Cümle Açıklamaları Birinci Söz

ASHAB-I BEDR

Well-known member


"Bismillah her hayrın başıdır,biz dahi başta ona başlarız."sözündeki "dahi"; "bile"anlamında mıdır? O zaman "biz dahi"yi nasıl anlamamız gerekir?


Burada geçen ''Biz dahi" ifadesi "Biz de " anlamındadır. Çünkü, Osmanlıcada bu "de" ekinin kullanımı böyledir. Bu "Biz de" tabirinin burada kullanılmasının hikmeti şu olabilir:


Malum olduğu gibi Risale-i Nurların ilk eseri "Sözler" kitabıdır. Sözlerin de ilk risalesi Birinci Söz olan "Besmele" risalesidir. Bu nedenle Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "Madem her şey lisan-ı haliyle Bismillah der, öyleyse biz de Bismillah ile başlayalım." diye, ilk risale olarak besmelenin izâhını yapıyor.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Üstad "Bismillah her hayrın başıdır." diyor. Buradan "Hayırlı işlere başlarken bismillah çekmek şarttır." anlamı çıkarmak mümkün müdür?..


Hayırlı şeylere başlarken bismillah demek sünnettir. Farz olarak telakkiden ziyade, sünnet olarak düşünmek daha doğru olur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bu meyanda bir emir bulunmamaktadır. Cenab-ı Hakk'ın yasakladığı şeylere besmeleyle başlamak ise büyük günahı var. Bu tür hareketlerden sakınmak lazım.

Risale-i Nur eserlerinde geçen birçok cümle, ayet veya hadis meali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bazı ayetleri veya hadisleri direkt almayarak, asrın anlayışına göre iktibas suretinde alıp istifademize sunmuştur.

Bu asır, ayet ve hadislere maalesef çirkin saldırıların olduğu bir dönem. Zihinler karışmış bir durumdayken; direkt "Ayet böyle diyor, hadiste böyle geçiyor." demek yerine Bediüzzaman Hazretleri, ayet ve hadisleri kişilerin anlayışlarına yakınlaştırıcı bir metodla ifade etmiştir.

Bu şekilde bir çok kişi bu veciz ifadeleri ezberlemiş ve araştırmalar neticesinde bu ifadelerin kudsi bir kaynağının olduğunu da görünce, bu hakikatlere meftun olmuşlardır.

"Bismillah her hayrın başıdır." şeklindeki ifadenin kaynağı da şu şekildedir:

“Besmele ile başlanmayan her önemli iş, sonuçsuz kalır.”(1)

(1) bk. İbn Mâce, hadis no: 1894; Feyzu’l-Kadir, V, 13.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
"Şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın." Burayı ve askere kaydolmayı nasıl anlamalıyız?

"Allah’ın ismini almak" demek, ona iman ve ibadet ile teslim olmak demektir. Yani insan Allah’a tahkiki bir şekilde iman eder ve bu imanın gereği olan ibadetleri de güzelce ifa eder ve dahi bunların neticesinde de tam bir tevekkül ve teslimiyet içine girerse, o zaman hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hadise karşısında titremez.

”Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.”

ifadesi bu teslim ve tevekkülü ifade ediyor.

Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki, Allah bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş yok, teslim olur; aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına bela edemez, bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün, yani hadisler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası ile kadere atılması ve Allah’ın ismini almakla o belalardan kurtulmaya işaret ediyor.

Ama kafir Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir iş bir musibet gelmesi muhtemeldir. Zira onun inancına göre kainattaki her şey plansız ve programsızdır; öyle ise her an her şey başına gelebilir. Bu yüzden her şeyde bir endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer.
"Acaba bu musibet bana dokunur mu?" der, hayatı zehir olur.

Üstad Hazretleri bu manaya örnek için Amerika'da olmuş bir olayı söylüyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince, "Acaba dünyaya çarpar mı?" endişesi ile imanı ve tevekkülü olmayan veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.

Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu olayda şöyle düşünür;
"Şayet bu yıldız dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur." der, hayret içinde çarpmasını bekler;"Yok emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde dünyamıza çarpamaz."der endişe ve telaştan kurtulur. İşte Mümin Allah’ın ismi ile hareket ettiği için her şeyde rahat yüzü görür.

"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."(1)


İnsanın arkasındaki kuvvet ne kadar ise emniyet ve gücü de o kadardır. Mesela, valiyi arkasına alan bir adam sadece valinin gücü kadar kuvvet kazanır; padişahı arkasına alan adam ise padişahın kuvveti kadar bir kuvveti arkasında zahir bulur.

Öyle ise Allah’ın kudret ve zenginliğine iman ve tevekkül ile yaslanan adam, Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğini arkasında zahir bir kuvvet olarak bulur. Allah’a teslim ve tevekkül eden adam kimseden korkmaz, kimseye eyvallahı olmaz demektir. Burada "askere kaydolmak"tan maksat, insanın iman ve tevekkül ile müminler sınıfına kaydolmasıdır.


(1) bk. bk
. Sözler, Birinci Söz
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz'deki "Allah için yapmak" ibaresini nasıl anlamalıyız; Allah'ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok? Bir de Allah için veya Allah rızası için yaparsak, ihlaslı olur muyuz, karşılık bekleniyor gibi?..


İbadetleri Allah emrettiği için yapmak ve neticesinde de Allah’ın rızasını kazanmak düşüncesi ivazsız ve katışıksız tam bir ihlastır. "Allah için" ifadesi Allah rızası anlamında kullanılmıştır. Yoksa Allah’ın ne Zatı ne de isim ve sıfatları, bizim hiçbir şeyimize muhtaç ve ihtiyaç içinde değildir.

İbadetler, insanın Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmasında sadece bir araç ve vasıtadır.
Üstad Hazretleri ihlası şu şekilde tanımlıyor:

"İhtar: İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."(1)

Şayet ibadetimizin derinliğinde kendi menfaat ve çıkarlarımız esassa, o ibadet ihlasa uygun değildir. İhlas öyle safi bir şeydir ki leke götürmez, yani en küçük bir menfaat düşüncesi bile ihlası zedeler, safiyetini bozar.

İbadetlerin esası ve temelinde sadece Allah’ın emir ve rızası olmalıdır.

Böyle bir ihlasa ulaşmak ancak tahkiki iman ve marifetle mümkündür. Yani Allah’a öyle bir iman edilip Allah öyle bir tanınacak ki, hiçbir küçük hesap ve menfaat bu imanı ve marifeti delip geçemesin.
Bu zamanda hakiki imanı ve marifeti Risale-i Nurlar ders veriyor, ona bakılmalı, onunla meşgul olunmalıdır.


(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, Âyet: 21, 22
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
"Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı.

Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor." cümlelerini izah eder misiniz?



Bir incir çekirdeği sonsuz kudrete dayanmadan, onun namı ile hareket etmeden incir ağacını taşıyamaz, ona kaynaklık edemez. Bir arı Allah'ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal tatlısını icat edemez. Gözsüz ve şuursuz ipek böceği, Allah’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği icat edemez.

Yani bunları yapan ve arka planda işleyen Allah’ın sonsuz
ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarıdır.İşte bu hakikati akla yaklaştırmak için Üstad Hazretleri bu temsili getiriyor:

"Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder."(1)

Yani bir şahsın kendi güç ve kuvveti ile İstanbul'da yaşayan milyonlarca insanı alıp, zorla bir yere götürüp, zorla bir işte çalıştırması imkansız bir şeydir. Ama aynı şahıs devlet adına ve devlet kuvvetine dayanarak o İstanbul ahalisini alır, zorla bir yere sevk eder ve zorla bir işte çalıştırabilir; zira arkasında devlet kuvveti devletin ordu ve polisi vardır.


Mesela karayolunda bir trafik polisi küçük bir el işareti ile koca tır kamyonunu durduruyor, aynı polis elbisesini çıkarıp aynı hareketi yapsa değil kamyonu bir bisikleti dahi durduramaz. Demek o kamyonu durduran polisin kendi şahsi gücü ve kuvveti değil, onun resmi elbisesi arkasında duran devletin kuvvetidir.

Aynı şekilde arı, incir çekirdeği ve ipek böceği gibi güçsüz ve zavallı mahluklar, o harika işler olan bal, incir ağacı ve ipek gibi nimetleri kendi şahsi kuvvet ve ilimleri ile değil, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretine dayanarak yapıyorlar.
Arı ile bal arasında orantısız bir fark vardır.

Bal mükemmel ve harika bir nimet iken, arı gayet şuursuz ve zavallı bir hayvandır; balı arıdan bilmek ile bir şahsın kendi gücü ile milyonlarca İstanbul ahalisini dövebileceğini ve güç yetirebileceğini söylemek aynı eşitlikte bir safsatadır. İşte bu temsilde verilen ana mesaj budur.


(1) bk. Sözler, Birinci Söz
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz'de, "Biz dahi ona başlarız" denilir. Niçin "Biz dahi onunla başlarız" demiyor?

"Biz dahi başta ona başlarız"
cümlesindeki "ona" kelimesi ile "besmele" kastedilmektedir. Yani, "Biz dahi bu eserimize onu anlatmakla başlarız" demektir. Burada iki durum söz konusudur. Bunlar:

1. Besmele ile başlamak.

2. Besmeleyi anlatarak ve besmelenin sırlarını izah ederek başlamak.


İşte Birinci Söz' de iki durum da söz konusudur. Yani hem "besmele" ile başlamak ve hem de"besmeleyi anlatarak" ve sırlarını açarak başlamak. Dolayısıyla Üstadımız sadece Onunla başlarız demiş olsaydı, sadece besmele ile başlamak anlamına da gelebilirdi.

Fakat, kanaatimiz Birinci Söz'de doğrudan Besmele ve sırları anlatıldığından, böyle bir ifadenin daha uygun düştüğü yolundadır.


İlave bilgi için tıklayınız:


 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Bismillah nasıl İslam nişanı olur; açıklar mısınız?

Nişan;
alamet, işaret demektir. Parmağında yüzük olan birisini gördüğümüzde, onun nişanlı olduğunu anlarız. Bir yerde minare veya cami gördüğümüzde, orada Müslümanların olduğunu anlarız.

Gayri müslimlerin olduğu bir yerde gezerken, besmele çeken birisiyle karşılaştığımızda, hemen onun Müslüman olduğunu anlarız. Zira besmele İslama ait bir nişandır; bir alamettir. Kim onu kullanırsa, Müslüman olduğuna işaret eder.

 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
"Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına vermeyen gafil insanlardan alma."

Biz insanlardan bir şey alırken, genelikle onlar Allah namına vermez. Ne Yapmalıyız?



Allah namına almak ve Allah namına vermek, nimetlerin üzerinde Allahın kudret ve rahmet elini görmek demektir. Nimetleri, sebeplerden değil, Allah’tan bilmeyi ifade eden bir cümledir.

Allah namına vermemek iki türlüdür: Birisi, inkar ve imansızlıktan gelen ve nimetleri sebeplerden bilmekten gelen; diğeri ise, imanın zaafından gelen gaflet sebebi ile nimetlerin üstündeki kudret ve rahmet elini görmemekten gelen boyutudur.

“Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız”
cümlesi ile, iman ehlinin şayet ihtiyaç ve zaruret gibi durumları yoksa, bu gibi gafil insanlardan, yani Allah namına vermeyenlerden bir şey alıp vermemesini tavsiye ediyor.

Ama zaruret ve ihtiyaç sahibi ise, o gafil adamın üstünde Allah’ın kudret ve rahmet elini görüp, nimetin gerçek sahibinin o kudret ve rahmetin eseri olduğunu idrak edip onun ismi ile alabilir.

Ayrıca bu konu On Yedinci Lem'ada şöyle izah edilmektedir:

"DÖRDÜNCÜ MESELE: Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi) doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.

"Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki:"Mün'im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz"demektir.

"O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."
(1)

 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
"Bismillah, ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen şu temsili hikayeciğe bak dinle." Burada söylenen bereket, temsilin hangi cümleleriyle açıklanmıştır?


"Zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç "Bismillâh" der; hâzîne-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, "Bismillâh" der, matbahâ-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

"Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanlar "Bismillâh" der, rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir gıdâyı takdim ediyorlar.."
(1)


Birinci Söz' de geçen, yukarıda ki misallerin her biri birer bereket örneğidir. Zirâ, bir çekirdekten, tonlarca meyve; bir tutam ottan hem keyfiyet ve hem de kemmîyet itibârıyla önemli bir gıda olan süt, bereket örnekleri olarak verilmektedir.


(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz'de deniliyor ki; "Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görür." Burada bahsi geçen çadır, hakikatte ne oluyor, neye işarettir?


Her bir tarla, herbir bostan bir çadırdır. İçine girdiğimizde, meyve ve sebzeleri ile iştihâmızı celbedip, âdeta bize hürmet ediyorlar.

Atmosfer tabakası bir çadırdır.

Bizi kucaklayıp ciğerlerimizi temizlemektedir. Halbuki, içindeki mikroplar ile bizi zehirlemesi de mümkündür.

Denizler, okyanuslar; birer çadır olarak kabul edilebilir. İçine girdiğimizde, bize hizmet ediyorlar.;

gemilerimizi omuzlayıp, bizi ıslatmadan taşıyorlar ve hâkeza...
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz'de Üstad, Halıkımızın bize olan ihsanlarına karşı, bizim de zikir, şükür ve fikir ile mukabale de bulunmamız gerektiğini söylerken, neden fikir ortada olmasına rağmen, sıralamada üçüncü olarak zikretmiştir?

"Başta "Bismillâh" zikirdir. Âhirde "Elhâmdülillâh" şükürdür.

Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehâd, Samed'in mu'cize-î kudreti ve hediye-î rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir."(1)

Burada, zikir ve şükür kavramları birer kelime ile tanımlanırken, fikir kavramı daha uzun bir şekilde tanımlanmıştır. Uzun olan tanımın sonraya bırakılması üsluba zarar vermediği gibi, bir kolaylık sağlamıştır.

Nitekim konuşmacılar da bu metodu kullanmaktadırlar. Kısa olan açıklamaları öne alıp, uzun olan açıklamaları sonraya bırakırlar.

Diğer taraftan; zikir, fikir ve şükür kelimeleri, yalnız yemekte dile getirilen tesbihler değildir. Hayatımızın her diliminde, her zaman ve her durumda tekrar edilmelidir. Bu tekrar için de, illâ bir sıra takip etmek gerekmez. Zikri icâb eden durum için zikir, fikri gerektiren durum için, fikir ve şükrü gerektiren durum için de, şükretmek gerekir.


(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
"Çekirdekler dağ gibi yükleri kaldırıyorlar" ne demektir?

Ağaç köklerinin üzerinde durmuyor mu?


Burada belirtilen yük, vazife yüküdür.

Yoksa, maddi bir yük anlamında değildir. Mesela, bir asker, devlet kuvvetine dayanarak, bir şehir ahalisini alır, zorla bir işte çalıştırır. Ama kendi namına, yani sivil haliyle, bir kişiye bile gücü yetemez.

Bu farkı, yani, devletten aldığı kuvvetle, şahsi kuvveti arasındaki farkı ifade etmek için, şöyle denilse: Bu asker devlet kadar güçlüdür. Öyle ki, bir milyon kişiyi zorla bir yere sevk edip çalıştırıyor. Bu ifadelerde, istihza, yani olmayacak bir işi, alaylı bir dil ile söylemek manası vardır. Halbuki, bu güç kendi şahına ait değildir.

Devlete ait bir güçtür.

Burada da çekirdek öyle işler ve vazifelere mazhar oluyor ki, kendi cirminden büyük işlere aracılık yapıyor. Yani, dağ gibi vazife ve işlere aracı oluyor. Bu işler ise, çekirdeğin, altından kalkacağı işler ve vazifeler değildir. Öyle ise, o işleri ve vazifeleri gören ve gösteren bir kudret eli çekirdeğin arkasında iş görüyor demektir.

Burada, yükten kasıt, görülen vazife ve işler anlamındadır, yoksa maddi yük anlamında değildir.

 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
İnek, deve, keçi, koyun gibi hayvanlara neden" mübarek" sıfatı kullanılmış?


Mübarek:
Kelime anlamı olarak, bereketli ve hayırlı demektir. İnsanlığın en temel gıdaları da et, süt, peynir gibi şeylerdir. Bunların hepsi de inek, koyun, keçi, deve gibi hayvanların eli ile bize ikram ediliyor.

Bu yüzden, Kur'an'ın en büyük surelerinden "En’am Suresi"ne bu mübarek ve bereketli hayvanların adı verilmiştir. Müfessirler, "en’am" kelimesini inek, koyun, deve, keçi gibi hayvanlar olarak yorumlamışlardır.

"Mübarek ve bereketli" denilmesinin bir manası da, Allah’ın, en tatlı ve güzel nimetlerini bol ve bereketli olarak bu hayvanlarının aracılığı ile bizlere sunmasıdır. İnek ot yer, safi ve tatlı süt verir, et verir, derisinden faydalanılır, yavru verir.

Hatta gübresi bile faydalıdır. Bir nevi fabrika gibi çalışır. Halbuki bir insan fabrikası, bir mahsul verir ve çok masraf ve gürültü ile çalışır. Ama inek, koyun gibi bereketli hayvanlar gürültüsüz, fazla yer kaplamadan, bir çok mahsulü bizlere sunar. Bütün bunlara bakıldığında, ne kadar mübarek ve bereketli olduğu anlaşılır.

Bir de bizim dilimizde mübarek kelimesi, kutsi ve yüksek zat anlamında da kullanılır. Genelde alim ve evliya zatlara söylenir. Bu mana ayrıdır, kastedilen bu mana değildir.

İkisini karıştırmamak lazım.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member

"Bismillah Her Hayrın Başıdır." İfadesi Hadis midir?



Risale-i Nur eserlerinde geçen bir çok cümle, ayet veya hadis meali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bazı ayetleri veya hadisleri direkt almayarak asrın anlayışına göre iktibas suretinde alıp istifademize sunmuştur. Bu asır, ayet ve hadislere maalesef çirkin saldırıların olduğu bir dönem.

Zihinler karışmış bir durumdayken; doğrudan "Ayet böyle diyor, hadiste böyle geçiyor." demek yerine, Bediüzzaman Hazretleri, ayet ve hadisleri kişilerin anlayışlarına yakınlaştırıcı bir metodla ifade etmiştir.

Bu şekilde bir çok kişi bu veciz ifadeleri ezberlemiş ve araştırmalar neticesinde bu ifadelerin kudsi bir kaynağının olduğunu da görünce bu hakikatlere meftun olmuşlardır.

"Bismillah her hayrın başıdır." şeklindeki ifadenin kaynağı da şu şekildedir:

“Besmele ile başlanmayan her önemli iş sonuçsuz kalır.”(1)


(1) bk. İbn Mâce, hadis no: 1894 ;Feyzu’l-Kadir, V, 13.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Mevcudat "Bismillah" deyince bitmez bir berekete ve tükenmez bir kuvvete mazhar oluyor. Biz besmele çekince bunlar oluyor mu? Eğer olmuyorsa, bu mana yalnızca hususi olarak mevcudata mı bakıyor?


"Bismillah"
kelimesi, mevcudatın arkasındaki Allah’ın kudret ve tasarruf elini ifade eden bir semboldür. Yani, her şeyin dizgini ve tasarrufu onun elindedir. Bütün sebepler onun icraat ve işlerine birer perde, birer bahane hükmündedir, manasını beyan ediyor. Biz bu manayı anlayıp, iman ile Allah’a bağlanırsak, her şeyin baskı ve yükünden sıyrılıp, manen büyük bir huzuru kazanırız.

Şayet, hadiseleri sebeplere verip, kendimizi de onun terbiye ve idaresinden hariç addedersek, o zaman her şey bize binen bir yük, her hadise bir baskı aracı haline gelir. O zaman hayat bir zindan ve elem kaynağı olur.

Mevcudat zaten hal dili ile açık olarak Allah’ın tasarruf ve terbiyesini ilan ediyor. Biz de iman ve intisap ile o mevcudatın ritmine uymamız gerekir. Yoksa, kainatın rağmına hareket etmiş oluruz; hem asi, hem de hain vasfını alırız.

Allah’ın kudret ve bereketi, biz iman etmesek de zaten kainatta işliyor. Burada önemli olan bizim iman ile bu kudret ve bereketi tanıyıp idrak etmemizdir.

Biz iman ile "bismillah" manasını idrak edince, bize manevi bir kuvvet ve bereket olur. Hakikat-i hal ile mutabık bir vaziyete girmiş oluruz. O zaman her türlü işimizde maddi manevi bir kolaylık elde ederiz.


Yani, mevcudatta irade ve şuur olmamasından, her hali ile "bismillah" manası hükmediyor. Fakat insanda hakiki olarak "bismillah" hükmederken, yani ilahi tasarruf ve terbiye işlerken, imansızlıktan gelen cehaletle manevi kuvvet ve bereketi hükmetmeyebilir. Bu manevi kuvvet ve bereketin gelmesi ve tesir etmesi imana bağlanmış.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz ve On Dördüncü Lem'a'nın İkinci Makamı'nı ele alırsak, özet olarak ne söylenebilir?


Birinci Söz'de "besmelenin" anlam ve önemi izah ediliyor. Çeşitli varlıkların dilinde besmelenin nasıl zikredildiği ve her şeyin hal dili ile besmeleyi nasıl zikrettikleri akli bir metotla izah ve ispat ediliyor. Allah'ın adını anmak ve Onun adıyla hareket etmek, insana neler kazandırır mükemmel bir şekilde işleniyor. Bu sözde en önemli netice ve çıkarım besmelenin zikir, fikir ve şükürden mürekkep bir mana olduğunun tespit edilmesidir.

"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzul ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur."(1)

Bismillahirrahmanirrahîm'deki Allah, Rahman ve Rahim isimlerinin kainattaki tecellisi büyükten küçüğe bir tevhit mührüdür.Allah ism-i Celili bütün kainattaki unsurların kendi aralarında olan yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşma ve cevaplaşma gibi fiillerin dili ile Allah'ın birlik ve tevhit sikkesini temsil eder.Rahman ismi de dünyadaki bitki ve hayvan taifesinin tedbir ve terbiye edilmesinde benzerlikler, birbiri ile olan uyumluluk, intizam, insicam, lütuf gibi icraatların dili ile Allah'ın dünya sahifesindeki birlik ve tevhit mührüne işaret eder.

Rahim ismi ise insanın geniş mahiyetindeki rahmet, merhamet ve şefkat gibi tecellilerin ve fiillerin dili ile Allah'ın insan mahiyetinde görünen birlik ve tevhit mührüne bakar.

Yani tevhidin üç büyük mührü kainat, dünya ve insan üzerine vurulan mühürleridir.
Bunu şöyle bir temsil ile akla yaklaştıralım: Kainat okyanus olsun, dünya deniz, insan ise bir avuç su olsun. Her birine
kelime-i tevhid yazısını yazalım.

Okyanusa dev ve büyük harflerle tevhid kelimesini yazdık ve altına dev bir mühür vurduk, okumak için bütün okyanusu kuşatacak ya gözün olacak ya da okyanusu kapsayacak bir mevkie çıkmak lazım, bu da herkese mümkün değildir.

Dünyayı temsil eden denizin üstüne orta boyda harflerle tevhid yazısını yazdık ve altına mührünü bastık; bunu da okumak ve ihata etmek çok zordur, külli bir nazar lazımdır.

Ve üçüncüsü insanı temsil eden bir avuç suyun üstüne bir kelime-i tevhit yazdık, bunu herkes rahatlıkla ve ihata ile okuyabilir ve mührü görebilir.
Bu üç mührü ve tevhit kelimesini okumak aşağıdan yukarı doğru olmalıdır, yukardan aşağıya okumak ve görmeye çalışmak çok zordur.

Bir avuç suda yazılan tevhid kelimesi ehadiyeti temsil eder, okyanusta yazılan tevhit ise vahidiyeti temsil eder.
Özetleyecek olursak üç sikke-i ehadiyet kainatta Allah isminin tecellisi, dünya da Rahman isminin tecellisi ve insan da Rahim isminin tecellisi suretinde vurulan birlik ve tevhit mühürleri anlamındadır. Bu üç isimin temsil ettiği tecelliler tevhidin kainat, dünya ve insan sayfalarında nurani birer satırlarıdırlar.


(1) bk. Lem'alar, On Dördüncü Lem'a, İkinci Makam
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
"Vaktiyle sekiz ayetten istifade ettiğim sekiz sözü,.." ifadesine göre; Küçük Sözlerin herbirine işaret eden ayetleri yazar mısınız?



Birinci Söz:


Besmele bahsi olduğu için besmele ayetinin bir tefsiridir."Vur asânı taşa' buyurduk."

(Bakara Sûresi, 2:60).

"Ey ateş, serin ve selâmetli ol."


(Enbiyâ Sûresi, 21:69).

Bu ayetlerde meseleye takviye olarak istimal edilmiştir.

İkinci Söz:


"O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Allah'a ve Onun bildirdiklerine iman ederler."

(Bakara Sûresi, 2:3.)

Üçüncü Söz:


"Ey insanlar, ibadet ediniz."

(Bakara Sûresi, 2:21).

Dördüncü Söz:


"Namaz dinin direğidir."(1) Hadisi ve Kur'an'da on dört yerde geçen "Namazı kılın!.."ayetlerinin bir tefsiri hükmündedir.


Beşinci Söz:


"Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir."

(Nahl Sûresi, 16:128).


Altıncı Söz:


"Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır."

(Tevbe Sûresi, 9:111).

Yedinci Söz:

Allah’a ve ahirete iman etmenin insan ruhuna ve alemine yaptığı müspet tesiri ve getirdiği saadeti gösteren bir bahistir. Bu yüzden Allah ve ahireti zikreden ve ona inanmayı emreden ayetlerin bir umumi tefsiri hükmündedir.


Sekizinci Söz:


"Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, her şey Onun yaratmasıyla vücut bulur."

(Bakara Sûresi, 2:255).

"Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir."

(Âl-i İmran Sûresi, 3:19).

Dokuzuncu Söz:


"Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah'ı tesbih edip namaz kılın."

(Rum Sûresi, 30:17-18).

(1) bk. Tirmizi, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:76.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz'de; en makbul bir şefaatçi acz ve fakrdır denilirken, İhlas Risalesi'nin başında da ihlas için aynı ifade mevcuttur. İkisi arasında nasıl bir ilişki vardır?


"İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar."(1)

Hadisten de anlaşılacağı üzere ihlas, ilim ve amelin bir neticesi bir meyvesi hükmündedir. İlim ve amel eleği geçilmeden, ihlasa ulaşmak olmaz. Ama buradaki ilim ve amel insanların seviye ve idrakine göre farklılık arz eder, yani izafidir.

Mesela Üstad Hazretlerinin de ilmi vardır, onun talebelerinin de ilmi vardır. Bu hadiste kast edilen ilim en yüksek ilim değil, her insanın kapasitesine uygun olan bir ilimdir. Yani kim olursa olsun, önce ilim basamağını sonra amel basamağını ve en sonunda da ihlas basamağını çıkıp maksuda ulaşabilir. Yoksa ilim, amel ve ihlas üçlüsünü parçalamak ve ayrıştırmak mümkün değildir.

Hiç ilmi olmayan amel edemez, amel edemeyen de ihlasa erişemez. Acz ve fakr metodu ilmin en temel aracıdır.
İslam ilimleri içinde en mühim olanı imana ve akaide dair olan ilimlerdir. Sonra diğer İslam ilimleri gelir. Mesela Risale-i Nurlar imana dair bir tefsirdir, imanı ilimleri talim ettiriyor. Risale-i Nurlardaki ilimleri talim ve tatbik ederek ihlası elde edebiliriz.

İlme mecali ve gayreti olmayan bazı cahiller, ben ihlası elde etsem yeter safsatasına sığınıyorlar. Halbuki ihlas ancak ilim ve amel ile elde edilebilecek bir hazinedir. Kimsenin kalbine durup dururken ihlas enjekte edilmiyor.

İhlası kazanmak için ilim ve amel ateşinde yanmak gerekir, gerisi lafı güzaftır.
Risale-i Nurlardaki iman ilminin özünü ve temelini de acz ve fakr alıyor. Yani insan tefekkür ile acz ve fakrını görüyor sonra bütün kainatın acz ve fakrını görüyor, ondan sonra hakiki marifete intikal ediyor. Hakiki marifet de insanı ihlasa götürüyor...

Demek önem ve öncelik hiyerarşisi acz ve fakrindir.
İhlas; iman ve amelin bir neticesi, iman da acz, fakr ve tefekkürün bir neticesi olmasından dolayı, iki cümle arasında bir tenakuz yoktur. Yani acz ve fakr içinde zımni olarak halis bir ihlas vardır. Zaten ihlasın bulunmadığı bir şeyde de hayır yoktur.

(1) bk. Lem'alar, Yirminci Lem'a
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz'de geçen, kâinatın dilenciliği ifadesi ile Hakim-i Ezeli ve Malik-i Ebedi, ifadelerini izah eder misiniz?

İnsanın sayısız ihtiyaçları ve hudutsuz arzuları olup, her şeye muhtaç bir şekilde yaratılmıştır.
Bu yüzden ya muhtaç olduğu şeylere kalbini ve kafasını bağlayıp, manevi olarak onlara dilenci olacak ve her şey karşısında zillete düşecek, ya da her şeyin sahibi ve mutasarrıfı olan Allah’a kalbini ve kafasını teslim edip, kainata dilenci olmak vaziyetinden kurtulacak.

Mesela insan, güneşe muhtaç olarak yaratılmıştır. Şayet insan, güneşin Allah’ın bir askeri ve memuru olduğunu kabul etmez ise, güneşin zatına perestiş edip, ona ihtiyaç vasıtası ile dilencilik edecektir.Halbuki vazifeliye değil, vazifeyi verene ram olmak, ona perestiş etmek gerekir. Güneş kendi başına değil, Allah namına bize hizmet veriyor.


Allah'a kul olmayan, sebeplere başvurur; bu ise bir dilenciliktir. Bu sebep insan olabileceği gibi, hayvan da olabilir. Sağlığı için şifayı doktordan bekler ve: "Ne olur doktor bey, yavrumu iyileştir." diye yalvarır. Mikroptan korkar ve titrer. Madde için zengin insanlar karşısında dilencilik vaziyeti takınır, bir kaç kuruş almak için iki büklüm olur. Halbuki, zengini zengin eden Allah'tır.

"Allah, bu dünyanın maliki, sahibi olduğu gibi, ahiretin de sahibdir." denmektedir.

Yani kabirde, mahşerde seni yalnız bırakmayacak ve burada olduğu gibi sahibiyeti devam edecektir. Bu mana Fatiha Suresi'nde, "maliki yevmüddin"(din gününün sahibi) şeklinde ifade edilmiştir.

Hakimiyetteki ezeliyet ise, Allah sonradan bu alemi başkasından devralmadı, ezelden beri o yarattı ve o devam ettiriyor. Öyle ise sadece ve sadece ona iman ve itimad edilmelidir, mesajı veriliyor.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Birinci Söz'de geçen, "nihayetsiz aczin ve fakrın" deniyor. Acz ve fakrımız nelerdir? "...Ta bütün kainatın dilenciliğinden kurtulasın" sözünden ne anlamalıyız?


Bir insanın muhtaç olduğu her şey, onun ne kadar fakir olduğunu gösteriyor. Zira fakirliğin ölçüsü ihtiyaç nisbetindedir.


Bu sonsuz denebilecek kadar çok olan ihtihaçlarımızı gidermek için ise, güç yetirecek bir iktidardan mahrumuz. Bu durum ise aczimizi ifade etmektedir. Mesela yağmura muhtacız ancak yağdırmaktan da aciziz.

Bütün bu ihtiyaçlarımızı giderecek olan ise, bizim ve alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Onun dışında hiç bir kuvvet ve kudret bu ihtiyaçlarımıza cevap veremez.

Allah'tan başkasına yapacağımız müracaatlar bir çeşit dilenciliktir. Dileniriz, acnak hiç bir cevap alamayız.

Allah'tan istememiz ise bir dilenme değildir. Zira o bizim Rabbimiz ve sahibimizdir. Annemizden ve babamızdan bir şey istememiz bir dilencilik olmadığı gibi, asıl sahibimiz ve malikimiz olan Allah'tan istemek de bir dilencilik değildir, bir şeref ve izzettir. Madem her şeyin anahtarı ondadır, öyle ise ona müracaat edelim. Ona müracaat eden, başkasına muhtaç olmaz.
 
Üst