Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
İslamiyet
İslam Akaidi ve Fıkıh
Memba
Ahiret gününe iman
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="mihrimah" data-source="post: 84425" data-attributes="member: 656"><p><strong>PIRLANTA SER<span style="font-family: 'Times New Roman'">İSİ...</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Times New Roman'"></span><span style="font-family: 'Verdana'">KERÎM ve RAHÎM İSİMLERİ ÂHİRETİ İKTİZA EDER</span></strong></p><p><strong><span style="font-family: 'Verdana'"></span></strong><span style="font-family: 'Verdana'">En zayıf ve en muhtaçlara, en güzel ve en mükemmel şekilde bakılıyor. En çelimsiz canlıların, elsiz ve ayaksız varlıkların çok rahatlıkla beslendiğini görüyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İradesini kötüye kullanarak işe müdahale eden insanların yanlış müdahaleleri bir tarafa bırakılacak olursa, en zayıf, çelimsiz, aciz ve nahif varlıklara en güzel şekilde bakıldığını müşahede ediyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte, bir hücrenin hayatiyetini devam ettirmesi; ana rahmindeki ceninin en mükemmel usulle beslenmesi ve dünyaya gelen yavruya annenin musahhar edilerek en küçük ihtiyacının dahi, büyük bir ihtimamla deruhte ettirilmesi; denizin dibindeki balıklar ve meyvenin içindeki kurtların gayet mükemmel beslenmesi; yerinden kımıldama imkânı olmayan ağaçların ve yatalak hastaların rızıklarının kendilerine kadar getirilmesi ve bunlar gibi binlerce müşahhas misaller yukarıda mücerret fikir halinde söylediğimiz hususu te’kid etmektedir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bütün bunlarla anlıyoruz ki, kâinatta hükmeden Kerîm ve Rahîm bir Zât vardır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Cenâb-ı Hakk umum kâinatta bu kadar ihsan ve kerem sahibi olursa, O daima ikrâm ve ihsan etmek ister. İkram ve ihsan etmek istemesinin yanında ikram ve ihsan edeceklerinin de vücutlarını iktiza eder. Madem ki bu dünyada âciz, zaif ve aynı zamanda fanî insanlara bu kadar ikrâm ve ihsanda bulunuyor; rahmet ve keremi bu ikramlarının devamını istilzam eder. Halbuki burada insan yediği bir üzüm tanesine mukabil bin tokat yiyor. Tadıyor, fakat doymuyor. Ağzında tat, kalbinde feryat ve figan meydana geliyor. Ona zevk veren şeyler, veda dahi etmeden ve hiç sormadan çekip gidiyorlar. Gençlik, güç, kuvvet ve daha nice zâil olan nimetler gibi... Öyleyse burada insana bu kadar ihsanda bulunan Cenâb-ı Hakk ihsan ve nimetlerini kesivermekle, nimeti nikmete, lezzeti azaba ve muhabbeti düşmanlığa çevirmeyecektir. Halbuki bütün bunlar ebedî olmazsa, nimet nikmet olur. Lezzet azab olur. Ve sevgi düşmanlığa dönüşür. Öyleyse, bu nimet ve ihsanların devam edeceği bir ebedî âlem vardır ve mutlaka olacaktır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong> </strong></span></p><p> <span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>ŞEFKAT DE ÂHİRETİ İKTİZA EDER</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Yeryüzünde çok açık olarak bir şefkatin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz. Şefkat acıma hissidir. Şefkat bir mazlûma merhamet etme hissidir. Şefkat, ağlayanın ağlamasına kulak verme hissidir. Şefkat, yaralı, arızalı, bereli bir kimsenin arızasını tedavi etme hissidir. En küçük daireden en büyük dairelere kadar bu şefkat hissinin geçerli olduğunu görüyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Eliniz yaralansa, siz de elinizi tedaviye koyulsanız, Allah’ın merhamet ve şefkati olmasa, inanın kanınızın, yaralanan o kısmı nescetme, onarma faaliyeti görülemeyecek ve siz o yarayı kapatamayacaksınız. Kapanmayan yaralar görüyoruz, bunlar size bir şey anlatmıyor mu? Çok ciddi ameliyat iktiza eden bir hastalık karşısında, bir insanı ameliyat masasına yatırmadan evvel hekimler baş başa verip düşünüyorlar. Ya bir şeker hastalığı veya daha başka bir sebep yüzünden: “Biz bu hastayı ameliyat edersek, bu yaranın kapanması zor olacak” diyebiliyorlar. Yine sizler, öyle ameliyat geçirmiş kimseleri görürsünüz ki, bunların yaraları aylar, bazen de seneler sonra kapanmaktadır. Allah (c.c) kapatmazsa kapanmaz. Ya şeker nisbetini yükseltiyor ya da pankreasla ilgili bir arıza meydana getiriyor, ensülin dengesi bozuluyor ve yara kapanmayabiliyor. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte, insanın büyük sayılabilecek yaralarının dahi kısa zamanda iyileşmesini temin eden Cenâb-ı Hakk’ın sadece bu noktadaki şefkatini anlayabiliyor musunuz? Cenâb-ı Hakk (c.c) bizlere merhamet ediyor. Ama ne ile? Ancak mikroskoplarla görebileceğiniz küçücük varlıkları imdadınıza göndererek... </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bizler bütün yeryüzündeki şefkat eserlerinden istidlâl ederek şu hükme varıyoruz: Zerrelerden küreye, hücrelerden en kompleks organizmalara kadar her tarafta O’nun şefkat ufuklarını açmış olan Allah (c.c) âhireti açacak, insanları yeniden diriltecek, bu dünyada çeşitli nimetleriyle perverde etmiş olduğu insanı, âhirette de o bitmek tükenmek bilmeyen nimetleriyle donatacaktır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>CELÂL ve İZZET ÂHİRETİ İKTİZA EDER</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Tepeden tırnağa bizi bu denli nimetlerle perverde eden Cenâb-ı Hakk’ın bir de izzeti vardır. O, nimetlerine başkasının müdahale etmesini kabul etmeyeceği gibi, nimetler mukabilinde yapılacak olan arz-ı teşekkür ve minnetin de başkasına yapılmasına razı olmaz. Bunun yanında, aksi hareket edip, nimetlerine nankörlük edenlere karşı da bir gayret ve ceberutu vardır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Halbuki, nice insanlar var ki, binlerce nimete gark olmuşlarken nankörlük edip, kulluk ve ubudiyetlerini Allah’tan başkasına yapıyorlar. Allah (c.c)’ın kendisini tanıtmak için yaptığı bunca ihsanına karşı gözü kapalılıkla mukabelede bulunuyorlar. Bu dünyada, kâfir, zalim, cebbâr ve gaddâr ceza görmeden çekip gidiyor.</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Halbuki izzet ve celal, öyle edepsizlerin te’dibini ve cezalandırılmasını ister. Bu, dünyada olmuyor. Demek ki, başka bir âlemde olacaktır. Orada zâlim cezasını, mazlum da mükâfatını görecektir...</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>BUNCA CÖMERTLİK ÂHİRETİ GEREKTİRİR</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Muhtaç olduğumuz şeyler Cenâb-ı Hakk’ın lütuf seyri içinde gelmese, cihanları versek dahi birini elde edemeyiz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Harun Reşid’in karşısına çıkan Allah dostu sorar:</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">- Harun! Şu bir bardak suya muhtaç olduğunda onu elde edebilmek için bütün saltanatını verir miydin?</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">- Evet, </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">- Peki, bu suyu içsen de dışarıya çıkaramasan, onu çıkarmak için bütün saltanatını verir miydin? </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">- Evet. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bunun üzerine ârif insan şunları söyler: </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">- İşte ya Hârun! Senin bütün servet ve saltanatın bir bardak sudan ibarettir!...</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Şu bir bardak sudan alalım da her an muhtaç olduğumuz havaya kadar, bütün nimetleri, kapımızda hazır buluyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Her mevsim ayrı ayrı binlerce çeşit meyve Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıyla geliyor. Aksini düşünseydik, değil o meyveleri, bütün cihana bedel bir çekirdeği dahi elde edemezdik. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte, dünyada, Cenâb-ı Hakk’ın bu denli seha ve cömertliğini görüyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Zavallı insan, keramet ve mucize arıyor. Halbuki etrafımızdaki bu çeşit hadiselerin hepsi hârikulade olarak meydana geliyor. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Cömertliğe bakın ki, güneş ve ay insana iki mûtî hizmetkâr gibi çalışıyor ve hizmet ediyor. Isısıyla başımızı okşarken, ihtiyacımız olan meyve, sebze ve hububatın olgunlaşmasını da deruhte ediyor. Eğer bütün bu cömertlikler geçici ve fani şu dünya misafirhanesine mahsus olsa ve devam etmese, düşündüğümüz ve her an bize gelmesi muhtemel ölüm sebebiyle, her nimetin ardından bir bardak zehir içiyor gibi ızdırap çekecektik. Zira itlâf ettiğimiz her nimet bize, bir gün bütün nimetlerden mahrum olacağımızı ihtar etmektedir. Bundan da korkuncu ebedî yokluğu hatırlatmaktadır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Halbuki bu kadar cömert bir Zât, verdiği bunca nimetleri tattırdıktan sonra elimizden almaz. Belki o nimeti devam ettirir ve ebedîleştirir. İşte bu geçici âlemde bu kadar cömertliği cilvelenen Zât’ın, bir de ebedî ve tükenmeyen bir âlemi vardır ki, burada numunesini gördüğümüz cömertlikler orada bizzat ve ebedî olarak devam edecektir. Yoksa onun bunca cömertliği, aksiyle vasıflanır ki, bu da onun Zat-ı ulûhiyetiyle bağdaşamaz ve O, böyle çirkinliklerden münezzeh ve mukaddestir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>EBEDÎ CEMAL ÂHİRETİ İSTER</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Bir bahar mevsiminde, kuşların şakıyışı ve suların çağlayışını dinleyelim. Bütün nebatat ve ağaçların yemyeşil zümrüt gibi güzelliğini; güneşin doğuş ve batışını ve bulutsuz bir gecede mehtabı seyredelim. Kâinatta cilvelenen bütün güzellikleri hayalimizin nazarına arzedelim. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte bu ve bunun gibi bütün tatlı tablolar Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin bir cilvesidir. O peşi peşine birbirini takip eden bu manzaralarla bize, kendi güzelliğini göstermektedir. Bizler de O’nun bu cilvelerindeki güzelliği seyretmekle kendimizden geçiyoruz. O, kendini tanıttırmak istiyor, biz de tanımaya çalışıyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Şayet biz bu güzellikleri seyrederken perdeyi kapayıverse ve bizi yokluk karanlıklarında bıraksa, nimet nikmete, muhabbet musibete, akıl da bize ızdırap veren bir âlete döner. Halbuki böyle bir Cemâl, böyle bir çirkinlikten münezzeh ve mukaddestir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Aslında nimeti nimet yapan ve aklı her şeyden lezzet alır hale getiren, o nimetlerin devamıdır. Binâenaleyh Allah, kendi ebedî ve sermedî olan Cemâlini devamlı bize göstereceği ayrı bir yurt açacak, bizi o diyarda haşr ve neşr edecek, sonsuz nimetlerini Cemâl ve Kemâlini bize orada gösterecektir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Hem O’nun güzellikleri ebedîdir. Öyleyse güzelliklerin devam edeceği ebedî bir âlem gerekir. Tâ ki, buradan geçip giden güzellikler orada ebedî olarak devam etsin. Evet, bu dünyada cilvelerinin güzelliğiyle kendimizden geçtiğimiz gibi, bir gün Zâtı’nın Cemâl ve güzelliğini seyrederken de kendimizden geçeceğiz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabb’ine bakar.” (Kıyâme, 75/22, 23)</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>BÜTÜN VARLIK ARASINDA BİR TENASÜB VAR BU DA ÂHİRETİ İSBATLAR</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Dış eşya ile insan arasında çok ciddi bir alâka görüyoruz. Bu alâka her ikisini yaratan Hâlıkın birlik ve vahdetine delâlet eder. Dışta görülecek, duyulacak, tadılacak şeyleri yaradan kim ise; insana görme, duyma ve tad alma duygularını ihsan eden de yine O’dur. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Şefkat edilecekleri var edenle, insana şefkat duygusu veren aynı Zâttır. Bazı hâdiseler irade ile halledilir. Bu hâdiseleri vaz’ eden de, insanda iradeyi vaz’ eden de aynı Zât olmalıdır. Saymakla bitmez nimetleri verenle, kendisine bu nimetleri tatma duygusu veren, var eden bir Vâcibü’l-Vücud vardır. İnsan vücuduna gözü yerleştiren kim ise, semanın gözüne güneşi gözbebeği gibi yerleştiren de O’dur. Zira güneş ile insanın gözü arasında ciddi bir münasebet ve tenasüb vardır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Elma insan vücudu için faydalı vitaminleri taşıyor. Sert ve selülozlu kabuğu dahi, faydadan hâli değildir. Çünkü yendiği zaman bağırsaklarda onu eritecek enzim olmadığından bağırsak tembellikten kurtulur ki, bu da vücut için faydalı bir husustur. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Elma, vitaminleriyle faydalıdır. Ancak insan onun vitamininden istifade ederken, ağız ondan tat almasa ve tiksinti duysa acaba o vitaminleri almaya yeltenmek kâbil olur mu? Ancak çok zarurî hallerde ve zaruret miktarı kadar; aynen bir ilâç gibi alınır ve insanın içinde daima bir isteksizlik doğurur. Fakat, düşünelim ki, evvelâ bizim vücudumuz ondaki vitaminlere muhtaç olarak yaratılmış. Ayrıca o vitaminleri alırken ağzımıza da bahşiş veriliyor ve biz bir elmayı yerken, vücudumuza faydasından ziyade ağzımızda hâsıl ettiği tadından ve lezzetinden dolayı yiyoruz. Bütün meyveleri elmaya kıyas ederken bu usulün hayatın her sahasında tatbik edildiğini de hatırlatmış olalım... </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Evet, bir evin odaları arasında nasıl ciddi bir alâka ve tenasüb varsa, dünya ile âhiret arasında da aynen öyle ve hatta daha mükemmel bir surette tenasüb vardır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>BURADAKİ HIFZ ve MUHAFAZA ÂHİRETİN OLACAĞINA DELİLDİR</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Bu âlemde mükemmel bir hafîziyet hükümfermadır. İnsanın mahiyeti sperm denilen bir hücrede muhafaza edilmektedir. Karakterinin en ince teferruatına kadar kromozomlarda onun istikbali saklanmaktadır. Sizler insandaki kromozom sayısını değiştirmeye kalksanız onun mahiyetini değiştirmiş olacaksınız. Bilindiği gibi insanın ruh yapısı, karakteri, iç dünyası bu kromozomlar vasıtasıyla şekillenmektedir. Bunların sayısı 46 değil de 44 ya da 48 olsa, insan bambaşka bir canlı şekline dönüşmüş olur. Görüldüğü şekilde kromozom gibi minnacık varlıklar insanın ne olacağı hususunda, sebep ve vesile olarak hüküm veriyorlar. Demek ki, Cenâb-ı Hak onlara takdir hakkını vermiş ve belli bir nizamı böylece sürdürüyor. Biz de burada riyâzî bir keyfiyetin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İnsan zâyi olmamaktadır. Bugün insan olarak doğan yarın hayvana, başka bir gün de bitkiye dönüşmemektedir. Evet, mikroskopla ancak görülebilecek kadar küçük bir varlıkta kâinatın hülasası olan insan muhafaza olunuyor. O, insan olarak doğacak, yaşayacak, ölecek ve nihayet yine insan olarak haşrolup insan olarak hesaba çekilecektir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Koca çam ağacı, küçücük çekirdeğine yerleştirilmiş ve orada semaya ser çekecek istikbaldeki haliyle muhafaza ediliyor. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Atom fiziğinin kurucularından S. James: “Kâinatı yaratan muhakkak en mükemmel bir matematikçidir” derken, kâinatta hüküm süren riyazî ölçülere işaret etmektedir. Hiçbir hâdise, yön ve harekette, kâinatta mevcut bulunan riyazî ölçülere terslik göstermez. Esasen bütün bunlar bize O’nun Mukaddir ismini anlatıyor. Fakat Jean ve onun gibi düşünenler sâir isimleri de, O’nun Mukaddir isminin gölgesine sokuyor. Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, bir yönüyle bunu kabul ederiz. Bir dairede herhangi bir isim hâkim ise, diğer isimler, mevcudiyetlerini o ismin gölgesinde hissettirirler. İşte, takdir, ölçü, kıstas, matematiğin hâkimiyeti ve gözü tırmalayacak bir durumun bulunmaması açısından eşya ve hâdiselere baktığımızda evvelâ bütün ihtişamiyle Allah’ın “Mukaddir” ismini görüyoruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Herşeyin muhafaza edildiğini söylemiştik. Bütün bitkileri de aslî hüviyetlerinde muhafaza eden kromozomlarıdır. Evet, insan spermde; bir ağaç, çekirdeğinde muhafaza edildiği gibi, bütün sesler de fezada ve çeşitli cisimlerde muhafaza ediliyor. Belki bir gün gelecek keşfedilen aletlerle bu sesleri yeniden dinleme imkânı doğacaktır. Bir teyp bandına sesler tesbit edildiği gibi, bize ait ses, tavır ve hareketler de yanından geçtiğimiz veya içinde yaşadığımız cisimler tarafından tesbit edilmektedir ki, bir gün leh veya aleyhimizde şehadet edeceklerdir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bir ilim adamının yapmış olduğu denemede şöyle bir husus gözlenmiştir: İlim adamı deneme yapıyor. Bir ağaç altında işlenen cinayetle ilgili olarak şüpheli birkaç kişi deneme mahalline getiriliyor. Maznunlardan masum olanlar içeriye girdiğinde hiçbir değişiklik göstermeyen ağaçlar, kâtil içeriye girdiğinde sarsılmaya başlıyorlar. Ve böylece kâtil tesbit edilmiş oluyor. Daha önce katilin çıkardığı şerareler, ağaç tarafından tesbit ve muhafaza edildiğinden dolayı sonra kâtili ihbar ediyor. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">En basit hareket ve hâdiselerin dahi tesbit edildiği ilmen sabit olduktan sonra, meselenin insana ait yönüne bakabiliriz: İnsanı spermde, ağacı çekirdekte ve bir tavuğu yumurtanın hayat düğümünde muhafaza eden böyle bir Hafîz, insan gibi, kâinatın nokta-i mihrâkiyesi ve yeryüzünün halifesi bir sultanı öldükten sonra, başıboş bırakmayacak ve toprağa atılan bir tohum gibi, başka bir âlemde, ona şayeste bir hayat bahşedecektir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong> </strong></span></p><p> <span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>SONSUZ KUDRETİN ÂHİRETE DELÂLETİ</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Dudaklarda bir tebessüm meydana getirecek veya dudakları patlatacak her iki manzarayı da hâvi bir mahşerin kurulacağını Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ında vaad ve vaîd ediyor. Bu ifadeler bir yönüyle müjde diğer yönüyle korkutma mânâsını taşıyor.</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">O, söz veriyor. Verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Sözünden dönmek ise O’nun keyfiyetsiz keyfiyetine asla yakışmaz. Zira O, hulfu’l-vâ’d gibi bir noksanlıktan münezzehtir... </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte böyle kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hakk bir kitap gibi yarattığı şu kâinatı bir gün kapatıp, başka bir gün yeniden açacağını vaad ediyor. Madem ki, söyleyen O’dur; ve bu mevzuun ihtisas sahibi olan nebiler, sıddıklar ve veliler hep buna şehadet ediyorlar; öyleyse muhakkak olacaktır. O halde haşrin meydana geleceğine mümkün olarak değil mutlak vaki’ nazarıyla bakmalıdır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“O gün Sur’a üflenir, bölük bölük gelirsiniz. Gök açılmış kapı kapı olmuştur.” (Nebe, 78/18, 19)</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Sırtlarına yüklenen büyük emanet hakkında kendilerine sorulacak sorulara cevap vermek, istintaka tâbi tutulmak üzere, ins ve cinle beraber, melâike de mahşeri saracaktır. Kur’ân-ı Kerim’in müteaddid ayetleri bu hususa dikkati çekiyor. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>YERYÜZÜNDE GÖRÜLEN ÖLDÜRME ve DİRİLTME HÂDİSESİ ÂHİRETİ İSBAT EDİYOR</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Yeryüzünü tetkik ettiğimiz zaman, bir an olur ki, o anda herşey var olma ve dirilme havası içinde arz-ı didar eder. El ele, omuz omuza, diz dize, bütün mahlûkat Cenâb-ı Hakk’ın karşısında resm-i geçit vaziyeti alıyor gibi hazır vaziyet alırlar. Ağaçlar, otlar, yeşillikler ve bütün çemenzâr, formalarını takan askerler gibi, Şâhid-i Ezelî’nin karşısında boy boy dizilirler. Başka bir an olur ki, yapraklar dökülür, varlıklar enkaz haline gelir ve zemin çöl manzarası arzetmeye başlar. İlkbaharda, yeryüzünü alabildiğine cazibedarlık, revnekdarlık içinde görmemize karşılık, hazan mevsiminde, yıkıcı, sökücü ve götürücü rüzgârların ardından, herşeyin yüzüne kül elenmiş gibi bir manzara müşâhede ederiz. Sonbaharda çölde yürüyor gibi yürürüz. Hele kış basıp da kar düşen yerlerde, hayattan ve canlılıktan eser kalmaz gibi olur. Ağaçlar kupkuru kemik haline gelir. Otlar çürür, hayatları biter. Toprak istihâlelerle tohumları çürütür. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Fakat ilkbaharda bu enkaz yeniden canlanmaya başlar. Bir de bakarsınız, o kül üzerinde yan gelmiş yatan ağaçlar, sündüs ve istebrak gibi bütün süs ve zinetlerini takınır; Şahid-i Ezelî’nin karşısında kıyâma dururlar. Ağaçlar altında pörsümüş ve solmuş o otlar, çiçekler ve toprağın altındaki tohumlar yeniden neşv ü nema bulup arz-ı didar etmeğe başlarlar. Bütün hevâmm ve haşerât ölüm uykusundan rahat rahat gözlerini açarlar, teneffüs edecekleri tertemiz havanın, yüzlerini okşadığını hissederler. Rızıklarını, toprağın sinesinde yeşillikler halinde stok edilmiş olarak bulurlar. Her baharda Cenâb-ı Hakk, milyonlarca mahlukat çeşidini bunun gibi haşr ve neşreder. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte bu umumî haşr ve neşr; o kadar canlı ve revnekdar cereyan etmektedir ki, buna bakan herkes şu kanaate varır: Biz de öldükten sonra, aynen bunlar gibi, öbür âlemin baharında haşr ve neşr olacağız... </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Kur’ân-ı Kerim:</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“De ki: “Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah, herşeye kâdirdir.” (Ankebût, 29/20)</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor?! Şüphe yok ki, O, ölüleri de diriltecektir. O, herşeye kâdirdir” (Rûm, 30/50) diyerek bu hakikate işaret etmektedir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bir sahifede, milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arz eden bir Zât, formalarını söküp dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini vaad etse, bu O’nun kudretinden uzak görülebilir mi?</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Yoktan, bir makinayı icad eden sanatkâr, daha sonra bu makinayı söküp dağıtsa ve ikinci defa aynı makinayı monte edeceğini söylese, inkâr edilebilir mi? Hiçten ve yoktan bir orduyu teşkil edip intizam altına alan bir kumandan, efradı istirahat için dağılmış bir orduyu, bir boru sesiyle tekrar toplayabileceğini söylese, ona karşı “hayır yapamazsın” denilir mi? </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte bu basit misaller dahi âhiretin inkârının mümkün olmadığına kanaat getirtmeğe kafi ve yeterlidir. Halbuki bunun misali üç-beş değil, üçyüzbin, belki milyonlarcadır.</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>EN BASİT ŞEYLERE GÖSTERİLEN İHTİMAM</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Bu mevzuda sadece küçük bir misâl arz etmek yeter zannederim.</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Selüloz maddesi ağaçların içinde liğninle beraber odunun temel rükünlerini teşkil eder. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Çeşitli sanayi maddelerinde kullanılan selülozun kâğıt sanayiinde ayrı bir yeri vardır. Ayrıca o, elastikiyetiyle, ağaçların rüku eder gibi eğilmelerini ve bu esnada kırılmamalarını temin eder. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Selülozun, erimesi ve hazmı çok zordur. İnsan selülozlu maddeleri yese eritemez. Ancak geviş getiren hayvanların salgıladıkları enzimler, selüloz maddesini çözebilir. Selüloz, hayvanın vücudunda faydalı hale gelir ve biz de ondan istifade ederiz. Hatta dışkısından dahi gübre olarak yararlanıyoruz. Âdetâ hayvanlar, selülozlu maddelerin faydalı hale getirilmesi için bir fabrika gibi çalışıyor. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Fakat bu kadar çok selüloz maddesinin hepsini hayvanlar yiyemez. Dolayısıyla yere dökülenler de olur. Bunlar da yerdeki bakterilerin akıl durdurucu faaliyetiyle küçük moleküller haline getirilir. Bir taraftan toprak bunlardan istifade ederken, diğer taraftan yeryüzü kerih kokulu maddelerden kurtulmuş ve temizlenmiş olur. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bakteri deyip geçmemeliyiz. Şöyle bir düşünelim. Hz. Âdem’den bu yana ölmüş olan insanlar, dünya kurulduğundan beri ölmüş olan hayvanlar ve bitkiler eğer çürümeselerdi acaba bugünkü hayattan eser kalır mıydı? Meseleyi bu kadar uzatmaya lüzum da yok. Birkaç sene içinde yaşayıp ölen sinekler eğer çürüme ameliyesine tâbi tutulmasalardı, yeryüzü birkaç santim kalınlığında sinek ölüleriyle örtülecek ve insan adım atacak yer bulamayacaktı. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Görüldüğü gibi Cenâb-ı Hakk en küçük varlıklara büyük işler yaptırıyor. Bir avuç toprakta milyonlarcası bulunan bakterilere, yeryüzünün temizlik vazifesini gördürüyor. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İşte böyle, selülozu ve bakteriyi başıboş bırakmayan; bu basit ve küçük varlıklara büyük bir ihtimam gösteren Allah (c.c) nasıl olur da insan gibi, kâinatın sultanı olan bir varlığı başıboş bırakır? Bu asla mümkün değildir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>DELİLLER... DELİLLER... ve YİNE DELİLLER...</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Vücutta meydana gelen bir yara kapanıyor; kabuk bağlıyor ve sonra o kabuğu da atmak suretiyle kendi kendini tamir ediyorsa bu, o yaranın meydana geldiği uzuvdaki canlılığa delâlet eder. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Meyve, meyveyi yetiştiren ağacı gösterir... Yoldaki izler, yürüyeni ele verir. Gezip tozduğumuz yerde su sızıntıları varsa, orada su cetvelleri var demektir. İnsanda da öyle izler öyle sızıntılar ve tamirler var ki, ona bakanın âhireti görmemesi mümkün değildir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Sınırlı ve mahdut kalıplar içerisine sıkışmış bir insana bu sonsuzluk fikri nereden geldi? Onun böyle bir düşünceye kendi kendine sahip olduğu söylenemez. Bu âlemde, ona böyle bir ilham verecek varlık da yoktur. Öyle ise ondaki bu duygu esasen başka âlemden gönderilen mesajlardan ibarettir. Su sızıntılarının su cetvellerine delâleti nasıl kat’î ise; ebediyet sızıntılarının da ebedî âlemlere delâleti o kat’iyet-tedir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İnsan iç âlem ledünniyatıyla, maddî âlemde elde edemediği semereleri elde eder. İnsan öyle coşar, dünya ve mâfihaya öyle sırt çevirir ve mâsivanın üstüne çıkar ki, bu hal ve keyfiyet onun şu imkân âleminin üstünde mümkün olmayan bir varlıkla münasebetini anlatır. Şu sınırlı, yıkılan ve yapılmayan ve yapılmayacak olan dünya dahi, hiç yıkılmayacak bir yurdun olacağına delâlet eder. Bu vaziyetiyle her varlık, bir yönüyle sahibini gösterirken; diğer yönüyle öbür âlemdeki mazhariyetlerine işaret etmektedir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İnsanın vücudundaki hücreler nasıl birbiriyle ittisal edip rabıta kuruyor; birinde meydana gelen bir arızanın imdadına koşuyor; bir vücut ayrı ayrı eyaletler gibi işliyorken, iktiza ettiğinde bu eyaletler baş başa verip müşterek düşmanı tardedip ona karşı bir temerküz ve tahşidat meydana getiriyorlar; aynen öyle de, kâinatın sînesinde, yerine göre kalp gibi atan; göz gibi ışık saçan; bazen kabz bazen de bast eden; en küçük kürelerden en büyük nebülozlara kadar bütün kâinat, âdetâ ayrı ayrı uzuvlardan meydana gelmiş tek vücut gibidir. Belki bütün kâinata müekkel bir melek vardır ki, kâinatın ruhu odur. Kâinat muhteşem keyfiyetiyle ve insandaki küçük misaliyle canlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ayinedarlık etmektedir. Tıpkı insan uzuvları gibi o da yaralanmakta ve yaraları tamir edilmektedir. Einstein: “Bilemediğimiz bir sırla kâinatın uzak köşelerinde yeni yeni cisimler teşekkül etmektedir” diyor. Elbette şu kâinat denilen sarayı yapıp kurduktan sonra Cenâb-ı Hakk onu bir insan vücudu gibi serfiraz edecek ve o da vazifesini bitireceği ana kadar işine devam edecektir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Yeryüzünde insanların vazifeleri bitinceye kadar o bir kalp gibi atacak, göz gibi görecek ve güneş gibi ışık saçacaktır. Kendisine tevdi edilen vazifeyi de şuurlu bir mü’min edasıyla yerine getirecektir. Bunun için de tahrib edilen yerleri tamir; bozulan yerlerine ilâveler yapılacak ve bu âlemin işaret ettiği ikinci bir âlem, bu kâinatın bir köşesinde inşa edilecektir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bizler, eşya ve hâdiselere bütünüyle nüfuz edemiyoruz. Onların arasında halden ve dilden anlamayan seyirci ve müşahitler gibi dolaşıyoruz. Onun için de hangi şeyden neler olur henüz bilemiyoruz. Belki bir gün eşya ve hâdiselerin ruhunu kavrasak, bunların var ediliş keyfiyetine tam nüfuz etsek; hayatımıza tuzak kurmuş mikroplardan dahi en büyük şekilde istifade etme kapıları açılacaktır. Belki de çeşitli mikroplar üreten fabrikalar kuracak ve memleketin gelir kaynaklarından en büyüğünü keşfetmiş olacağız. Fakat şu anda bizler, akan bir ırmağı sadece seyreden ve ondan çok çeşitli yönleriyle istifade edemeyen insanlar durumundayız. Evet, eşya ve hâdiseler akıyor ve biz de sadece bakıyoruz. Halbuki Allah Rasulü (s.a.s) bir duasında, Cenâb-ı Hakk’tan eşya ve hâdiselere nüfuz edebilmeyi talep ediyor ve “Allahım bana eşyanın hakikatını göster” diyor. İnsan için ideal ufuklardan birisi ve belki de en birincisi eşyanın hakikatına nüfuz edebilme keyfiyetini kazanabilmektir. İşte bu keyfiyetle kâinat tetkik edilse, her eşya ve hâdisenin verâsında, ince bir perde arkasında âhiret görülüp müşahede edilecektir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Yeryüzünde diken gülle, bülbül kargayla, beraberdir. Esasen birbirine zıt gibi görünen eşya yekdiğerini tamamlamaktadır. Kâinatta abes ve boş hiçbir hâdise ve eşya yoktur. Mesela yeryüzündeki bütün köpekleri yok etsek; kâinatın sinesinde bir boşluk meydana gelir. Bir zaman Batılı bir mütefekkir, bir kuş türünün tükenmeye yüz tuttuğunu ve bu sebeple kâinatta mühim bir gediğin açılacağını gazeteler diliyle ilân etmişti. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Kâinatın seyri içinde, herkese ve herşeye bir vazife düşmektedir. Onun için kâinatın sinesinden neyi alırsanız alın, orada bir boşluk, tarrakalar çıkaracak ve “Kâinatta bir boşluk meydana geldi” diyecektir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Nebiler Nebisi (s.a.s) Buharî ve Müslim’de: “Eğer köpekler başlı başına bir millet olmasaydı hepsini öldürürdüm”13 buyuruyor. Köpekler dahi, tek başına aynen insanlar gibi bir millettir. O da omuzuna büyük vazifeler almış ve bir gediği kapatmaktadır. İnsanlara saldıran, evlere meleğin girmesine mani olan ve insan vücuduna zararlı birtakım mikropları taşıyan köpeklerin belki öldürülmesi gerekirdi. Fakat öldürülmüyor. Zira, bu kâinat sarayında onun da bir yeri vardır. Ancak asıl mesele onun yerini bilmek ve onu yerine koymaktır. Onlar öldürülse meydana gelecek zarar önü alınamayacak kadar büyük olacaktır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Ağaçların içindeki bakteriler yok edilse, birkaç sene sonra meyvelere öyle şeyler musallat olacak ki artık onları bu tasalluttan kurtarmak mümkün olmayacaktır. Zira, Cenâb-ı Hakk, birbirine mukabil varlıklarla kâinatta bir denge ve düzen kurmuştur. Siz mukâbillerden birini ortadan kaldırdığınızda diğerinin istilasıyla karşı karşıya kalırsınız. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Evet, kâinat öyle bir binadır ki, bu binayı meydana getiren taşların hepsi birbiriyle irtibatlıdır. Oradan küçücük bir taşı çıkarayım derseniz, binayı başınıza yıkarsınız. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Ayrıca, hâdiselere devreler hakimdir. Yedi senelik fâsılalarda hububatın; ondört senelik fasılalarda ise balıkların çok bol ve mebzul olarak elde edildiğini bir ilim adamı tesbit etmiştir. Eğer bu devreler mevzuu, ilmî hüviyetiyle ve tam mânâsıyla tetkik edilse, beşerin içtimaî ve iktisadî çok meseleleri halledilecektir. Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Sure-i Yusuf’da bu devreler meselesine işaretler vardır. Şu küçük devrelerin bir intizam ve nizam içinde cereyan ve deveran etmesi, işaret ve isbat ediyor ki, dünya hayatı da bir devirdir. O da bir gün bitecek ve ardından başka bir devir başlayacaktır. Dünyada bolluk ve bereket içinde yaşayan insan, kıtlık mânâsını taşıyan bir kabir hayatını da yaşayacak. Sonra da apaçık bir haşir devresine girecektir. Onun ardından, sıkıntı ve ızdırap içinde bir hesap verme hayatı, daha sonra da sırattan geçme devresi gelecek. Varabilen cennete varacak ve görebilen Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görecektir. Fakat verilen nimetlerde veya aksine ızdıraplarda, ülfet ve alışkanlık olmayacak. Cennet veya cehennemde de ayrı ayrı devrelerde karşılaşılacaktır. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Adiyy b. Hâtim (r.a) -ki dünyanın en cömert insanı olan Hâtim-i Tâi’nin oğludur. Önce Hıristiyanlığa süluk etmiş ve ardından da hak din olan İslâm’ı bulmuştur - şöyle der: “Allah Rasûlü (s.a.s) dünyaya ait bazı hâdiseleri daha vukû bulmadan önce haber vermişti. Bir de ayrıca âhirete ait haberler verdi. Dünyaya ait verdiği haberler aynen çıktı. Bununla anlıyorum ki âhirete ait verdiği haberler de aynen zuhur edecektir.”14</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Allah Rasûlü (s.a.s) Hz. Enes’e (r.a) dua etmişti: “Allahım onun ömrünü uzun ve evlatlarını çok et. Onu cennetine koy!” Hz. Enes (r.a) yüz yaşından fazla yaşadı ve kendi ifadesiyle yüz tane evladını kendi eliyle defnetti. Hz. Enes (r.a) şöyle derdi: “Allah Rasulü (s.a.s)’nün benim için ettiği duadan ikisini gördüm ve üçüncüsünden de ümitliyim.”15</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Biz Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir devreler âlemi içinde yaşıyoruz. Fakat bu devran, kafiyesiz bir şiir gibi bitiyor. Öbür âlem bu şiire kafiye olup tamamlayacaktır. Bu dünyaya ait haber verilen hâdiselerin aynen tahakkuku; mü’mini mesrur ve kâfiri mahzun edecek bir hâdisenin de tahakkuk edeceğini isbat etmektedir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İnsan doğar doğmaz bir taraftan yaşamaya diğer taraftan da ölmeye başlar. Her doğuş bir ölümün ve her ölüm de yeniden bir doğuşun habercisidir. Eğer neticede ebedî bir doğuş yoksa, yeryüzünün en talihsiz varlığı insandır. İnsanlar içinde de en talihsizi nebiler ve nebiler içinde de İki Cihan Serveri’nin en talihsiz olması icab eder. Halbuki O, bütün bir cihanın yaratılma sebebidir. İnsanlık ağacı öyle bir meyve elde etmek için dikilmiştir. İnsanın yeryüzüne gelmesinden, insanlık içinde zuhur eden nebilere kadar her hâdise, neticede âhireti isbat eder. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Ayrıca: Cenâb-ı Hakk’ın, Allah; Peygamberimiz’in Rasûlullah; ve Kur’ân’ın Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller aynı zamanda âhireti de isbat eder. Zira iman bir bütündür; tecezzi ve inkisam kabul etmez. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>TARİH ve FELSEFE “ÂHİRET VAR” DİYOR</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Tarih, haşir akîdesi zaviyesinden ele alındığında, ilk insandan günümüze kadar insanlık çapında bir haşir inancının var olduğu müşahede edilir. Will, medeniyet tarihinde çeşitli milletlerin öldükten sonra dirilme mevzuundaki kanaatlerini, nasıl mezarlara gömüldüklerini, duvarlarına yazdıklarını ve dehlizlerinde mevzu ile alâkalı resimlerin tesbit edildiğini anlatır. Dünyanın en maddeperest insanları olan firavunlar dahi öldükten sonra dirilme mevzuunu ele alıyorlardı. Firavun mezarlarındaki kazılarda şu mânâyı ifade eden sözler bulunmuştur: “İnsanlar öldükten sonra, mücrimler yerin altında, çirkin suretlere dönüşmek suretiyle ebedî kalacaklar, sâfi ve tertemiz ruhlar ise; meleklere iltihak edecek yüceler içinde bir hayat yaşayacaklar.”</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Bu itikad sebebiyledir ki, firavunlar, mezarlara yiyecek, içecek ve en güzel elbise ve zinet eşyalarını da beraber koyduruyorlardı. Anlayışta inhirafla beraber âhirete itikattır ki, onlara bunu yaptırıyordu. Ayrıca mezarları içine alan dehlizlerin duvarlarına balık ve yılan resimleri yaptırıyor, ilahların bu resimlerden hoşlandıklarına inanıyorlardı. Bu inanış dahi onların, öldükten sonra başlayan ikinci bir hayata itikad ettiklerini isbat ediyor. Zira yaptırdıkları bu resimlerle, -itikat-larınca- ilahlarının rızasını kazanacaklar ve böylece diğer bir âlemde rahat edeceklerdir... </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong>SEMÂVÎ KİTAPLAR ve ÂHİRET</strong></span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"><strong></strong>Kur’ân-ı Kerim’in beşte üçü âhiretle alâkalıdır. Bu mevzuda birkaç misali daha önce zikretmiştik. Burada sözü yine oraya havale etmekle iktifa edeceğiz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Tevrat, Hz. Musa (s.a.s)’dan günümüze kadar birçok defa tahrif edildi. Hatta Efendimiz (s.a.s) zamanındaki Tevratlarda mevcut olan bazı ayetleri bile şimdi bulmamız mümkün değil. Kısas ayeti, buna bir delil olarak gösterilebilir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Tevrat, tamamen maddîleştirildi. Gün be gün mânâya ait yüce mefhumlar teker teker silinip, yerine tam zıddı fikirler yerleştirildi. Buna rağmen işaret kabilinden dahi olsa, Tevrat’ta âhirete ait birçok meselelere temas edilmiştir. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İncil, bir cihetle Tevrat’ta tahrif olunanları tashih, tahrif olunmayan hususları ise tasdik için gelmiştir. O günün Tevrat’ında âhirete ait meseleler anlatıldığından dolayı, İncil bunu tasdik etmekle yetinmiş ve meselenin tafsiline girmemiştir. Böyle olmasına rağmen yine biz yer yer onda da âhirete ait mânâları ifade eden ayetler buluruz. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Matta İncil’i Beşinci İshah’da şu ayetler var: </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“Kim bu dünyada salih amel işlerse, o, Rabb’in melekutuna yükselecektir.”</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“Müjdeler olsun miskinlere! Onlar melekut-u semavata yükselecekler.”</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“Müjdeler olsun merhametlilere ki, onlar öbür âlemde Allah’ın merhametine mazhar olacaklar.”</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“Müjdeler olsun müttakilere ki, onlar Rablerini görecekler.”</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“Göklerin ve yerin melekûtunun misali şuna benzer: Zürra tarlaya tohum atar. Bu tohumlar biter. Matlup olan semaya doğru ser çeker ve büyür. İçinde birtakım dikenler de boy gösterir. Bunu görenler tarlanın sahibine müracaat edip derler: Seyyidimiz! Mahsulü matlup olan bu güzel bitki nema buldu yeşerdi, fakat aradaki bu dikenler de nedir? Cevap verir: “O da bu da gerek!” Havâriler Hz. Mesih’e sordular: “Bunu bize izah eder misin?” Hz. Mesih: “Evet”, diyor ve anlatıyor: “O tohumu atan Allah (c.c)’tır. Mezra ise yeryüzüdür. Ekilen tohum, beşerdir. Matlup olan mahsul ise salih insanlardır. Dikenler ise kâfirlerdir. Burada iyi kötüyle beraber bulunacaktır. Fakat âhirette iyiler melekut-u semâvâta yükselecek; kötüler ise cehenneme girecektir.”</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Matta İncili Yirmibirinci İshah:</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">“O gün melik gelecek. Ebrar sağında; eşrar ise solunda yerlerini alacaklar. Melik, ebrara şöyle diyecek: “Sizi bugün mükâfatlandıracağım. Çünkü dünyada iken ben acıktım, yedirdiniz. Susadım, su verdiniz. Mahpus oldum, âzad ettiniz. Garip kaldım, beni barındırdınız. “Onlar melike şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, mahpus olur ve garip kalırsın? Zira sen Rab’sin!..” Allah (c.c) onlara şöyle karşılık verecek: “Dünyada benim zaif ve garip kullarım vardı. Siz biliyordunuz ki, onlara yedirdiğiniz, içirdiğiniz zaman bana yedirip içirmiş gibi oldunuz. Onları âzad ettiğiniz ve barındırdığınızda sanki bu iyilikleri bana yapmış gibi oldunuz.”(*)</span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">Sonra da Rab, solundakilere döner ve şöyle der: “Sizi bugün ta’zib edeceğim. Çünkü acıktım birşey yedirmediniz. Susadım, içirmediniz. Garip kaldım, barındırmadınız. Mahpus oldum, âzad etmediniz.” Onlar da aynı şekilde “Ey Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, garip kalır ve mahbus olursun!?” derler. Bunun üzerine Melik: “Bilmiyor musunuz, eğer benim dünyada bazı kullarım acıktığında doyursaydınız, susadığında su içirseydiniz, garip kaldığında barındırsaydınız ve mahpus kaldıklarında âzad etseydiniz, bütün bunları bana karşı yapmış gibi olacaktınız” der. </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'">İncil’de bunlara munzam daha birçok âyetlerde, hemen hemen Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerine mutabık şekilde âhirete ait meseleler dile getirilmiştir. Fakat bu mevzuda esas söz sahibi; her türlü tahrip ve tahriften korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’e aittir ki, biz yukarıda bunları Kur’ân-ı Kerim’in haşri isbat metodunda mücmel de olsa zikretmiştik. (Geniş Bilgi “Ölüm Ötesi Hayat” Kitabında Bulunabilir) </span></p><p><span style="font-family: 'Verdana'"></span></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="mihrimah, post: 84425, member: 656"] [B]PIRLANTA SER[FONT=Times New Roman]İSİ... [/FONT][FONT=Verdana]KERÎM ve RAHÎM İSİMLERİ ÂHİRETİ İKTİZA EDER [/FONT][/B][FONT=Verdana]En zayıf ve en muhtaçlara, en güzel ve en mükemmel şekilde bakılıyor. En çelimsiz canlıların, elsiz ve ayaksız varlıkların çok rahatlıkla beslendiğini görüyoruz. İradesini kötüye kullanarak işe müdahale eden insanların yanlış müdahaleleri bir tarafa bırakılacak olursa, en zayıf, çelimsiz, aciz ve nahif varlıklara en güzel şekilde bakıldığını müşahede ediyoruz. İşte, bir hücrenin hayatiyetini devam ettirmesi; ana rahmindeki ceninin en mükemmel usulle beslenmesi ve dünyaya gelen yavruya annenin musahhar edilerek en küçük ihtiyacının dahi, büyük bir ihtimamla deruhte ettirilmesi; denizin dibindeki balıklar ve meyvenin içindeki kurtların gayet mükemmel beslenmesi; yerinden kımıldama imkânı olmayan ağaçların ve yatalak hastaların rızıklarının kendilerine kadar getirilmesi ve bunlar gibi binlerce müşahhas misaller yukarıda mücerret fikir halinde söylediğimiz hususu te’kid etmektedir. Bütün bunlarla anlıyoruz ki, kâinatta hükmeden Kerîm ve Rahîm bir Zât vardır. Cenâb-ı Hakk umum kâinatta bu kadar ihsan ve kerem sahibi olursa, O daima ikrâm ve ihsan etmek ister. İkram ve ihsan etmek istemesinin yanında ikram ve ihsan edeceklerinin de vücutlarını iktiza eder. Madem ki bu dünyada âciz, zaif ve aynı zamanda fanî insanlara bu kadar ikrâm ve ihsanda bulunuyor; rahmet ve keremi bu ikramlarının devamını istilzam eder. Halbuki burada insan yediği bir üzüm tanesine mukabil bin tokat yiyor. Tadıyor, fakat doymuyor. Ağzında tat, kalbinde feryat ve figan meydana geliyor. Ona zevk veren şeyler, veda dahi etmeden ve hiç sormadan çekip gidiyorlar. Gençlik, güç, kuvvet ve daha nice zâil olan nimetler gibi... Öyleyse burada insana bu kadar ihsanda bulunan Cenâb-ı Hakk ihsan ve nimetlerini kesivermekle, nimeti nikmete, lezzeti azaba ve muhabbeti düşmanlığa çevirmeyecektir. Halbuki bütün bunlar ebedî olmazsa, nimet nikmet olur. Lezzet azab olur. Ve sevgi düşmanlığa dönüşür. Öyleyse, bu nimet ve ihsanların devam edeceği bir ebedî âlem vardır ve mutlaka olacaktır. [B] ŞEFKAT DE ÂHİRETİ İKTİZA EDER [/B]Yeryüzünde çok açık olarak bir şefkatin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz. Şefkat acıma hissidir. Şefkat bir mazlûma merhamet etme hissidir. Şefkat, ağlayanın ağlamasına kulak verme hissidir. Şefkat, yaralı, arızalı, bereli bir kimsenin arızasını tedavi etme hissidir. En küçük daireden en büyük dairelere kadar bu şefkat hissinin geçerli olduğunu görüyoruz. Eliniz yaralansa, siz de elinizi tedaviye koyulsanız, Allah’ın merhamet ve şefkati olmasa, inanın kanınızın, yaralanan o kısmı nescetme, onarma faaliyeti görülemeyecek ve siz o yarayı kapatamayacaksınız. Kapanmayan yaralar görüyoruz, bunlar size bir şey anlatmıyor mu? Çok ciddi ameliyat iktiza eden bir hastalık karşısında, bir insanı ameliyat masasına yatırmadan evvel hekimler baş başa verip düşünüyorlar. Ya bir şeker hastalığı veya daha başka bir sebep yüzünden: “Biz bu hastayı ameliyat edersek, bu yaranın kapanması zor olacak” diyebiliyorlar. Yine sizler, öyle ameliyat geçirmiş kimseleri görürsünüz ki, bunların yaraları aylar, bazen de seneler sonra kapanmaktadır. Allah (c.c) kapatmazsa kapanmaz. Ya şeker nisbetini yükseltiyor ya da pankreasla ilgili bir arıza meydana getiriyor, ensülin dengesi bozuluyor ve yara kapanmayabiliyor. İşte, insanın büyük sayılabilecek yaralarının dahi kısa zamanda iyileşmesini temin eden Cenâb-ı Hakk’ın sadece bu noktadaki şefkatini anlayabiliyor musunuz? Cenâb-ı Hakk (c.c) bizlere merhamet ediyor. Ama ne ile? Ancak mikroskoplarla görebileceğiniz küçücük varlıkları imdadınıza göndererek... Bizler bütün yeryüzündeki şefkat eserlerinden istidlâl ederek şu hükme varıyoruz: Zerrelerden küreye, hücrelerden en kompleks organizmalara kadar her tarafta O’nun şefkat ufuklarını açmış olan Allah (c.c) âhireti açacak, insanları yeniden diriltecek, bu dünyada çeşitli nimetleriyle perverde etmiş olduğu insanı, âhirette de o bitmek tükenmek bilmeyen nimetleriyle donatacaktır. [B]CELÂL ve İZZET ÂHİRETİ İKTİZA EDER [/B]Tepeden tırnağa bizi bu denli nimetlerle perverde eden Cenâb-ı Hakk’ın bir de izzeti vardır. O, nimetlerine başkasının müdahale etmesini kabul etmeyeceği gibi, nimetler mukabilinde yapılacak olan arz-ı teşekkür ve minnetin de başkasına yapılmasına razı olmaz. Bunun yanında, aksi hareket edip, nimetlerine nankörlük edenlere karşı da bir gayret ve ceberutu vardır. Halbuki, nice insanlar var ki, binlerce nimete gark olmuşlarken nankörlük edip, kulluk ve ubudiyetlerini Allah’tan başkasına yapıyorlar. Allah (c.c)’ın kendisini tanıtmak için yaptığı bunca ihsanına karşı gözü kapalılıkla mukabelede bulunuyorlar. Bu dünyada, kâfir, zalim, cebbâr ve gaddâr ceza görmeden çekip gidiyor. Halbuki izzet ve celal, öyle edepsizlerin te’dibini ve cezalandırılmasını ister. Bu, dünyada olmuyor. Demek ki, başka bir âlemde olacaktır. Orada zâlim cezasını, mazlum da mükâfatını görecektir... [B]BUNCA CÖMERTLİK ÂHİRETİ GEREKTİRİR [/B]Muhtaç olduğumuz şeyler Cenâb-ı Hakk’ın lütuf seyri içinde gelmese, cihanları versek dahi birini elde edemeyiz. Harun Reşid’in karşısına çıkan Allah dostu sorar: - Harun! Şu bir bardak suya muhtaç olduğunda onu elde edebilmek için bütün saltanatını verir miydin? - Evet, - Peki, bu suyu içsen de dışarıya çıkaramasan, onu çıkarmak için bütün saltanatını verir miydin? - Evet. Bunun üzerine ârif insan şunları söyler: - İşte ya Hârun! Senin bütün servet ve saltanatın bir bardak sudan ibarettir!... Şu bir bardak sudan alalım da her an muhtaç olduğumuz havaya kadar, bütün nimetleri, kapımızda hazır buluyoruz. Her mevsim ayrı ayrı binlerce çeşit meyve Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıyla geliyor. Aksini düşünseydik, değil o meyveleri, bütün cihana bedel bir çekirdeği dahi elde edemezdik. İşte, dünyada, Cenâb-ı Hakk’ın bu denli seha ve cömertliğini görüyoruz. Zavallı insan, keramet ve mucize arıyor. Halbuki etrafımızdaki bu çeşit hadiselerin hepsi hârikulade olarak meydana geliyor. Cömertliğe bakın ki, güneş ve ay insana iki mûtî hizmetkâr gibi çalışıyor ve hizmet ediyor. Isısıyla başımızı okşarken, ihtiyacımız olan meyve, sebze ve hububatın olgunlaşmasını da deruhte ediyor. Eğer bütün bu cömertlikler geçici ve fani şu dünya misafirhanesine mahsus olsa ve devam etmese, düşündüğümüz ve her an bize gelmesi muhtemel ölüm sebebiyle, her nimetin ardından bir bardak zehir içiyor gibi ızdırap çekecektik. Zira itlâf ettiğimiz her nimet bize, bir gün bütün nimetlerden mahrum olacağımızı ihtar etmektedir. Bundan da korkuncu ebedî yokluğu hatırlatmaktadır. Halbuki bu kadar cömert bir Zât, verdiği bunca nimetleri tattırdıktan sonra elimizden almaz. Belki o nimeti devam ettirir ve ebedîleştirir. İşte bu geçici âlemde bu kadar cömertliği cilvelenen Zât’ın, bir de ebedî ve tükenmeyen bir âlemi vardır ki, burada numunesini gördüğümüz cömertlikler orada bizzat ve ebedî olarak devam edecektir. Yoksa onun bunca cömertliği, aksiyle vasıflanır ki, bu da onun Zat-ı ulûhiyetiyle bağdaşamaz ve O, böyle çirkinliklerden münezzeh ve mukaddestir. [B]EBEDÎ CEMAL ÂHİRETİ İSTER [/B]Bir bahar mevsiminde, kuşların şakıyışı ve suların çağlayışını dinleyelim. Bütün nebatat ve ağaçların yemyeşil zümrüt gibi güzelliğini; güneşin doğuş ve batışını ve bulutsuz bir gecede mehtabı seyredelim. Kâinatta cilvelenen bütün güzellikleri hayalimizin nazarına arzedelim. İşte bu ve bunun gibi bütün tatlı tablolar Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin bir cilvesidir. O peşi peşine birbirini takip eden bu manzaralarla bize, kendi güzelliğini göstermektedir. Bizler de O’nun bu cilvelerindeki güzelliği seyretmekle kendimizden geçiyoruz. O, kendini tanıttırmak istiyor, biz de tanımaya çalışıyoruz. Şayet biz bu güzellikleri seyrederken perdeyi kapayıverse ve bizi yokluk karanlıklarında bıraksa, nimet nikmete, muhabbet musibete, akıl da bize ızdırap veren bir âlete döner. Halbuki böyle bir Cemâl, böyle bir çirkinlikten münezzeh ve mukaddestir. Aslında nimeti nimet yapan ve aklı her şeyden lezzet alır hale getiren, o nimetlerin devamıdır. Binâenaleyh Allah, kendi ebedî ve sermedî olan Cemâlini devamlı bize göstereceği ayrı bir yurt açacak, bizi o diyarda haşr ve neşr edecek, sonsuz nimetlerini Cemâl ve Kemâlini bize orada gösterecektir. Hem O’nun güzellikleri ebedîdir. Öyleyse güzelliklerin devam edeceği ebedî bir âlem gerekir. Tâ ki, buradan geçip giden güzellikler orada ebedî olarak devam etsin. Evet, bu dünyada cilvelerinin güzelliğiyle kendimizden geçtiğimiz gibi, bir gün Zâtı’nın Cemâl ve güzelliğini seyrederken de kendimizden geçeceğiz. “Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabb’ine bakar.” (Kıyâme, 75/22, 23) [B]BÜTÜN VARLIK ARASINDA BİR TENASÜB VAR BU DA ÂHİRETİ İSBATLAR [/B]Dış eşya ile insan arasında çok ciddi bir alâka görüyoruz. Bu alâka her ikisini yaratan Hâlıkın birlik ve vahdetine delâlet eder. Dışta görülecek, duyulacak, tadılacak şeyleri yaradan kim ise; insana görme, duyma ve tad alma duygularını ihsan eden de yine O’dur. Şefkat edilecekleri var edenle, insana şefkat duygusu veren aynı Zâttır. Bazı hâdiseler irade ile halledilir. Bu hâdiseleri vaz’ eden de, insanda iradeyi vaz’ eden de aynı Zât olmalıdır. Saymakla bitmez nimetleri verenle, kendisine bu nimetleri tatma duygusu veren, var eden bir Vâcibü’l-Vücud vardır. İnsan vücuduna gözü yerleştiren kim ise, semanın gözüne güneşi gözbebeği gibi yerleştiren de O’dur. Zira güneş ile insanın gözü arasında ciddi bir münasebet ve tenasüb vardır. Elma insan vücudu için faydalı vitaminleri taşıyor. Sert ve selülozlu kabuğu dahi, faydadan hâli değildir. Çünkü yendiği zaman bağırsaklarda onu eritecek enzim olmadığından bağırsak tembellikten kurtulur ki, bu da vücut için faydalı bir husustur. Elma, vitaminleriyle faydalıdır. Ancak insan onun vitamininden istifade ederken, ağız ondan tat almasa ve tiksinti duysa acaba o vitaminleri almaya yeltenmek kâbil olur mu? Ancak çok zarurî hallerde ve zaruret miktarı kadar; aynen bir ilâç gibi alınır ve insanın içinde daima bir isteksizlik doğurur. Fakat, düşünelim ki, evvelâ bizim vücudumuz ondaki vitaminlere muhtaç olarak yaratılmış. Ayrıca o vitaminleri alırken ağzımıza da bahşiş veriliyor ve biz bir elmayı yerken, vücudumuza faydasından ziyade ağzımızda hâsıl ettiği tadından ve lezzetinden dolayı yiyoruz. Bütün meyveleri elmaya kıyas ederken bu usulün hayatın her sahasında tatbik edildiğini de hatırlatmış olalım... Evet, bir evin odaları arasında nasıl ciddi bir alâka ve tenasüb varsa, dünya ile âhiret arasında da aynen öyle ve hatta daha mükemmel bir surette tenasüb vardır. [B]BURADAKİ HIFZ ve MUHAFAZA ÂHİRETİN OLACAĞINA DELİLDİR [/B]Bu âlemde mükemmel bir hafîziyet hükümfermadır. İnsanın mahiyeti sperm denilen bir hücrede muhafaza edilmektedir. Karakterinin en ince teferruatına kadar kromozomlarda onun istikbali saklanmaktadır. Sizler insandaki kromozom sayısını değiştirmeye kalksanız onun mahiyetini değiştirmiş olacaksınız. Bilindiği gibi insanın ruh yapısı, karakteri, iç dünyası bu kromozomlar vasıtasıyla şekillenmektedir. Bunların sayısı 46 değil de 44 ya da 48 olsa, insan bambaşka bir canlı şekline dönüşmüş olur. Görüldüğü şekilde kromozom gibi minnacık varlıklar insanın ne olacağı hususunda, sebep ve vesile olarak hüküm veriyorlar. Demek ki, Cenâb-ı Hak onlara takdir hakkını vermiş ve belli bir nizamı böylece sürdürüyor. Biz de burada riyâzî bir keyfiyetin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz. İnsan zâyi olmamaktadır. Bugün insan olarak doğan yarın hayvana, başka bir gün de bitkiye dönüşmemektedir. Evet, mikroskopla ancak görülebilecek kadar küçük bir varlıkta kâinatın hülasası olan insan muhafaza olunuyor. O, insan olarak doğacak, yaşayacak, ölecek ve nihayet yine insan olarak haşrolup insan olarak hesaba çekilecektir. Koca çam ağacı, küçücük çekirdeğine yerleştirilmiş ve orada semaya ser çekecek istikbaldeki haliyle muhafaza ediliyor. Atom fiziğinin kurucularından S. James: “Kâinatı yaratan muhakkak en mükemmel bir matematikçidir” derken, kâinatta hüküm süren riyazî ölçülere işaret etmektedir. Hiçbir hâdise, yön ve harekette, kâinatta mevcut bulunan riyazî ölçülere terslik göstermez. Esasen bütün bunlar bize O’nun Mukaddir ismini anlatıyor. Fakat Jean ve onun gibi düşünenler sâir isimleri de, O’nun Mukaddir isminin gölgesine sokuyor. Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, bir yönüyle bunu kabul ederiz. Bir dairede herhangi bir isim hâkim ise, diğer isimler, mevcudiyetlerini o ismin gölgesinde hissettirirler. İşte, takdir, ölçü, kıstas, matematiğin hâkimiyeti ve gözü tırmalayacak bir durumun bulunmaması açısından eşya ve hâdiselere baktığımızda evvelâ bütün ihtişamiyle Allah’ın “Mukaddir” ismini görüyoruz. Herşeyin muhafaza edildiğini söylemiştik. Bütün bitkileri de aslî hüviyetlerinde muhafaza eden kromozomlarıdır. Evet, insan spermde; bir ağaç, çekirdeğinde muhafaza edildiği gibi, bütün sesler de fezada ve çeşitli cisimlerde muhafaza ediliyor. Belki bir gün gelecek keşfedilen aletlerle bu sesleri yeniden dinleme imkânı doğacaktır. Bir teyp bandına sesler tesbit edildiği gibi, bize ait ses, tavır ve hareketler de yanından geçtiğimiz veya içinde yaşadığımız cisimler tarafından tesbit edilmektedir ki, bir gün leh veya aleyhimizde şehadet edeceklerdir. Bir ilim adamının yapmış olduğu denemede şöyle bir husus gözlenmiştir: İlim adamı deneme yapıyor. Bir ağaç altında işlenen cinayetle ilgili olarak şüpheli birkaç kişi deneme mahalline getiriliyor. Maznunlardan masum olanlar içeriye girdiğinde hiçbir değişiklik göstermeyen ağaçlar, kâtil içeriye girdiğinde sarsılmaya başlıyorlar. Ve böylece kâtil tesbit edilmiş oluyor. Daha önce katilin çıkardığı şerareler, ağaç tarafından tesbit ve muhafaza edildiğinden dolayı sonra kâtili ihbar ediyor. En basit hareket ve hâdiselerin dahi tesbit edildiği ilmen sabit olduktan sonra, meselenin insana ait yönüne bakabiliriz: İnsanı spermde, ağacı çekirdekte ve bir tavuğu yumurtanın hayat düğümünde muhafaza eden böyle bir Hafîz, insan gibi, kâinatın nokta-i mihrâkiyesi ve yeryüzünün halifesi bir sultanı öldükten sonra, başıboş bırakmayacak ve toprağa atılan bir tohum gibi, başka bir âlemde, ona şayeste bir hayat bahşedecektir. [B] SONSUZ KUDRETİN ÂHİRETE DELÂLETİ [/B]Dudaklarda bir tebessüm meydana getirecek veya dudakları patlatacak her iki manzarayı da hâvi bir mahşerin kurulacağını Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ında vaad ve vaîd ediyor. Bu ifadeler bir yönüyle müjde diğer yönüyle korkutma mânâsını taşıyor. O, söz veriyor. Verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Sözünden dönmek ise O’nun keyfiyetsiz keyfiyetine asla yakışmaz. Zira O, hulfu’l-vâ’d gibi bir noksanlıktan münezzehtir... İşte böyle kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hakk bir kitap gibi yarattığı şu kâinatı bir gün kapatıp, başka bir gün yeniden açacağını vaad ediyor. Madem ki, söyleyen O’dur; ve bu mevzuun ihtisas sahibi olan nebiler, sıddıklar ve veliler hep buna şehadet ediyorlar; öyleyse muhakkak olacaktır. O halde haşrin meydana geleceğine mümkün olarak değil mutlak vaki’ nazarıyla bakmalıdır. “O gün Sur’a üflenir, bölük bölük gelirsiniz. Gök açılmış kapı kapı olmuştur.” (Nebe, 78/18, 19) Sırtlarına yüklenen büyük emanet hakkında kendilerine sorulacak sorulara cevap vermek, istintaka tâbi tutulmak üzere, ins ve cinle beraber, melâike de mahşeri saracaktır. Kur’ân-ı Kerim’in müteaddid ayetleri bu hususa dikkati çekiyor. [B]YERYÜZÜNDE GÖRÜLEN ÖLDÜRME ve DİRİLTME HÂDİSESİ ÂHİRETİ İSBAT EDİYOR [/B]Yeryüzünü tetkik ettiğimiz zaman, bir an olur ki, o anda herşey var olma ve dirilme havası içinde arz-ı didar eder. El ele, omuz omuza, diz dize, bütün mahlûkat Cenâb-ı Hakk’ın karşısında resm-i geçit vaziyeti alıyor gibi hazır vaziyet alırlar. Ağaçlar, otlar, yeşillikler ve bütün çemenzâr, formalarını takan askerler gibi, Şâhid-i Ezelî’nin karşısında boy boy dizilirler. Başka bir an olur ki, yapraklar dökülür, varlıklar enkaz haline gelir ve zemin çöl manzarası arzetmeye başlar. İlkbaharda, yeryüzünü alabildiğine cazibedarlık, revnekdarlık içinde görmemize karşılık, hazan mevsiminde, yıkıcı, sökücü ve götürücü rüzgârların ardından, herşeyin yüzüne kül elenmiş gibi bir manzara müşâhede ederiz. Sonbaharda çölde yürüyor gibi yürürüz. Hele kış basıp da kar düşen yerlerde, hayattan ve canlılıktan eser kalmaz gibi olur. Ağaçlar kupkuru kemik haline gelir. Otlar çürür, hayatları biter. Toprak istihâlelerle tohumları çürütür. Fakat ilkbaharda bu enkaz yeniden canlanmaya başlar. Bir de bakarsınız, o kül üzerinde yan gelmiş yatan ağaçlar, sündüs ve istebrak gibi bütün süs ve zinetlerini takınır; Şahid-i Ezelî’nin karşısında kıyâma dururlar. Ağaçlar altında pörsümüş ve solmuş o otlar, çiçekler ve toprağın altındaki tohumlar yeniden neşv ü nema bulup arz-ı didar etmeğe başlarlar. Bütün hevâmm ve haşerât ölüm uykusundan rahat rahat gözlerini açarlar, teneffüs edecekleri tertemiz havanın, yüzlerini okşadığını hissederler. Rızıklarını, toprağın sinesinde yeşillikler halinde stok edilmiş olarak bulurlar. Her baharda Cenâb-ı Hakk, milyonlarca mahlukat çeşidini bunun gibi haşr ve neşreder. İşte bu umumî haşr ve neşr; o kadar canlı ve revnekdar cereyan etmektedir ki, buna bakan herkes şu kanaate varır: Biz de öldükten sonra, aynen bunlar gibi, öbür âlemin baharında haşr ve neşr olacağız... Kur’ân-ı Kerim: “De ki: “Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah, herşeye kâdirdir.” (Ankebût, 29/20) “Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor?! Şüphe yok ki, O, ölüleri de diriltecektir. O, herşeye kâdirdir” (Rûm, 30/50) diyerek bu hakikate işaret etmektedir. Bir sahifede, milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arz eden bir Zât, formalarını söküp dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini vaad etse, bu O’nun kudretinden uzak görülebilir mi? Yoktan, bir makinayı icad eden sanatkâr, daha sonra bu makinayı söküp dağıtsa ve ikinci defa aynı makinayı monte edeceğini söylese, inkâr edilebilir mi? Hiçten ve yoktan bir orduyu teşkil edip intizam altına alan bir kumandan, efradı istirahat için dağılmış bir orduyu, bir boru sesiyle tekrar toplayabileceğini söylese, ona karşı “hayır yapamazsın” denilir mi? İşte bu basit misaller dahi âhiretin inkârının mümkün olmadığına kanaat getirtmeğe kafi ve yeterlidir. Halbuki bunun misali üç-beş değil, üçyüzbin, belki milyonlarcadır. [B]EN BASİT ŞEYLERE GÖSTERİLEN İHTİMAM [/B]Bu mevzuda sadece küçük bir misâl arz etmek yeter zannederim. Selüloz maddesi ağaçların içinde liğninle beraber odunun temel rükünlerini teşkil eder. Çeşitli sanayi maddelerinde kullanılan selülozun kâğıt sanayiinde ayrı bir yeri vardır. Ayrıca o, elastikiyetiyle, ağaçların rüku eder gibi eğilmelerini ve bu esnada kırılmamalarını temin eder. Selülozun, erimesi ve hazmı çok zordur. İnsan selülozlu maddeleri yese eritemez. Ancak geviş getiren hayvanların salgıladıkları enzimler, selüloz maddesini çözebilir. Selüloz, hayvanın vücudunda faydalı hale gelir ve biz de ondan istifade ederiz. Hatta dışkısından dahi gübre olarak yararlanıyoruz. Âdetâ hayvanlar, selülozlu maddelerin faydalı hale getirilmesi için bir fabrika gibi çalışıyor. Fakat bu kadar çok selüloz maddesinin hepsini hayvanlar yiyemez. Dolayısıyla yere dökülenler de olur. Bunlar da yerdeki bakterilerin akıl durdurucu faaliyetiyle küçük moleküller haline getirilir. Bir taraftan toprak bunlardan istifade ederken, diğer taraftan yeryüzü kerih kokulu maddelerden kurtulmuş ve temizlenmiş olur. Bakteri deyip geçmemeliyiz. Şöyle bir düşünelim. Hz. Âdem’den bu yana ölmüş olan insanlar, dünya kurulduğundan beri ölmüş olan hayvanlar ve bitkiler eğer çürümeselerdi acaba bugünkü hayattan eser kalır mıydı? Meseleyi bu kadar uzatmaya lüzum da yok. Birkaç sene içinde yaşayıp ölen sinekler eğer çürüme ameliyesine tâbi tutulmasalardı, yeryüzü birkaç santim kalınlığında sinek ölüleriyle örtülecek ve insan adım atacak yer bulamayacaktı. Görüldüğü gibi Cenâb-ı Hakk en küçük varlıklara büyük işler yaptırıyor. Bir avuç toprakta milyonlarcası bulunan bakterilere, yeryüzünün temizlik vazifesini gördürüyor. İşte böyle, selülozu ve bakteriyi başıboş bırakmayan; bu basit ve küçük varlıklara büyük bir ihtimam gösteren Allah (c.c) nasıl olur da insan gibi, kâinatın sultanı olan bir varlığı başıboş bırakır? Bu asla mümkün değildir. [B]DELİLLER... DELİLLER... ve YİNE DELİLLER... [/B]Vücutta meydana gelen bir yara kapanıyor; kabuk bağlıyor ve sonra o kabuğu da atmak suretiyle kendi kendini tamir ediyorsa bu, o yaranın meydana geldiği uzuvdaki canlılığa delâlet eder. Meyve, meyveyi yetiştiren ağacı gösterir... Yoldaki izler, yürüyeni ele verir. Gezip tozduğumuz yerde su sızıntıları varsa, orada su cetvelleri var demektir. İnsanda da öyle izler öyle sızıntılar ve tamirler var ki, ona bakanın âhireti görmemesi mümkün değildir. Sınırlı ve mahdut kalıplar içerisine sıkışmış bir insana bu sonsuzluk fikri nereden geldi? Onun böyle bir düşünceye kendi kendine sahip olduğu söylenemez. Bu âlemde, ona böyle bir ilham verecek varlık da yoktur. Öyle ise ondaki bu duygu esasen başka âlemden gönderilen mesajlardan ibarettir. Su sızıntılarının su cetvellerine delâleti nasıl kat’î ise; ebediyet sızıntılarının da ebedî âlemlere delâleti o kat’iyet-tedir. İnsan iç âlem ledünniyatıyla, maddî âlemde elde edemediği semereleri elde eder. İnsan öyle coşar, dünya ve mâfihaya öyle sırt çevirir ve mâsivanın üstüne çıkar ki, bu hal ve keyfiyet onun şu imkân âleminin üstünde mümkün olmayan bir varlıkla münasebetini anlatır. Şu sınırlı, yıkılan ve yapılmayan ve yapılmayacak olan dünya dahi, hiç yıkılmayacak bir yurdun olacağına delâlet eder. Bu vaziyetiyle her varlık, bir yönüyle sahibini gösterirken; diğer yönüyle öbür âlemdeki mazhariyetlerine işaret etmektedir. İnsanın vücudundaki hücreler nasıl birbiriyle ittisal edip rabıta kuruyor; birinde meydana gelen bir arızanın imdadına koşuyor; bir vücut ayrı ayrı eyaletler gibi işliyorken, iktiza ettiğinde bu eyaletler baş başa verip müşterek düşmanı tardedip ona karşı bir temerküz ve tahşidat meydana getiriyorlar; aynen öyle de, kâinatın sînesinde, yerine göre kalp gibi atan; göz gibi ışık saçan; bazen kabz bazen de bast eden; en küçük kürelerden en büyük nebülozlara kadar bütün kâinat, âdetâ ayrı ayrı uzuvlardan meydana gelmiş tek vücut gibidir. Belki bütün kâinata müekkel bir melek vardır ki, kâinatın ruhu odur. Kâinat muhteşem keyfiyetiyle ve insandaki küçük misaliyle canlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ayinedarlık etmektedir. Tıpkı insan uzuvları gibi o da yaralanmakta ve yaraları tamir edilmektedir. Einstein: “Bilemediğimiz bir sırla kâinatın uzak köşelerinde yeni yeni cisimler teşekkül etmektedir” diyor. Elbette şu kâinat denilen sarayı yapıp kurduktan sonra Cenâb-ı Hakk onu bir insan vücudu gibi serfiraz edecek ve o da vazifesini bitireceği ana kadar işine devam edecektir. Yeryüzünde insanların vazifeleri bitinceye kadar o bir kalp gibi atacak, göz gibi görecek ve güneş gibi ışık saçacaktır. Kendisine tevdi edilen vazifeyi de şuurlu bir mü’min edasıyla yerine getirecektir. Bunun için de tahrib edilen yerleri tamir; bozulan yerlerine ilâveler yapılacak ve bu âlemin işaret ettiği ikinci bir âlem, bu kâinatın bir köşesinde inşa edilecektir. Bizler, eşya ve hâdiselere bütünüyle nüfuz edemiyoruz. Onların arasında halden ve dilden anlamayan seyirci ve müşahitler gibi dolaşıyoruz. Onun için de hangi şeyden neler olur henüz bilemiyoruz. Belki bir gün eşya ve hâdiselerin ruhunu kavrasak, bunların var ediliş keyfiyetine tam nüfuz etsek; hayatımıza tuzak kurmuş mikroplardan dahi en büyük şekilde istifade etme kapıları açılacaktır. Belki de çeşitli mikroplar üreten fabrikalar kuracak ve memleketin gelir kaynaklarından en büyüğünü keşfetmiş olacağız. Fakat şu anda bizler, akan bir ırmağı sadece seyreden ve ondan çok çeşitli yönleriyle istifade edemeyen insanlar durumundayız. Evet, eşya ve hâdiseler akıyor ve biz de sadece bakıyoruz. Halbuki Allah Rasulü (s.a.s) bir duasında, Cenâb-ı Hakk’tan eşya ve hâdiselere nüfuz edebilmeyi talep ediyor ve “Allahım bana eşyanın hakikatını göster” diyor. İnsan için ideal ufuklardan birisi ve belki de en birincisi eşyanın hakikatına nüfuz edebilme keyfiyetini kazanabilmektir. İşte bu keyfiyetle kâinat tetkik edilse, her eşya ve hâdisenin verâsında, ince bir perde arkasında âhiret görülüp müşahede edilecektir. Yeryüzünde diken gülle, bülbül kargayla, beraberdir. Esasen birbirine zıt gibi görünen eşya yekdiğerini tamamlamaktadır. Kâinatta abes ve boş hiçbir hâdise ve eşya yoktur. Mesela yeryüzündeki bütün köpekleri yok etsek; kâinatın sinesinde bir boşluk meydana gelir. Bir zaman Batılı bir mütefekkir, bir kuş türünün tükenmeye yüz tuttuğunu ve bu sebeple kâinatta mühim bir gediğin açılacağını gazeteler diliyle ilân etmişti. Kâinatın seyri içinde, herkese ve herşeye bir vazife düşmektedir. Onun için kâinatın sinesinden neyi alırsanız alın, orada bir boşluk, tarrakalar çıkaracak ve “Kâinatta bir boşluk meydana geldi” diyecektir. Nebiler Nebisi (s.a.s) Buharî ve Müslim’de: “Eğer köpekler başlı başına bir millet olmasaydı hepsini öldürürdüm”13 buyuruyor. Köpekler dahi, tek başına aynen insanlar gibi bir millettir. O da omuzuna büyük vazifeler almış ve bir gediği kapatmaktadır. İnsanlara saldıran, evlere meleğin girmesine mani olan ve insan vücuduna zararlı birtakım mikropları taşıyan köpeklerin belki öldürülmesi gerekirdi. Fakat öldürülmüyor. Zira, bu kâinat sarayında onun da bir yeri vardır. Ancak asıl mesele onun yerini bilmek ve onu yerine koymaktır. Onlar öldürülse meydana gelecek zarar önü alınamayacak kadar büyük olacaktır. Ağaçların içindeki bakteriler yok edilse, birkaç sene sonra meyvelere öyle şeyler musallat olacak ki artık onları bu tasalluttan kurtarmak mümkün olmayacaktır. Zira, Cenâb-ı Hakk, birbirine mukabil varlıklarla kâinatta bir denge ve düzen kurmuştur. Siz mukâbillerden birini ortadan kaldırdığınızda diğerinin istilasıyla karşı karşıya kalırsınız. Evet, kâinat öyle bir binadır ki, bu binayı meydana getiren taşların hepsi birbiriyle irtibatlıdır. Oradan küçücük bir taşı çıkarayım derseniz, binayı başınıza yıkarsınız. Ayrıca, hâdiselere devreler hakimdir. Yedi senelik fâsılalarda hububatın; ondört senelik fasılalarda ise balıkların çok bol ve mebzul olarak elde edildiğini bir ilim adamı tesbit etmiştir. Eğer bu devreler mevzuu, ilmî hüviyetiyle ve tam mânâsıyla tetkik edilse, beşerin içtimaî ve iktisadî çok meseleleri halledilecektir. Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Sure-i Yusuf’da bu devreler meselesine işaretler vardır. Şu küçük devrelerin bir intizam ve nizam içinde cereyan ve deveran etmesi, işaret ve isbat ediyor ki, dünya hayatı da bir devirdir. O da bir gün bitecek ve ardından başka bir devir başlayacaktır. Dünyada bolluk ve bereket içinde yaşayan insan, kıtlık mânâsını taşıyan bir kabir hayatını da yaşayacak. Sonra da apaçık bir haşir devresine girecektir. Onun ardından, sıkıntı ve ızdırap içinde bir hesap verme hayatı, daha sonra da sırattan geçme devresi gelecek. Varabilen cennete varacak ve görebilen Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görecektir. Fakat verilen nimetlerde veya aksine ızdıraplarda, ülfet ve alışkanlık olmayacak. Cennet veya cehennemde de ayrı ayrı devrelerde karşılaşılacaktır. Adiyy b. Hâtim (r.a) -ki dünyanın en cömert insanı olan Hâtim-i Tâi’nin oğludur. Önce Hıristiyanlığa süluk etmiş ve ardından da hak din olan İslâm’ı bulmuştur - şöyle der: “Allah Rasûlü (s.a.s) dünyaya ait bazı hâdiseleri daha vukû bulmadan önce haber vermişti. Bir de ayrıca âhirete ait haberler verdi. Dünyaya ait verdiği haberler aynen çıktı. Bununla anlıyorum ki âhirete ait verdiği haberler de aynen zuhur edecektir.”14 Allah Rasûlü (s.a.s) Hz. Enes’e (r.a) dua etmişti: “Allahım onun ömrünü uzun ve evlatlarını çok et. Onu cennetine koy!” Hz. Enes (r.a) yüz yaşından fazla yaşadı ve kendi ifadesiyle yüz tane evladını kendi eliyle defnetti. Hz. Enes (r.a) şöyle derdi: “Allah Rasulü (s.a.s)’nün benim için ettiği duadan ikisini gördüm ve üçüncüsünden de ümitliyim.”15 Biz Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir devreler âlemi içinde yaşıyoruz. Fakat bu devran, kafiyesiz bir şiir gibi bitiyor. Öbür âlem bu şiire kafiye olup tamamlayacaktır. Bu dünyaya ait haber verilen hâdiselerin aynen tahakkuku; mü’mini mesrur ve kâfiri mahzun edecek bir hâdisenin de tahakkuk edeceğini isbat etmektedir. İnsan doğar doğmaz bir taraftan yaşamaya diğer taraftan da ölmeye başlar. Her doğuş bir ölümün ve her ölüm de yeniden bir doğuşun habercisidir. Eğer neticede ebedî bir doğuş yoksa, yeryüzünün en talihsiz varlığı insandır. İnsanlar içinde de en talihsizi nebiler ve nebiler içinde de İki Cihan Serveri’nin en talihsiz olması icab eder. Halbuki O, bütün bir cihanın yaratılma sebebidir. İnsanlık ağacı öyle bir meyve elde etmek için dikilmiştir. İnsanın yeryüzüne gelmesinden, insanlık içinde zuhur eden nebilere kadar her hâdise, neticede âhireti isbat eder. Ayrıca: Cenâb-ı Hakk’ın, Allah; Peygamberimiz’in Rasûlullah; ve Kur’ân’ın Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller aynı zamanda âhireti de isbat eder. Zira iman bir bütündür; tecezzi ve inkisam kabul etmez. [B]TARİH ve FELSEFE “ÂHİRET VAR” DİYOR [/B]Tarih, haşir akîdesi zaviyesinden ele alındığında, ilk insandan günümüze kadar insanlık çapında bir haşir inancının var olduğu müşahede edilir. Will, medeniyet tarihinde çeşitli milletlerin öldükten sonra dirilme mevzuundaki kanaatlerini, nasıl mezarlara gömüldüklerini, duvarlarına yazdıklarını ve dehlizlerinde mevzu ile alâkalı resimlerin tesbit edildiğini anlatır. Dünyanın en maddeperest insanları olan firavunlar dahi öldükten sonra dirilme mevzuunu ele alıyorlardı. Firavun mezarlarındaki kazılarda şu mânâyı ifade eden sözler bulunmuştur: “İnsanlar öldükten sonra, mücrimler yerin altında, çirkin suretlere dönüşmek suretiyle ebedî kalacaklar, sâfi ve tertemiz ruhlar ise; meleklere iltihak edecek yüceler içinde bir hayat yaşayacaklar.” Bu itikad sebebiyledir ki, firavunlar, mezarlara yiyecek, içecek ve en güzel elbise ve zinet eşyalarını da beraber koyduruyorlardı. Anlayışta inhirafla beraber âhirete itikattır ki, onlara bunu yaptırıyordu. Ayrıca mezarları içine alan dehlizlerin duvarlarına balık ve yılan resimleri yaptırıyor, ilahların bu resimlerden hoşlandıklarına inanıyorlardı. Bu inanış dahi onların, öldükten sonra başlayan ikinci bir hayata itikad ettiklerini isbat ediyor. Zira yaptırdıkları bu resimlerle, -itikat-larınca- ilahlarının rızasını kazanacaklar ve böylece diğer bir âlemde rahat edeceklerdir... [B]SEMÂVÎ KİTAPLAR ve ÂHİRET [/B]Kur’ân-ı Kerim’in beşte üçü âhiretle alâkalıdır. Bu mevzuda birkaç misali daha önce zikretmiştik. Burada sözü yine oraya havale etmekle iktifa edeceğiz. Tevrat, Hz. Musa (s.a.s)’dan günümüze kadar birçok defa tahrif edildi. Hatta Efendimiz (s.a.s) zamanındaki Tevratlarda mevcut olan bazı ayetleri bile şimdi bulmamız mümkün değil. Kısas ayeti, buna bir delil olarak gösterilebilir. Tevrat, tamamen maddîleştirildi. Gün be gün mânâya ait yüce mefhumlar teker teker silinip, yerine tam zıddı fikirler yerleştirildi. Buna rağmen işaret kabilinden dahi olsa, Tevrat’ta âhirete ait birçok meselelere temas edilmiştir. İncil, bir cihetle Tevrat’ta tahrif olunanları tashih, tahrif olunmayan hususları ise tasdik için gelmiştir. O günün Tevrat’ında âhirete ait meseleler anlatıldığından dolayı, İncil bunu tasdik etmekle yetinmiş ve meselenin tafsiline girmemiştir. Böyle olmasına rağmen yine biz yer yer onda da âhirete ait mânâları ifade eden ayetler buluruz. Matta İncil’i Beşinci İshah’da şu ayetler var: “Kim bu dünyada salih amel işlerse, o, Rabb’in melekutuna yükselecektir.” “Müjdeler olsun miskinlere! Onlar melekut-u semavata yükselecekler.” “Müjdeler olsun merhametlilere ki, onlar öbür âlemde Allah’ın merhametine mazhar olacaklar.” “Müjdeler olsun müttakilere ki, onlar Rablerini görecekler.” “Göklerin ve yerin melekûtunun misali şuna benzer: Zürra tarlaya tohum atar. Bu tohumlar biter. Matlup olan semaya doğru ser çeker ve büyür. İçinde birtakım dikenler de boy gösterir. Bunu görenler tarlanın sahibine müracaat edip derler: Seyyidimiz! Mahsulü matlup olan bu güzel bitki nema buldu yeşerdi, fakat aradaki bu dikenler de nedir? Cevap verir: “O da bu da gerek!” Havâriler Hz. Mesih’e sordular: “Bunu bize izah eder misin?” Hz. Mesih: “Evet”, diyor ve anlatıyor: “O tohumu atan Allah (c.c)’tır. Mezra ise yeryüzüdür. Ekilen tohum, beşerdir. Matlup olan mahsul ise salih insanlardır. Dikenler ise kâfirlerdir. Burada iyi kötüyle beraber bulunacaktır. Fakat âhirette iyiler melekut-u semâvâta yükselecek; kötüler ise cehenneme girecektir.” Matta İncili Yirmibirinci İshah: “O gün melik gelecek. Ebrar sağında; eşrar ise solunda yerlerini alacaklar. Melik, ebrara şöyle diyecek: “Sizi bugün mükâfatlandıracağım. Çünkü dünyada iken ben acıktım, yedirdiniz. Susadım, su verdiniz. Mahpus oldum, âzad ettiniz. Garip kaldım, beni barındırdınız. “Onlar melike şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, mahpus olur ve garip kalırsın? Zira sen Rab’sin!..” Allah (c.c) onlara şöyle karşılık verecek: “Dünyada benim zaif ve garip kullarım vardı. Siz biliyordunuz ki, onlara yedirdiğiniz, içirdiğiniz zaman bana yedirip içirmiş gibi oldunuz. Onları âzad ettiğiniz ve barındırdığınızda sanki bu iyilikleri bana yapmış gibi oldunuz.”(*) Sonra da Rab, solundakilere döner ve şöyle der: “Sizi bugün ta’zib edeceğim. Çünkü acıktım birşey yedirmediniz. Susadım, içirmediniz. Garip kaldım, barındırmadınız. Mahpus oldum, âzad etmediniz.” Onlar da aynı şekilde “Ey Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, garip kalır ve mahbus olursun!?” derler. Bunun üzerine Melik: “Bilmiyor musunuz, eğer benim dünyada bazı kullarım acıktığında doyursaydınız, susadığında su içirseydiniz, garip kaldığında barındırsaydınız ve mahpus kaldıklarında âzad etseydiniz, bütün bunları bana karşı yapmış gibi olacaktınız” der. İncil’de bunlara munzam daha birçok âyetlerde, hemen hemen Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerine mutabık şekilde âhirete ait meseleler dile getirilmiştir. Fakat bu mevzuda esas söz sahibi; her türlü tahrip ve tahriften korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’e aittir ki, biz yukarıda bunları Kur’ân-ı Kerim’in haşri isbat metodunda mücmel de olsa zikretmiştik. (Geniş Bilgi “Ölüm Ötesi Hayat” Kitabında Bulunabilir) [/FONT] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
İslamiyet
İslam Akaidi ve Fıkıh
Memba
Ahiret gününe iman
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst