Beslenme kaynaklarına göre duygular

Muvahhid1

Well-known member
Cenâb-ı Hak insanı hem hayra hem şerre kabiliyetli bir şekilde yaratmıştır. İnsanın kemalât süreci, şerre olan kabiliyetlerini hayra tebdil etmek, hayra olan kabiliyetlerini de istikametli bir şekilde geliştirmektir. İmtihan sırrının bir gereği olarak, insanın önünde hadsiz derece ve derekeler açılmıştır. İnsan, yaptığı tercih ile ya a’lâ-yı illiyyine çıkan ya da esfel-i safilîne düşen bir meydan-ı imtihanda bulunur.


İnsanın fıtratındaki duygu, istidat ve kabiliyetler çeşit çeşittir. Burada önemli olan bu kabiliyetlerin ve istidatların terbiyesinin, insanın cüz’i iradesinin eline verilmiş olmasıdır. Konuyla ilgili Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz adlı eserde şöyle bir tesbitte bulunur: “Cenâb-ı Hak… ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini cüz’i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz’i ihtiyarînin yuları da şeriatin ve delâil-i nakliyenin eline verilmiştir.”

İnsanın vazifesi bu kabiliyetleri mükemmel bir şekilde değerlendirip, üstün bir kıymete ulaştırmasıdır. Meselâ, insana irade kabiliyeti verilmiştir. Eğer bu kabiliyet iyiye ve hayra kullanılabilirse, insanın cemadâtı, hayvanatı ve hatta melekleri bile çok gerilerde bırakacağı bir gerçektir.

İnsanın içindeki lâtife-i Rabbaniye (İmam-ı Gazali’nin ifadesiyle, ‘akl-ı mead’, yani ileriyi görebilen, idrak edebilen akıl) anlık zevklerin peşinde koşarak öldürülmezse, insan çok ciddî kemalât derecelerini katedecektir.
Yine insan kendisine verilmiş bu hislerin bir kısmını terbiye edip, bir kısmının yönünü değiştirip, diğer bir kısmını da geliştirirse, insan insaniyet mertebelerinde mesafe katetmiş olacaktır.

Vicdan mekanizmasına ait hisleri inkişaf etmiş bir insanın nazarında artık onu yoldan çıkarabilecek süflî hislerin tesiri azalmış demektir. İşte insanın vicdanî sisteminin gelişmesi, tamamen nefsanî mekanizmasının rağmına bir harekettir. Burada akla hemen şöyle bir soru gelebilir: Nefsî davranışlar bellidir ve toplumun nazarında sevilmez.

Fakat bazı davranışlar vardır ki, görünüşte vicdan temelli, vasat, güzel ahlâka benzer, ancak temelinde nefis bulunmaktadır. İnsanların nazarında hikmetli, şecaatli, iffetli görünen insanların bu vasata benzeyen davranışlarındaki ihlâs, yani ne niyetle bunları yaptığı çok önemlidir. Belki de insanların en çok ayaklarının kaydığı nokta, davranışların temelindeki bu niyet meselesidir. Zira, ‘Amelin ruhu niyet, niyetin ruhu ihlâstır.’ (Mesnevî-i Nuriye)

Bu vasata benzeyen, fakat temelde bozuk bir niyet olan davranışları kişi bazen kasten yapmakta, bazen de gafletle, farkında olmadan yapmaktadır. İşte böyle bir tehlikeye düşmemek için davranışların temel saikını kontrol etmek gereklidir. Nitekim görünüşte aynı olan bir davranışın Allah katındaki değeri, amel-i salih, güzel ahlâk olmasının göstergesi, o davranışın temelindeki vicdan ve ihlâstır.

İnsanın davranışlarının temeli eğer çevresel faktörler, insanlar ve bir takım zaaf ve zayıflıkları ise, böyle insanların kişilik problemleri olduğu gibi, özsaygıları ve benlik algıları da problemlidir. Çünkü böyle insanların davranışlarının temelinde, “İnsanlar ne diyecekler?” gibi nefsî bir saik varsa, sürekli etraftakilerinin övgüleri, medihleri ile beslenmek arzu edeceklerdir. Dolayısıyla onların gördüğü yerlerde iyi davranışlar sergileyip, kimselerin olmadığı yerde ve iç âlemlerinde kötü duygular beslemek ve kötü fiilleri gerçekleştirmekten geri durmayacaklardır.
Erich From, “Kendini Savunan İnsan” kitabında, konuyla ilgili şöyle bir tesbitte bulunur: “Eğer insan kendi değerini, öncelikle sahip olduğu inançsal niteliklerden değil, şartları durmadan değişen, yarışmacı bir pazardaki başarısı aracılığıyla kurulduğunu düşünürse, hem özsaygısı sağlam olmayacak, hem de sürekli olarak başkalarının bu özsaygıyı pekiştirmelerine ihtiyaç duyacaktır.”

Meselâ, yiğitlik, cesurluk davranışının temelinde bir amaç, ulvî bir gaye, samimiyet varsa, bunun adı şecaat olmaktadır. Fakat temelinde nefsanî bir tutku varsa, bir takım zaaf ve zayıf damarlarını tatmin etmek ile güdümlenmişse, bu insan, beğenilmek, methedilmek, insanların nazarında görünmek için, duyduğu bu isteği doyurmak üzere canını bile tehlikeye atan bir cesaret veya yiğitlik sergileyebilir.

Üstelik bu vasata benzeyen, fakat aslında su-i ahlâk olan bu davranışı sergileyen böyle bir insan, ancak bu davranışı ödüllendirildiği zaman, karşılığını gördüğü zaman bunu sergileyecektir. Oysa, ulvî bir gayesi olan insanın cesaret davranışı ise, ödüllendirilmek, karşılığını görmek veya insanların ne diyeceği gibi duygular onun için çok önem arz etmeyecektir. Hele bu davranış ihlâs ile olursa böyle bir insanın temel derdi, rıza-i İlâhî olacaktır.

Hasılı, insanın iyi davranışlarının kaynağını ulvî maksatlar oluşturuyorsa, o davranışın takdir görmesi, insanlar tarafından bilinip bilinmemesi çok önem arz etmez. Fakat gurur, tutku, hırs, kibir gibi duygular insanı yönlendiriyorsa, iyi görünen davranışlarını, takdir görmediği, kimselerin bilmediği durumlarda sergileyemezler.

Zaten sosyal hayatta insanların birbirlerine olan güven kaybının temelinde de bu kaymalar vardır. Nitekim elinden ve dilinden emin olunması gereken mü’min manzarası bugün sarsılmıştır. Görünüşte iffetli, ama kimselerin görmediği yerlerde fücur sergileyen tipler veya cesaret adına nice zulümlere imza atanlar aslında kendi dünyalarında ürkek bir güvercin gibi olan insan tipleri bugünün cemiyet manzaralarıdır.

Meselâ alçakların silâhı olan gıybet, şecaatin bozulduğu bir sosyal hastalıktır. Nitekim, görünüşte dilinden emin olunan bir kimse iken, gıybet ile zalim bir insan pozisyonuna girilmektedir.

Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte insanın, kendisini uçurumun kenarında gezdiren ve belki de onu müflis hale getirebilecek bu tür davranış ve duygularını mihenge vurması şarttır. Yani “Bu davranışın temelinde rıza- i İlâhî mi, yoksa nefsin bir takım isteklerini tatmin mi var?” sorgulaması yapılmalıdır. Bunu anlamak için de “Bu iyi davranışı başkalarının bilmesini arzu ediyor muyum, yoksa Cenâb-ı Hakk’ın bilmesi kâfi midir?” diye, bir iç muhasebe yapmak durumundadır. Aksi halde kişi, hem kendine olan özsaygısını yitirerek, kişiliksizleşecek, hem de ciddî bir güven kaybına sebep olduğu için, içtimâî bir hastalığa sebep olmuş olacaktır.

Yasemin YAŞAR
Yeniasya

 
Üst