Musibetlere Nasıl Bakmak Gerekir?

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder.

Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:
Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husûmet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Lem’alar 2. Lem’a
 

Huseyni

Müdavim
konuyla ilgili merak ettiğim bi husus var.aynı Lem'a'da şükrün nimeti ziyadeleştirdiğindende bahsediyodu sanırım. hastalıkta bi çok hikmetinden dolayı nimet sayılır; çünkü günahlara keffaret(sabır ve şükür şartıyla),günahı yoksa insanın ahiretteki makamının artmasına vesile VS..ben böyle anlıyorum, farklıda düşünenler olabilir. merakım; eğer şükür nimeti ziyadeleştiriyosa, hastalığa şükrederek onu artırmayada bi nevi dua mı etmiş oluyoruz? vereceğiniz cevaplardan dolayı şimdiden Allah cc. razı olsun.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Allah razi olsun,


Üsdat; eger sukur ile sabir olursa merakla ikilesen hastalik yani ne olacak bu hastaligin sonu olecek miyim kalacak miyim diye, yani sukur ile merak azaliyor sabir dagilmiyor o zaman da diyor ki hastalik vazifesini bitirir yani hasta sukur eden sabir eden biri haline geldi yerine afiyete birakir gider sabir ve sukur olmayinca tam tersi hastalik artiyor Sabir ve sukur ile cok sukur cok sukur diye diye hastalik azaliyor sukur edince hastaligin vazifesi bitiyor gibi o da artik gider yerini afiyete birakir InsaAllah...
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Allah razı olsun ahsen..

Gafleti izale etmek için bol bol tefekkür etmek gerek bunun içinde azda olsa devamlı olarak Risale-i Nur eserlerini okumak gerek. Hatta aslında ekmek ve su gibi ara ara değil de hava gibi her an okunulmalı ..

Madem konu musibet bende bir soru sorayım
asıl musibet hakiki nedir ?
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
ecmain olsun insaAllah...

Bediüzzaman, Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâmın başına gelen hastalığı işlerken, asıl musîbetin dîne gelen musîbet olduğunu ifâde ediyor.



Beşinci Nüktede, asıl musîbetin dîne gelen musîbet olduğu, dînî olmayan musîbetlerin bir kısmının birer Rahmânî ihtar, birer Rabbânî iltifat ve birer arındırma ameliyesi, bir kısmının günahlara kefâret, bir kısmının da aczi ve zaafı tam hissettirip Allah’a sığınmayı netîce verdiğinden tam bir huzur kaynağı teşkil ettiğini beyan eder. Dînî musîbetlerden ise her zaman Allah’ın dergâhına ilticâ edip feryat etmek gerektiği hatırlatılır.

Dînî musîbet nedir? “Hak dîn” ile aramızdaki her türlü “uyuşmazlığı”, “anlaşmazlığı” ve “sürtüşmeyi” birer dînî musîbet saymamız gerektiği gibi, hak dîne karşı olan kabalığımızı, küstahlığımızı, inadımızı, anlayışsızlığımızı ve kulak tıkayışımızı da birer “dînî musîbet” görmemiz mümkündür. Nitekim Üstad Hazretleri, Hastalar Risâlesinin sekizinci devâsında da “dînî musîbete” kısmen temas eder ve şöyle der: “Eğer sen, günahları düşünmüyorsan, yâhut âhireti bilmiyorsan, veya Allah’ı tanımıyorsan sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryat et. Çünkü bütün dünyanın mevcûdâtıyla kalbin, ruhun ve nefsin alakadardır. Mütemadiyen ayrılık ve yokluk ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus âhireti bilmediğin için, ölümü ebedî yok oluş olarak düşündüğünden, yara bere içinde dünya kadar hastalıklı bir vücudun var.

Dînî musîbete karşı Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inâyetine sığınmalıdır. Cenâb-ı Hak cümle ehl-i imanı dinî musîbetlere karşı muhafaza buyursun.


Lem’alar,
 

mihrimah

Well-known member
Allah razı olsun ahsen..

Gafleti izale etmek için bol bol tefekkür etmek gerek bunun içinde azda olsa devamlı olarak Risale-i Nur eserlerini okumak gerek. Hatta aslında ekmek ve su gibi ara ara değil de hava gibi her an okunulmalı ..

Madem konu musibet bende bir soru sorayım
asıl musibet hakiki nedir ?


Bilmiyorum risalelerden detay mı istiyorsunuz bu konuda ama tek cümleyle (2.lem'a)
"Asıl musibet dine gelen musibettir!!!" diye biliyorum...
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Hakkınızı helal edin Ahsen abla cevaplamışsınız hemde detaylı:D

estagfirullah helal olsun nurum o nasil soz seni benimi var

Sen daha uyu

Ahsen sahurdan beri gözüne uykku vermemiş burada sorulara cevap veriyor :)


Benmii talha kardes
blinkne4.gif
bak bu dedigine ben bile inanmadim :D
 

mihrimah

Well-known member
Sen daha uyu

Ahsen sahurdan beri gözüne uykku vermemiş burada sorulara cevap veriyor :)

:) Ben hakikat ondan tecelli etsin istedim:D

Allah razı olsun Ahsen abladan çok güzel açıklamış...Bazı konularda verdiğim cevaplar yanlış anlamalara vesile olduğundan ötürü düşünüyordum acaba cevaplasam mı yoksa cevaplamasam mı? Sonra dedim e üstad böyle demiş Abi itiraz edecek değil ya. yaz cevabını, ama işte...:) Atı alan Üsküdarı geçmiş:)
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Musibetlerin İç Yüzü

Musibet kelimesi, daha çok, insana isabet eden hastalık, bela, sıkıntı gibi elem ve keder verici hâdiseler için kullanılır. Ve bunlarla insanoğlu, sabır imtihanına tabi tutulur.

Bir hadis-i şeriften aldığımız müjdeye göre, lambanın sönmesiyle yeniden yanması arasında çekilen cüz’i bir sıkıntı bile günahlara kefaret oluyor. Hastalıklar, musibetler, özellikle umumî afetler, bunları sabır ve rıza ile karşılayan bir kulun manevî makamını yükseltiyorlar; kalbini safileştiriyor, ruhunu olgunlaştırıyorlar.

Her hastalık, her musibet ayrı bir sabır imtihanıdır. Bu imtihanı kaybeden insanlar, kadere itiraz etme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Kaderin ince sırlarını bilmenin insan idrakinin çok ötelerinde olduğu, Kur’an-ı Kerimde, Hz. Musa’nın(a.s.) bir kıssasıyla müminlere ders verilir. Bu kıssada Hz. Musa(a.s.) ile Hz. Hızır’ın(a.s.) seyahatlerine yer verilir. Kısaca özetleyelim:

Hz. Hızır, ilm-i ledün denilen, “hâdiselerin hikmet yönünü bilme,” hususunda İlâhî lütfa mazhar olmuş bir büyük veli, yahut bir peygamber.

Hazret-i Musa(a.s.) bu zattan hikmet dersi almak ister. Hz. Hızır onun arkadaşlık teklifini, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin” şeklinde ilginç bir gerekçe ile reddeder ve sözünü şöyle tamamlar: “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”

Hz. Musa’nın(a.s.) “İnşallah sen beni sabreden bir kul olarak bulacaksın, senin emrine de karşı gelmem” demesi üzerine arkadaş olurlar. Hz. Hızır bu arada bir de şart koşar: “Ben bir konuda sana bilgi verinceye kadar benden hiçbir şey sorma!”Bir gemiye binerler. Hz. Hızır, gemiyi yaralamaya başlar. Hz. Musa(a.s.) dayanamayıp itiraz eder. Hz. Hızır’ın ikazı üzerine, “unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme...” diyerek özür beyan eder. Yolculuğa devam ederler. Hz. Hızır, küçük bir çocuğu öldürür. Hz. Musa, buna da itiraz eder. Hz. Hızır kendisini tekrar ikaz edince, Musa aleyhisselâm: “Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme” der.

Daha sonra bir köye uğrarlar, kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır, o köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı tamir eder, doğrultur. Hz. Musa, biraz da sitem karışımı bir üslupla, böyle yapmasının hikmetini sorunca, Hz. Hızır, “arkadaşlığımız burada sona eriyor; şimdi sana sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim” der.

Gemiyi yaralamasından başlar: “Zâlim bir hükümdarın sağlam gemilere el koyduğunu, gemiyi bu yüzden ayıplı kılmak istediğini söyler. Öldürdüğü çocuğun babasının salih bir zat olduğunu, çocuğun onları azgınlığa ve nankörlüğe boğmasından koktuğunu ifade eder. Duvar tamirine gelince, o duvarın altında bir hazine bulunduğunu, evdeki iki yetim çocuk büyüyünceye kadar duvarın yıkılmaması gerektiğini, onun için tamir yoluna gittiğini anlatır. Ve bütün bu işleri, kendi hevesiyle değil, İlâhî ilhamla yaptığını özellikle vurgular.”

Allah kelâmında yer almış bu kıssadan almamız gereken en büyük ders şu olsa gerek: “Hz. Musa gibi büyük bir peygamber bile, hâdiselerin altında yatan İlâhî hikmetleri tam olarak bilemediğine göre, biz boşuna kendimizi yormayalım.”

Beşerin iradesi dışında cereyan eden olaylara kendilerince yorumlar getirenler, bir bakıma Hz. Hızır’ı taklide kalkışmış oluyorlar. Ancak, o, bütün bunları İlâhî ilhamla söylüyordu; bunlar ise ya nefislerinin isteklerini aktarıyorlar, yahut kendi his ve heveslerine tercüman oluyorlar. Nur Külliyatında, “Ehl-i hakikat gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler” buyurulur. Hakikat ehli denilince en başta peygamberler hatıra gelir. Onlar bile gaybî şeylerden, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bildirdiği kadarına vâkıf olabilirler. Peygamberlik görevlerini yürütürken, olayların zahirine bakar, İlâhî emirlere uygun olup olmadıklarına nazar eder, ona göre hükmederler. Hâdiselerin altında yatan bütün hikmetleri bilmeleri, bazen, bu kutsî görevlerinde aksamaya yol açabilir. Bu hikmet içindir ki, kendilerine her şeyin iç yüzü ve hikmet yönü tam olarak bildirilmemiştir.

İşte bu kıssa bunun en güzel bir örneğidir.

Kıssanın ayrı bir yönü üzerinde de durmak isteriz: Seçilen üç olay âdeta birer semboldür. Birincisi “mala gelen zararları” ikincisi “cana, çoluk çocuğa, akrabalara gelen musibetleri” üçüncüsü de, “İslâm düşmanlarının dünyada nâil oldukları nimet ve ihsanları” temsil ediyor.

Muhyiddin Arabî Hazretleri, kıssada geçen üç olayla Hz. Musa’nın(a.s.) başından geçen üç olay arasında ilgi kurar. Bunlardan birisini nakledelim: Hz. Musa’yı da annesi bir sandığa koyup Nil nehrine atmıştı. Ama bu atışın “Zahiri helâk, batını necat idi”. Yani görünüşte annesi onu boğulmaya terk ediyordu. Halbuki, o böylece ölümden kurtulmuş, bununla da kalmayıp Firavunun sarayına yerleşmişti. Hz. Hızır’ın gemiyi yaralaması da böyle idi.

Hz. Hızır, Hz. Musa’ya(a.s.) “kendisiyle arkadaşlık etmeye güç yetiremeyeceğini” söylemekle ona ilk gaybî haberi de vermiş oluyordu. Bu haberini bir teselli cümlesiyle tamamlamıştı: “(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”

Bu teselli cümlesinde aynı zamanda büyük bir müjde de saklı: “Kadere itiraz etmemek şartıyla, insanoğlunun musibetler karşısında gösterdiği sabırsızlıktan dolayı ceza görmeyeceği müjdesi...”

“Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette aciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı...

Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi’ diyerek, aciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.” Mektûbat

Başta da belirttiğimiz gibi, bu kıssadan alınacak en büyük hisse, “insanın İlâhî hikmetleri ve kaderin derin sırlarını anlamadaki aczini hissetmesidir.”

Ahmet Avni Konuk şöyle buyurur:

“Bir abd bir belâya giriftar olunca, onun eleminden Hakk’a şikayet ederse sabrına zarar vermez. Ancak Hakk’ın gayrına şikayet etmeyip, nefsini zapt etmeli.

Şikayet eden kimse, ...kazaya değil makzi olan şeye razı olmamış bulunur. Halbuki bize, ‘makzi olan şeye razı olun’ diye hitab olunmadı.”

Kader: bir plân, bir program demektir. Kaderde olan bir şeyin icra edilmesine kaza diyoruz. Makzi ise, “kaza olunan, icra edilen şey.” Meselâ, bir cümleyi yazmayı planlamak kader, yazmak ise kazadır. Makzi de yazılan cümledir. Aynı şekilde, insanın hastalanması kaderinde varsa, hastalandığında bu kader kaza edilmiş demektir. Makzi ise hastalıktır. Bize, “makziye razı olun” diye bir teklif yapılmış değil. Öyle olsaydı tedavi olmak günah olurdu. Demek ki, hastalık geldiğinde bunun Hakkın bir takdiri ve kazası olduğunu bilip rıza ile karşılamak, itiraz ve isyan yolunu tutmamak, öte yandan tedavi için gerekli tedbirleri de almak durumundayız.

Her musibet kahır değil; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: “Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir”

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.
Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” Sözler

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli.
Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz. “Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.
“Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••
Nur Külliyatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.
İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara Sûresi, 216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”
bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir.

Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz.
Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.
Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.



Alaaddin Başar (Prof. Dr.)
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Bir musibet nasıl binlerce olur?

54592.jpg





b424.gif


Suâl: Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu musîbet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umûmî musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir. (Sözler, s. 158

Bediüzzaman Said Nursi
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor.

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:
Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”
Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:
Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
(Sözler)
İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••
Nur Küllayatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” ( Bakara Sûresi, 216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.



Alaaddin Başar (Prof.Dr.)
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Musibetler Ne Söyler?

Musibetler Ne Söyler?


Musibet3.jpg


Başımıza gelen musibetler acaba bize ne söylemektedir? Kâinattaki hiçbir şey sebepsiz yaratılmadığına göre musibetlerdeki mesaj nedir?
Niye başımıza gelmiştir ki bütün bunlar? Niye bizim başımıza gelmiştir ki? İşte hayatımızdaki en önemli kırılmaları tam da bu anlarda yaşarız. Burada önemli olan, musibetlerin ne söylediğini doğru olarak anlayıp anlamamaktadır…

Varlığın anlamını bulmaya çalışmak insanlık tarihi kadar eski fakat bir o kadar da eskimez ve esrarengiz bir arayıştır. Dolayısıyla “hayat” dediğimiz karışımın “içindekiler” bölümüne baktığımızda başımıza gelen hadiselere anlam vermeye çalışırken en çok da “olumsuzlar” kısmına takılıp kalırız.
Bazen ufacık şeyler bile canımızı sıkmaya yeterken bazen de bütün dünya üzerimize yıkılıverir sanki. Kendi kendimizi çok çaresiz hissettiğimiz zamanlar olur, alabildiğine mutsuzluklar yaşanır…
Niye başımıza gelmiştir ki bütün bunlar? Niye bizim başımıza gelmiştir ki? İşte hayatımızdaki en önemli kırılmaları tam da bu anlarda yaşarız. Acaba nasıl yorumlamamız gereken sorulardır bunlar? İsyan ve teslimiyet birbirinden fersah fersah uzak kelimeler olmasına rağmen bu kadar yakınlaşır bu anlarda birbirine ve gelgitler yaşanır ruhlarda. Acaba hangisi galip gelecektir? Evet, musibetler kiminin kırılganlığını ve isyanlarını katlar kiminin de imanını ve derecesini…

Biz O’ndan razı mıyız?
Bir kere her şeyden önce “musibet” kelimesinin “isabet eden” anlamına baktığımızda bile başımıza gelen her hadisede olduğu gibi musibette de “rast geleliğin” ve “tesadüfün” tam tersi olan manasıyla karşılaşırız. Yani musibet tam anlamıyla, kasıtlı olarak “bir takdirin” sonucunda gelmiştir. Bu ise kadere imanın farklı bir boyutunu işaret eder ki; Resulullah’a bir defasında “İman nedir?” diye sorulduğunda; “O sabırdır.” cevabını vermesi böylesi bir takdire itimadı işaret eder. Bu da, “Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.” (Teğabun: 11) ayetinin tam da teslimiyet boyutunu ifade eder.
Sahabelerin maruz kaldıkları imtihan ve sıkıntılara karşı, İmam Şafii’nin “Başka bir şey olmasaydı Kur’an’dan bu sûre yeterdi.” dediği, hakkı ve sabrı tavsiye eden “Asr” suresini okumaları da bu bakımdan manidardır.
Hani hep birbirimize sık sık “Allah razı olsun” deriz ya... Evet, muhakkak ki “Allah razı olsun” ama bakalım önce, “Biz O’ndan razı mıyız?” sualine vereceğimiz cevap bu bakımdan çok önemlidir. Yani Allah’tan gelen her şeye razı mıyız?
İşte bu yüzden Beyyine suresinin sekizinci ayeti; “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuştur” derken tam da bunu söyler ki, buna “rıza makamı” denir.
Yani mü’min bilir ki başına gelen her olumsuzlukta bir hikmet vardır. Nasıl ki her şeyin kendine has bir dili varsa musibetin de kendine has bir dili vardır; kulağını açana bir şeyler fısıldar, duymasını bilene kendi diliyle, çok şeyler anlatır.
Musibet4.jpg

Musibetler elçidir
Musibetler bir bakıma bir elçi gibi gelir ve uyarır. Dünyanın faniliğini anlatır inatçı ve unutkan nefsimize. Biz unuttukça o hatırlatır. Şu dünyada hiçbir şeyin mutlak anlamda sahibi olmadığımızı anlatır. Sahiplenmenin getirdiği kibri ve bencilliği kırmak en büyük vazifesidir. O yüzden acıtır, sarsar, durdurur ve düşündürür. Der ki: “Sana verilen her şey emanet ve imtihandır. Sakın bu ağır yükleri yüklenme…”
Ve dertler küçülür, değişir, başka, yüksek bir anlam ifade eder, manasını bırakır ve gider.
Hastalıkla “Şafi” ismi görünür. Açlıkla “Rezzak” ismi, ihtiyaçlarla “Kadîr, Rahmân, Kerîm, Muhsin, Ganî” isimleri… Evet, hikmet makası biçer, rahmet iğnesi batırır, kudret aynası yaratır. İman eden yükselir, itimat eden kazanır…
Hayat olumsuz gibi görünen unsurlarla mücadele sayesinde yükselir, temizlenir, anlam bulur ve mükemmele kavuşur. İnsan kötüye, kötülüklere ve hayatın içindeki olumsuzluklara karşı direnç gösterip mukavemet ettikçe güçlenir ve hayattaki gerçek başarıyı yakalar.
Dolayısıyla güzellik, çirkinliklerle beraber anlam bulur. Öyleyse “Hâbil”lerin değerinin anlaşılması için “Kâbil”lerin de var olması gerekir. Olumluların tonlarıyla anlaşılması ve yükselişi olumsuzların tonlarıyla var olmasına bağlıdır. Çünkü her şey zıddıyla bilinir, anlaşılıp açığa çıkar. Acıyı tatmayan, tatlıyı anlamaz. Rahmet, zahmetin, meşakkatin ve sıkıntıların içinde gizlenmiştir. Yani Richart Bach’ın dediği gibi; “Her problem, içinde armağan saklar.”

İman Allah’a itimattır
"O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde: 7) “…Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216) gibi ayetlere bakarak diyebiliriz ki; “İman Allah’a itimattır.” Öyleyse iman, İbrahim Hakkı gibi; "Mevla görelim neyler; neylerse güzel eyler." demeyi gerektirir. Dolayısıyla tevekkül, kalbin Allah’a güvenmesidir.
Evet, Yunus (a.s.) balığın karnında âlemini genişletmiş, Yusuf (a.s.) karanlık bir kuyuda aydınlıklara kavuşmuş, İbrahim (a.s.) ateşten geçip bahtiyarlığa ermiş, Eyyûp (a.s.) hastalıklarla yükselmiştir.
Dolayısıyla hakikatte çirkinlik yoktur. Çirkinlik bakanın bakışında ve bakan gözdedir. Asıl musibet isyanda ve imansızlıktadır. Bu öyle bir isyandır ki, tâbiînin büyüklerinden Meymûn bin Mihrân’ın dediği gibi; “Allah’ın takdirine rızâ göstermeyen kimsenin ahmaklığının tedavisi yoktur.”
Musibetlere maruz kaldığımızdaki tavır ve duygularımız o denli önemlidir ki Rabb’imiz bizi bir taraftan sarsarcasına uyarırken; "Benim takdirime razı olmayan ve benim verdiğim musibete sabretmeyen, kendine benden başka bir Rabb arasın" (Câmiü’s-Sağîr, 4:469, hadis no: 6009; Taberanî, Kebîr) der. Diğer taraftan ise; “Kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evladında bir musibet verdiğimiz vakit, bu musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyamet günü onun için mizan kurmak ve defter açmaktan hayâ ederim” (Câmi’ü-Sağîr: 487, Hadis No: 6043; Hâkim) diyerek müjde verir.
İşte musibetler, iman ve itimatla, nankörlük ve isyan arasındaki uçsuz bucaksız farkı göstermek için aynalarda tecelli ederken, kalbindeki iman aynasına bakan mü’minler Necip Fazıl’ın kelimeleriyle der ki;
“Rabbim, Rabbim! Bildim neymiş işin Türkçesi,
Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi.”
Musibet5.jpg



Musibetler hatalarımızı anlamak adına çok büyük ders ve ibretler taşır.
Biz böyle anlarda nefislerimizle yüzleşiriz. Sözgelimi Fudayl b. İyaz; “Allah’a itaatsizlik ettiğimi, eşeğimin ve hizmetçimin bana itaatsizlik etmelerinden anlarım.” derken bize bunu anlatır. Çürük zemine ev yapmaktan, ibadetlerimizdeki tembelliğimize varıncaya kadar yaptığımız pek çok hatalarımızın sonucunda ise “bir musibet bin nasihatten iyidir” veya “musibet zekâyı eğitir” gibi hayırlar bizi karşılar. Bu anlamda musibetin öğreticiliği tartışılamaz. Tam da burada "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." (Nisâ: 79) gibi ayetlere baktığımızda tedbirsizlik ve ihmallerimizle yüz yüze gelir ve kaderin verdiği fetvayı daha iyi anlarız.

Musibet, günahlardan temizleyip arındırarak insanları Allah’a yaklaştırır.
İnsanın Rabb’ine en yürekten yaklaştığı anlar ona yürekten el açtığı anlardır. İbn Ataullah İskenderi; “Allah seni yarattıklarından uzaklaştırdığı zaman bil ki, sana dostluğunun kapısını açmak istiyor.” derken Bediüzzaman da “Cenab-ı Hakk bir kulunu severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir.” diyerek kalbi masivadan sıyırmak adına imanî ufuklar açarlar. Efendimiz; "Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü'minin günahından bir kısmını mağfiret buyurur." (Buhari, Merda 1) der.

Musibetler, manevi dereceyi arttırıp yüksek nimetlere kavuşmak için fırsattır.
Acı ve felaketler büyük uyanışlara, büyük inkişaflara vesiledir. Churchill’in dediği gibi "Uçurtmalar, rüzgâr kuvvetiyle değil, bu kuvvete karşı uçtukları için yükselirler."
Musibetler insana manevi sıçramalar yaşatır. Öyleleri vardır ki, amelleri ile değil başlarına gelen musibetlere karşı gösterdikleri sabır ve itimatla bir anda evliya derecesine yükselmişlerdir. İşte Rabb’imiz bize bunu; “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.” (Zümer: 10) diye müjdelerken Hz. Peygamber de; "Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline sevapları verilince, dünyada iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler." (Tirmizi, Zühd 59) diyerek yüreğimizi hakikate açar. Öyle ki, bir gün Hz. Peygamber ateşler içinde hasta yatağında yatarken sahabelerine; “Bazı peygamberlerin musibet karşısındaki sevinçleri, sizin ihsan karşısındaki sevincinizden daha fazlaydı.” (Müsned, 3:94) demişti. Bu yüzdendi belki de musibetlere derece derece maruz kalanların sıralanma biçimi: Peygamberler, salihler, veliler, müminler…

Musibetlerin en büyük hikmetlerinden biri de imtihandır.
Şu dünya bir imtihan, ibadet ve hizmet meydanıdır; ücret ve mükâfat yeri değil. Oysa imtihan oluyor oluşumuzu çoğu zaman öylesine unutuyoruz ki, sanki dünya rahat yeriymişçesine gevşiyor ve adeta sınavdaki bir öğrencinin sanki sınavda değilmişçesine ve “O, insanlar sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecekler?” (Ankebut, 2) ayetini görmeyip nefsimizi ikna edemiyoruz. Sonuçta, Rabb’imizin takdirine isyanı ifade eden memnuniyetsizlikler ve depresif haller ruhumuzu, tavır ve fiillerimizi sarabiliyor.
Maalesef günümüzde imanî olmayan anlayış ve haller öylesine dünyalarımızı istila etti ki, ne “kazanırken kaybettiğimizi” fark edebiliyor ne de “kaybederken kazandığımızı” hatırlayabiliyoruz!

Enbiyadan daha şiddetli imtihan edilen hiç kimse yoktur
Ebu Said el-Hudri yanındaki sahabelerle Hz. Peygamber’i ziyaret için huzura çıktıklarında Resûlullah’ın üzerinde kadife bir örtü vardı. Öyle ki, ellerini kadife örtünün üzerine koyduklarında “hastalık ateşini” o kadife üzerinden hissediyorlardı.
Allah Resûlü’nün ateşi öylesine şiddetliydi ki, sahabeler vücuduna dokunmaktan çekiniyordu.
“Sübhanallah bu ateş de ne?” diye sorunca, Hz. Peygamber:
“Enbiyadan daha şiddetli imtihan edilen hiç kimse yoktur. Onların imtihanları da ecirleri de kat kat olur. Onlardan bir kısmına şiddetli fakirlik verilmişti. Öyle ki, gecede ve gündüzde giyinip örtünecek bir abadan başka bir şeyleri olmazdı. Bazı peygamberlerin musibet karşısındaki sevinçleri, sizin ihsan karşısındaki sevincinizden daha fazlaydı.” demişti.

Sahabelerin imanındaki alamet
Yaradılışın nurlu tılsımı, muhabbet ve şefkat Peygamberi Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bir gün sahabelerinin yanına geldi ve dedi ki:
“Nasıl sabahladınız?”
Cevap verdiler:
“Allah’a iman eder bir halde sabahladık, ey Allah’ın Resûlü!”
Efendimiz buyurdular ki:
“İmanınızın alameti nedir?”
Sahabeler şöyle karşılık verdiler:
“Belaya karşı sabrederiz. Genişlik üzerine şükreder, kazaya razı oluruz!..”
Allah sevgilisi, mesafelere hayat veren gözlerle onlara baktı ve dedi ki:
“Kabe’nin Rabbi’nin hakkı için, siz gerçekten mü’minlersiniz…

Suya girmeden önce
Bir padişahın acemi bir kölesi vardı. Bir gün bu köleyle gemiye binmişti. Köle şimdiye kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemişti. Gemi yolculuğunun birtakım sıkıntıları ve zorlukları vardı. Köle, gemi limandan ayrıldığı andan itibaren titremeye başladı. Ne yaptılarsa köleyi sakinleştiremediler.
Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdara:
“Müsaade ederseniz ben onu susturayım.” dedi.
Hükümdar da o zata izin verdi.
Ardından o zat, köleyi denize attırdı. Köle birkaç kere suya battı. Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. Onu saçından tutup gemiye aldılar.
Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sakin oturdu.
Hükümdar âlimden bu işin hikmetini sordu. O da;
“Köle suya girmeden evvel, gemideki selametin kadrini ve kıymetini bilmiyordu. İşte huzurla, saadet ve sıhhat böyledir. Huzur içinde, mesut ve mutlu bir tarzda yaşayan, bir felakete uğramadıkça, o huzur ve saadetin kıymetini bilmez. İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez” dedi.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Başımıza Gelen Herşey Musibet Midir?

Başımıza Gelen Herşey Musibet Midir?

Musibet.jpg


“İsabet eden şey” manasına gelen “musibet” kelimesi müsbet ve menfî anlamları içinde barındır. Musibet, insanların başına gelen hayır-şer, iyi-kötü, müsbet-menfî her şeyi içinde toplayan bir kavramdır. Ancak en belirgin ve yaygın olarak menfî anlamda kullanılan musibet kelimesi insanların başına gelen şer, zarar, bela gibi manaları içinde barındırır.
“S-v-b” kökünden türeyen “Musibet” kelimesinin lügat anlamı kısaca “İsabet eden şey” şeklinde ifade edilir. Bu açıdan bakınca musibet kelimesinin müsbet ve menfî anlamları içinde barındırdığını, günlük kullanımındaki gibi tamamen olumsuz anlam taşımadığını söylememiz gerekir. Bir diğer ifadeyle musibet, insanların başına gelen hayır-şer, iyi-kötü, müsbet-menfî her şeyi içinde toplayan bir kavramdır.
Ancak en belirgin ve yaygın olarak menfî anlamda kullanılan musibet kelimesi insanların başına gelen şer, zarar, bela gibi manaları içinde barındırır. Daha müşahhas olarak ifade etmek gerekirse ölüm, hastalık, yaralanma, sakatlanma, maddî ve manevî kayıplar, uğranan zararlar, doğal afetler hep musibet terimiyle birlikte anılır, anlaşılır. En ağır ve istenilmeyen “ölüm” gibi acı ve çok ağır hadiseler de musibet başlığı altında dile getirilir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda doğrudan musibet kelimesinin 10 yerde geçtiğini görürüz. Bunlar içinde Hadid Suresi 22. ve 23. ayetlerinde bu kelimenin sınırlarının çizildiğini ifade edebiliriz.
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir ‘musibet’ yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır.”
“Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.”
Bu iki âyet-i kerimede Allah’ın verdiği nimetler de, bu nimetlerin elden gitmesi, zayi olması, alınması da başa gelen, kula ‘isabet eden’ musibetlerdir. Zira başa gelen, isabet eden hayır da olabilir, şer de olabilir. Bu açıdan bakınca felaketler, afetler, hastalıklar ve zararlar ‘şer’ yönlü musibetler; nimetler, imkânlar, mal ve kazançlar ‘hayır’ yönlü musibetlerdir.
İki musibet
Diğer yandan musibetlerin “yeryüzünde vuku bulan” ve “sizin başınıza gelen” şeklinde, iki ana kategoride zikredilmesi manidardır. Buna göre musibetler bir yandan yeryüzünün genelini etkileyen, diğer yandan da tek tek her bir insanın başına gelen hadiselerdir. Deprem, sel baskınları, fırtınalar, kuraklıklar, savaşlar, ürün ve hayvanlara gelen zararlar genel musibetleri; ölüm, hastalık, yaralanma, açlık, susuzluk, esaret gibi felaketler de insanları birebir etkileyen musibetleri teşkil etmektedir.
Yine aynı âyetlerde her iki grupta yer alan musibetlerin küllî ve cüz’î iradeyle, kader ve insan iradesiyle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Mezkûr musibetlerin yaratılmadan, vuku bulmadan önce bir Kitap’ta, İslam âlimlerinin yorumuyla Levh-i Mahfuz’da yazılmış oluşu kaderi ifade eder. Bu cihetten musibetler Allah’ın ezeli ilminde, kimin hangi akibete maruz kalacağı takdir edilmiş ve belirlenmiştir. Zamanı gelince bu musibet o kişinin veya toplumun başına gelir. Elden çıkana “üzülmemek” ve Allah’ın verdiği nimetler karşısında “şımarmamak” ise doğrudan insan iradesiyle bağlantılıdır. Aslında bu üzülmemek ve şımarmamak yine İlahî iradeye boyun eğmeyi ve teslim olmayı gerektirir. Zira her şeyin Sahibi, sonsuz ilmi ve sınırsız iradesiyle istediği şekilde takdir etmiştir. Ne verilen, ne geri alınan insanın değildir. Hepsi insanlar için birer imtihan vesilesidir. İnsandan beklenen ise sabretmek veya şükretmekle bu imtihanı verebilmektir.
Tegabün Suresi 11. âyette buyrulduğu gibi “Allah’ın izni olmadıkça hiçbir musibet başa gelmez”.
Bakara Suresi 155-156. âyetlerde ise musibet kavramının temel unsurları belirlenirken mezkûr imtihan ve neticesine dair bir müjde de zikredilir: “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!
“Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: ‘Biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz.’ derler.”
Alc%FDl%FD.jpg
Sabır ve teslimiyet
Görüldüğü gibi korku, açlık, eldeki nimetlerin eksilmesi ve kaybı musibet ifadesinin karşılığı olarak ifade buyrulur. Aynı zamanda bunlar önemli birer ‘imtihan’ vesilesidirler. O imtihanın ana şartı ise “sabretmek”tir. O sabrın en belirgin yansıması teslimiyettir. Mü’min kullar bu teslimiyeti bir musibete düçar olunca ‘Biz Allah’a aitiz ve sonunda O’na döneceğiz.’ diyerek sergilerler.
Musibetlere sabır ve teslimiyetle karşılık verenlerin bir diğer önemli sıfatı hadiselere bakış açılarıdır. Bir mü’mine göre hayır ve şer dış görünüşten ibaret değildir. Çünkü bazı musibetler vardır ki neticesi hayırdır. Bazen de hayır gibi görülen şeyler de netice ve mahiyet itibariyle şer olabilir. Bu yüzden aceleci davranmamak, kulluk görevini yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’a bırakmak gerekir.
Musibetlere karşı sabır ve teslimiyet nasıl mü’minin vasfı ise, tam tersine hareket ise kâfir ve inkârcıların vasfı olacaktır. Nitekim Tevbe Suresi 50-51. âyetlerde bu husus şöyle buyrulur:
“Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları (kafirleri) üzer. Eğer başına bir musibet gelirse, ‘İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız’ derler ve böbürlenerek dönüp giderler. “
“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.”
Umumi musibet
İnsanlık tarihi boyunca vaki olan bazı musibetler vardır ki, umumî ve genel olarak gelmiştir. Enfal Suresi 25. âyette şöyle buyrulur:
“Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.”
Bu âyet-i kerimeye göre bir topluma ‘isabet’ eden ‘fitne’ çok umumîdir. Sadece zâlimlerin, günahkârların ve kusurluların başına gelmez. O toplumda bulunan herkesi içine alır. Diğer yandan bu âyet-i kerimeyi bir uyarı ve ikaz olarak dikkate aldığımızda, böylesi bir musibeti ortaya çıkaracak fitneden yine umumî bir çerçevede kaçınılması, eğer varsa ortadan kaldırılması halinde böylesi geniş ve dehşetli bir azap ve cezanın ortaya çıkmayacağı neticesine ulaşabiliriz.
Bazı musibetler de vardır ki, mü’min-kâfir fark etmeksizin yapılan ameller, işler ve davranışlar neticesinde vuku bulur. İnsanın kendi iradesini kullanarak ve ‘kendi eliyle kazandıkları’ neticesinde isabet eden musibetler vardır. Şu âyetlerde görüldüğü gibi:
“Bizzat kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, âyetlerine uysak ve müminlerden olsaydık!’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik).” (Kasas Suresi, 62)
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (Şura Suresi, 30)
Musibetler kefarettir
Küçük veya büyük, az veya çok mü’minlerin başına gelen musibetlere bir başka yaklaşım tarzı daha vardır. Yaşanan her musibeti günahlara, hata ve kusurlara birer kefaret olarak bakılmalıdır. Resulüllah (a.s.m.) bu konuda şöyle buyurur:
“Müslüman’a; fenalık, hastalık, keder, hüzün, eza, can sıkıntısı ârız olmaz, hatta vücuduna bir diken batmaz ki, Allah bu musibetler sebebiyle onun hatalarını ve günahlarını bağışlamış olmasın.” (Buhârî, Merdâ, 1; Müslim, Birr, 14)
Kefaret ciheti bir mü’min için musibetleri kayıp ve hüsran kaynağı değil, dünyevî ve uhrevî kazançların birer hazinesi haline getirecektir. Bu imana ve imanlı bakış açısına nail olabilmek hepimizin duası ve niyazı olmalıdır.

Veli Sırım
 

Muvahhid1

Well-known member
Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur.Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür.Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder.


Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider.Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,

Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.

Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.

Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.

Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husûmet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Lem’alar 2. Lem’a
 
Üst