Birinci lem’a’nın üzerine notlar

kasif1

Well-known member
BİRİNCİ LEM’A


Birinci Lem’a Hz. Yunus (as)’ ın hayatından bizim alacağımız dersleri ifade eder. Hz. Yunus (as)’ın lakabı Sahib-i Hud ve Zünnûn’dur.


وَلَا تَكُن كَصَاحِبِ الْحُوتِ


“Sakın Balık sahibi gibi olma”(Kalem: 68: 48) ve


وَذَا النُّونِ إِذ ذَّهَبَ مُغَاضِباً فَظَنَّ أَن لَّن نَّقْدِرَ عَلَيْهِ


Zünnûn'u(Balık sahibini) da an. O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti.(Enbiya: 21: 87)ila ahir diye devam eden iki ayette Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yunus’un lakapları olduğunu bildiriyor.


Risale-i Nur’da Üstad, Peygamberlerin hayatını anlatmamıştır. Risale-i Nur bir Peygamberler Tarihi kitabı değildir. Yer yer Hz Musa (as) değişik vakaları ile anlatılmıştır. Ancak Birinci Lem’a’da Hz Yunus (as), İkinci Lem’a’da Hz. Eyyûb (as)’dan bahsedilmiştir.


Acaba niçin diğer peygamberlerden değil de betahsis bu iki peygamber üzerinde durulmuştur? Bu tesadüfen değil, şuurluca ifade edilmiştir.


Enbiya suresi seksen yedinci ayet Yunus (as)’ın lakabından bahsediyor. Bir gün Efendimize وَلَا تَكُن كَصَاحِبِ الْحُوتِ( Sakın ola ki Hûd sahibi gibi olma. (Kalem: 68: 48) ayeti nazil oldu. Allah (c.c) O’na “sakın ola ki sahib-i Hûd gibi olma” dedi. Bu söz öyle bir söz ki, muhatap tarafından su-i zanlara sebebiyet verecek bir sözdür. Mesela “sakın ha Hüseyin gibi olma” desem, “filan ne yaptı ki, bunun suçu hatası nedir” dersiniz.


Sahib-i Hûd da “balık sahibi” demektir. Saffat suresinin


فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ


“ O yaptığından ötürü pişman bir vaziyette iken balık onu yutuverdi”(Saffat: 37: 142) ayeti nazil olunca, acaba Hûd sahibi ne yaptı ki diye cemaatin aklına yanlış bir şey gelmesin diye Efendimiz şöyle buyurdu:


“Beni Yunus İbn-i Metta’ya tercih etmeyiniz” böyle ifade ederek bütün peygamberlerin izzetini, şerefini kendi şerefi kabul etmiş, yanlış bir düşünceye sebebiyet vermekten insanları korumuştur.


“Sakın ha Hûd sahibi gibi olma” meselesine gelince Allah (cc) burada Yunus (as)’a hicret izni vermeden hicret yaptığı için, “sakın ha sen de izin gelmeden öyle yapma” buyurmuştur. Fakat cemaat yanlış anlamasın diye Efendimiz (as) tavzihte bulunarak “beni Yunus (as)’a tercih etmeyiniz” buyurdu.


Hz. Yunus (as) Ninova halkına gönderilen bir peygamberdir. Ninova Asurların başşehridir. Kuran-ı Kerim’de Ninova tabiri yok.


وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ


“O’nu yüz bin veya daha çok kişiye Peygamber olarak gönderdik” (Saffat: 37: 147) tabiri vardır. Ninova olduğunu hadisten öğreniyoruz. Efendimiz (sav) Taif’te kanlar içerisinde yere yıkılınca, köle Addas bir salkım üzüm ile Efendimiz (sav)’in yanına geldi. Efendimiz (sav) “Bismillah” diyerek yemeye başlayınca köle Addas şaşırdı.


-“Sen kimsin” dedi.


Çünkü öyle bir söz duymamıştı. Efendimiz (sav)’de


- “Sen kimsin” dedi. Köle Addas :


- “Ben Ninova halkından biriyim” dedi. Efendimiz (sav) buyurdu ki:


- “Demek ki kardeşim Yunus (as)’ın memleketindensin.”


Buradan da anlıyoruz ki, Yunus (as) Ninova halkına gönderilen bir peygamberdir. Ninova, o güne göre ıldeniz’in kenarında; önü kumsal, arkasını dağa doğru yaslayan, önü deniz bir şehir ki bu şehirlere ahkâf şehirleri, yani; sahil kenarı şehirleri denir. Günaha, şehvete, harama ve böylece Allah (cc)’a isyana açık olan şehirlere “ahkâf şehirleri” denir.


Ahkâf şehirleri tarihte hep batmıştır. Başlarına semavi, arazi musibetler ve belalar gelmiştir. Sodom öyledir, Gomore öyledir. Tarihin bütün değişik devirlerinde, son devirde İzmit’e kadar ahkâf şehirleri batmışlardır. Kuran-ı Kerim’de Ahkâf suresi vardır.


Ahkâf suresinden önce bir de Casiye suresi vardır. Casiye öbür âlemde bir tablonun tasviridir. Hesabını verememiş, perişan, o anda onu kurtaracak kimse yok, dizleri üstüne çökmüş, vücutu dik, ayakta duran, ellerini göğsüne, yüzüne vuran, feryad eden, çaresiz, bitap, biilaç bir insan tasviridir, Casiye.


وَتَرَى كُلَّ أُمَّةٍ جَاثِيَةً ْ


“Her ümmeti diz üstü çökmüş olarak görürsün”(Casiye: 45: 28) ayeti de öbür âlemdeki bu tablodur. Ümmetleri diz çökmüş olarak görürsün diyor. İşte ahkâf şehirlerinde yaşayanların daha çok öbür âlemde casiyeye(diz çökmeye) maruz kalma ihtimalleri vardır. Yunus (as)’ın şehri böyle bir ahkâf şehridir.


Kuşadası, Çeşme gibi, hemen içinde plajı olan ve harama, günaha açık olan şehirler ahkâf şehirlerdir. Böyle yerde tebliğ ve irşad yapmak çok zordur. Çünkü insanların frekansları harama, şehvete açık olunca, anlatacağınız konulara frekansları kapalı ise, istediğiniz kadar konuşun, karşılık göremezsiniz.


İşte Ahkâf şehirlerinde peygamberlik vazifesi yapmak, tebliğ ve irşad yapmak daha zordur. Hz. Yunus (as) Ninova adında böyle bir beldeye gönderilmiş ve otuz üç sene peygamberlik vazifesi yapmıştır. (1)


Bir başka görüşe göre Ninova, Musul yakınlarında bir şehirdir. Ancak bu otuz üç sene içinde iki kişi (biri tüccar, biri hammal) iman etmiştir. (2)


Tebliğ ve irşad çok zor bir iştir. Biz bir mahallede iki sene tebliğ yapsak ve bizi kimse kâle almasa hemen moralimiz bozulur. Fakat Hz. Yunus (as) hiç moralini bozmadı. Kavmine “Dünyanız harap olur” diyerek, korkutarak anlattı ve yine kimse anlamadı. Hz. Yunus (as) : “benim anlattıklarıma karşı kavmimde bir ülfet ve ünsiyet oldu galiba. Bundan sonra benim anlattıklarımı kabul etmeyecekler” dedi. “Burada boş yere kürek çekeceğime başka bir beldeye gidip orada anlatayım” diyerek hicret düşündü. Fakat Allah (cc)’dan hicret emri gelmemişti. Peygamberlere Allah(cc) izin vermeden hicret yaparlarsa, makamlarına göre bu bir zelledir, bir sürçmedir. Ama biz bir yerde anlatsak, kimse kabul etmezse, “bari başka bir yerde anlatayım” düşüncesi ile o beldeyi terk edip başka diyara gitsek bize hicret sevabı kazandırır. Ama peygamberlerin böyle yapması onlar için zelledir.


Bu tasavvufta şu prensibi ortaya koyuyor; “Mukarrebinin seyyiatı Ebrarın hasenatı sayılır” Mukarrep olan nebilerin makamına göre onların bir sürçmesi, seyyiesi, zellesini, biz müslümanlar yapsak, bu davranış bizim için hasenat olur. Allah(cc)’ın emri olmadığı halde Hz. Yunus (as) gemiye bindi ve çekti gitti. Yunus (as) bu dolu gemiye binince, gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Bir müddet sonra gemi durdu ve bir daha da hareket etmez oldu. Ne kadar çarelere başvurdularsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Hatta neredeyse batacak hale geldi. Gemidekiler paniğe kapıldı. Nihayet gemiciler, geminin arızasını bir uğursuzluğa hamlederek şöyle dediler: “Burada efendisinden kaçan bir köle var herhalde. Kur’a atalım o meydana çıkar”(3) Bunun üzerine kur’a çekildi. Kur’a Yunus (as)’a düştü. O’da hatasını kabul ederek denize atılmaya razı oldu.(4)


Ahmed Lütfi Kazancı’nın tespitlerine göre ise “Denize açıldıktan sonra çıkan bir fırtına gemidekilerin huzurunu bozdu, neşelerini kaçırdı. Biraz daha kuvvetlendiği takdirde bu fırtına gemiyi batırır, kimse canını kurtaramazdı. İşin garip tarafı ise denizin bu derece çalkalanmasını gerektiren bir havanın bulunmamasıydı. Böyle bir havada denizin sakin ve durgun olması gerekirken dalgaların durmadan yükselmesi, geminin batacak hale gelmesi gemiciyi telaşa düşürdü. Mutlaka bunun sebebi farklı olmalıydı. “İçimizde günahkâr bir kimse bulunmasın” dediler.(5)


Burada “küllün selameti için eşhas feda edilir” adalet-i izafiye prensibi vardır. Üç defa kur’a çektiler. Üçünde de Hz. Yunus (as) çıktı ve denize attılar. Denize atıldığı gibi bir balık yuttu.


İbn-i Esir’in El Kamil fit tarih kitabında Hz. Yunus (as) ‘ın balığın karnında kaldığı gün sayısı olarak; yirmi gün, yedi gün, üç gün veya kırk gün kaldığı söyleniyor.(6)


Kavmine dönelim. Gündüz vakti Yunus (as) ayrılınca hava karardı, gece gibi oldu, şimşekler çakmaya başladı. Ve Ad kavmini helak eden rüzgârın gürültüsünü andıran korkunç sesler duyuyorlardı. Millet “bu yoksa Hz. Yunus (as)’ın bahsettiği felaket mi?” dediler. Merak ettiler ve Hz. Yunus (as)’ın evine geldiler. Onun gittiğini fark edince “demek bu Yunus(as)’ın dediği felaket” dediler. Böylece bu mesele kafalarına dank etti ve bütün ümit ve kurtuluş kapılarının kapandığını görüyorlardı.


Hep bir araya gelerek dua ettiler. Derhal kadın-erkek, çoluk-çocuk ve hayvanlar ne varsa hepsi şehri terk ettiler. Ve şehrin dışında bir yerde toplandılar. Ağlaşmaya, tazarru ve niyazda bulunmaya ve birbirlerinden helallik dilemeye başladılar.(7)


Allah(cc)’ın takdir ettiği bir bela gaybten çıkmış, şehadete gelmiş ise, Allah(cc) yeniden geriye hiçbir şartla bela ve musibeti almamıştır. Ayette; إِلاَّ قَوْمَ يُونُسَ


“Yunus (as)’ın kavmi bundan müstesnadır”(Yunus: 10: 98) ifadesi vardır.


Acaba Hz. Yunus (as)’ın kavmi ne yaptı ki, âlem-i şehadete gelmiş olan bir belayı Allah (cc) geri almıştır? İki tane müminin yardımıyla Yunus (as)’ın kavmi şunları yaptı:


1) Toptan herkes iman etti. Böyle bir bela bizimde üzerimize geleceği vakit bizim de topluca tecdid-i iman(İmanı yenileme) ve tezyid-i iman(imanı güçlendirme) etmemiz gerekir. Nitekim Cenab-ı Hak ayet-i kerimelerde tecdid-i iman ve tezyid-i imanı emrediyor.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ


“Ey iman edenler Allah(cc) ve Resulüne iman edin” buyuruluyor.(Nisa;4: 136)


2) Kendi aralarında kul hakkı mevzusunda helalleştiler. Kul hakkının çok fazla olduğu bir kavme Allah (cc) bela verir. Dargın insan kalmamalı. Kul hakkının cari olduğu bir toplulukta Allah (cc) tevbe-i istiğfarı kabul etmeyebilir.


3) Mallarının hepsini Allah(cc) yolunda tasadduk ettiler. Zenginler fakirlere verdiler. Az sadaka çok belayı def eder. Çok sadaka daha çok belayı def eder. Bizler de mal ile alakalı verdiğimiz sözleri zamanında yerine getirmeliyiz


4) Tevbe-i nasuh ile tevbe ettiler.(8) Tevbe-i Nasuh: Bir daha dönmemeye azm-i cezm-ü kast eyleyerek tevbe etmektir. Mertçe ve yiğitçe bir tevbedir.


5) Musibetle bela atmosferi içinde olan beldeyi terk ederek şehrin dışında “tevbe tepesi” denilen bir yere çıkmışlardır.(9) Zaten bu Efendimizin(aleyhissalatu vesselam) sünnetinde de var. Müstalikoğulları seferinden dönerken sabah namazına kalkamamışlardı. Namaza kalkılamadığı için Efendimiz “o yerde bir bela atmosferi var” dedi ve oradan bir başka yere taşınarak namazlarını eda ettiler.


Yağmur duasına çıkacağımız zaman şehrin içinde bir yere değil de, şehir dışında bir yere veya bir ırmak kenarına çıkılır, günah işlenen yerden uzaklaşılarak dua edilir.


İla-i Kelimetullah adına ve iktisadi kalkınmamız ve ticaretimiz adına Kureyş kabilesi gibi (10) bizler de başka şehirlere gitmeliyiz.


6) Çok ciddi münacaatta bulundular. Dua ile münacaat arasındaki fark şudur: Dua, her şartta her şeyimizle Allah(cc)’tan yardım istemektir. Allah(cc)’a münacat, daha çok muztar haldeyken müsebbibül esbaba, kalp ile tam teveccüh demektir. Özellikle Cenab-ı Hakkın zat, sıfat ve esmasını da vesile kılarak Allah(cc)’a içten gelen yalvarış ve yakarışa münacaat denir. Günlerce münacaatta bulundular. En önemli münacatları da : “Ey Rabbimiz! Bizim günahımız büyüktür. Fakat sen daha büyüksün. Sen bize Sana yakışanı işle; bize yakışanı işleme..”(11) Duanın yapıldığı vakit Muharremin onuncu gününe, yani aşure gününe tesadüf eden bir Cuma günüydü.(12)


7) Balığın karnında Hz. Yunus (as) münacaat ederken, kavmi de aynı zamanda münacaat ediyordu. Hz. Yunus(as);


إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِم


“Ey Allah’ım ben kendine zulmedenlerden oldum”(Enbiya;21: 87) diyor. Hz. Yunus (as) kavmini suçlamadı. Kendim ettim ve kendim buldum dedi.Hiç bir zaman, hiçbir peygamber kavmini suçlamadı. Hz. Yunus(as)’da suçlamadı. Sadece “Allah (cc)’ım bana yardım et, ben mağlup oldum” dedi. Hz. Yunus(as)’da kendi zellesini çekti. Karşılığını görüyordu.


Aynı prensibi Tarihçe-i Hayatın arkasındaki “Konuşan yalnız hakikattir” başlığında görebilirsiniz:“Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sevk ediliyorum. Bana bu zalimâne işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini, siyasete alet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce mahkûm etmeye uğraşıyor, o bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor, bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor. Türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnat ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar. Onlar bu ithamı kasten mi yaptılar. Yoksa bir vehme mi kapıldılar? Böyle bir suçla münasebet ve alakam olmadığını kemal-i katiyetle yakinen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete alet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hatta beni bu suçla ittiham edenler de biliyor. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Suçsuz olduğum halde devamlı bir zulme ve muannid işkenceye maruz kaldım. Bu ahval adalet-i ilahiyeye muhalif düşmez mi?


Bu suallerin cevaplarını bir çeyrek asırdır arıyordum. Bana zulüm ve işkenceyi yaptıklarının hakiki sebebini şimdi şimdi bildim. Benim suçum hizmet-i Kuraniyemi maddi manevi terakkiyatıma kemâlat-ı alet yapmakmış, şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum.


Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helal olsun. Bana zulüm edenlerin, kasaba kasaba dolaştırıp hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helal ettim.”(13)


Hz. Yunus(as)’ kıssasına bir de tasavvuf noktasıyla yaklaşılabilir. Bir hizmet ve bir dava sisteminin cereyanı içerisinde yukarıdan aşağıya doğru ve en yukarıdaki zata bağlı olarak tasarruf diye bir gerçek var. Eğer o tasarruf sisteminde bulunanlar, o tasarrufun dışına izinsiz çıkarlarsa, onlarında başına bela veya musibet gelebilir.


Hz. Yunus(as)’a Allah(cc) hicret emri vermediği halde kendi reyiyle hareket etmiştir.(14) Bunun karşılığı olarak da bu sıkıntılar başına gelmiştir.


Hz. Yunus(as) münacaat yapıyor. Ve kavmi de münacaat da bulunuyordu. Kavminin münacaatı ile kavmi kurtuluyor, Yunus(as) kendi münacaatı ile de kendi aleyhine olan balık, deniz ve gece hemen lehine dönüyordu. “O nur-u tevhid ile hût’un karnını bir taht el bahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari emvac dehşeti içinde denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgahı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lamba gibi başı üstünde bulundurdu. Ta sahil-i selamete çıktı.(15)


Hz. Yunus (as) balığın karnında paluze(pelte) gibi olmuştu. Yunus (as) bitkin ve hasta vaziyetteydi. Balığın karnında, normal hayat şartlarının dışında geçirdiği müddet içinde iyice zayıf düşmüştü. Himayeye muhtaç bir halde idi. Kendini sanki dünyaya yeni gelmiş gibi hissediyordu.(16)


Yunus(as)’ın balığın karnından sağ olarak kurtulması mucizesinin küçük bir numune ve benzeri de 1891 yılında cereyan etmiştir. James Bartly adında bir gemici bu tarihte bir İspermeçet balinası tarafından yutulmuş ve hayvanın karnında yirmi dört saat baygın kaldıktan sonra, sağ olarak kurtulmuştur.(17)


Cenab-ı Hak lütuf ve keremiyle Yunus (as)’ı gölgelendirmek ve sinek gibi haşeratın rahatsız etmemesi için geniş yapraklı çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç(bitki) bitirdi.(18) Bazı rivayetlere göre bu bitki kabak ağacıydı. Kökü olmadığı halde kabağa ağaç tabir edilmesi, kabağın dallanıp yükselebilmesi itibarı iledir.


Kuran-ı Kerim’de “şecere-i yaktin” diye geçen ve Yunus(as)’a gölge yapan ağaç hakkında en sahih rivayet: gerçekten onun kabak bitkisi olmasıdır. Arapça da “Yaktin” kabak demektir.


Resulullah (asm)’a: “kabağı niçin seversiniz?” denildiğinde, “kardeşim Yunus(as)’ın ağacı olduğu için” buyurması o ağacın kabak olduğuna delalet eder. Çünkü bu hadis-i şerif, ilgili ayeti böylece tefsir etmiştir.(19)


Burada tıpçıların araştırması gereken mucizevi bir işaret de vardır ki; acaba kabağın deniz tutulmalarına karşı faydası nedir? Tedavi edici özelliği var mıdır? Araştırılabilir.


Kavim tevbe etmiş. Bela ve musibette bunların başından gitmiş, inanmış insanlar olarak kavim eski yerlerine dönmüş idiler. “Ah” diyorlar, “keşke Yunus(as) geri dönse de, tekrar onunla şöyle bir beraber olsak; O bize anlatsa, irşad etse” diye kavim Hz. Yunus (as)’a intizar ediyor. Hz. Yunus(as) “Bismillah” diyerek yerinden doğruldu. Yüz bin kişilik, hatta belki daha fazla nüfusu olan Asurların başkenti Ninova’nın yolunu tuttu.


Hz. Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye’de şu nükteyi ifade eder: “Mer’ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisanı hâliyle “biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyâde faidemizi düşünür. Madem rızası yoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner. Ey nefis! Sen o koyundan dazla asi ve dall değilsin. Kaderden sana bir musibet taşına maruz kaldığın zaman “inne lillah ve illa ileyhi raciun”u söyle, merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden ziyade düşünür.”(20)


Ninova halkı; Hz. Yunus(as)’a “hoşgeldin ey Allah(cc)’ın Peygamberi! Sana karşı kusurlu ve kaba davrandığımızı çok geç anladık. Biz seni Allah(cc)’ın peygamberi olarak biliyor ve inanıyor ve emrini bekliyoruz” dediler.


Yüz bin kişiyi aşan nüfusuyla koca bir Ninova şehrinin iman etmesi kadar mutlu bir olay tasavvur edilemezdi. gın, beddua ede ede ayrıldığı şehre bu defa Allah(cc)’ın peygamberi olduğuna inanan insanların, samimiyetle istikbali içinde giriyordu. Dün kendisini aralarında görmeye tahammül edemeyen, eğlenen, hakaret eden insanlar bu gün kucak açıyor, peygamberim diye karşılıyorlardı.


Mazide ekilen tohumlar çürümemişti. Fikirler tohum gibidir. Samimiyetle ekilirse bire bin semere vermiş olarak çıkacaktır. Sen de bir tohumsun, yeryüzü bir tarla. Yeryüzünde saçıl saçılabildiğin kadar. Bir tanesi bile israf olmayacaktır. İşte Hz. Yunus (as) otuz üç sene ektiği tohumların semeresini görüyor, gayretlerinin, çilelerinin boşa gitmediğine şahit oluyor ve Allah(cc)’a şükrediyordu. Sevinç gözyaşları döküyordu.


İsrailoğullarına gelen Hz. İlyas ve Elyesa (as)’dan sonra Allah(cc), Zülkif (as)’ı göndermiştir. İsrailoğulları bu peygamberleri dinlemediler. Ba’al ismindeki putlarına tapmaktan vazgeçmediler. Peygamberlerini kovdular, ben-i İsrail günden güne sapıttı. Kitabullahı terk ettiler. Melik ve memleket münazaralarıyla uğraşır oldular. Nihayet Cenab-ı Hak onlar üzerine Asurlular devletini musallat eyledi. İşte Hz. Yunus (as) bu asırda Asurlular devletinin başşehri olan Ninova halkına peygamber olarak gönderildi. Allah(cc) tarafından peygamber olarak tavzif edildiğinde otuz yaşlarındaydı.(21)


Yunus İbni Metta namıyla meşhurdur. Metta; İbn-i Abbas’a göre Yunus (as)’ın babasının adıdır.(22) Hz. Yunus(as) Kuran-ı Kerim’de Zennûn,(23) Sahib-i Hud(24) ünvanlarıyla zikredilmiştir. Her iki tabirde “balık sahibi” manasına gelmektedir.


Hz. Yunus(as) Ninova’ya vardı ve halkı tekrar irşada başladı. Onlar zaten azabı görünce Allah(cc)’a iman ettikleri için, Yunus(as)’ı kabul ederek nasihatlerine uygun hareket etmeye başladılar. Hz. Yunus(as) daha önce tebliğ yapıyordu, şimdi ise irşad yapmaya başladı. Böylece kavmi bir müddet daha azaptan kurtulmuş olarak yaşadı.(25) Sonraları doğuda ve batıda daha büyük hadiseler yaşandı. Birkaç memleketlerin dirlik ve düzenleri bozuldu. Yeni yeni devletler ve cemaatler meydana geldi.(26) Sonra Yunus(as) Ninova’yı terk edip bilinmeyen bir yerde uzlete çekilip orada vefat etmiştir. Bundan sonra Ninova’yı düşmanlar kuşatarak harap etmiş ve Asurlular devletini tarih sahnesinden silmişlerdir.(27)





Dipnotlar


1-Tecrid-i Sarih tercümesi cilt 9, sf 151, mütercim Kamil Miras, 3. Baskı Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1975


2-İbn-i Esir, El Kamil Fit’ Tarih; cilt 1, sf 360


3-Hasan Basri Çantay cilt 2, sf 804, not: 88( Kuran-ı Hakim ve Meal-i Kerim. 1980, İst.)


4-Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya cilt 1, sf 36, Bedir Yayınevi, 1976, İst.


5-Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamberler Tarihi, Cilt 3, sf 181, 1997, İst.


6-İbn-i Esir El Kamil fit Tarih cilt 1, sf 362


7-Peygamberler Tarihi Mehmet Dikmen- Bünyamin Ateş sf 534


8-Tahrim; 8


9-Kısas-ı Enbiya Ahmet Cevdet Paşa cilt 1, sf 38, Bedir Yayınevi, 1976, İst.


10-Kureyş 1,4


11-Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen Bünyamin Ateş sf 535


12-M. Vehbi, Hulasatul Beyan Fi Tefsiril Kuran, Üçdal Neşriyat, 1966-1969 İst.


13-Tarihçe-i Hayat Bediüzzaman Said Nursi, Sinan Matbaası, 1960, İst


14-Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili cilt 5, sf 4072, Diyanet Neşriyatı, İst. 1935-1938


15-Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursi, Envar Neşriyat, 1992, İst. Sf 6


16-Saffat 145


17-Hayvanlar Ansiklopedisi; 130, Zafer Dergisi sayı 20, sf 18-19


18-El Kalem 48,50


19-M. Vehbi, Hülasatul Beyan cilt 12, sf 4749


20-Mesnevi-i Nuriye, sf 113, Sinan matbaası, 1958, İst.


21-İbn-i Esir; cilt 1, sf; 360


22-Tecrid-i Sarih Tercümesi, cilt 9, sf 152, mütercim; Kamil Miras, üçüncü baskı, 1975 Ankara


23-Enbiya 87


24-Kalem 48


25-Saffat 148


26-Ahmet Cevdet Paşa, cilt 1, sf 37


27-Ömer Nasuhi Bilmen Kuran-ı Kerim Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri cilt 3, sf 1433, Bilmen Yayınevi, İst.
 
Üst