Huseyni
Müdavim
Veysel Kasar
A - Din ve “zorlama”
Cenab-ı Hakk’ın insanlık için seçtiği nihai din İslâm'ın uygulanması için takip edilen usuller zaman içinde değişik tartışmalara mevzu olmuştur. Dinin ve imanın mahiyetleri, Kur’ân’ın ilk müşahhas misali olan Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sireti, Râşid Halifeler ve Tâbiîn ile Ehl-i Sünnet'in amel ve itikad imamlarının telakki tarzlarını dikkate almadan yapılan yorumlar mü’minler arasında sıkıntı sebebi teşkil etmiştir.
Çevre âmilleri, terbiye tarzları, psiko-sosyal yapısı itibariyle selef-i sâlihînin bütün mevcudiyetleri ile yöneldikleri İslâm'ı uygulama şekli ve metodlarından sarfınazar etmek “dinde hassas, aklî muhâkemede eksik” kişilerde, itici ve ürkütücü bir İslâm imajının gelişmesine yol açmıştır. Bu çerçevede, “Dinde zorluk yoktur”1 âyeti ile “İslâmî müsamaha” ve “cihad” mefhumlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiği, dün gündemde olduğu gibi, bugünkü Müslümanların da gündemindedir. "Dinde zorlama"nın varlık ve yokluğunun nasıl anlaşılması gerektiğine geçmeden, dinin ve imanın tariflerine göz atmakta fayda vardır.
1-Din ve imanın mahiyeti
“Din, Allah Teâlâ tarafından vaz’olunmuş bir kanundur. İnsanlara saadet yollarını gösterir. Yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, Allah’a ne suretle ibadet edileceğini bildirir. İnsanları, kendi arzuları ile dini kabul eden akıl sahiplerini hayr olan işlere sevkeder. Dinin vâzıı Allah’tır, insanlara ulaştırıcısı da peygamberlerdir. Onların vazifeleri dinî hükümleri sadece tebliğ etmekten ibarettir.”2
İman, lugatta tasdik etmek, haberi veren zâtın anlattığı hükme gönüllü olarak boyun eğmek, onu doğru saymaktır. Istılâhî mânâsı ise, Peygamber (a.s.m.)’ın getirdiği şeyleri tasdik ve ikrar etmektir. İmanın gerçekleşmesi için bunlara topluca iman da yeterlidir. Muhakkik alimlere göre iman tasdikten ibarettir. Dıştaki alâmeti ve ikrar, sadece dünyevî hükümlerin tatbiki için gereklidir. İkrar ile, kişinin Müslüman olduğu toplumca da bilinir, benimsenir. İkrar, Allah indindeki Müslümanlığın şartı değildir. Bu sebeple ikrar aslî değil, zâid bir şarttır.3
İmanın mahiyetiyle ilgili diğer bir önemli husus da şudur: İmânın, akıl, fikir, nazar ve istidlâle bakan bir yönü vardır. Bilgi unsuru olan “marifet ve ilim” üzerine bina edilir. İmân edilecek şeyleri tanımadan sıhhatli bir imandan söz edilemez. Ayrıca, imanda “ihtiyar ve irade de” vazgeçilmez bir unsurdur. “Bilinenin” iman edilen bir şey haline gelmesi için gönüllü olarak, “iz’an ve kabülü” şarttır. İmânın bu unsuru tamamen kesbidir. İmân irâdi bir tasdik, gönüllü bir kabül olduğu için de, mükellefiyetleri netice verir. Bu sebeple dini imanda sevgi unsuru ön plândadır. Fertlerin kalbindeki sevgi temeline dayanan iman hareketi, onun gelişmesi nisbetinde büyür ve cihanşümul hâle gelir. Dini akide sevgiye ve bilgiye dayanır. Bir adam gönülden benimsediği bir inancını da açıklamaktan (ikrar) haz alır, hatta gurur duyar.4 İmanın kazanılması açısından tarifini ortaya koyan Sa’d-ı Taftazani’nin, “Cenabı- ı Hakkın istediği kulunun kalbine. cüz-i ihtiyarinin sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” ifadesinde bile, Allah’ın “kulu iman ya da imansızlığa zorlamadığı” dikkate verilir.5
İmanın, “kalb ile tasdik, dil ile ikrardır” şeklindeki tarifi, onun ancak “dil ile ifade edilerek” anlaşılacağına işarettir. Tasdik asıl; ikrar ise, zâid bir rükündür. Bu sebeple zorlama altında "inanmıyorum” diyen imandan çıkmaz.6 Zorlama altında inanan kişiye ise “kâfirsin” denemez. Çünkü bu kişinin kalbiyle inanmış olma ihtimali de vardır. Kalbin içini okumak ise imkânsızdır.7 Üsame bin Zeyd ve bir grup Huruka’ya gönderilmişti. Üsame de orada, “Lâilâhe illallah” diyen birini, “Bu sözü ölüm korkusundan söyledi” diyerek öldürdü. Halbuki Ensar o zâta karşı savaşmamıştı. Hadise, Rasulullah’ın şiddetli ikazına sebep olmuştur.8 Bir rivâyette de “kelime-i tevhidi söyleyen birini öldürenin cesedini toprağın kabul etmediği” görülmüştür. Hz. Peygamber, “Arz bundan daha günahkâr kimseleri de kabul eder. Fakat, Cenab-ı Hak kelime-i tevhide hürmeten böyle ibret gösterdi” buyurmuştur. Bu sebeple zanna dayanan bilgi ile tekfir etmekten, gerek Hz. Peygamber, gerekse âlimlerimiz devamlı kaçınmıştır. Hatta İmam-ı Gazzâlî bu hususta, “Ehl-i kıblenin, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ diyenin mal ve canını (tekfir etmek suretiyle) mübah saymak tehlikelidir. Bin kâfiri hayatta bırakmak hususunda yapılan yanlışlık, bir Müslümanın bir şişe kanını akıtmakla yapılan hatadan daha hafiftir” der.9
2 - Niyet-din ilişkisi
Din ve imanın mahiyetine dair bu kısa açıklamadan sonra şunu söylemek mümkün: Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır. İkrah ile yapılan ameller, itikad, ibadet ve muâmelâtın hangisiyle ilgili olursa olsun kat'iyetle muteber sayılamaz.10 Bu, “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” hadisine de zıttır. “Çünkü ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.”11 “Halbuki onlar ihlâs ile, Allah’a kulluk etmekten başka birşeyle emrolunmamışlardır”12 âyeti de “niyeti sadece Allah rızasına münhasır kılmayı” esas alır.
İman gibi, İslâm kelimesinin kelime ve ıstılâhî mânâlarında da ihtiyar, gönülden benimseme anlamı vardır. İslâm, “selâm, sulh, sükûn, samimiyet ve bağlılık”ı ifade eder. İslâm'ın özü, yapılan iş, söylenen söz ve icra edilen fiilde samimi ve iyi niyetli olmak, araştırma sonucu, sağlam, doğru ve iyiye bağlanmak, teslim olmaktır.”13 Bunun için, Kur’ân’ın ilk ve son olarak üzerinde durduğu husus zihin terbiyesidir. Bütün hayvanlar gibi insanın da içgüdüleri vardır. Fakat onları irade ve ihtiyarı ile yönlendirir. İradeye hakim olan ve onun hürriyetini kullanan ise, zihin ve akıldır.14
Hem iman, hem de İslâmiyetin mânâsında “niyet ve samimiyet, irade ve ihtiyarla” benimseme asıldır. “Çünkü bir işten maksat ne ise, hüküm, niyet ve maksada göre ve-rilir. Bütün ibadetlerde, farz, vacip, sünnet, müstehap, hepsinde niyet farzdır. Niyet olmazsa ibadet olmaz, ibadet olmayınca sevap da olmaz.”15 Hatta niyet, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve hasiyete sahiptir. Niyet bir ruhtur, onun ruhu da ihlastır. Kurtuluş, sadece ihlas iledir.16 İhlas dinin itikad ve ameli ilgilendiren her meselesinde geçerlidir. Niyetsiz amel olmaz.
3- Din ve hürriyet
Samimiyet, güzel niyet, gönülden bağlılık, hasbîlik, ihlas, içi ve dışı ile sadece Allah’ın rızasını gözetme gibi yüksek hallerin hiçbiri, “zorlama” ile meydana geti-rilemez. Baskı, şiddet, tehdit insanı bunların dışına iter ve reaksiyona sebep teşkil eder; ve, hiçbir zaman kalbî bir bağlılık sebebi olamaz. Çünkü milleti ve devleti şekillendiren manevî değerler yalnız inançla açıklanabilir. Gerçek ise, ancak ruhun hürlüğü içindeki bir hürriyet atmosferinde gelişir, kılıç zoruyla değil. İnanç hürriyeti de bütün hürriyetlerin bu sebeple anası sayılır. Çünkü "şahsiyeti hür geliştirme inanç hürriyeti ile mümkündür.”17
“Dinde ikrah yoktur. Muhakkak ki, hak ile bâtıl ap açık ortaya çıkmıştır” âyeti, dinin konusu ve tebliği açısından da müsbet bir yaklaşımı netice verir. “Dinin konusu ıztırarî değil, ihtiyarî fiillerdir. Dini ihtiyar ile dilemek gerekir. Bunun için ihtiyarı kaldıran fiillerden birisi olan ikrah dinde yoktur. Bu, ‘Dinde, dinin dairesinde, dinin hükmünde ikrah olmaz, olmamalıdır’ demektir. Dinin şanı ikrah değil, ikrahtan korumaktır. “İslâm'ın hakim olduğu yerde ikrah da bulunmaz” diyen E. H. Yazır, “ikrah ile meydana gelen bir amelde dinin va’d ettiği sevap ve ikabın bulunmayacağını” hatırlatır. “Rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. Bu se-beple bir kişinin diğerine ikrah ederek bir ameli işlettirmesi de meşru’ ve muteber sayılmaz. Çünkü ikrah, bir insana hoşlanmadığı bir fiili zorla yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak birşey değildir.”18 Hoş ve güzel olan dine, insanı, baskı ile sevketmek, onu antipatik bir hale getireceğinden, “zorlama” dinin özüne zıttır.
Dünya bir imtihan meydanıdır. Allah insanların önüne birçok seçenekler sunmaktadır. Şâyet din baskı ile insanlara benimsetilir, benimsetilmeye çalışılır ise bilgi, irade ve şuurla verilen karar sağlıklı olmaz. Seçme hürriyeti ortadan kalkar.19 İmtihan gerçeği altüst olur. Elmalılı H. Yazır, ikrahın dine girdirmek için caiz olmadığı gibi, bu fiile teşebbüs edenlerin de âyete zıt düşmüş olmasıyla cezaya çarptırılması gereğini ifade ediyor. İslâm ahkâmı altında herkes müşrik, ehl-i kitap dinî haklarında serbesttir. Bir müşrik, dilerse, Hıristiyanlığı ya da Yahudiliği seçebilir. Vergisini ödemek kaydı ile İslâm devleti ona karışmaz.
İnanma ve amelde tanınmış olan bu hürriyetin sınır noktası yok mudur? Elbette vardır ve olmalıdır da. Çünkü insan yaratılış itibariyle hem hayra, hem de şerre kabiliyetlidir. İnsanın akıl, şehvet ve gadab gibi hisleri mutlaka kayıt altına alınmalıdır. İnsan ruhunun kuvvelerine fıtraten bir had tayin edilmemiştir. Zulüm, tecavüz, kendine ya da gayrına zarar, eşyayı tahrip, dünyayı fesada verme gibi kötülüklerin menşeinde bu vardır. Sübjektif olmayan, insanı yanıltmayan bir sınırlama ölçüsü “küllî bir akıl” olan şeriattır.20 Zira kayıtsız bir hürriyet, bir vahşettir, hayvanlıktır. Hudutsuz hür yaşamak nefsin ve şeytanın esiri olmaktır. Şeriat dairesinde olmayan bir hürriyet rezil bir esarettir. Demek ki, imana ne kadar kuvvet verilirse hürriyet de o kadar parlar.21 Çünkü insan hür olsa da “abdullah”tır. Allah’ın kulu olmaktan kurtuluş yoktur. Öyle ise onun koyduğu sınırlayıcı kaidelere uymak gerekir.
4 - Kur’ân’da inanç hürriyeti
Hareket noktası edindiğimiz, Bakara sûresinin 256. âyeti olan “Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür ap açık meydana çıkmıştır” hükmü, başka âyetlerde de geçmekte ve insanların “bizatihî güzel olan imanı” severek kabul etmesine fırsat tanınmaktadır. “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimseler elbette topyekün iman ederdi! Böyle iken, o halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”22 âyeti, inanmanın irade ve ilahî takdir boyutuna birlikte dikkat çeker. Şu âyet bu hususta daha açık bir tercih imkânı sunmaktadır: “De ki: ‘Bu Kur’ân Rabbinizden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun’”23 “De ki: ‘Ey insanlar, size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyeti kabul ederse o, ancak kendi faidesi için hidâyete ermiş; kim de saparsa o da yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir bekçi değilim.”24 Bu âyetler hak ve bâtıl, doğru ve yanlışa inanma konusunda akıbetine katlanmak şartı ile insanların serbest bırakıldıklarını göstermektedir. İlgili âyet ve hadislerden din ve vicdan hürriyetinin muhtevası şöyle tespit edilebilir:
a- İman etme,
b- bağlı bulunduğu dinin esaslarına göre amel,
c- dinini öğretme, öğrenme ve neşir hakkı,
d- dinin emirlerini yerine getirme.
İslâm diğer inanç sahiplerinin imanlarına göre yaşama hürriyetlerini kanuni teminat altına almıştır. Bu tespitler inanç hürriyetinin varılabilecek zirve noktasını teşkil eder. Bu sebeple İslâm ülkelerinde tarih boyunca, kilise ve havralar, sinagoglar varlığını sürdürmüş, her türlü dinî merasim ve ayinlerini devlet himayesi altında yapagelmişlerdir.25
6- İlgili emirlerin tatbiki
Bu hürriyetler İslâm hukukunda esaslı prensiplere bağlanmış, hayatın tamamını kuşatacak şekilde tanzim edilmiştir.26 İslâm dini son ve mütekâmil din olmasına rağmen fertleri İslâm'a girmek için zorlamamış, kimseye de böyle bir hak vermemiştir. Hz. Peygamberin sünnetinde bu hususun âyette esas alındığı şekilde tatbik edildiği görülür. Onu takip eden Raşid Halifelerden Hz. Ömer (r.a.) da Kudüs’ün Hıristiyan ahalisine verdiği emanda, onlardan hiçbirinin dinlerini değiştirmek için zorlanmayacağını belirtmiştir. Medine Anayasası diye tarihe geçen ilk yazılı metinde de Hz. Peygamber bunu, “Yahudilerin dini kendilerine, mü’minlerin dinleri de kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler” (md. 25) diye ifade etmiştir.
Ayrıca Necranlılarla yaptığı anlaşmada da şu madde bulunmaktadır: “Necranlılar ve tâbileri için, malları, din ve cemaatları, kiliseleri ve malik oldukları diğer şeyler hususunda Allah’ın himayesi ve Muhammed’in teminatı vardır.”27 Bu düşüncenin eseri olarak tarih boyunca İslâm beldelerinin her tarafında kiliseler, havralar mevcudiyetlerini sürdürmüş, hatta Şam’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra, camiye çevrilen kilisenin yarısında Müslümanlar, yarısında da Hıristiyanlar ibadetlerini sükunet içinde yerine getirmeye devam etmişlerdir. Hatta Kur’ân ehl-i kitabla savaşanlara karşı Müslümanlara onları koruma talimatı verir:
“Haksızlığa uğratılarak, kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz Allah’tır’ diyorlar diye yurtlarından çıkartılmışlardır. Allah, insanların bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle def'etmeseydi, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.”28
Müslümanların azınlıkta bulundukları dönemler için baskı kurma gibi bir niyetlerinden söz edilemez. Acaba, Allah’ın nusretine mazhar olup, binlerce insanla kendilerine yıllarca zulüm ve işkenceleri reva göre Kureyş müşriklerine hakim oldukları, Mekke’yi fethettikleri zaman nasıl davrandılar? Bir dinin güzelliğini, onu tebliğ eden zâtın hakkaniyetini de göstermesi bakımından Mekke’nin fethi tarihin akışını değiştiren bir özellik sahibidir. Hicretin 8. senesinde Müslümanların 300’ü süvari, yaklaşık 5 bin civarındaki insanla Mekke’yi fethi siyasî bir kurtuluş savaşıdır. Bununla birlikte Hz. Peygamber onları hiçbir meselede zorlamadı. “İmanın vicdan ve kalplere tabiî olarak akması için herkesi kalp ve vicdanlarıyla başbaşa bıraktı.”29 Fetih hutbesini okuduktan sonra “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” dedi. Kureyşliler, “Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun. Bize ancak hayır ve iyilik yapacağını umarız” dediler. O da şöyle dedi, “Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’la kardeşlerinin hali gibidir. Ben de size diyorum: ‘Bugün sizin için kınama yoktur. Allah sizi affetsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir. Gidiniz, sizler serbestsiniz.”30
Hakikat bu olmasına rağmen, bir kısım topluluklarda görülen dini baskı ile kabul ettirme temayülü, dinle değil, siyasetle ilgili bir husustur. Çünkü dinin aslı ve cevheri olan iman, gönlü yatıştırmak, ona nüfuz etmekten ibarettir. Gönlü bir işe sevketmenin de baskı ile alâkası yoktur. O, sadece açıklama ve delilleri ap açık sunmakla kabul edilir. Bu âyet, “İslâmî kuralların büyüklerinden” kabul edilir.31
A - Din ve “zorlama”
Cenab-ı Hakk’ın insanlık için seçtiği nihai din İslâm'ın uygulanması için takip edilen usuller zaman içinde değişik tartışmalara mevzu olmuştur. Dinin ve imanın mahiyetleri, Kur’ân’ın ilk müşahhas misali olan Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sireti, Râşid Halifeler ve Tâbiîn ile Ehl-i Sünnet'in amel ve itikad imamlarının telakki tarzlarını dikkate almadan yapılan yorumlar mü’minler arasında sıkıntı sebebi teşkil etmiştir.
Çevre âmilleri, terbiye tarzları, psiko-sosyal yapısı itibariyle selef-i sâlihînin bütün mevcudiyetleri ile yöneldikleri İslâm'ı uygulama şekli ve metodlarından sarfınazar etmek “dinde hassas, aklî muhâkemede eksik” kişilerde, itici ve ürkütücü bir İslâm imajının gelişmesine yol açmıştır. Bu çerçevede, “Dinde zorluk yoktur”1 âyeti ile “İslâmî müsamaha” ve “cihad” mefhumlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiği, dün gündemde olduğu gibi, bugünkü Müslümanların da gündemindedir. "Dinde zorlama"nın varlık ve yokluğunun nasıl anlaşılması gerektiğine geçmeden, dinin ve imanın tariflerine göz atmakta fayda vardır.
1-Din ve imanın mahiyeti
“Din, Allah Teâlâ tarafından vaz’olunmuş bir kanundur. İnsanlara saadet yollarını gösterir. Yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, Allah’a ne suretle ibadet edileceğini bildirir. İnsanları, kendi arzuları ile dini kabul eden akıl sahiplerini hayr olan işlere sevkeder. Dinin vâzıı Allah’tır, insanlara ulaştırıcısı da peygamberlerdir. Onların vazifeleri dinî hükümleri sadece tebliğ etmekten ibarettir.”2
İman, lugatta tasdik etmek, haberi veren zâtın anlattığı hükme gönüllü olarak boyun eğmek, onu doğru saymaktır. Istılâhî mânâsı ise, Peygamber (a.s.m.)’ın getirdiği şeyleri tasdik ve ikrar etmektir. İmanın gerçekleşmesi için bunlara topluca iman da yeterlidir. Muhakkik alimlere göre iman tasdikten ibarettir. Dıştaki alâmeti ve ikrar, sadece dünyevî hükümlerin tatbiki için gereklidir. İkrar ile, kişinin Müslüman olduğu toplumca da bilinir, benimsenir. İkrar, Allah indindeki Müslümanlığın şartı değildir. Bu sebeple ikrar aslî değil, zâid bir şarttır.3
İmanın mahiyetiyle ilgili diğer bir önemli husus da şudur: İmânın, akıl, fikir, nazar ve istidlâle bakan bir yönü vardır. Bilgi unsuru olan “marifet ve ilim” üzerine bina edilir. İmân edilecek şeyleri tanımadan sıhhatli bir imandan söz edilemez. Ayrıca, imanda “ihtiyar ve irade de” vazgeçilmez bir unsurdur. “Bilinenin” iman edilen bir şey haline gelmesi için gönüllü olarak, “iz’an ve kabülü” şarttır. İmânın bu unsuru tamamen kesbidir. İmân irâdi bir tasdik, gönüllü bir kabül olduğu için de, mükellefiyetleri netice verir. Bu sebeple dini imanda sevgi unsuru ön plândadır. Fertlerin kalbindeki sevgi temeline dayanan iman hareketi, onun gelişmesi nisbetinde büyür ve cihanşümul hâle gelir. Dini akide sevgiye ve bilgiye dayanır. Bir adam gönülden benimsediği bir inancını da açıklamaktan (ikrar) haz alır, hatta gurur duyar.4 İmanın kazanılması açısından tarifini ortaya koyan Sa’d-ı Taftazani’nin, “Cenabı- ı Hakkın istediği kulunun kalbine. cüz-i ihtiyarinin sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” ifadesinde bile, Allah’ın “kulu iman ya da imansızlığa zorlamadığı” dikkate verilir.5
İmanın, “kalb ile tasdik, dil ile ikrardır” şeklindeki tarifi, onun ancak “dil ile ifade edilerek” anlaşılacağına işarettir. Tasdik asıl; ikrar ise, zâid bir rükündür. Bu sebeple zorlama altında "inanmıyorum” diyen imandan çıkmaz.6 Zorlama altında inanan kişiye ise “kâfirsin” denemez. Çünkü bu kişinin kalbiyle inanmış olma ihtimali de vardır. Kalbin içini okumak ise imkânsızdır.7 Üsame bin Zeyd ve bir grup Huruka’ya gönderilmişti. Üsame de orada, “Lâilâhe illallah” diyen birini, “Bu sözü ölüm korkusundan söyledi” diyerek öldürdü. Halbuki Ensar o zâta karşı savaşmamıştı. Hadise, Rasulullah’ın şiddetli ikazına sebep olmuştur.8 Bir rivâyette de “kelime-i tevhidi söyleyen birini öldürenin cesedini toprağın kabul etmediği” görülmüştür. Hz. Peygamber, “Arz bundan daha günahkâr kimseleri de kabul eder. Fakat, Cenab-ı Hak kelime-i tevhide hürmeten böyle ibret gösterdi” buyurmuştur. Bu sebeple zanna dayanan bilgi ile tekfir etmekten, gerek Hz. Peygamber, gerekse âlimlerimiz devamlı kaçınmıştır. Hatta İmam-ı Gazzâlî bu hususta, “Ehl-i kıblenin, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ diyenin mal ve canını (tekfir etmek suretiyle) mübah saymak tehlikelidir. Bin kâfiri hayatta bırakmak hususunda yapılan yanlışlık, bir Müslümanın bir şişe kanını akıtmakla yapılan hatadan daha hafiftir” der.9
2 - Niyet-din ilişkisi
Din ve imanın mahiyetine dair bu kısa açıklamadan sonra şunu söylemek mümkün: Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır. İkrah ile yapılan ameller, itikad, ibadet ve muâmelâtın hangisiyle ilgili olursa olsun kat'iyetle muteber sayılamaz.10 Bu, “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” hadisine de zıttır. “Çünkü ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.”11 “Halbuki onlar ihlâs ile, Allah’a kulluk etmekten başka birşeyle emrolunmamışlardır”12 âyeti de “niyeti sadece Allah rızasına münhasır kılmayı” esas alır.
İman gibi, İslâm kelimesinin kelime ve ıstılâhî mânâlarında da ihtiyar, gönülden benimseme anlamı vardır. İslâm, “selâm, sulh, sükûn, samimiyet ve bağlılık”ı ifade eder. İslâm'ın özü, yapılan iş, söylenen söz ve icra edilen fiilde samimi ve iyi niyetli olmak, araştırma sonucu, sağlam, doğru ve iyiye bağlanmak, teslim olmaktır.”13 Bunun için, Kur’ân’ın ilk ve son olarak üzerinde durduğu husus zihin terbiyesidir. Bütün hayvanlar gibi insanın da içgüdüleri vardır. Fakat onları irade ve ihtiyarı ile yönlendirir. İradeye hakim olan ve onun hürriyetini kullanan ise, zihin ve akıldır.14
Hem iman, hem de İslâmiyetin mânâsında “niyet ve samimiyet, irade ve ihtiyarla” benimseme asıldır. “Çünkü bir işten maksat ne ise, hüküm, niyet ve maksada göre ve-rilir. Bütün ibadetlerde, farz, vacip, sünnet, müstehap, hepsinde niyet farzdır. Niyet olmazsa ibadet olmaz, ibadet olmayınca sevap da olmaz.”15 Hatta niyet, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve hasiyete sahiptir. Niyet bir ruhtur, onun ruhu da ihlastır. Kurtuluş, sadece ihlas iledir.16 İhlas dinin itikad ve ameli ilgilendiren her meselesinde geçerlidir. Niyetsiz amel olmaz.
3- Din ve hürriyet
Samimiyet, güzel niyet, gönülden bağlılık, hasbîlik, ihlas, içi ve dışı ile sadece Allah’ın rızasını gözetme gibi yüksek hallerin hiçbiri, “zorlama” ile meydana geti-rilemez. Baskı, şiddet, tehdit insanı bunların dışına iter ve reaksiyona sebep teşkil eder; ve, hiçbir zaman kalbî bir bağlılık sebebi olamaz. Çünkü milleti ve devleti şekillendiren manevî değerler yalnız inançla açıklanabilir. Gerçek ise, ancak ruhun hürlüğü içindeki bir hürriyet atmosferinde gelişir, kılıç zoruyla değil. İnanç hürriyeti de bütün hürriyetlerin bu sebeple anası sayılır. Çünkü "şahsiyeti hür geliştirme inanç hürriyeti ile mümkündür.”17
“Dinde ikrah yoktur. Muhakkak ki, hak ile bâtıl ap açık ortaya çıkmıştır” âyeti, dinin konusu ve tebliği açısından da müsbet bir yaklaşımı netice verir. “Dinin konusu ıztırarî değil, ihtiyarî fiillerdir. Dini ihtiyar ile dilemek gerekir. Bunun için ihtiyarı kaldıran fiillerden birisi olan ikrah dinde yoktur. Bu, ‘Dinde, dinin dairesinde, dinin hükmünde ikrah olmaz, olmamalıdır’ demektir. Dinin şanı ikrah değil, ikrahtan korumaktır. “İslâm'ın hakim olduğu yerde ikrah da bulunmaz” diyen E. H. Yazır, “ikrah ile meydana gelen bir amelde dinin va’d ettiği sevap ve ikabın bulunmayacağını” hatırlatır. “Rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. Bu se-beple bir kişinin diğerine ikrah ederek bir ameli işlettirmesi de meşru’ ve muteber sayılmaz. Çünkü ikrah, bir insana hoşlanmadığı bir fiili zorla yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak birşey değildir.”18 Hoş ve güzel olan dine, insanı, baskı ile sevketmek, onu antipatik bir hale getireceğinden, “zorlama” dinin özüne zıttır.
Dünya bir imtihan meydanıdır. Allah insanların önüne birçok seçenekler sunmaktadır. Şâyet din baskı ile insanlara benimsetilir, benimsetilmeye çalışılır ise bilgi, irade ve şuurla verilen karar sağlıklı olmaz. Seçme hürriyeti ortadan kalkar.19 İmtihan gerçeği altüst olur. Elmalılı H. Yazır, ikrahın dine girdirmek için caiz olmadığı gibi, bu fiile teşebbüs edenlerin de âyete zıt düşmüş olmasıyla cezaya çarptırılması gereğini ifade ediyor. İslâm ahkâmı altında herkes müşrik, ehl-i kitap dinî haklarında serbesttir. Bir müşrik, dilerse, Hıristiyanlığı ya da Yahudiliği seçebilir. Vergisini ödemek kaydı ile İslâm devleti ona karışmaz.
İnanma ve amelde tanınmış olan bu hürriyetin sınır noktası yok mudur? Elbette vardır ve olmalıdır da. Çünkü insan yaratılış itibariyle hem hayra, hem de şerre kabiliyetlidir. İnsanın akıl, şehvet ve gadab gibi hisleri mutlaka kayıt altına alınmalıdır. İnsan ruhunun kuvvelerine fıtraten bir had tayin edilmemiştir. Zulüm, tecavüz, kendine ya da gayrına zarar, eşyayı tahrip, dünyayı fesada verme gibi kötülüklerin menşeinde bu vardır. Sübjektif olmayan, insanı yanıltmayan bir sınırlama ölçüsü “küllî bir akıl” olan şeriattır.20 Zira kayıtsız bir hürriyet, bir vahşettir, hayvanlıktır. Hudutsuz hür yaşamak nefsin ve şeytanın esiri olmaktır. Şeriat dairesinde olmayan bir hürriyet rezil bir esarettir. Demek ki, imana ne kadar kuvvet verilirse hürriyet de o kadar parlar.21 Çünkü insan hür olsa da “abdullah”tır. Allah’ın kulu olmaktan kurtuluş yoktur. Öyle ise onun koyduğu sınırlayıcı kaidelere uymak gerekir.
4 - Kur’ân’da inanç hürriyeti
Hareket noktası edindiğimiz, Bakara sûresinin 256. âyeti olan “Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür ap açık meydana çıkmıştır” hükmü, başka âyetlerde de geçmekte ve insanların “bizatihî güzel olan imanı” severek kabul etmesine fırsat tanınmaktadır. “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimseler elbette topyekün iman ederdi! Böyle iken, o halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”22 âyeti, inanmanın irade ve ilahî takdir boyutuna birlikte dikkat çeker. Şu âyet bu hususta daha açık bir tercih imkânı sunmaktadır: “De ki: ‘Bu Kur’ân Rabbinizden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun’”23 “De ki: ‘Ey insanlar, size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyeti kabul ederse o, ancak kendi faidesi için hidâyete ermiş; kim de saparsa o da yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir bekçi değilim.”24 Bu âyetler hak ve bâtıl, doğru ve yanlışa inanma konusunda akıbetine katlanmak şartı ile insanların serbest bırakıldıklarını göstermektedir. İlgili âyet ve hadislerden din ve vicdan hürriyetinin muhtevası şöyle tespit edilebilir:
a- İman etme,
b- bağlı bulunduğu dinin esaslarına göre amel,
c- dinini öğretme, öğrenme ve neşir hakkı,
d- dinin emirlerini yerine getirme.
İslâm diğer inanç sahiplerinin imanlarına göre yaşama hürriyetlerini kanuni teminat altına almıştır. Bu tespitler inanç hürriyetinin varılabilecek zirve noktasını teşkil eder. Bu sebeple İslâm ülkelerinde tarih boyunca, kilise ve havralar, sinagoglar varlığını sürdürmüş, her türlü dinî merasim ve ayinlerini devlet himayesi altında yapagelmişlerdir.25
6- İlgili emirlerin tatbiki
Bu hürriyetler İslâm hukukunda esaslı prensiplere bağlanmış, hayatın tamamını kuşatacak şekilde tanzim edilmiştir.26 İslâm dini son ve mütekâmil din olmasına rağmen fertleri İslâm'a girmek için zorlamamış, kimseye de böyle bir hak vermemiştir. Hz. Peygamberin sünnetinde bu hususun âyette esas alındığı şekilde tatbik edildiği görülür. Onu takip eden Raşid Halifelerden Hz. Ömer (r.a.) da Kudüs’ün Hıristiyan ahalisine verdiği emanda, onlardan hiçbirinin dinlerini değiştirmek için zorlanmayacağını belirtmiştir. Medine Anayasası diye tarihe geçen ilk yazılı metinde de Hz. Peygamber bunu, “Yahudilerin dini kendilerine, mü’minlerin dinleri de kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler” (md. 25) diye ifade etmiştir.
Ayrıca Necranlılarla yaptığı anlaşmada da şu madde bulunmaktadır: “Necranlılar ve tâbileri için, malları, din ve cemaatları, kiliseleri ve malik oldukları diğer şeyler hususunda Allah’ın himayesi ve Muhammed’in teminatı vardır.”27 Bu düşüncenin eseri olarak tarih boyunca İslâm beldelerinin her tarafında kiliseler, havralar mevcudiyetlerini sürdürmüş, hatta Şam’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra, camiye çevrilen kilisenin yarısında Müslümanlar, yarısında da Hıristiyanlar ibadetlerini sükunet içinde yerine getirmeye devam etmişlerdir. Hatta Kur’ân ehl-i kitabla savaşanlara karşı Müslümanlara onları koruma talimatı verir:
“Haksızlığa uğratılarak, kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz Allah’tır’ diyorlar diye yurtlarından çıkartılmışlardır. Allah, insanların bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle def'etmeseydi, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.”28
Müslümanların azınlıkta bulundukları dönemler için baskı kurma gibi bir niyetlerinden söz edilemez. Acaba, Allah’ın nusretine mazhar olup, binlerce insanla kendilerine yıllarca zulüm ve işkenceleri reva göre Kureyş müşriklerine hakim oldukları, Mekke’yi fethettikleri zaman nasıl davrandılar? Bir dinin güzelliğini, onu tebliğ eden zâtın hakkaniyetini de göstermesi bakımından Mekke’nin fethi tarihin akışını değiştiren bir özellik sahibidir. Hicretin 8. senesinde Müslümanların 300’ü süvari, yaklaşık 5 bin civarındaki insanla Mekke’yi fethi siyasî bir kurtuluş savaşıdır. Bununla birlikte Hz. Peygamber onları hiçbir meselede zorlamadı. “İmanın vicdan ve kalplere tabiî olarak akması için herkesi kalp ve vicdanlarıyla başbaşa bıraktı.”29 Fetih hutbesini okuduktan sonra “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” dedi. Kureyşliler, “Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun. Bize ancak hayır ve iyilik yapacağını umarız” dediler. O da şöyle dedi, “Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’la kardeşlerinin hali gibidir. Ben de size diyorum: ‘Bugün sizin için kınama yoktur. Allah sizi affetsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir. Gidiniz, sizler serbestsiniz.”30
Hakikat bu olmasına rağmen, bir kısım topluluklarda görülen dini baskı ile kabul ettirme temayülü, dinle değil, siyasetle ilgili bir husustur. Çünkü dinin aslı ve cevheri olan iman, gönlü yatıştırmak, ona nüfuz etmekten ibarettir. Gönlü bir işe sevketmenin de baskı ile alâkası yoktur. O, sadece açıklama ve delilleri ap açık sunmakla kabul edilir. Bu âyet, “İslâmî kuralların büyüklerinden” kabul edilir.31