Allah’ın “Kudret” kalemiyle yazdığı kâinât kitâbı nasıl ki; zerreden şemse, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar istisnâsız bütün tekvînî âyetleriyle; israfsız, yerli yerinde, akılları hayrette bırakacak hârikulâde ve acîb san‘atlarıyla ve ma‘nîdar nakışlarıyla kâinâtın yaratıcısının bütün mükemmel sıfatlarıyla varlığına ve birliğine delâlet eder.
Öyle de “Kelâm” sıfatından tecellî eden Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân dahi herbir sûresiyle, herbir âyetiyle, herbir kelimesi, hattâ herbir harfiyle pek çok ma‘nâ ve hikmetlere; müteaddid i‘câz vecihleri ve lem‘alarıyla nihâyetsiz kudsî sırlara ve şâyân-ı hayret yüksek manalara işâret eder ve tüm bu delaletler ayrı ayrı ve hep beraber Kur’ân’ın Kelâmullah olduğunu isbat ederler.
Beyânı mu‘cize olan Kur’ân’ın her insan tabakasına ve her asra bakan bir i’câzı vardır. Her insan, o mu‘cizeler menbaı kitapta, kendi nazarına, mesleğine, meşrebine, ilmine göre farklı farklı mu‘cizeler müşâhede edebilir. Kur’ân’ın i‘câzı o kadar farklı ve çeşitlidir ki, ehl-i ma‘rifet bir velî ile ehl-i aşk bir velînin Kur’ân’dan anladıkları i‘câz aynı değildir.
Hem Kur’ân-ı Kerîm ma‘nâ cihetiyle mu‘cize olduğu gibi, lâfız cihetiyle de mu‘cizedir.
Meselâ, “Kulaklı tabaka ta‘bîr ettiğimiz âmî avam, yalnız kulakla Kur’ân’ı dinler, kulak vâsıtasıyla i‘câzını anlar. Yani der: ‘Şu işittiğim Kur’ân, başka kitablara benzemiyor. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacaktır.’ Umûmun altındaki şık ise, kimse diyemez ve diyememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise, umûmun fevkindedir.”
Aynen bunun gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in “gözlü tabaka”ya bakan i’câz vechi de vardır. Yani sâdece gözü ile bakan, Kur’ân’ın deryâ gibi hakikatlerine akıl, fikir ve kalbini çevirmeyen bir ferd dahi onun nakş-ı hattını, yazılış şeklini gördüğünde diyecektir ki: “Bu, fikr-i beşer düşünüşü değildir!” Ve diyorlar, çok şâhitleri var!
Büyük hattatlarımızdan Kayışzâde Hâfız Osman Nûri Efendi’nin (vefâtı, hicrî 1311), sayfalar için en uzun âyet olan Müdâyene âyetini (2/282), satırlar için ise en kısa sûre olan Kevser ve İhlâs Sûrelerini ölçü kabûl ederek yazdığı Kur’ân nüshasında, farklı uzunluklarda o kadar âyetler bulunmasına rağmen, her sahîfe harikul’âde bir güzellikle âyetle başlayıp âyetle bitmektedir. Sayfaların bu şekilde, yani “âyet berkenar” tabir edilen “güzel ve muvâfık hâtimelerle” sona ermesi, elbette tesâdüfen olamaz.
Beşer tâkatinin fevkindeki bu nizam ve intizam, açıkça bir kasıd ve bir irâdeyi gösteriyor. Mâdem bu güzellik, Kur’ân’ın âyet ve sûrelerinin mikyâsıyla olmuştur, o hatta ne kadar meziyetler varsa, doğrudan doğruya Kur’ân’a âiddir.
Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri (1876-1960) ise, Kur’ân’ın sâdece sahîfelerinin değil, harflerinin dahi bir tertib içinde olduğuna ve Kur’ân’ın nakş-ı hattında onun Kelâmullah olduğuna kuvvetli bir delîl olan “tevâfuk” bulunduğuna dikkat çeker ve bunu talebelerine yazdıracağı bir Kur’an ile göstermek ister.
“Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’andır.”
Hakîkat Çekirdekleri