Ahseni Takvim Sırrı

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
ahsentakvmjpeg9aesv2.jpg


İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş; ve o istidâdâta göre, ehemmiyetli vazifeler tevdî edilmiş. Ve insanı o gâyeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmâl edeceğiz; tâ ki, ahsen-i takvîm sırrı anlaşılsın.
İşte insan, şu kâinata geldikten sonra, iki cihet ile ubûdiyeti var. Bir ciheti, gâibâne bir sûrette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var; diğeri, hâzırâne muhâtaba sûretinde bir ubûdiyeti, bir münâcâtı vardır.

Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rubûbiyeti, itaatkârâne tasdik edip, kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezâretidir.

Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibâret olan bedî san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip, dellâllık ve ilâncılıktır.

Sonra, her biri birer gizli hazîne-i mâneviye hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrâk terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığı ile takdirkârâne kıymet vermektir.
Sonra, kalem-i Kudretin mektubâtı hükmünde olan mevcudât sayfalarını arz ve semâ yapraklarını mütâlâa edip, hayretkârâne tefekkürdür.

Sonra, şu mevcudâttaki zînetleri ve latîf sanatları istihsankârâne temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin mârifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin huzûruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.
İkinci vecih huzur ve hitâb makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi sanatının mucizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da İmân ile, mârifet ile mukabele eder.

Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da, Ona hasr-ı muhabbetle, tahsîs-i taabbüdle kendini Ona sevdirir.

Sonra görüyor ki, bir Mün'im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da, ona mukabil, fiiliyle, haliyle, kâliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleriyle, cihazâtıyla şükür ve hamd ü senâ eder.

Sonra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudâtın aynalarında kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhâr edip, nazar-ı dikkati celb ediyor. O da, ona mukabil, "Allahü ekber, Sübhânallah" deyip, mahviyet içinde, hayret ve muhabbetle secde eder.

Sonra görüyor ki, bir Ganî-i Mutlak, bir sehâvet-i mutlak içinde, nihayetsiz servetini, hazînelerini gösteriyor. O da, ona mukabil, tâzim ve senâ içinde kemâl-i iftikâr ile suâl eder ve ister.

Sonra görüyor ki, o Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış, bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor. O da, ona mukabil "Mâşaallah" diyerek takdir ile, "Bârekâllah" diyerek tahsin ile, "Sübhânallah" diyerek hayret ile, "Allahü ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.

Sonra görüyor ki, bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, Ona mahsus hâtemleriyle, Ona münhasır turralarıyla, Ona has fermanlarıyla bütün mevcudâta damga-i Vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında Vahdâniyetin bayrağını dikiyor. Ve Rubûbiyetini ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, İmân ile, tevhid ile, iz'an ile, şehâdet ile, ubûdiyet ile mukabele eder.

İşte, bu çeşit ibâdât ve tefekkürâtla, hakiki insan olur, ahsen-i takvîmde olduğunu gösterir; imânın yümnü ile, emânete lâyık, emîn bir halîfe-i arz olur...

(Sözler)
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Ahsen-i takvîm, Alâ-yi illiyyîn, Esfel-i sâfilîn terimlerini açıklar mısınız?

Ahsen-i takvîm, “kıvama koymanın, biçimlendirmenin, mânen ve maddeten doğrultmanın en güzeli” demetir. Alâ-yi illiyyîn; “yücelerin en yücesi; en ileri nokta.; cennetteki üstün makam”, esfel-i sâfilîn ise “aşağıların aşağısı, sefillerin en sefili, cehennemin en derin azap mahalli” şeklinde tarif edilmiş.

Âlemlerin Rabbi, “Muhakkak biz insanı ahsen-i takvîmde yarattık” buyuruyor. Ve insan, bu üstün yaratılışıyla, nice güzelliklerin tohumunu saklıyor. Anlamağa, inanmağa, amel etmeğe, sevmeğe, şefkat etmeğe, feyz almağa aday.

Peygamberlik bu ulvî mahiyetten çıkıyor. Evliya, asfiya bu mahiyetin meyveleri. Âlimler, ârifler, muttakiler, sâlihler, cömert simalar, âdil hükümdarlar hep bu ulvî mahiyetin değişik sahalardaki farklı meyveleri.

Yine Nur Külliyatında, “küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş.

Buna göre,

Ahsen-i takvim, “ömür sayfasına en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.”

Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.”

Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşüdür,” diyebiliriz.

Nur Külliyatında insanın iman nuruyla alâ-yı illiyîne çıkacağı, küfür zulmetiyle de esfel-i safilîne düşeceği kaydedilir. O halde, insan bu iki makama da bu dünyada eriyor yahut düşüyor. Dünya ahiretin tarlası olduğu için de, ahirette de buna göre cennetin en yüce mertebelerine çıkıyor, yahut cehennemin en derinliklerine iniyor.
 

kasif1

Well-known member
Ahseni takvim sırrı

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ


“Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık."(1)


وَفِي الْأَرْضِ آيَاتٌ لِّلْمُوقِنِينَ {} وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلَا تُبْصِرُونَ


"Kesin olarak iman edenler için yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?”(2)


Önce “ahsen-i takvim” kavramını tanımlamak suretiyle konunun anlaşılmasına yardımcı olacak noktaları belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz.


Bu tamlamanın ilk parçası olan “ahsen” kelimesi “hüsün” kökünden gelen bir ism-i tafdil olup “daha güzel, en güzel” manasınadır.


Terkibin ikinci parçası olan “Takvim” kelimesinin bir manası “bir şeyi değerlendirmek, ona kıymet biçmek”tir. Nitekim bir hadis rivayetine göre, halk “Ya Resulallah bize bir fiyat kontrolü, tahdidi, sınırlandırması, değerlendirmesi yapsaydınız..” ifadesini kullanırken “takvim” kelimesinin fiili olan“kavvemte” fiilini kullanmışlardı. Hz. Peygamber de “Fiyatları takdir eden, piyasayı aşağıya-yukarıya çeken değerlendiren Allah’tır” şeklinde cevap verirken aynı kökten gelen “Mukavvim” kelimesini kullanmıştır.


Buna göre “ahsen-i takvim” kavramını “en güzel değerlendirme” manasında algılamak, isabetli bir yaklaşım olur. Ayetteki bu güzel takvimi, güzel değerlendirmeyi iki manada anlamakta fayda vardır.


Birincisi: İnsanın yaratıldığı “ahsen-i takvim”i; Allah’ın bir fiili, bir sanatı olarak algılamak, bu harika yaratılışın en güzel kıvamdaki mükemmelliği gerçeğinden hareketle değerlendirmektir. Bu da iki şekilde olur; maddî ve manevî kıvamı.


Maddî kıvamı: insanın fizikî yapısı, endamı ve genel olarak bütün anatomisinin diğer bütün canlılardan farklı olması, onların hepsinden daha güzel olması, onun maddî estetik bakımından çok güzel bir kıvamda olduğunu, ahsen-i takvimde yaratıldığını göstermektedir.


Manevî kıvamı: İnsanın -vücud-u haricî giymiş, başına şuur takılmış- bir ruha sahip olması, akıl, idrak, fikir gibi kuvvelere sahip olması, sevgi, saygı, şefkat, merhamet, adalet gibi duyguları barındıran bir kalbe sahip olması, onun iç âlemi itibariyle eşsiz bir donanıma sahip olduğunun, en güzel bir kıvamda yaratıldığının göstergesidir.


İkincisi: “ahsen-i takvim”e mazhar olan insanın bu güzel donanımı ile yaratıcısının sonsuz, sınırsız olan isimlerini, sıfatlarını ve şuunatını değerlendirmesidir, onları ahsen-i takvimle, en güzel değerlendirme ile değerlendirmesi, onları idrak etmesi, onların hakkıyla idrak edilmesi için bir vahid-i kıyasî/birim ölçüsü görevini yerine getirmesidir.


Yani, Allah’ın insanı bu kıvamdaki bir değerde yaratması, ona kendi isim ve sıfatlarını değerlendirebilmesini sağlamaya yöneliktir.


-Bir elma çekirdeği bir elma ağacının, bir incir çekirdeği bir incir ağacının, bir nar çekirdeği bir nar ağacının boy atıp ortada görülmesini sağladığı gibi, insanın “ahsen-i takvim” çekirdeği olan öz benliği, kendi yaratıcısının üzerinde tecelli eden bütün isim, sıfat ve şuunatının idrak edilmesini sağlayan bir insanlık ölçüsüdür.


Aslında Allah’ın insanı bu tarz bir kıvamda yaratmasının en önemli bir hikmeti, kendini ona tanıtmak içindir. Zariyat suresinde yer alan


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ


“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” mealindeki 56. ayeti tefsir eden İbn Abbas buradaki “ibadetten” maksat Allah’ı tanımak olduğunu söylemiştir. Gerçekten iman amelden önce gelir. Allah’ı tanımayanın ona kulluk etmesi düşünülemez.


“Ben gizli bir hazine idim, kendimi tanıtmak istedim, mahlûkatı yarattım ki, beni tanısınlar”(3) mealindeki hadiste de Allah’ı tanıma konusuna vurgu yapılmıştır.(4) İbn Arabî, söz konusu hadisi şöyle açıklamıştır: “Mahlûkatı yarattım ki, bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim.”(5)


Demek ki, mahlûkat yaratılmadan önce, güneşin bulut arkasında gizlendiği gibi, Şems-i Ezelî olan yüce Allah’ın isim ve sıfatları o mahiyeti bilinmez gizemde bir muamma idi. “Amânın altında hava, üstünde hava vardı”. Yani Onunla birlikte hiçbir varlık yoktu. Kimse onu tanımıyordu. Çünkü varlıktan eser yoktu. Sonra mahlûkatı yarattı ve kendisini tanıttı.


Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir fuar açsın, içinde sergiler dizsin, ta insanlara ve diğer şuurlu varlıklara saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının harikalarını, kendi maharetini göstersin. Ta ki, manevî cemal ve kemâlini iki vecihle müşahede etsin: Bir vechi, bizzat kendi kuşatıcı ilmiyle ve bakışıyla görsün. Diğeri, şuurlu varlıkların nazarıyla baksın.(6) Şuurlu varlıklar arasında yaratılışı en kapsamlı, kâinatın bir nevi fihristi hükmünde olan insandır. O halde insanın “ahsen-i takvim”de yaratılması, onun Allah’ı bu isim ve sıfatları penceresinden tanıması içindir.


Ahsen-i takvim kavramının Allah’ın isim ve sıfatları, hatta şuunatı için verilen bir insanlık kabiliyeti olduğunu, insanların bu ilahî sıfatlara bir çeşit ayna vazifesini gördüğünü belirten Bediüzzaman hazretlerinin de bu konudaki tespitleri özetle şöyledir:


İnsanın manevî anatomisini, kapsamlı bir nüsha olarak yaratan Cenâb-ı Hak, bütün sıfat ve esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ettirip bildirmektedir. İnsan bu harika yaratılışıyla -enfusî bir delil olarak- Allah’ın isim ve sıfatlarını üç yönden göstermektedir:


Birinci yönü: Gecelerde karanlık nasıl güneş nurunun, ay ışığının parlak bir şekilde yansımasına vesile oluyorsa; öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakirlik ve ihtiyaçlarıyla, noksanlık ve kusurlarıyla bir Kadîr-i Zülcelâlin sonsuz kudretini, nihayetsiz zenginliğini, her şeyi kuşatan rahmetini bildiriyor, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle ayinedarlık ediyor.


Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat aramakla, vicdanı daima Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.


İkinci yönü: İnsana nümuneler nev'inden verilen cüz'î ilim, kudret, basar/görme duyusu, sem'/işitme duyusu, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüzî, küçük çaptaki vasıflar, kâinat mâlikinin sonsuz ilmine, kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyet gibi sonsuz, sınırsız sıfatlarına ayinadarlık eder, onları anlatır, onları kavratır, onları bildirir. Meselâ, "Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının de bir ustası var ki, bu sarayı bilir, görür, yapar, idare eder, ve hâkezâ... Çünkü, bir harf yazarsız, bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız, bir nahiye müdürsüz, bir il valisiz, bir devlet reissiz olmaz, olamaz.


Üçüncü yönü: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye aynadarlık eder.. İnsanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini, ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevahiriyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda/nakışları arasında da bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.


Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.”(7) Bediüzzaman’ın bu ifadesi, “kendini bilen Rabbini bilir” manasındaki ilmî marifet kaidesini hatırlamaktadır. Gerçekten, insan o azıcık ilmine bakarak Rabbinin sonsuz ilmini, ufacık gücüne bakarak Rabbinin sonsuz kudretini, o azıcık merhametine bakarak, Rabbinin sonsuz rahmetini anlayabilir.


Keza insan bir mahluk olarak Allah’ın Halık ismini, bir sanat olarak Allah’ın Sani ismini, özel inayet ve merhamete mazhar nazlı bir kul olarak Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerinin cilvelerini göstermektedir. Türlü türlü lütuf ve ikramlara mazhar olarak da Allah’ın Kerim ve Latîf isimlerine ayinedarlık etmektedir.(8)


Ahsen-i Takvim Sırrı ve Ehadiyet-i İlahiye


İnsanın ahsen-i takvimde yaratıldığını gösteren faktörlerin başında hiç kuşkusuz insanın ruhudur. Bilindiği üzere, insan ruhunun cesedin tamamına öyle bir münasebeti var ki, bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, Allah’ın iradesinin bir cilvesi olan evâmir-i tekvîniyeye ve o emirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbâniye olan ruh, onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak, yakın, bir hükmünde; birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nuraniyet kesb etmişse, her bir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir.


Öyle de, ve lillâhi'l-meselü'l-a'lâ, Cenâb-ı Hakkın, madem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette, âlem-i ekber olan kâinatta, o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına, hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir. Ve her şey ile her şeyi bilir, ve hâkezâ..(9)


Ahsen-i Takvim ve İlahî Şuunat:


İnsanın vasıfları, sıfatları ve özellikleri, Allah’ın sıfatlarını anlamaya yardımcı oldukları gibi, duyguları, hisleri de onun Zatî şuunatını kavramaya katkı sağlamaktadır.


Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle: “Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var…Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine aynadarlık eder.(10)


Allah için kullanmaktan kaçındığımız ilahî şuunatı anlamak için şöyle bir misal ile açıklayabiliriz. Bir insanda ilim varsa, bu bilgelik onun için bir sıfattır/vasıftır. Böyle bir vasfa sahip olan kimsenin unvanı âlimdir. İlim sıfatını taşıyan bir âlimin ilme olan kabiliyeti ise onun bir şuunatıdır. Keza, hendese ilmine sahip bir kimse bu vasfından dolayı mühendis unvanını kazanır. Mühendisin hendese bilgisi onun bir sıfatı olduğu gibi, bu sıfata kabiliyetli olması ise onun şuunatını teşkil etmektedir.


İşte bunun gibi, -sözgelişi- Allah’ın yaratma fiili onun yaratma vasfına sahip olduğunu, bu vasıftan ötürü onun unvanı “Yaratan”dır. Yaratanın yaratıcılık vasfı, onun bizzat yaratma gücüne, becerisine sahip olduğunu göstermektedir ki, bu zatî vasfa şuunat denilir.


İşte insanlar, taşıdıkları hissiyatlarıyla Allah’ın şuunatını anlayabilirler. Mesela, insan kendi küçücük merhametiyle, Allah’ın zatında var olan sonsuz merhametini; taşıdığı cömertlik duygusuyla, Allah’ın varlığında bizzat mevcut olan kerem, ihsan ve cömetlik şuunatını kavrayabilir.


Dipnotlar


1-Tin,95/4.


2-Zâriyât Sûresi, 51:20-21.


3-bk. Aclunî, 2/132.


4-Bu hadis, hadis alimlerince, senet bakımından eleştirilmiş olmakla beraber, Aliyyu’l-Karî gibi bazı alimler, bunun manasının doğru ve “Cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım(Zariyat, 51/56) ayetine uygun olduğunu söylemiş ve İbn Abbas’ın bu ayette geçen ‘ibadet/kulluk’tan maksat Allah’ı tanımaktır, şeklindeki açıklamasını delil göstermişlerdir. bk.Aclunî, 2/132; Aliyyu’l-Karî, el-Esraru’l-Merfua, s. 273.


5-bk. İşaratu’l-İ’caz, s.17.


6-bk. Sözler/11. Söz, s.120.


7-Sözler/33.Söz /31. pencere


8-Sözler/11. söz/


9-a.g.e, a.g.y.


10-Sözler, a.g.y.

Niyazi Beki
 

kasif1

Well-known member
Tîn sûresinde, insanın ahsen-i takvimde yaratıldığı ifade buyuruluyor. Buradaki ahsen-i takvim'den kasıt, bütün husûsiyetleriyle insanın yaratılışına bakıyor gibi. Ne dersiniz? İnsan, yaratılış olarak mükemmel. Fakat, insan mâhiyetiyle hüviyetini ayırt etmek lâzım. İnsanın, eskilerin heyulâ" dediği bir mahiyet-i mücerredesi var. Bu mücerret mâhiyetiyle o, potansiyel insan. İçinde kin, nefret, gayz, başkaldırma gibi ilk anda menfî görünen husûsiyetler de bulunan bir mahiyet. İşte, bu husûsiyetler onun mükemmeliyeti çerçevesinde değil de, kendi aslî keyfiyetlerine göre işletilirse, insanın esfel-i sâfilîne düşmesi mukadderdir. Şerri işleme, insanda hayrı işlemeden daha ağır basar. Bu bakımdan, esfel-i sâfilîne, sadece mâhiyetindeki bu menfî husûsiyetleri işletmekle değil, onları olduğu gibi bırakmak ve hayra açık husûsiyetleri işletmemek sûretiyle de düşülebilir. Evet, bu husûsiyetler olduğu gibi bırakılırsa, insanda kokuşma olur. Kur'an, buna dikkat çekiyor ve ahsen-i takvîmden sonra hemen esfel-i sâfilîne düşüşü zikretmekle, hem insanın şerre daha çok yönelik yanına dikkat çekiyor, hem de onun nasıl kokuşup, düşebileceğinin ip uçlarını veriyor. Bunun ardından iman edip, sâlih amelde bulunanlar zikredilerek, esfel-i sâfilîne düşmemenin yolu gösterildiği gibi, kimlerin böyle bir düşüşten kurtulabileceği de belirtilmiş oluyor.
Tîn sûresiyle, Asr sûresi, birbirine benzer. Asr sûresinde, asra yemin ederek başlanır. Asr, bazılarına göre ikindi vaktidir. Efendimiz'in (sav), kendi beyanlarıyla, ikindi vakti peygamberi olması da, bu tevcihi kuvvetlendirir. Aynı zamanda Asr, Efendimiz'in Asr-ı Saâdetine işarette bulunur; bunun yanı sıra, insanın ortalama ömrüne telmihle, 100 yıldan ayrı bir asır ölçüsünü de vermiş olur. Gerçi, hadis-i şerifte her 100 yılda bir müceddid geleceği beyan buyurulur. 60 veya 62-63 yıl da bir asırdır; belki, Efendimiz'in ömrüne tekabül eden 60 veya 63 yılda, aynı sistem veya akım içinde bir müceddid gelirken, 100 yılda bir daha büyük müceddidler geliyor olabilir. Sahâbe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn asırlarını belki böyle 60 senelerle birbirinden ayırmak daha doğru olur. Asr sûresinde bu şekilde zamana ve önemli zaman dilimlerine yemin edilirken, Tîn sûresinde, bir manâda büyük peygamberlerle alâkalı mekânlara yemin edilmektedir."
 

kasif1

Well-known member
Cenab-ı Hak, Tîn Sûresi 4’üncü ayetinde “Muhakkak ki, biz insanı ahsen-i takvim üzere (en güzel bir sûrette) yarattık.” buyurmaktadır. Takvim kelimesi kıvamla aynı köktendir. Yani insan en güzel bir karışım ve kombinasyonda yaratılmıştır. İnsanda bulunan her kabiliyet, duygu, organ, şekil, mânâ, ruh vs. hepsi olması gereken şekilde yaratılmıştır. Buna son zamanlarda “indirgenemez mükemmellik” de deniyor. Yani bu mükemmel “kıvam”dan neyi alırsanız o yapı eksik kalıyor. Her şeyden bir tane daha koyarsanız fazla oluyor. İnsana tüm kabiliyet, duygu ve benzeri özellikler belli bir sınırla verilmiştir. Görür, işitir, hisseder ama belli bir noktaya kadar. İnsan 50 metre ötedeki bir sesi işitebilir, bir sahneyi görebilir; ama vücut kafesinin içindeki sesleri, görüntüleri göremez. Bu aynı zamanda bir rahmettir. İnsan, eşref-i mahlukattır İnsan, eşref-i mahlukat/ mahlukatın en şereflisi olması itibarıyla tüm yaratıkların/kainatın ubudiyetini Cenab-ı Hakk’a arz etme noktasında vekildir, halifedir. Bu anlamda, onda bitkiler, hayvanlar ve cansız sandığımız varlıklar dünyasından da izler vardır. Ahsen-i takvimin her hali, tavrı, edası ve mahiyetiyle en mükemmel örneği Efendimiz’dir (sas). Esfel-i Sâfilîn-Â’lâ-yı illiyyîn Ahsen-i takvim suretinde yaratılmak aynı zamanda önemli ve sonsuz bir kabiliyeti de veriyor. İnsan bu kabiliyet ve mükemmeliyetiyle isterse “Â’lâ-yı illiyyîn”e yani “yücelerin en yücesi”ne de, “esfel-i sâfilîn”e de gidebiliyor. Biri cennetin en üst makamı, diğeri ise cehennemin en alt derekesi. Elmas olmakla bir kömür cürufu olmak arasındaki tercih insana kalıyor. Tercih edebileceği her iki yolda da en son noktaya kadar gidebilme kabiliyeti insana verilmiş. İnsandaki akıl, kalp ve ikisinin buluşma noktası demek olan “vicdan” cenneti ve tevhidi isterken, nefs, enaniyet ve lümme-i şeytaniye denen İblis’in kalpteki irtibat noktası ise vehim, vesvese ve kuruntularıyla karanlık yolu teşvik edip duruyor. Şeyh Galip Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen! (Zübde-i âlem: Kainatın özü; Merdüm-i dîde-i ekvân: Mevcudatın gözbebeği)
 

kasif1

Well-known member
İnsan Kuran-ı Kerim’in tabiri ile ahsen-i takvim (en güzel kıvam) suretinde yaratılmış olup, kainatın halifesidir. Fıtratındaki genişlik ve donanım sayesinde Allah’a muhatap bir varlıktır. Yani insan her bir maddi ve manevi aza ve duyguları ile Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tanıyıp bilecek bir mahiyete sahiptir. Bu noktadan bakıldığında insan kainat kadar geniş ve donanımlıdır. Her bir azası ve latifesi bir aleme açılan bir penceredir.
Mesele göz penceresi ile insan renkler alemini seyreder. Kulak penceresi sayesinde sesler alemini dinler. Burun sayesinde kokular alemini seyreder. Dokunma hissi ile maddi alemi hisseder. Dildeki tatma duyusu ile tatlar alemine açılır ve hakeza. Daha bunun gibi binlerce duygu ve his sayesinde insan bütün kainat ve içindeki dürülü alemleri bilir ve o alemlere misafir olur. İşte insan bu geniş fıtrat ve mahiyeti sayesinde Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını anlayıp idrak edecek külli bir nazara sahiptir. Bu geniş mahiyetinden ve külli nazarından dolayı insan Allah’a hakiki bir kul, cami bir muhataptır. Sair mahlukatta bu genişlik ve donanım yoktur.
İnsanın yukarıda ifade edilen özellikleri ancak iman ve ibadet ile manasına ulaşır. Ve o cami ve külli nazar ancak iman sayesinde elde edilebilir.Yoksa insan iman ve ibadeti terk etse, mahlukat içinde en zavallı en hakir en değersiz bir duruma düşer.
Allah insana kainata halife olacak mahiyeti verdiği gibi, kainatın en zelil ve en adi konumuna düşecek mahiyeti de vermiştir; tercihi ise insana bırakmıştır. Ya iman ve ibadet ile kainata halife olmak, ya da inkar ve isyan ile mahlukatın en zelil ve hakiri olmak vardır, tercih insana aittir. İnsan mahlukat içinde nihayetsiz terakki ile tedenni arasında muhayyer olan tek varlıktır.
İnsanın mahiyet aynası kainat aynası ile mana ve keyfiyet bakımından biribirine denktir. Yani insan şu kainatın küçültülmüş bir misalidir. Allah’ın isim ve sıfatları kainatta umumiyetli ve azametli tecelli ederken, aynı isim ve sıfatlar aynı keyfiyetle insanın mahiyet aynasında mütevazı ve okunaklı olarak tecelli ediyorlar. Bir nevi, insan mahiyeti kainatın manevi bir haritası gibidir. Sadece boyutları ve hacimleri farklıdır. Bu yüzden insan dipsiz bir kuyu gibi derin ve manalı bir mahiyettedir. Birçok mütefekkir ve asfiya insanı okumayı kainatı okumaya tercih etmiştir. Üstad Hazretleri de enfüsi tefekkürün afaki tefekkürden, yani küçük kainat olan insanı okumanın, büyük kainatı okumaktan daha salim ve faziletli olduğunu eserlerinde beyan ediyor.
İnsanın bu geniş mahiyet aynasında yazılı olan manalar ancak iman ve hidayet nuru ile okunabilir. Küfür ve inkar bu yazıları okunmaz hale sokuyor. Nasıl lambasız ve ışıksız eşya görünmez ise, iman ve hidayet olmadan da insan cephesine yazılmış manalar görünmez ve okunmaz.
İşte bu manaları göremeyen ve okuyamayan maddeci filozoflar, insanı konuşan bir hayvan olarak tarif ve tasvir ediyorlar. İnsana bakış farkındaki bu derinlik iman ile küfrün farkı ve derinliğidir. İman, insanı kainata halife ve sultan yaparken, küfür insanı hayvandan daha aşağı bir mevkie yuvarlıyor ve esfel-i safiline indiriyor.
Özet olarak insan, iman olursa, kainata bir halife, Allah’a aziz bir kul, Peygamberimiz (asv)'e şerefli bir ümmet, insanlığa faydalı bir dost, ahsen-i takvime tam bir model oluyor. İman olmaz ise; konuşan bir hayvan, zelil bir mahluk, esfel-i safiline yuvarlanan bir taş gibi oluyor.
Ahsen-i takvim; Allah’a tam ve güzel bir kul olmaktır; esfel-i safilin ise şeytana maskara olmaktır.
 

kasif1

Well-known member
Ahsen-i Takvim

Tüm nevlere bir sima, sanisi etmiş taksim,
Ruha uygun veçheyi, takdir etmiş yaratan.
İnsan için takdiri; suret-i Ahseni takvim!
Yapmış arz’a halife, addetmemiş sıradan!

Saniine şükranı, görev bilen kendine,
Anlamıştır bu sırrı, ram olmuştur son dine!
Kimki edip tegafül, hakka Hamdi terk etse!
Mutlak olur o dallin, yazık eder kendine!

İman elzem insana, sonra Salih ameldir!
Salih amelin tersi, daim tulu emeldir!
Fanilere vurulmak, hüsran olur mümine,
Ticareti sadece(!) merhametsiz elemdir!

Manen eden tekâmül, hayvanlıktan kurtulur!
Çıkar ulvi makama, sonsuz saadet bulur!
İbadeti terk eden, mahrum kalır feyizden,
Hayvan bile olamaz, yılandan sefil olur!

İşte sana iki yol, ya hayvan ol ya insan!
Sireten habis olan, değildir gerçek insan!
İki âlem zindandır, münkir ruhlu sefile!
Tadamazsın huzuru, şayet nefsine kansan!

Kulluk büyük şereftir, yalnız hakka olursa!
İbadet-i taatle, Rabbe mahbub olursa!
O izzeti bilmeyen, düşer türlü zillete,
Sükût eder esfele, kula bir kul olursa!


Cihat Şahin
 
Üst