Cevap: Emma, Jülyen ve Said Nursi'nin kahramanı 15 Aralık 2010 / 12:15 Bedi
Bediüzzaman’ın Anlatma Esasına Dayanan Metinlerin Karektorolojisi ve Tipolojisi-2
Perşembe, 09 Aralık 2010 23:11 Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
Yazarlar -
Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
Birinci bölüm için buraya tıklayınız.
Roman dur durak bilmeyen bir isteğin kahramanlarını heba ettiği bir metropol arenasıdır. Madam Bovary namı diğer Emma, Tolstoy’un Anna Karenina’sı aynı akıbete duçar olurlar. Emma ve Anna bir salgın hastalık gibi dünya romanını ve bizim romanımızı istila ederler. İdealsizlik ve hayatta tutunacak bir değer bulamamak yüzyılın en büyük türünün toplumlara verdiği tek kazanç. Anna tren yolunda intihar eder. “Aynı anda, ne yaptığını anlayınca korkudan çarpıldı. Neredeyim? Ne yapıyorum? Neden? Kendisini geriye atabilmek için kalkmaya çalıştı; fakat dev, amansız bir şey kafasına vurdu ve başından tutarak onu sürükledi. Çırpınmanın anlamsızlığını hissederek, ‘Tanrım, beni günahlarım için bağışla!’ diye fısıldadı.” (Franco Moretti, Modern Epik, s. 196)
Bediüzzaman’ın karakterlerinden biri de Haşir isimli eserindeki kahramanıdır. O kahramanının prototipinin neyi temsil ettiğini anlatır. “Hikayedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, üç hakikatleri var. Birincisi Nefs-i emarem ile kalbimdir. İkincisi, Felsefe şakirtleriyle Kuran-ı Hakim tilmizleridir (talebeleridir). Üçüncüsü Ümmet-i islamiye ile millet-i küfriyedir.” (Sözler s. 77) Emma, Anna, Jülyen metropolün bunalmış bir asırdaki temsilcileridir. Bediüzzaman’ın Haşir’deki kahramanı, kötü adamı karakter olarak tanıtılır. O da onlar gibi sorumsuzdur ve sefihtir. “Bir zaman iki adam cennet gibi güzel bir memlekete -şu dünyaya işarettir- gidiyorlar. Bakarlar ki; herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikab ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar.” (Sözler s 63)
Bediüzzaman modern çağın roman kahramanlarına karşı ideal bir insan tipi ortaya çıkarır. Kainat arenasında insanı sadece Emma ve Anna’nın güzel yaşama isteği ile Jülyen’in hırs ve cinselliğinin istila edemeyeceğini insanın büyük niteliğini ortaya koyarak asra karşı gerçek insanı, savunur. “Hem hiç kabil midir ki; Hâkim-i bilhak, (hakkiyle hükmeden) Rahim-i Mutlak; (mutlak merhametli) insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı (büyük emaneti, yani insanlığı) tahammül edip (yükleyip); yani küçücük cüzi ölçüleriyle, sanatçıklariyle Halık’ının muhit sıfatlarını (kainatı ihata eden sıfatlarını), külli şuunatını (kainatı ihata eden ve ilgilendiren işlerini) nihayetsiz tecelliyatını (eşyaya yansıyan sanat inceliklerini) ölçerek bilip; hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, aciz, zaif yaratıp; halbuki bütün yerin nebati ve hayvani olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp onların tarz-ı tesbihat (ibadet tarzları) ve ibadetlerine müdahale ettirip, kainattaki icraat-ı ilahiyeye, küçücük mikyasda bir temsil gösterip, rububiyet-i sübhaniyeyi fiilen ve kalen kainata ilan ettirmek, meleklerine tercih edip, hilafet rütbesini verdiği halde, ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi (ebedi saadeti) vermesin! Onu bütün mahlûkatının en bedbaht, en biçare, en müsibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek nurani ve alet-i tes’id (saadet aleti) bir hediye-i hikmeti olan aklı; o biçareye en meşum ve zulmani bir alet-i tazip (kötü, karanlık, azap aleti) yapıp, hikmet-i mutlakasına (gayesi olmayan bir varlık düzeni) büsbütün zıt ve merhamet-i mutlakasına (kainatı ihata eden merhametine) münafi (zıt) bir merhametsizlik etsin! Haşa ve Kella!...” (Sözler s 113)
Tolstoy, Stendhal ve Flaubert o sabun köpüğü şöhretleriyle temsil ettikleri üç değişik milletin idealsiz ve hedefsiz toplumsal yapısının doğurduğu tiplerini roman vitrinlerinde gösterirler. Bediüzzaman ise koca kâinatın içinde mahlûkatın en mükemmelinin ne olması lazım geldiği konusunda en ideal tipini gösterir. Cinsellik ve ihtirasın insanı doyuramayacak şey olduğunu insanın asıl mahiyetinin yüce olduğunu anlatır. “En büyük fani, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi (insanın cihazlarını) doyuramıyor. İşte bu istidadattandır ki insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedi saadetlerinin envaına yayılmış arzuları gösteriyor ki: Bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve ahiretine bir intizar (bekleme) salonudur. (Sözler s 112)
K a r a k t e r, kahraman karakterin bir mutlaklığına sahip olmalıdır. Bediüzzaman’ın karakterleri beşeri ihtiyaçların, aşk, nefret, kıskançlık gibi sıradan tutumları sorun yapmış kişiler değillerdir. Onlar mutlak sorunları çözümlemeyi kendine dert edinmiş kişilerdir. Haşirde kişi kâinatın akışı içinde öldükten sonra dirilmeyi zorunlu kılan ahvali araştırır. Anlatıcı bu kişiye zıt düşünen bir ikinci kişi ile idealize edilmiş birinci kişinin arasındaki konuşmaları ve dialogları idare eder. Ayetü’l-Kübra’da kahraman yine mutlak bir sorun olan Halıkını sormak üzerine hareket eder. Burada karakter hem yolcudur, hem de sorgulayıcıdır. Muayyen bir hisse ve hazza sığınmış kişi değil, mutlak bir maksatla ortada dolaşan karakterlerdir, onun kişileri. Bediüzzaman’da kişiler mutlak kişilerdir. Yani onların maksatları ve gayeleri insanın yeryüzüne ayak bastığı günden kıyamet kopuncaya kadar geçerliliğini korur.
Bediüzzaman da olaylar da kişiler gibi mutlaklığını korur. Roman ve trajedideki gibi itibarsız vakalar değildir. Haşirde olay varlık ötesini kabullenip kabullenmemedir. Ayetü’l-Kübra bir halıkın var olup olmaması üzerine kâinatın hareketinden ve efalinden doğan hareketleri sorgulamaktır. Olaylar başlangıcı ve sonu kesin belirlenmiş rasyonel olaylardır. Olaylar dışsal harici olmaktan çok içseldir. Ama olayların içselliği dışsal olaylara endekslidir. Olayların ruh üzerindeki etkisi tutkuları kamçılamak yerine insanı onlardan arındırmak, onu hamlığından kurtarmak yetkinleştirmek ve tamlaştırmaktır. Aristo’nun katharsisi, ve bizim tezekkamızdır. Bediüzzaman olay kurguları ile insanın endişe ve kaygı hislerini uyandırır veya güçlendirir. Bediüzzaman endişeyi ve temkinli olmayı, dinle, bak, gör, anla gibi emirlerle sağlar.
Edebiyatımızda Tanzimat’tan itibaren yazarlar ve romancılar ideal insan tipleri çizmişlerdir. Namık Kemal’in tipi siyasi mücadele veren, sistemle yönetici sınıfla çatışan bir portredir:
Görüp ahkam-ı asrı münharif sıdk ü selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten
derken yöneticilerin doğruluktan ayrıldığını görünce hükümet kapısından izzet ile çekildiğini söyler. Bu tip gerçekleşmediği gibi Namık Kemal de İstanbul’dan uzak adalarda ömrünü ve ideallerini bitirmiş, emellerinin enkazı üzerinde ölmüştür. O sistemle, yöneticilerle kavga eden sınıfın prototipidir. Ondan sonra kendine göre bir sistem kuran kalburüstü yazarlar kendi dünyalarına ve hayat anlayışlarına göre tipler gerçekleştirmişlerdir. Bunlardan biri de Ahmet Mithat Efendi’dir. Onun tipi siyasetten çekilmiş, toplumu kültür ile yönlendirmek isteyen, çalışkan ve üretken, değerlerine bağlı bir insandır. Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında bu tip özellikle görselleştirilir. Mithat Efendi de bu tipe en yakın insandır. Ömrü romancılık ve gazetecilikle geçmiş, değerlerine bağlı, rejime ve yöneticiler saygılı bir insandır. Hatta bu yüzden eleştirilmiştir.
Halide Edip Adıvar Yeni Turan romanında, Sinekli Bakkal’da ideal insan portreleri çizer. Sinekli Bakkal’daki Rabia ile Osman tipi onun en ideal tipleridir. Değerlerine bağlı, köksüzlükten hoşlanmayan pratikleri olan insanlardır. Ziya Gökalp’in çizdiği insan tipi de az çok bunlara yakın sayılır. Reşat Nuri, Kemal Tahir, Yakup Kadri de birer tip belirlemişler ve cemiyeti onun ile organize etmek istemişlerdir. Tanpınar’ın çizdiği tip siyasi olmayan, sanat ve edebiyata meraklı, musikiden anlayan, bulunduğu coğrafyanın tarihi ve coğrafi macerasından haberdar elden geldiği kadar zihinsel anlamda dinini yaşayan insan tipi ortaya koymuştur. Cumhuriyetin en mantıklı insan tipini o gerçekleştirmiştir denebilir. Peyami Safa ile onun tipleri birbirine yakınsa da Tanpınar’ın tipi daha elle tutulur müşahhastır.
Bediüzzaman bu yazarlarla doğum tarihi birbirine yakın insanlardır. O sultan Abdülaziz’in tahtan indirilip yerine Sultan Murad’ın getirildiği bir tarihte, onun da altı ay kadar idare edemeyip tecennün ettiği (delirdiği) bir tarihte felaket yılı olarak kabul edilen 1876’da dünyaya gelmiştir. Namık Kemal öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşındadır, daha sonra onun Osmanlıcılık idealini kabul eder, kâmil bir zat olduğunu kabul eder ve eserlerinde ondan bazı mısralar nakleder. Namık Kemal onun kadar çekmemiştir. O sadece Magosa’ya sürgün edilmiş orada beyler ağalar gibi yaşamıştır. Adalardaki hayatı da gurbet sıkıntısının dışında iyi bir hayattır. Bediüzzaman’la Namık Kemal’in birçok benzerliği yanında asıl benzerlikleri hürriyet anlayışlarıdır. Bediüzzaman 1950’de Gençlik Rehberi mahkemesine giderken Türkiye din hürriyetini onun sayesinde kazanmıştı, o mahkeme bir nevi din hürriyetinin tescil edildiği bir mahkemedir ve Türkiye’de din hürriyetinin miladıdır. Namık Kemal ise hürriyet kavramı için kavga vermiş ve siyasi ve ferdi anlamda hürriyetin gereğini savunmuş ve o uğurda sürgünde ölmüştür. Aslında onlar birbirlerinden habersiz birbirlerini tamamlamışlardır. Bediüzzaman onun;
Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-yı hürriyet
Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten
mısralarını naklederken o da hürriyeti elli yıl gasbedilmiş bir adam olarak bu mısranın anlamını yüceltiyordu. Her ikisi de sürgünde ve vatanlarından uzakta aslında bu milletin azizleri olarak ölmüşlerdir.
Süleyman Nazif’in babası Namık Kemal için, “Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti” der.
Bu yüzyıl içinde onun kadar sıkıntı çekmiş bir başka insan yoktur. Kırk beş yıl sürgün, inziva, zehirlenme, tecrid, b a s k ı içinde yaşamıştır.
Mithat Efendi dini hizmetleri ile Bediüzzaman’a benzer. Son yüzyılın felsefesinin İslama getirdiği şüpheleri “Huzuru akl ü fende Maddiyun Meslek-i Dalaleti” isimli kitabı ile fenlerin ve felsefenin getirdiği şüphelere gücü oranında cevap vermiştir. Ben Neyim isimli küçük eserinde de insanın felsefi macerası üzerinde durur. Bir Kur’an tefsiri yazmış, ama eser Cumhuriyetle İslamiyeti bağdaştırdığı için basımı yasaklanmıştır.
Bütün ömrünü eğitim için harcamış, insanlara okuma ve düşünme zevki aşılamıştır. Onlarca yazarı yetiştirmiş, bir döneme kendi ve yetiştirmeleri mührünü vurmuştur.
Bediüzzaman 7 Haziran 1911’de Sultan Reşad’la Rumeli seyahatine çıkar, aynı yıl içinde İstanbul’a döner. Mithat Efendi bir yıl sonra ölür. Birbirlerinin farkında olup olmadıklarını bilmiyoruz. İkisi arasındaki benzerlik ikisinin de eğitime çok önem vermeleridir. Onun öldüğü yıl Bediüzzaman Van’da bir üniversitenin temellerini attırır. Bediüzzaman’ın yaşadığı nesil içinde üniversite açmak gibi bir idealle temel atan başka bir insan yoktur, o her zaman asrının ilerisinde bir insandır.
Mithat Efendi felsefenin bize verdiği zararları gördüğü için Schopenhauer’in felsefesini eleştiren bir eser yazar. Bediüzzaman’ın fikri mücadelesinin odağında felsefeciler vardır. Evrim, zerrenin hareketi, evrenin aslı gibi konularda felsefenin temel iddialarını darmadağın eder. On binlerce sahife ile ifade edilen zerrenin hareketi bahsindeki dalaleti on sahifede dirilmeyecek şekilde öldürür. Tabiat felsefesini yine birkaç sahifede dağıtır.
Bediüzzaman’ın çizdiği insan tipi veya idealize ettiği insan tipi, imanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu bilen insandır. İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasaret ve helaket olduğunu bilen insandır. Namazın ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanıldığını bilen insandır. Büyük günahları işlememenin ne derece hakiki bir insan vazifesi olduğunu bilen insandır. Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satan ve ona abd olan, asker olan ve bunun ne kadar karlı bir ticaret ve rütbe olduğunu bilen insandır. Kâinatın kapalı sırrını çözmeye çalışmanın, sabır ile halıkına tevekkül, iltica ve şükür, rezzakından sual ve dua eden, Kur’an’ı dinleyen ve hükmüne boyun eğen, büyük günahları işlememenin ebedi yolculukta ne kadar mühim ve değerli olduğunu bilen insandır. Dünya içinde insanın mahiyetini, dinin kıymetini bilen insandır. Namazın muayyen beş vakte dağıtılmasının estetik ve evrensel kıymetini bilen insandır. İbni Sina’nın bile anlamadığı ve sadece nakledildiği için inandığı haşir hakikatini en ince ayrıntısına kadar yansıtan insandır. Âlemin yaratılış hikmetini, insanın muammasını, Namazın esrarını bilen insandır. Kur’an’ın felsefesiyle, felsefenin kıymetini bilen ve tartan insandır. Şu dünyanın ruhlar için bir bayram yeri, bir şehrayin mekânı olduğunu bilen insandır. Dünyanın Allah’ın isimlerinin garip nakışlarıyla süslenen, her ruhun mahiyetine göre bir ceset giyip geldiği bir yer olduğunu ve buraya ancak bir kere gelindiğini bu yüzden kıymetinin bilinmesi lazım geldiğini bilen insandır. Bu kâinatı güzelleştiren güzeller güzeli Peygamberimiz (ASM) olduğunu ve onun hayatını mukaddes gayretini bilen ve ona benzemeye çalışan insandır. Kur’an’ın mucize olduğunu şüphesiz itikad eden ve savunan insandır. Kur’an’ın peygamberleri vasıtasıyla beşere hem ahlaki gelişmenin, hem fenni gelişmenin çekirdek vakalarını öğrettiğini bilen insandır. Şu acib âlemin esrarını ve ondaki olayların hakikatlerini bilen insandır. İmanın rükünlerinin en önemlisi olan Allah’a imanı binlerce delille çözen ve anlatabilecek kudrete sahip insandır. İmanın binlerce güzelliğini bilen insandır. İnsanın saadet ve saadetsizliğe nasıl gittiğini bilen insandır. Kâinatın Allah’ın isimleri ile oluşmuş bir kudsi ağaç olduğunu bilen ve o ağaçtaki esma meyvelerini gören, okuyan ve tadan, tattıran insandır. Şu kâinat sarayında Allah’ın istihdam ettiği hizmetçilerinin sınıflarını ve vazifelerini bilen ve düşünen insandır. Sevginin analizini yapan ve nasıl seviliri anlayan insandır. Bin yıldır Kur’an’a saldıran fen, felsefe, mühlid, dalalet ehlinin yanlış iddialarını bilen ve çürüten insandır. Kader ve cüzi ihtiyarî bahsini hiç kimsenin anlamadığı şekilde çözümleyen insandır. Peygamberin etrafındaki müstesna insanlar kafilesi olan sahabelerin neden büyük ve eşsiz olduğunu bilen insandır. Cennet’ in özelliklerini bilen ve oraya gitme iştiyakı içinde olan insandır. Ruhun bekası, melaikelerin varlığı ve öldükten sonra dirilmenin mahiyetini bilen insandır. Freud’un kıyametler kopardığı ve basitleştirdiği egonun yani enenin Kur’an hikmetindeki yerini bilen insandır. Mark’sın bayraklaştırmak istediği zerrenin hareketi bahsini bütün münkirleri susturacak kadar ustalıkla anlatan insandır. Peygamberin Allah’ın geniş ülkesini gezmesi gerektiğini bir elçisi olarak gerekli bulan ve miracı zevkederek anlayan insandır. Allahın en küçük zerredeki tasarrufundan ta semavata kadar ki her şeyde geçerli olan gücünün bir başka güç tarafından paylaşılamayacağını anlayan ve anlatan insandır. Otuz üç pencere ile kâinattan, eşyalardan, nesnelerden, olaylardan, ilimlerden Allah’a açılan pencereleri görebilecek ustalığa sahip insandır. Bu portreye daha çok şeyler ilave edebiliriz. Bizim üdebamız bu konularda hiç düşünmemiş ve hatta böyle şeyleri gereksiz bulmuşlardır. Milli niteliği olmayan bir edebiyat büyük oranda aşkın yörüngesinden çıkamamıştır. Bu yüzden ortaya ruhsuz ve köksüz bir nesil çıkmıştır.
Şahıslar, Bediüzzamanın şahıslar dünyası bir müstakil çalışma olacak kadar geniştir. Eserlerinde çok farklı şahıslar kullanır, gösterir, ifade eder, üretir. Kurmaca fiktif şahıslar temsili niteliklere sahiptir. Anlatıcı şahıslar başka bir bölümdür. Bu şahıslar, şahıslar arasındaki dialogları, monologları çok öğeli konuşmaları idare ederler. Haşir Risalesi’nin girişinde anlatıcı ve iki şahısla birlikte üç şahıs görürüz. “Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete gidiyorlar. Bakarlar ki herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal para meydanda sahipsiz kalır. O adamlardan birisi her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü sefaheti irtikab ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki, ‘Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin, beni de belaya sokacaksın” (Sözler, s. 63)
Ayetü’l-Kübra Bediüzzaman’ın şahaseri ve dünya edebiyatının misli görülmemiş eseridir. Bediüzzaman burada şahıs olarak kâinattan halıkını soran bir seyyahı konuşturur. Burada anlatıcı konuşmaları idare eden bazen da seyyah ile olayları yüz yüze getirir ve kendini aradan çekilir. Eserde üçüncü şahıs grupları ise seyyahın on dokuz duraklı bir seyir güzergâhında uğradığı duraklardaki kişiler ve kişileştirilmiş olaylar ve nesnelerdir. Bediüzzaman olaylara, kavramlara, olgulara da kişilik verir. Bu duraklar veya mertebeler, konuşan, yorum yapan, karakterize edilen kişiler olaylar ve mekânlar, insanlardır.
Bediüzzaman’ın kurmaca şahısları: Bunların başında Haşir’deki kahraman gelir. Sabit bir kişiliğe sahip olan kurmaca şahısları gibi değildir, o sürekli değişen önü açık bir kişilik sergiler. Bediüzzaman’ın kahramanları sürekli değişmeye endeksli kişilerdir. Onlar bilgi ve gözlemleri arttıkça gelişir ve geliştikleri oranda eski kişiliklerini terk ettiklerinden memnun olurlar. Onlardaki değişimi izleyelim. Anlatıcı iki şahsa da aynı uzaklıkta durur. İkinci adamı anlatır: “O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyyet edip her nev i zulmü, sefaheti irtikab ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar.” (Sözler s 48) Anlatıcı Bediüzzaman ikisi arasındaki çatışmayı anlatır: “Diğer arkadaşı ona dedi ki: Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. Bu mallar miri malıdır. Bu ahali çoluk çocuğu ile asker olmuşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git dehalet et, dedi.” (Sözler s.49)
Anlatıcı dialogları idare eder. Şimdi olumsuz kişi oppozite man konuşur. “Yok miri malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebeb görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım, dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi. İkisi arasında ciddi bir münazara başladı.” (Sözler s. 49)
Bediüzzaman gerçeklik yanılsamasını kullanır. Gerçeklik yanılsamaları hakikati bulmak için yapılan estetik kurmacalardır. Bunu ünlü edebiyat eleştirmeni Wellek söyler. Haşir boyunca bu gerçekle, gerçeklik yanılsaması arasındaki mesafeden hakikat ortaya çıkar. Birinci şahıs emin arkadaş Bediüzzaman’ın maskesidir, onun adına konuşur. Ama Bediüzzaman kurmaca gereği maskeyi büsbütün yırtmaz. O konuşmaları idare eder, emin arkadaş demesi onu perde olarak kullandığını gösterir. Emin arkadaş ona der: “Madem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel had ve hesabı olmayan delail içinde On iki Suret ile sana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübra var, bir dar-ı mükâfat ve ihsan ve bir dar-ı mücazat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi bir gün gelir ki bütün bütün boşanıp harab edilecek.” (Sözler, s. 50)
Emin arkadaş arkadaşındaki değişimi sürekli ona bakmasını, yorumlamasını telkin ederek başlatır. “Bak bu gidişata icraata bak! (Sözler, s. 50) Bak ne kadar ali bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor” (Sözler, s. 50) Bak had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki: Bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehaveti, hesapsız dolu hazineleri vardır.” (Sözler, s. 51) Bak bu işler içinde görünüyor ki o misilsiz Zat’ın pek büyük bir şefkati vardır. (Sözler, s.51) İşte gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır. (Sözler, s. 52) Gel bir parça gezelim. Şu medeni ahali içinde ne var ne yok görelim. (Sözler, s. 53) On iki suretin başları hep “Bak” fiili ile başlar. Suretlerin sonunda sersem arkadaş değişir, değiştiğini kabul eder. “Şimdi ey arkadaş! Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de! –Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdülillah. Yüz bin defa şükür olsun ki: Vehim ve hapis ve zindandan halas oldum ve inandım ki: Bu karmakarışık kararsız misafirhaneden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz…” (Sözler. 58)
(Devam edecek)
Son Güncelleme ( Perşembe, 09 Aralık 2010 23:34 )
Yorum ekle
İsim (gerekli)
E-Posta (gerekli)
Site
1000 karakter kaldı
Sonraki yorumları bana bildir
Yenile
Gönder (Ctrl+Enter)
İptal