Risâle-i Nur, bu dünyada dahi îmandaki lezzeti, imansızlıktaki sıkıntı ve elemi göste

FaKiR

Meþveret Bþk.
Risâle-i Nur, bu dünyada dahi îmandaki lezzeti, imansızlıktaki sıkıntı ve elemi gösterir


Çoklar tarafından hem bana, hem bâzı Nur Kardeşlerime suâl etmişler ve ediyorlar ki:
"Neden bu kadar muârızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukâbil Risâle-i Nur mağlûp olmuyor. Milyonlar kıymettar hakîki kütüb-ü îmâniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; sefâhet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle, çok bîçare gençleri ve insanları hakâik-ı îmâniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve enı gaddarâne muâmele ve en ziyâde yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risâle-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda, Risâle-i Nur’un intişârı, hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha-risâlelerinden-kemâl-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyak ile kendini okutturmasının hikmeti nedir, sebebi nedir?" diye, bu meâlde çok suâllere elcevap deriz ki:


Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî Cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, îmanda dahi bıı düııyada mânevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve,fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde Cennet lezâiz i gibi mânevî lezzetler bııluııduğunu ispat ediyor.
Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle-aklı başında olanlarını-kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hâl var:


BİRİNCİSİ : Akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi, ehl-i sefâhetin aynı lezzetinde, elemini gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve
b425.gif
âyetinin işaretiyle, bu zamanda, âhiretin elmas gibi nîmetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i îman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbî olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi

Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler...(İbrâhim Sûresi:3.)



Ayetü’l-Kübrâ; s. 191-193;199-200.Cehennem azâbını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur, o meslekten gidiyor.
Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan ve seyyiâttan vaz geçirmek yolu ile, ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenâb-ı Hak, Gafûrü’r-Rahîmdir. Hem, Cehennem pek uzaktır" der; yine
sefâhetine devam edebilir. Kalbi, rûhu hissiyâtına mağlûp olur.
İşte, Risâle-i Nur’daki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün üçüncü Mevkıfındaki uzun muvâzene, en
sefıh ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor; dersini kabul ettiriyor.
........


BU ASIRDA İKİNCİ DEHŞETLİ HAL : Eski zamanda Küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu, küfr-ü
meşkûku çabuk izâle ederlerdi. Allah’a îman umûmi olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle, çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette olan bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakîkat-i kudsiye lâzımdır ki, onların tecâvüzâtını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.

İşte, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeâtı bulunan Risâle-i Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kınyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye ve îmânın hakîkatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor...
Evet, Risâle-i Nur îman ve küfür muvâzenelerini ve hidâyet ve dalâlet,mukâyeselerini bu mezkûr hakîkatleri bilmüşâhede ispat ediyor.
Ayetü’l-Kübra, s. 191-193; 199-200.


Risâle-i Nur tahkîkî îmânı kazandırır

Bâzı mûterizler Risâle-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için demişler: "Herkes Allah’ı bilir. Adi bir adam, bir velî gibi Allah’a îman eder" diye Nur’lann pek yüksek ve pekçok kıymettar ve gâyet lüzumlu tahşidâtını ziyâde göstermek istemişler. Şimdi, İstanbul’da, daha dehşetli bir fikirde, anarşî fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münâfıklar, Risâlc-i Nıir gibi ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu îman hakîkatlerine ihtiyacı düşürmek desîsesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacıınız çok yok" diye mukâbele etmek istiyorlar.


Halbuki, Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihâta eden Rubûbiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve irâdesiyle olduğuna katî îman etmek ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve
b426.gif
kelime-i kudsiyesine, hakîkatlerine îman etmek, kalben tasdik ettirmekle olur. Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbâba ve tabiata taksim etmek ve onlara

Allahtan başka hiçbir ilâh yoktur


isnad etmek, hattâ hadsiz şerikleri hükmünde esbâbı mercî tanımak ve herşeyin yanında hazır irâde ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlannı ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a îman hakîkati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mûnevî cehennemin dünyevî tâzibinden kendini bir derece tesellîye almak için o sözleri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır, îman etmek bütün bütün başkadır.
Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczâsı kadar şâhitleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâli inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat, Ona îman etmek, Kur’ân-ı zîmüşşânın ders verdiği gibi, o Hâlıkı sıfatlan ile, isimleri ile umum kâinatın şehâdetine istinâden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhâlefet ettiği vakit kalben tevbe ve nedâmet etmek iledir. Yaksa, büyük günahlan serbest işleyip, istiğfar etmemek ve aldırmamak o îmandan hissesi olmadığına delildir.
Emirdağ Lâhikası-I, s.199
***
İman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten tâ büyük humıa ağacına kadar ve

eldeki âyinede görünen misâlî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişaflan olduğu gibi; îmânın o derece kesretli hakîkatlerı var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sâir erkân-ı îmâniyenin kâinat hakîkatleriyle alâkadar çok hakîkatleri var ki; "Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve
kemâlât-ı insâniyenin en büyüğü îmandır ve îmân-ı tahkîkîden gelen tafsilli ve bürhanlı mârifet-i kudsiyedir" diye, ehl-i hakîkat ittifak etmişler.
Evet, îmân-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan îmân-ı tahkîkîde pekçok merâtip var. O merâtiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlannın kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki, taklidî îman bir şüpheye karşı bâzan mağlûp olur. Hem, îmân-ı tahkîkînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var; belki, esmâ-i İlâhiye adedince tezâhür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem, bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle îmanlı zâtlara şübehât ordulan hücum da etse, bir halt edemez.
Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları akla ve mantığa istinâden telif edilip, yalnız o mârifet-i îmâniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakîkatin yüzer kitaplan keşfe, zevke istinâden, o mârifet-i îmâniyeyi daha başka bir cihette izhâr
etmişler. Fakat, Kur’ân’ın mu’cizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakâik-ı îmâniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyânın pekçok fevkınde bir kuvvet
ve yüksekliktedir. İşte Risâle-i Nur bu câmî ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip; bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insâniyet zararına ve adem âlemleri hesâbına tahribâtçı küllî cereyarlara karşı Kur’ân ve îman nâmına mukâbele ediyor, müdâfaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidâta ihtiyacı vardır ki; o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i îmânın îmânını muhâfazasına Kur’ân nûruyla
vesîle olsun. Hadîs-i şerifte vardır ki, "Bir adam seninle îmâna gelmesi, sana sahrâ dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır." Bâzan bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten daha hayırlı olur. Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevî tefekküre yetişmek içindir.
Emirdağ Lâhikası-l, s.102-103.

 

Gül-i İkra

Well-known member
Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.

Evet, ibadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hafız Ahmed isminde bir zâtın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: "Onu tebrik et. Herbir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor." Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.
 
Üst