölgelere aldanmayan öyle ay yüzlülerdir ki, basîretlerinin nuruyla en karanlık zeminde dahi herşeyi apaçık görür, iltibasları aşar, benzerliklere takılıp kalmaz.. cüz’iyyâtın esiri olmaz.. kamışın içinde şekeri, suyun ruhunda oksijen ve hidrojeni birden müşâhede ve idrâk eder ve gönlü hep “fark” ikliminde dolaşır.[/FONT] [FONT=Tahoma]İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır “ -Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır” (Hicr, 15/75) gölgesinde seyahat edenlere çok ma’nâlı birer lafız, hatta birer kitaptır. “ -Mü’minin firâsetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder” sırrıyla her tarafı görebilecek bir tarassut noktasına oturmuş bu yüksek kâmetler, eşyânın hakikatıyla temasa geçer, varlığın perde arkası çehresine muttali’ olur, herşeyin gerçek yüzünü ortaya koyarak hâdiselerin yüzlerine nur saçar. Ve ömrünü karadelikler etrafında geçirenlere rağmen hep firdevsî yamaçlarda zevkten zevke koşar dururlar.[/FONT] [FONT=Tahoma]Gözleri firâsetle açılıp-kapanan bir rûhun nazarında, varlık, yaprak yaprak bir kitap, canlı-cansız bütün eşyâ binbir ma’nâ ile ışıldayan kelimeler, varlığın çehresi ve insanların sîmâları aldatmayan birer beyan olur. Gönül erleri o kitabın tekvînî âyetlerinden, o âyetlerin nûrefşân cümlelerinden, her gözün göremediği, her kulağın işitemediği öyle şeyler duyar, öyle şeyler görürler ki, en muhteşem dimağlar dahi tasavvurundan âciz kalır. Her mü’minin derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizleri, onlar her lâhza burada duyar, sezer ve zevk ederler.[/FONT] [B][FONT=Tahoma]BASİRETLİ OLMA ve FITRAT KANUNLARI ile ÇATIŞMAMA [/FONT] [/B][FONT=Tahoma]Tebliğ ve irşâd adamı, fıtrat kanunlarıyla kat'iyen çatışmamalı; tebliğ ve irşâdında hep basireti esas almalıdır. Zira fıtrat, tekvinî âyetlerle tespit edilmiştir. Öyleyse insanlara sunulacak teklifler, tespit edilen bu kanunlar nazar-ı itibara alınarak sunulmalıdır. Yani tebliğde, insanın yaratılıştan getirdiği bazı hususiyetler nazara alınmalı ve söylenecek sözler bu ölçü ve prensipler içinde söylenmelidir. Aksi hâlde söylenen sözler ne kadar çarpıcı, ne kadar göz kamaştırıcı da olsa, muhatabımız tarafından kabul görmeyebilir. Çünkü o, bütün bunları ya hiç anlamaz veya fantezi ve ütopik bulur.[/FONT] [FONT=Tahoma]Bu hususu biraz açmakta fayda var. Meselâ; her insanda sevme ve muhabbet etme duygusu vardır. Bu duyguyu hiç yokmuş gibi görmemezlikten gelmek yanlıştır.. ve insanlara "sevmeyin", denmemelidir. Zaten dense de, hem faydası olmaz, hem de böyle bir teklif hakikat açısından doğru değildir. Oysaki mürşit ve mübelliğ, muhatabında potansiyel olarak var olan bu muhabbeti, yapacağı telkinlerle müspete kanalize etmeli; ona fani ve geçici mahbuplara bedel, sermedî ve dâimî bir sevgiliyi sevmesini öğretmelidir. Zira ondaki bu muhabbet duygusu, fanilere sarf edildiğinde bir bela olmasına mukabil, Allah (c.c)'a tevcih edildiğinde, insanın o istikamette kanatlanıp pervaz etmesinin vesilelerinden biri hâline gelebilir. Demek ki, "sevmeyin" değil; "sermedî ve dâimî bir mahbubu veya her şeyi ondan ötürü sevin" demek doğru. Evet böyle olunca, O'ndan dolayı diğer mahlûkatı sevmek de mahzursuz olur. Buna Yunus diliyle: "Yaratan'dan ötürü yaratığı sevmek" denir. [/FONT] [FONT=Tahoma]Keza, her fertte inat vardır. İnat bazen insanları birbirine düşürür ve onları birer canavar hâline getirir. Günümüzde boğuşma ve didişmelerin arkasında, inadın menfî tesiri açıkça görülmektedir. Bu duygunun hakim olduğu yerde, hiddet ve şiddet; olmadığı yerde ise, denge ve ölçülü hareket vardır. Dış görünüşü itibarıyla birçok olumsuz yanları olan bu duygu, insana belli bir gaye ve hikmete binaen verilmiştir. Meselâ inat, hakta sebat edebilmek için önemli bir dinamiktir.. evet inat duygusu olmasaydı, az tazyik gören herkes, hak ve hakikatten döneklik edebilirdi. Demek ki, bu duyguyu müspete irca ettiğimiz zaman çok güzel neticeler almak mümkündür. O hâlde insanlara, "inadı terkedin" demek yerine, "onu hak ve hakikatte sebat etmede kullanın!" demek herhalde daha faydalı bir yoldur. [/FONT] [FONT=Tahoma]Yine insanda ebediyet duygusu vardır. Halbuki insan, maddesi itibarıyla ebedî değildir. Onun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Anne karnında sperm ve yumurtanın ilkahıyla başlayan hayat; daha başlar başlamaz ölüm sinyalleri verdiği hâlde o, bütün bunlara rağmen içinden ebediyet duygusunu söküp atmaya gücü yetmez. O hâlde bu duygu ona yüce bir gaye için verilmiştir. Hiç şüphesiz bu gaye ise, ebedî hayatı kazanmaktır. Öyleyse insan, ebedî hayatı kazanması için kendisine verilen bu duyguyu yerinde, yani ebedî olarak cennette kalabilmek ve Cenâb-ı Hakk'ın cemalini seyredebilmek için kullanmalıdır. Evet o, ebet duygusunu mutlaka bu yönüyle işletmelidir. Aksine bu duygu insana, daima çaresizliğini ve hiçliğini hatırlatan bir azap kamçısı olacaktır. Bu azap kamçısı altında kıvranıp duran bir insanın da, ne dengeli olması, ne dengeli davranması ve ne de huzur bulabilmesi söz konusu değildir. [/FONT] [FONT=Tahoma]Keza, insanda makam ve mevki sevdası vardır. Hiç durmadan yükselme ve hedeflediği gayenin zirvesine tırmanma veya sıçrama, pek çok insanın önü alınamaz zaaflarındandır. Öyleyse mürşit, insandaki bu duyguyu da keşfedip, o insana bu duygu ile hedeflenen ufku göstermelidir ki, sözleri aksülamel yapmasın. Evet bu duygu, insana "cennet mertebelerinde zirveleşmeye bir teşvik olsun" diye verilmiştir. Ayrıca insan, dünyada da faziletli davranışların en üst seviyesine yine bu duygu vasıtasıyla yükselecektir; yükselecektir ama, bu duyguyu ve duyguları bulma, ortaya çıkarma, onların gücünü, irşâd adına ele aldığı kimselerin yararına kullanma, mürşidin idrak ve basiretine bağlıdır. [/FONT] [FONT=Tahoma]Evet, ızdırap ve çile, bu yolun kaderidir. O hâlde irşâd ve tebliğ adamı, daha işin başında ızdırap ve çileye razı olmalıdır. Tıpkı nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin ve bütün salih mürşitlerin razı olduğu gibi. Evet, İlâhî dâvânın kudsî hameleleri de mutlaka bu zatların takip ettikleri yolu takip edecek ve onların çekip gördüklerini mutlaka görecektir. Eğer bu yol tabiî bir yol ise, bu yolda sapma, hedef ve gayeden uzaklaşma mânâsına gelir. Gayeden uzaklaşan insana ise, mürşit ve mübelliğ demek doğru değildir. [/FONT] [FONT=Tahoma]Hz. Nuh (a.s) bu çileyi, asırlarca çekmiştir. Hz. İbrahim (a.s) bu uğurda sürgün edilmiş ve yine bu uğurda ateşe atılmıştır. Hz. Musa (a.s)'nın İsrailoğulları'ndan çekmediği kalmamıştır. Hz. Yahya (a.s) ikiye biçilmiştir. Hz. Mesih'in yüzü tebessüm görmemiştir. Çünkü bu dâvâ ağırdır, bu dâvâ zordur ve bu dâvâda iradenin kavgası verilmektedir. Dolayısıyla da o, cidalin en çetinidir. Bu kaderi sevemeyen, bu yolda severek çileye katlanamayan insanlar, nebilerin gittikleri bu kulvarda iz sürüp ilerleyemezler. Bir yerde iradeleri gevşer, dizlerinin bağı çözülür ve tökezlerler... [/FONT] [FONT=Tahoma]Hâris b. Hâris (r.a) anlatıyor: [/FONT] [FONT=Tahoma]"Babamla Beytullah'a gidiyorduk. Ben o gün küçük bir çocuktum. Beytullah'a yaklaşmıştık ki, büyük bir kalabalığın, aralarına aldıkları, üzerine üşüştükleri ve durmadan dövdükleri birini gördüm. Babama kimi dövdüklerini sordum. "Bir Sâbiî'yi" cevabını verdi. Ben o gün için bunun mânâsını anlamamıştım. Ancak biraz sonra o dayak yiyen insanın Allah Resulü (s.a.s) olduğunu görmüştüm ki, sürekli: "Ey insanlar "Lâ ilahe illallah" deyin kurtulun" diyordu."85[/FONT] [FONT=Tahoma]Haris b. Haris (r.a)'in, çocukluk hafızasına yerleşmiş ve silinmeyecek şekilde onun ruhunda iz bırakmış bu tür vak'alar, Mekke döneminde başta Allah Resûlü (s.a.s) olmak üzere, bütün Müslümanların normal hayatlarının bir yanı hâline gelmişti.. evet onların her günü hep böyle geçiyordu. [/FONT] [FONT=Tahoma]Bir defasında yine Allah Resûlü (s.a.s)'ne saldırmış ve O'nu kan revan içinde bırakmışlardı. Bu esnada kızı Fatıma (r.anha) koşarak gelmiş hem babasının yüzündeki kan izlerini siliyor hem de ağlıyordu. Ancak Allah Resûlü (s.a.s) o hâlinde dahi kızını teselli edip, "Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir" diyordu.86[/FONT] [FONT=Tahoma]Bir başka gün Allah Resulü (s.a.s) Kâbe'de namaz kılıyordu. İbn-i Ebi Muayt -ki kavminin en şakisi idi- arkadan geldi ve Allah Resulü (s.a.s)'nün boğazına sarılarak sıkmaya başladı. Durumu haber alan Hz. Ebu Bekir (r.a) oraya koştu ve: "Rabbim Allah'tır dediği için bu insanı öldürecek misiniz?" diyerek Allah Resulü (s.a.s) ile onların arasına girdi.[/FONT] [FONT=Tahoma]Ve Hz. Ebu Bekir (r.a).. kim bilir kaç kere, Mekke sokaklarının herhangi bir yerinde, dayaktan dolayı baygın düşmüş ve tanıyan bir-iki kişi tarafından sürüye sürüye evine götürülüp bırakılmıştı. Gözünü açtığı zaman da, ilk sözü: "Allah Resûlü'nün durumu nasıl?" şeklinde olmuştu!..87[/FONT] [FONT=Tahoma]Ammar bir köşede, babası Yasir diğer bir köşede, evin kadını Sümeyye ise (r.anhüm) daha başka bir köşede vücutları dağlanırken, bu yolun kaderini tarihin mermer sütununa nakşetmiş oluyorlardı.88 Bilal (r.a), taşlar altında: "Ehad, Ehad.." diye inlerken, sanki bir gün Alah Resulü (s.a.s)'nün müezzini olma liyakatinin imtihanını veriyordu.89 Talha b. Ubeydullah (r.a), annesi tarafından elleri-ayakları zincire vurulup, sokaklarda süründürülürken90, Zübeyr b. Avvam (r.a), hasıra sarılıp yakılırken91 hep bu yolun rengini aksettiriyorlardı.[/FONT] [FONT=Tahoma]Bir başka tablo.. Abdullah b. Hüzafetü's-Sehmî (r.a), Romalılar'a esir düşmüştü. O'na günlerce işkence yapmış ve sonra Hristiyanlığı kabule zorlamışlardı. Başa çıkamayınca da, idam etmeye karar vermişlerdi. O, idam sehpasına doğru götürülürken ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda: "Vallahi, şu anda başımdaki saçlarım adedince başlarım olmasını ne kadar arzu ederdim! Keşke, öyle olsaydı da her gün birini hak namına verebilseydim. Böyle bir mazhariyete eremediğim için üzüldüm ve onun için de gözyaşı döktüm."92 demişti.[/FONT] [FONT=Tahoma]Birinci rivayet, O'nun hayat destanının böyle bayraklaştığını anlatıyor. İkinci bir rivayet ise, bu son anını şöyle resmediyor:[/FONT] [FONT=Tahoma]Abdullah b. Hüzafe (r.a) mert adımlarla ve tebessüm eden bir çehre ile idam sehpasına doğru ilerlerken, onu seyretmekte olan bir papaz hemen yanına yaklaşıyor ve yanındaki askerlerden onun adına birkaç dakika müsaade istiyor. Sonra da Abdullah b. Hüzafe (r.a)'ye hitaben, "Evladım, bak biraz sonra idam olacaksın. Senin için birkaç dakika müsaade istedim. Eğer bu esnada sana hak din olan Hristiyanlığı anlatabilirsem, dünyan gitse de âhiretini kazanacaksın. Belki de senin bu davranışın kralın hoşuna gidecek ve seni affedecektir.." dedi. Abdullah b. Hüzafe (r.a), vakûr ve ciddi bir eda ile ona şu mukabelede bulundu: [/FONT] [FONT=Tahoma]"Aziz peder! Şu anda sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Eğer dinim müsaade etseydi ellerinden öperdim. Çünkü sen beni büyük bir dertten kurtarmış oldun. Kimseye birşey anlatamadan ölmem çok ağrıma gidiyordu. Halbuki şimdi sen bana bu fırsatı verdin. Eğer bu birkaç dakika içinde sana hak din olan İslâm'ı anlatabilirsem, ölsem dahi gam yemem. Zira, ihtimal ki bu senin ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur!.."[/FONT] [FONT=Tahoma]Papazla beraber orada bu sözleri dinleyen herkesin çenesi bir karış aşağıya düşer. Zira ondaki bu tebliğ aşkına hiç- biri akıl erdiremez. [/FONT] [FONT=Tahoma]Evet, tebliğ adamının her zaman şevk ve iştiyak ateşi, batmayan bir güneş gibi olmalıdır; olmalıdır ve etrafı aydınlatma, onun hayatının gayesi hâline gelmelidir. Muvaffakiyete giden yol, ızdırap ve çileden geçer. Iztırarî çile bittiği zaman da, ihtiyarî çile başlar. Misal mi istiyorsunuz? İşte misali;[/FONT] [FONT=Tahoma]Medine'de, beytü'l-mal ganimetlerle dolup taşarken, Allah Resulü (s.a.s) ihtiyarî çilesini yaşıyordu. Bazen bir hafta geçiyor da O, ağzına tek lokma koymuyordu. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Bir gün Allah Resulü'nün saadet hücresine girdim. Baktım oturarak namaz kılıyor. Namazdan sonra: "Ya Resulallah, hasta mısınız?" diye sordum. "Hayır ya Ebâ Hureyre, hasta değilim; ama açlık (bende derman bırakmadı)" buyurdular. Ağlamaya başladım. "Ağlama Ebu Hureyre! Kıyamet günü, azabın şiddetlisi, dünyada açlık çekenlere isabet etmez" diyerek beni teselli ettiler."93[/FONT] [FONT=Tahoma]İşte bütün ihtişamıyla İslâm, böyle bir hayatın temelleri üzerine kurulmuştu. Ve yeniden o gönüllere taht kuracaksa, yine aynı ruhu yaşayan ve temsil eden alperenlerin omuzları üzerinde kurulacaktır. Yoksa bu büyük iş, kalem efendilerinin, bürokrasi beylerinin ve çilesiz nevzuhurların yapabilecekleri iş değildir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Bu küllî hakikati Hz. Lokman (a.s)'ın oğluna yaptığı tavsiyede, daha doğrusu büyük dâvânın büyük temsilcisi olan gençlere yaptığı tavsiyede görebiliriz. Kur’ân, O'nun bu öğüdünü ebedî bir düstur olarak tespit eder ve bizlere sunar:[/FONT] [FONT=Tahoma]"Ey oğul! Namazını dosdoğru kıl. Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yap. Başına gelen belalara da sabret. Muhakkak bunlar dayanılması gereken zor işlerdir."(Lokman, 31/17). Demek ki âyetin ifadesiyle namaz kılan, emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yapanın başına bela ve musibetin geleceği muhakkak.. evet bir bakıma bunlar, aynı hakikatin ayrı yüzleri gibidirler. Bunlardan birini yapan, bu hakikatin sadece bir yüzünü, ikisini birden yapan da her iki yüzünü yakalamış ve Hakk'a ulaştıran doğru yola koyulmuş demektir. Buradaki hakikatin ise, üç yüzü var ve tam tekmil insan olma da bu üçünün birden temsiline bağlıdır. Bence, büyüklerin yolu da işte bu yoldur. Bu itibarla da, nebilerin dâvâsını omuzlamaya namzet olanlar, aynı yolun yolcusu olmalıdırlar. Başka türlü davrananların yaptıkları ise, sadece bir maceradan ibarettir. Ne zaman, nerede ve kimin hesabına biteceği belli olmayan böyle maceralara sürüklenmekten her zaman Cenâb-ı Hakk'a sığınılmalıdır.[/FONT] [FONT=Tahoma]Fıtrat kanunları ile çatışmama, basiret ve firaseti esas alarak tebliğ ve irşâd yolunda yürüme, o işte istihdam edilecek şahısları bilip tanıma çok önemli hususlar olduğunu hatırlatmıştım. Bu mevzuda bize en güzel örnek de yine Allah Resûlü (s.a.s)'dür. O'nun nübüvvetine delil olan hususlardan biri -ki mevzumuzla da yakından alâkalıdır- her insanı, o insanın istîdadına uygun bir hizmette kullanmasıdır. Bu da O'nun, insanları tanımadaki firaset ve fetanetinin alâmetidir. Kime ne vazife vermişse, o hususta hiç geriye adım atmamıştır. Bütün hayatı boyunca gösterdiği bu isabet, O'nun risaletinin en önemli şahitlerindendir. Meselâ Hassan b. Sabit (r.a)'i, kâfirlere karşı söz düellosunda kullanmıştır.94 Hassan, her mısrasını zehirli bir ok gibi fırlatmış ve karşısındaki insanları her defasında mat etmiştir. O aynı Hassan b. Sabit (r.a), harp meydanında kullanılsaydı ve orada ona kumandanlık verilseydi, belki mısraların kavgasında bunca başarılı olan bu sahabi, kılıçların kavgasında hezimete sebebiyet verebilirdi. [/FONT] [FONT=Tahoma]O'nun irşâd için gönderdikleri ise Mus'ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel, Hz. Ali (r.anhüm) ve benzeri sahabilerdi. Onlar da gittikleri her yerde irşâd adına baş döndüren bir muvaffakiyet sergiliyorlardı. Ama aynı iş Halid'e verilseydi, ihtimal Halid bu işi o ölçüde temsil edemeyebilirdi. Çünkü O, harp meydanlarında arslanların ödünü koparmak için yaratılmıştı. Allah Resulü (s.a.s) de onu hep öyle yerlerde istihdam buyurmuşlardı. [/FONT] [FONT=Tahoma]Fertleri kabiliyetlerine göre kullanma, bir mürşidin en mühim hususiyetlerindendir. Bu da insan fıtratını yakından bilmeye bağlıdır. İnsanı zaaf ve faziletleriyle tanıyıp ona göre davranmayanların muvaffakiyetleri her zaman münakaşa edilebilir... Ayrıca, her insanı yerli yerinde kullanmadıkça, insan israfının önünü almak da mümkün değildir. Mürşit, basiretiyle bu işin üstesinden gelen insandır. O, fıtrat kanunlarına uygun hareket etmekle hem en ağır işlerin üstesinden gelebilir, hem de başarılarında, güç ve kuvvetinin çok önünde bir hıza ulaşır.[/FONT] [B][FONT=Tahoma]BASİRET ÜZERE DAVET[/FONT] [FONT=Tahoma]Kur'ân-ı Kerim'de Efendimiz'in, "Ben ve bana tâbî olanlar, bir basîret üzere davette bulunuyoruz" dediği buyuruluyor?[/FONT][/B][FONT=Tahoma] [/FONT] [FONT=Tahoma]"Bu, benim yolumdur, Ben ve bana tâbi olanlar, bir basiret üzere davette bulunuyoruz" diyor. Bu âyetin bir diğer manâsı da, "ben, bana tâbî olanları bir basiret üzere davet ediyorum" şeklindedir. Bu âyetin geçtiği Yusuf sûresinin mihveri ilimdir. "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır" âyetinde de hem bir hakikatin ifadesi, hem de bir tembih ve ikaz söz konusudur. Davetin basiret üzere olması gerektiği gibi, davette ilmin önemi de, üzerinde durulmaya değer bir konu. Ayrıca, kimse, ilmine güvenmemeli; ve kendinin üstünde bir bilen olduğunu kabullenmeli. Rivayetlerde, Hz. Musa gibi ülü'l-azm bir peygamberin, Hz. Hızır'la (as) seyahatine sebep olarak, içinden, acaba kendinden daha âlim birinin var olup olmadığının geçtiği belirtilir. Allah da, (cc) onu Hz. Hızır'a (as) gönderir ve bulunduğu âlemin ya da buudun dışında, daha başka âlemlerin, buutların, dolayısıyla da ilmî derinliklerin var olduğunu gösterir. İhtimal, Hz. Musa'nın (as) misyonu gereği, böyle bir seyahatten de geçmesi gerekiyordu. Bir kitapçıkta (Kur'an'dan İdrake Yansıyanlar) yer aldığı üzere, Hz. Musa tamamen maddeci bir kavme gönderilmişti. Firavun'un sarayı gibi yine maddeci bir ortamda yetişen bu yüce Nebi, kavminin ruh terbiyesinden geçmesi için, kendisinin de melekûta açılması gerekiyordu. Her peygamber, gönderildiği kavmin bir prototipi gibidir; onun husûsiyetlerini taşır. Kavmine vermesi gerekenleri önce kendinde duyacak, kendinde yaşayıp tecrübe edecek ki, sonra onları kavmine samimiyet ve tam bir itminanla aktarabilsin.[/FONT] [B][FONT=Tahoma]BASÎRET[/FONT] [/B][FONT=Tahoma]Basîret; ilim, tecrübe, firâset nû-ruyla görüp sezmeye, bilip değerlendirmeye esas teşkil eden hususları, ihâtalı ve tam tekmil kavramaya denir ki, bu ma’nâda basîretli insan, ötelere de açık olursa, artık o, insan-ı kâmil olmaya azmetmiş bir hakîkat eri, bir mâneviyat kahramanı sayılabilir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Akıl, önemli bir ilim kaynağı, basîret ise ciddi bir irfân menbaıdır. Aklı olup da basîreti bulunmayan birisi, çok şey bilip, çok şey anlasa da, bildikleriyle biryere varabilmesi oldukça zor, hatta imkânsızdır.[/FONT] [FONT=Tahoma]Basîret; bir şeyi olduğu gibi veya olduğuna yakın kavramak ise, her akıllı insan basîretli sayılmayabilir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Basîretsiz akılda sık sık, şüphe, tereddüt ve kararsızlıklar görülmesine mukâbil, basîret iklimi, her zaman sıcacık, yumuşak, kararlılık içinde ve emniyetle üfül üfüldür.[/FONT] [FONT=Tahoma]Akıl, fikir, dimağın en son kavrama seviyesi, basîret ise, rûhun ilk idrâk mertebesidir. Basîretin zirvesi ise hikmetdir ki, Kur’ân “Kime hikmet verilmişse şüphesiz o bir çok hayra erdirilmiş sayılır” diyerek bu hakîkatı nazara vermektedir.[/FONT] [FONT=Tahoma]Varlığa sadece gözleriyle bakanlar, onu ancak, gözlerinin ihâtâsı ölçüsünde kavrayabilirler. Eşyâyı basîretle didik edenlerdir ki, arının çiçeklerden bal özü topladığı gibi, onlar da, herşeyden şeker-şerbet ma’nâlar çıkarabilirler.[/FONT] [FONT=Tahoma]Göz, baktığı kimselerin şekil, sîma ve kâmetlerini görür. Basîret, bunların ötesinde, ahlâk, fazîlet ve rûhun derece-i kıymeti gibi şeyleri de sezer.[/FONT] [FONT=Tahoma]Gözler, eşya ve hâdiseleri dış yüzleri ve maddî yanlarıyla, basîret ise, muhtevâ, fâide, gâye ve hikmet gibi iç yüzleriyle de görür, tanır ve kavrar.[/FONT] [FONT=Tahoma]Basîret, akıl demek olmadığı gibi düşünce de değildir. Düşünmek, akıl ve aklın semerelerini aşkın olduğu gibi basîret de, düşüncenin çok ötesinde İlahî bir melekedir.[/FONT] [FONT=Tahoma]İnsanı, hayvanlardan ayıran şey, onun şuuru, basîreti, sonra da ilhâm ve hikmete mazhariyetidir. Bu hasselerden mahrum olanların şekli ne olursa olsun, olmaları gerekli olan son noktaya ulaşamamış sayılırlar.[/FONT] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
İslamiyet
İslam Akaidi ve Fıkıh
Memba
Feraset
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst