Fakirlik mi – Zenginlik mi?

FaKiR

Meþveret Bþk.
Soru: Fakirlik ve zenginliği nimet ya da nikmet olmaları açısından nasıl değerlendirmek gerekir? Lütfeder misiniz?


Kanaatimce fakirlik ve zenginlikten birini mutlak mânâda nimet ya da onun zıddı olan nikmet şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Zira tarih boyunca fakirlerden pek çok salih kimse olduğu gibi yine zenginlerden de kendini Allah’a adamış, “Allah adamı” diyebileceğimiz pek çok insan var olmuştur. Bu sebeple diyebiliriz ki, yerine göre fakirlik yerine göre de zenginlik hayırlıdır; her iki durum da yerine göre hem nimet hem de nikmet olabilir.

İradî Fakirlik


Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) fakir bir hayat yaşamıştı. Fakat O’nun yaşadığı, ızdırarî bir fakirlikten ziyade iradî bir fakirlikti. Evet, O, hususi konumu itibarıyla fakir bir hayatı tercih etmişti. İsteseydi dünya serveti hane-i saadetlerine akıp dururdu. Fakat çok iyi biliyoruz ki, mübarek hanelerine servetin aktığı zaman bile O Mukteda-yı Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), hayat-ı seniyyelerini hiç mi hiç değiştirmemişti.

Mesela, Hazreti Hatice (radiyallahü anhâ) bütün servetini Efendimiz’e teslim etmişti. Fakat O, bütün bunları Allah yolunda sarf etmişti. Nitekim bir defasında Hazreti Ömer’e, “istemez misin ey Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun” buyurmuştu.

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi olan Hazreti Ebû Bekir’in (radiyallahü anh) Sunh’taki evi de tam bir fakirhaneydi. Zaten kendisi uzun süre mahallenin koyunlarının sütlerini sağarak geçimini sağlamıştı. Hazreti Ömer’in (radiyallahü anh) durumu da farklı değildi. Bütün Müslümanların halifesi olduğu zaman bile mâil-i inhidam/yıkılacak gibi duran bir evde oturuyordu.


Diğer taraftan fakirlik mutlaka hayırlıdır diyecek olursanız

enbiya-yı izamdan çok geniş imkânlara sahip Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ nebiyyina ve aleyhimesselam); sahabe-i kiram efendilerimizden Hazreti Osman ve Hazreti Abdurrahman ibn Afv (radiyallahü anhüm ecmaîn) ve evliyaullahtan Şah-ı Geylânî (kuddise sirruh) gibi zatları değerlendirmeye almamış olursunuz.


Yine tarih boyunca pek çok hayr u hasenatta bulunmuş, camiler, külliyeler, bedestenler yaptırmış Osmanlı padişahlarını ve mesela cömert ve fedakâr hanımlardan, Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su yolları inşa eden Harun Reşid’in eşi Zübeyde Hatun’u görmemiş olursunuz.

Daha bunlar gibi fani şeyleri bakîleştiren, birleri bin yapan, Hakk’ın kendilerine ihsan ettiği imkânları kullarının istifadesi için kullanan sayılamayacak kadar insan vardır.


Dolayısıyla bu kadar insan ve onların yaptığı bu kadar güzel işler görmezden gelinirse mesele sağlıklı bir şekilde değerlendirilemiyor demektir. Ne var ki, bütün bunlara rağmen, bazı inananlar arasında bile –maalesef– fakirliğin zenginlikten hayırlı olduğu, malın-mülkün insanı sırat-ı müstakimden çıkarma ihtimalinin çok güçlü bulunduğu şeklinde yaygın diyebileceğimiz bir kanaatin oluştuğu da bir vakıadır.


Hâlbuki dine bir bütün olarak bakıldığında, onun emir ve yasakları küllî bir nazarla tahlile tabi tutulduğunda, serveti kaldırıp atma, mutlak mânâda fakirliğe sahip çıkma düşüncesinin doğru olmadığı anlaşılacaktır.

“Bundan Sonra Yaptıkları Osman’a (radiyallahü anh) Zarar Vermez”

Şimdi isterseniz söylediğimiz bu mücerred hususları müşahhas bazı misallerle izah etmeye çalışalım. Yukarıda da ifade edildiği gibi Hulefa-i Raşidîn efendilerimizden olan Hazreti Osman (radiyallahü anh) çok geniş imkânlara sahip bir insandı. Tabiî aynı zamanda baş döndüren bir semahat ve cömertliğin de kahramanıydı. Öyle ki, i’lâ-yı kelimetullah yolunda maddî desteğe ihtiyaç duyulduğu bir zaman diliminde Hazreti Osman üç yüz, beş yüz deveyi, hem de yüküyle beraber birden tasadduk ediyordu. O günkü toplumun imkânları ve zenginlik limiti açısından meseleye bakacak olursanız bunun günümüzde üç yüz-beş yüz Mercedes bağışlama gibi bir değere mukabil geldiğini görürsünüz.


Zannediyorum günümüzde semahat sahibi birisi Hazreti Osman’ın (radiyallahü anh) Allah yolunda infak ettiği miktarın yüzde birini bağışlayacak olsa onu takdir u tebcillerle yâd eder, bu cömertliği herkese duyururuz. İhtimal o zat da, reca duygusuyla “ümit ederim beni de sahabe-i kiramla beraber Cennet’e korlar” diye düşünmeye başlar. Bu mülahaza karşısında o zata “hakkın yok” da diyemezsiniz, çünkü Allah’ın rahmeti çok geniştir. Umulur ki, Hazreti Osman’ın yolunda giden, onun cömertlik ve civanmertliğini örnek alan böyle bir insanı Cenab-ı Hakk onunla beraber haşredip onunla beraber Cennet’iyle serfiraz kılar.



İşte Allah Resûlü’nün üçüncü halifesi Hazreti Osman, Allah yolunda bu ölçüde infakta bulunmuş ve bundan dolayı Efendiler Efendisi’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ), “bundan sonra yaptıkları artık Osman’a zarar vermez” şeklindeki o çok büyük müjdesine nâil olmuştu. Evet, imkânları ve bu imkânlarını Hak yolunda kullanmış olması onu âlâ-yı illiyyîne yükseltivermişti.

Demek ki servet, Allah yolunda kullanılınca insanı alıp Cennet’e ulaştıran nurdan bir helezona dönüşmektedir.
MFG
 
Üst