Küçük Hafız Kız

GuLSerbeti

Well-known member
Küçük Hafız Kız

160.jpg
İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda, hiç de çekinmeyen bir tavırla “Fatma” dedi ve ekledi, “Eğer hafızlık yaptırmazsanız kayıt olmak istemiyorum.” Böyle tehdit edercesine konuşması, onu yaşından daha büyük gösteriyordu.

Tebessümle, “Korkmayın küçük hanım, siz isteyin, hafız da yaparız, hoca da…” O küçük gözlerinin içi parıldadı birden.

Annesi, “Hoca Hanım, kusuruma bakma hele sen, ille de hafız olacağım der de, başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş, Peygamberimiz (a.s.m.), hafız olanlara Cennette taç giydirilecekmiş, demiş herhâlde. Siz bilirsiniz ya, köylü kafası biz de bu kadar duyduk anladık. Bu da çocuk işte. “

“Tabiî teyze, ne demek; keşke herkes sizin gibi duyduklarından etkilense de teslim olsa. Siz hiç merak etmeyin. Kızınız önce Allah’a, sonra bize emanet.”

Kadıncağız elime yapıştı, öpecekken geri çektim, utandım. Tuttum ben onun elini öptüm. Gözleri yaşardı. “Hoca benim bu eller, gözler hep günahlı; asıl sizinkiler öpülmeye lâyık.”

“Estağfirullah teyze” dedim, “O ahirette belli olur.”

Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda Fatma’nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm, “Küçük… Nasıl kalacak bu kadar uzaklarda.”

Zaman ilerledikçe Fatma’nın edepli tavırları daha çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklar görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken, arada bir bana gelip soru soruyordu. Bir gün, “Hocam, hafız olmak için Kur’ân-ı Kerîm’i bitirmek mi lâzım?” diye sordu.

Ben de “Tabiî ki, hepsini ezberleyeceksin ki, hafız adını alasın” dedim. Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki. Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti. Derslerimin arasında onlara Kur’ân ezberlemekle işin bitmeyeceğini, mutlaka içindekileri uygulamak gerektiğini anlatıyordum sürekli.

Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Bir gün dersini iki kez aksatınca sordum: “Ne oldu, yoksa anneni mi özledin?”

“Hayır!” dedi.

“Neden moralin bozuk? Çok da fazla hasta oluyorsun…” dedim.

“Yanlış anlamayın, inanın ki, benim annemi özleyip gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allah’ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem, bana ahirette hesabını sormaz mı?”

Bir şey diyemedim. Suçlu gibi hissettim kendimi. O küçük kalpte, bu ne imandı yâ Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum.

Bir gün çok rahatsızlandı. Doktora götürdük. Bir çok tahlillerden sonra arkadaşım olan doktor hanım, “Hoca Hanım, derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder” dedi. “Neden” diye sordum şaşkınlıkla. Bana, “Belki üzülecek hatta inanmayacaksın, ama bu talebe kanser…” Âdeta başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Sanki her tarafımı şefkat sarmıştı. Hastaneden ayrılırken Fatma’ya hiçbir şey diyemedim. O ise anlamış gibi bana sorular sorup, dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma eğilerek, “Hocam, Azrail insanların canını alırken nasıldır?” diye sordu.

Ağlamamak için kendimi zor tuttum. “Güzel bir surette görünür mü’min kullarına” dedim.

Sevindi, “Belki hafız olamam, ama Elhamdülillah mü’minim!” dedi. Şimdi anlamıştım bana önceden sormuş olduğu sorunun anlamını. Hafız olmak için Kur’ân’ı bitirmek gerek dediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım.

Birkaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü dayanılmaz acılar içinde olduğunu görüyorduk. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek, “Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki beni kursa almazdınız…”

“Ne demek, nasıl kızarım sana?” dedim. “Hem sonra sakın üzülme hafızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hafızlar zümresine yazmıştır inşaallah.”

Öyle sevindi ki, sarıldı boynuma, “Gerçekten ben şimdi hafız sayılabilir miyim? Anne bak, duydun değil mi?”

Yâ Rabbi bu ne aşktı! Rabbimin hikmeti tecelli etse de, iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu!

Böylece Fatma’yı gözyaşları içinde Erzurum’a uğurladık. Çok geçmedi. Bir-iki hafta sonra ailesi, ağırlaştı haberini verdi. Bu bir-iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hafızlık tacını merak ettiğini, rüyalarına bile girdiğini yazıyordu.
Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma’nın annesiydi karşımdaki ses. Ağlamaktaydı, “Hoca Hanım, Fatma’yı uğurladık. Rica etsem bir hatim okur musunuz?” deyince, ben de dayanamadım ağlamaya başladım.

Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan, “Size ölmeden önce şunu söylememi istedi” dedi hıçkırarak. “Anneciğim, hocama söyle, Azrail onun bahsettiğinden de güzelmiş.”

Ey Rabbim, senin kelâmın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelâmına sımsıkı sarılan kulunu, Sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?”

....


Nuray Bulut
 
Üst