Cennete Dair

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Risale-i Nur Külliyatı'ndan
28. Söz (Cennete Dair)

Sual: Ehâdis-i şerifede denilmiştir ki: "Bazı ehl-i Cennete dünya kadar bir yer veriliyor; yüz binler kasır, yüz binler huri ihsan ediliyor." Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzumu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir ve ne demektir?

Elcevap: Eğer insan yalnız câmid bir vücut olsaydı veyahut yalnız mideden ibaret nebatî bir mahlûk olsaydı veyahut yalnız mukayyet, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden ibaret olsaydı, öyle çok kasırlara, çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan öyle câmi' bir mu'cize-i kudrettir ki, hattâ şu dünya-yı fânide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bazı letâifinin ihtiyacı cihetiyle, bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse, belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki, ebedî bir dâr-ı saadette, nihayetsiz istidada mâlik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular eliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan, elbette ehâdiste beyan olunan ihsânât-ı İlâhiyeye mazhariyeti makuldür ve haktır ve hakikattir. Ve şu hakikat-i ulviyeye bir temsil dürbünüyle rasat edeceğiz.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
ALTINCI SÖZ"

"ALLAH, inananlardan, mallarını ve canlarını, Cennet karşılığında satın almıştır" mealindeki âyetin bir açıklaması. Yetenek ve organlarımızın ALLAH için nasıl kullanılabileceğine dair pratik örnekler.”

"ALLAH mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." (Tevbe Sûresi, 9:111.)

NEFİS VE MALINI Cenâb-ı Hakk’a satmak ve O’na abd (kul) olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:

Bir zaman bir padişah, raiyetinden (halkından) iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder (degişir), gider. Padişah, o iki nefere, kemal-i merhametinden, bir yaver-i ekremini (yüksek rütbeli bir memurunu) gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:

"Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude (boşuna) zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını (giderlerini) tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı (lazım olan şeyleri) , ben deruhte ederim (üzerime alırım). Bütün varidatı (gelirleri) ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!

"Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude (boşa) gidecek; hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek (işlenecek) şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret (zarar) içinde hasâret (zarar)!

"Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri (gözde bir askeri) olursunuz."
Onlar şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi: "Baş üstüne! Ben maaliftihar (memnuniyetle) satarım, hem bin tesekkur ederim."

Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzelelerinden, dağdağalarından (karışıklıklarından) haberi yok, dedi: "Yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam."

Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lûtfuna mazhar olmuş; has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftar olmuş ki (yakalanmış ki), hem herkes ona acıyor, hem de "Müstehak!" diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak, hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor.

İşte, ey nefs-i pürheves (heveslerinin peşinde koşan nefis)! Şu misalin dürbünüyle hakikatin yüzüne bak. Amma o padişah ise, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin (sahip olduğun şeyler) ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî (görünmeyen) hasselerindir (organlarındır). Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerîmdir. Ve o ferman-ı ahkem (sağlam esaslar içeren buyruk) ise, Kur'ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi (büyük ticareti) şu âyetle ilân ediyor:

"ALLAH mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." (Tevbe Sûresi, 9:111.)

Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Madem her şey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip (çevirip) ibka etmek (bakileştirmek) çaresi yok mu?" deyip düşünürken, birden semavî sada-yı Kur'ân işitiliyor. Der:

"Evet, var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çaresi var."

Sual: Nedir?

El cevap: Emaneti sahib-i hakikîsine (hakiki sahibine) satmak. İşte o satışta beş derece kâr içinde kâr var.

Birinci kâr: Fânî mal beka bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî (her şeyi her an ayakta tutan Zat) olan Zat-ı Zülcelâle verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil (geçici ömür) , bâkîye inkılâb eder (dönüşür), bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler ve âlem-i berzahta (kabir aleminde) ziyadar (parlak), munis (sevimli) birer manzara olurlar.


İkinci kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor.

Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin (duyuların) kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um (kötü) ve müz'iç (bunaltan) ve muacciz (rahatsız edici) bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini (hüzün veren acılarını) ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini (dehşetli korkularını) senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz (bereketsiz) ve muzır (zararlı) bir alet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'aç (sıkıntı) ve tacizinden kurtulmak için, galiben (çoğunlukla) ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsi’ne satılsa ve O’nun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden (hazırlayan) bir mürşid-i Rabbanî (ALLAH’a yönelten yol gösterici) derecesine çıkar.

Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye (nefsin yasak arzu ve isteklerine) bir kavvad (çirkin işler için yol gösterici) derekesinde (aşağı derecesinde) bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’ine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın (büyük kainat kitabının) bir mütalâacısı (tefekkür edicisi) ve şu âlemdeki mucizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin (ALLAH’ın sanat mucizelerinin) bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.

Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı (lezzet alan kuvveti) Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri (becerikli gözlemcisi) ve kudret-i Samedâniye matbahlarının (Rızıkların Vericisi’nin mutfağının) bir müfettiş-i şâkiri (şükreden denetleyicisi) rütbesine çıkar.

İşte, ey akıl, dikkat et! Meş'um (kötü) bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin (alim) bir nâzırı (gözlemcisi) nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı (ALLAH’ın özel hazinelerinin gözlemcisi) nerede?

Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık (layık) bir mahiyet kesb eder (özellik kazanır). Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min imanıyla Hâlık’ın emanetini O’nun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir (sarf etmesidir). Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre (kötülügü emreden nefis) hesabına çalıştırmasıdır.

Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler (neticesiz zorluklar), elemler, teessüfler (üzüntüler) onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.

Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif (imanın zevkine varan) ve ehl-i ihtisas ve müşahede (tefekkür ehli) ittifak etmişler.
İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret (zarar) içinde hasârete (zarara) düşeceksin.

Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin (aşırı bağlandığın) nefis ve heva ve meftun olduğun (aşık olduğun) gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.

İkinci hasâret: Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.

Üçüncü hasâret: Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi (duyu ve organlarını) hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp (indirip) hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin.

Dördüncü hasâret: Acz ve fakrınla (güçsüz ve fakir olmanla) beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zeval ve firak sillesi (geçici ve ayrılacak olma tokatı) altında daim vâveylâ (feryad) edeceksin.

Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediye esasatını (baki hayatın temellerini) ve saadet-i uhreviye levazımatını (ahiret hayatındaki mutluluk için gerekli olanları) tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar?
Yok, kat'a ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye (farzlar) ise hafiftir, azdır. ALLAH'a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, ALLAH namına işlemeli, başlamalı. Ve ALLAH hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.


"Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek (almak) zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin" demeli ve O’na yalvarmalı.
 
Üst