En Son Ne Zaman Televizyonu Kapatıp Sohbet Ettiniz?

topraktoprak

Well-known member
Saadet asrının güzelliklerini bir nebze olsun
evlerimize taşıyabilirsek, kendimize ayıracağımız
zamanımız bereketleneceği gibi, "ekran" tutkunluğu,
TV mahkumiyeti de o nispette azalır.

Önceden söz vardı, sohbet vardı. İnsanlar günlerinin önemli anlarını sohbete ayırırlardı. Eş-dost sohbetleri, akraba-komşu muhabbetleri yaşardı.
Sohbet vazgeçilmez bir gelenekti. Kolay kolay ihmal edil­mez, göz ardı edilmezdi. Çünkü sohbet bir ihtiyaçtı, gıda gi­biydi; gönüller ve ruhlar sohbetle beslenirdi.
Geniş ölçüde köy odalarında, şehirlerde de köşklerde, dar çerçevede ise evlerin geniş salonlarında doyumsuz sohbet an­ları canlanırdı. Bu mekânlara çoğu kere çat kapı girilir, öyle resmiyet ve soğuk hava görülmezdi.
Sohbet bir aktarımdı, bir paylaşımdı, hasbi bir iletişimdi, durup dinmeyen bir gönül esintisiydi.
Özellikle ilim meclisleri bir başka özellik taşırdı müda­vimleri için. Gencecik ruhlar burada eğitilir, 'burada inkişaf eder, burada istikametini bulurdu. "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister, kahve bahane"ydi.

TV Sohbeti Kovdu
Fakat "Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu" hesabı, evlerin başköşesine gelip TV yerleşince söz de azaldı, sohbet­te; dostluk da zayıfladı, akraba-komşu görüşmeleri de. TVler bir de kontrolsüz olarak kullanılınca aile mahremiyeti de sı­kıntıya girdi, saygı ve fazilet ölçüsü de daraldı. O güzelim sohbet alışkanlığımız maziye karıştığı gibi, aile sıcaklığı da ciddi ölçüde zayıfladı.
Toplumun genelinde durum bu merkezde iken, bu genel­lemenin istisnaları belli mekanlarda yaşamaya ve yayılmaya başladı. Kur'ân gündemli meclisler, iman merkezli dersler, kardeşliğin ve samimiyetin buram buram koktuğu ve soluk­landığı nurlu sohbetler yavaş yavaş muhtaç gönüllere ulaşı­yor.
Bu yeni tarz sohbetler yeterli mi, bütün toplum katmanla­rına ulaşabiliyor mu? Bu soruya "evet" demek henüz müm­kün değil.
Bizi biz yapan değerlerimiz, kutsallarımız ve can damarla­rımız çiğnendiği ve unutulduğu için sohbet geleneğimiz de neredeyse unutuluyordu. Fakat toprağa gömülen tohum mi­sali pek çok değerimiz yeni yeni filiz vermeye başladı. Sohbet filizi de bu yeni sürgün veren tohumların çimlenmesi ve yeşermesiyle gün yüzüne çıktı.

En Güzel Sohbet O'nun Evinde Yapılırdı
Sohbet geleneğinin ilk mimarı Peygamber Efendimizdi. İlk sohbeti evinde başlatmıştı. Çünkü ona ilk inanan ve ilk defa "Resulullah" diyen gerçek bir eş ve anne olan Hatice-i Kübra idi. Efendimiz vahyin ağırlığını taşıdığı gün oldukça telaşlı ve heyecan içindeydi. Korkuyor ve titriyordu. Hatice Annemiz Ona sahip çıktı, davasının destekçisi oldu. Artık bu ev sıradan bir ev olmaktan çıkmış bir Peygamber yuvası ol­muştu.
Allah'ın selamının gelip gittiği bu evde hep bir sevgi ve sa­adet rüzgârı esiyordu.
Medine günlerinde Efendimizin hanesinde zeka ve edep timsali Hz. Âişe vardı. Efendimiz sevili eşlerine çok iltifat ederdi.
Bir gün Hz. Aişe'ye kendisiyle evlenmesine nasıl karar verdiğini bir gün şöyle anlattı.
"Yâ Âişe, seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek seni ipek bir kumaşa sarmış ve 'Bu senin hanımındır' dedi. Ben de yü­zünü açtım ve 'Eğer Allah tarafından ise Cenab-ı Hak imza eylesin'" dedim.
Hz. Âişe bu iltifatı duyunca sevincinden uçacak gibi oldu.

Eşine Her Fırsatta iltifat Ederdi
Peygamberimizin yüzlerce haline şahit olan Âişe Annemiz onun evdeki bir güzelliğini şöyle anlatıyor:
"Bir gün Resulullah (a.s.m.), mübarek pabuçlarının kayış­larını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum.
Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından terler damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakarak buyurdular ki:
"Ne oldu sana Âişe, dalgın duruyorsun?"
Ben de, "Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim" dedim.
Bunun üzerine, Resulullah (a.s.m.) kalkıp yanıma geldi. Alnımdan öptü ve buyurdular ki:
"Ya Âişe! Allah sana iyilikler versin! Sen beni sevindirdi­ğin gibi, ben seni sevindiremedim."

"Seni Kör Düğüm Gibi Seviyorum"
Nurlu bir sohbet ortamıydı. Âişe annemiz sordu, "Yâ Re­sulallah, beni seviyor musunuz?"
"Kör düğüm gibi" cevabını aldı.
Aradan uzunca bir zaman geçmişti. Bir fırsatını buldu, Âişe annemiz tekrar sordu. "Yâ Resulallah, kör düğüm de­vam ediyor mu?"
Efendimiz, "İlk günkü gibi..." cevabını verdi

Sevgili Kızını Her Eve Dönüşünde Öperdi
Muhabbetin ilmek ilmek örüldüğü, sevginin sürekli to­murcuklandığı bu nurlu sohbette Efendimizin kendinden bir parça olarak gördüğü Hz. Fatıma da yer alırdı.
Zaten Resulullah, onu bir gül goncası gibi geleceğe hazır­lıyor, âdeta üzerine titriyordu. Her evden çıkışında ve dönü­şünde onu mutlaka öpüyordu.
Hz. Fâtıma'nın da Nebiler Sultanı babasına olan muhab­beti ve bağlılığı çok fazlaydı. Babacığını biraz mahzun görse yüzü solar, sevinçli görse yüzünde tebessüm çiçekleri açardı.
Bu eşsiz baba-kız muhabbetini Hz. Âişe anlatırken diyor ki:
"Fâtıma kapıdan içeri girdiğinde Resulullah kalkar, onu öper ve yerine oturturdu. Hz. Peygamber onun yanına girdi­ğinde de o kalkar, babasını öper, ona yerini verirdi. Hal ve gidiş bakımından, oturuş ve kalkışında Fâtıma kadar Resulullah'a benzeyen birini görmedim."
Hz. Fatıma'nın Düğününde Ağlamıştı
Hz. Fâtıma küçük yaşta annesiz kaldı. Ama sevgili babası ona hem anne, hem de baba oldu. Hz. Fatıma'nın (r.a.) çeyi­zinin serildiği gündü. Efendiler Efendisi duygulanmış, müte­essir olmuş, ağlıyordu
Canından aziz gördüğü babasını bu halde gören Hz. Fâtıma (r.a.) da kendini tutamadı, ağladı, "Canım babacığım! Bu mutlu günümde sevinmen gerekirken niçin ağlıyorsun?"
Yeryüzüne ışık saçan o Yüce İnsan, yaşlı gözlerle şu cevabı verdi:
"Anneni, Hatice'yi (r.a.) hatırladım. Senin gelin olduğunu, serilen çeyizini görmeyi ne kadar arzu ederdi, bugününü gör­meyi çok istiyordu."

Torunlarını Kendi Elleriyle Beslerdi
Hz. Fatıma'nın iki göz bebeği vardı. Hasan ve Hüseyin. Peygamberimizin sevgili torunlarına ayrı bir ilgi gösterirdi. Hz. Ali, mübarek dedenin torunlarıyla olan bir anısını şöyle anlatıyor:
"Hasan ile Hüseyin uyuyorlardı. O sırada Hasan uyandı ve süt istedi. Bir koyunumuz vardı. Resulullah hemen kalktı, koyunu sağmaya gitti. Bir de ne göreyim, sütü pek az olan koyun, Resulullah'ın sağmasıyla bol süt verdi. Resulullah sü­tü Hasan'a içirmeye başladı. Bunu gören Fâtıma, 'Ya Re­sulullah, herhalde Hasan'ı daha fazla seviyorsunuz' dedi.
Resulullah 'İkisini de aynı derecede seviyorum, fakat Hasan önceden süt istemişti,' buyurdu. Ve şunu ilâve etti: 'Ey Fâtı­ma, Kıyamet günü, ben, sen, şu iki yavru ve Ali, hepimiz aynı yerde olacağız.'"
Saadetli yuvadan bu manzaralar gözümüzü, gönlümüzü, ufkumuzu ve yarınımızı aydınlatıyor. Bir evde, oralardan esip gelip sevgi rüzgarı erksik olmazsa, aile fertlerine de bu güzel­likler yansırsa, kendimize ayıracağımız zamanımız bereket­leneceği gibi, "ekran" tutkunluğu, TV mahkumiyeti de o nis­pette azalır.

O'nun Sohbetleri Cehaleti İmana Çevirmişti
Efendimiz sohbet etmeyi çok önemsiyordu. Her fırsatta sahabeleriyle birlikte toplanıp sohbetleriyle adeta etrafma ışık saçardı. Onun sohbet mekânı sade bir evdi. Şimdilerde Harem-i Şerifin sınırları içinde kalan Safa tepesinin yanın­daki kutlu mekan.
Vahyin o lahuti ikliminde başlayan bu sohbet bir anda muhataplarını buldu, şekillendi ve sürekli bir düzene girdi. Kısa zamanda cehlin, cehaletin, kinin ve husumetin puslan­dırdığı gönüller imanla parlayınca gerçek sevgiyi, kalıcı dost­luğu, özlenen samimiyeti ve insanlığı bu sade mekanın cazi­besinde buldular.
Peygamberimizin kendine has engin şefkatine, candan öte yakınlığına, ruhları yücelten tatlı diline, gönülleri fetheden nurlu sözlerine kulak veren insanlar ortak bir isimle anılır oldular. Bundan böyle onlara "sahabe-ashab" denecekti.
Sohbet Tebliğin Anahtarıydı
Sohbet bir iksirdir ve bir insibağdır. Bir karakter oluşumu ve bur renklenmedir. Sahabiler,
Peygamberimizi dinleyince onun rengine bürünüyordu. Bu etkilenme kısa süre içinde huylan, karakterleri ve yapılan değişiyordu. Öyle ki, çöl yal­nızlığının kaba ve sert havasında yetişen bir bedevi, bir saat kadar Peygamber sohbetinde bulunuyor, daha önce gözünü bile kırpmadan canlı canlı öz kızını kendi eliyle kazdığı çuku­ra atarken, sohbetle sahabilik rütbesini elde edince, artık ka­rıncayı bile incitemeyecek kadar bir şefkat ummanı oluyordu. Yine medeniyetten, edepten, erkândan uzak bir Ömür ge­çiren cahil ve vahşi görgümüz bir adam, bir gün gibi kısa za­man diliminde vahiy merkezli bu nebevi sohbete katılıyordu. Bu sohbetin aydınlattığı ruhu ve kalbi öyle bir "şarj" oluyor­du ki, düğmesine basılan projektör gibi ulaştığı yerdeki bü­tün zulmetleri dağıtıyor, aydınlatıyordu. Bu hızlı eğitimi alan bir sahabi, daha sonraları Çin ve Hindistan gibi köklü devlet­lere gidiyor, o yerleşik medeni toplumlara insanlık ve mede­niyet dersi veriyorlardı.

Her Sohbet Bir Kişilik Transferiydi
Peygamberimizin sohbetine devam eden ve onun dizi di­binden ayrılmayan sahabiler Resulullahın rengine bürünü­yorlar, onun şahsiyetiyle bütünleşiyorlar ve bir yerde "kişilik transferi" yapıyorlardı.
Her sahabi kendi kabiliyet ve istidadına göre Resulullahın ahlaki özelliklerinden birinde parlıyor, o konuda özgünleşiyor ve örnek bir kişilik oluyordu.
Fetih suresinin son âyetinin baş kısmında "Muhammed Allah'ın Resulüdür" cümlesinin devamında Bediüzzaman'ın işârî bir yorumuna göre, Hz. Ebu Bekir iman, ihlas, cömertlik ve fedakarlıkta
Resulullahın maiyetinde yer alıp onu gölge takip ederken: kâfirlere karşı şiddet ve izzette Hz. Ömer ta­nımlanıyor, Hz. Osman ise merhamet ve şefkatte, hayada ve iffette yıldızlaşıyor, Hz Ali ise secde ve rükuuyla kulluğun engin ufuklarında yer alıyor ve Allah'ın fazlından ve rızasından başka bir şeye dönüp bakmıyordu.

"Bizimle Diz Dize Otururdu"
Resulullah'ı analarından babalarından ve kendi öz çocuklarından daha çok seven her biri, hiç kimseden görmedikleri şefkati, sevgiyi, yakınlığı, yardımı, dostluğu ve fedakârlığı bizzat
Resulullah'tan görüyorlar, ona hitap ederlerken de Arap geleneğinde en candan bir söz olan "Anam babam sana feda olsun yâ Resulallah!" ifadesini sıkça kullanıyorlardı.
O, seven ve sevilen bir insandı. Öyle ki, herkes kendini Ona en sevgili sanırdı. Yine herkes kendini
Onu en çok seven insan olarak kabul ederdi.
Selman'ın anlattığı gibi, "O bizimle beraber oturur ve'biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yakla­şırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı."
Ashabını seviyor ve mahremlerini koruduğu gibi koruyor­du. "Sakının ashabımdan ve onlara uygunsuz söz söyleme­yin", "Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız hidâyeti bulursunuz"
Ve daha nice sözleri, bu sevginin deliliydi.
Aynı zamanda seviliyordu. Hem de delicesine seviliyordu. Zaten Onu sevmek, imanın kemaline delil değil mi? En kâmil imana sahip olan sahabe de, Onu en mükemmel seviyede se­viyordu.

O'nun Bıraktığı Sevgi Bütün insanlığa Yeter
İdam sehpasında Hubeyb'e sorarlar:
"Şu anda senin yerinde O'nun idam edilmesini ister miy­din?"
"Evet" dese kurtulacaktı. Ama o, bir sahabeydi ve kendisi­ne yakışan cevabı verdi:
"Hayır, vallahi. Değil benim yerime O'nun idamı, benim kurtuluşuma mukabil, Onun ayağına bir dikenin batmasına dahi razı değilim."
Hz. Ebû Bekir (ra), Allah Resulünü müdafaa ederken da­yak yiyor, komaya giriyor. Başucunda annesi, oğlunun gözle­rini açacağı ânı bekliyor ama, o gözlerini açar açmaz sevdiği­ni arıyor ve soruyor:
"Resulullah'a ne oldu?"
Anası bir kaşıkla çorba içirmek isteyince de, o büyük dost, elinin tersiyle çorba dolu kaşığı itiyor ve, "Bana Resulullah'tan bir haber getirmedikçe ağzıma bir lokma almayaca­ğım" diye yemin ediyordu.
İşte yaşadığı, yaşattığı ve kıyamete kadar da bütün insan­lara yetecek kadar bolca bıraktığı sevgi gönüllere, evlere ve aileye girer ve yaşarsa, sohbet ve muhabbet bütün orijinalliğiyle devam eder, asırlar öncesinin tadı, tuzu ve lezzeti tekrar ılık ılık içimize akar, ruhumuzu kaplar.
Önemli olan, öne çıkarılması gereken ve sürekli önde ol­ması gereken bir şey varsa, o da "ekranlar"dan daha çekici ve sürekli bir cazibe alanı oluşturup, yaşatmak...
Mehmet Paksu
 
Üst