Cihad

mihrimah

Well-known member

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا ضَرَبْتُمْ فى سَبيلِ اللّهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ اَلْقى اِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّهِ مَغَانِمُ كَثيرَةٌ كَذلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُوا اِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرًا
لَا يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنينَ غَيْرُ اُولِى الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدينَ دَرَجَةً وَكُلًّا وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ عَلَى الْقَاعِدينَ اَجْرًا عَظيمًا

Nisa / 94-95. Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek "Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسيلَةَ وَجَاهِدُوا فى سَبيلِه لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

Maide / 35. Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.

وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه عَدُوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاخَرينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمْ اَللّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فى سَبيلِ اللّهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ

Enfal / 60. Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.

وَالَّذينَ امَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فى سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ اوَوْا وَنَصَرُوا اُولئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَريمٌ

Enfal / 74. İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.

اَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَجَاهَدَ فى سَبيلِ اللّهِ لَايَسْتَوُنَ عِنْدَ اللّهِ وَاللّهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ

Tevbe / 19. (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
HADİS...
* Hz. Osman (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim şöyle diyordu: "Allah yolunda bir günlük ribât, diğer menzillerde (Allah yolunda geçirilen) bir günden daha hayırlıdır."
* Fadâle İbnu Ubeyd (radıyalahu anh) anlatıyor: "Her ölenin ameline son verilir, ancak Allah yolunda ölen murâbıt müstesna. Çünkü onun ameli kıyamet gününe kadar artırılır. Ayrıca o, kabir azabına da uğratılmaz."
* Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir."
* Hz. Enes (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Öğleden evvel veya öğleden sonra bir kerecik Allah yolunda yola çıkış, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır."
* Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Müslüman erkeklerden) kim, Allah yolunda, ilâ-yı kelimetullah için, devenin iki sağımı arasında geçen müddet kadar savaşacak olsa cennet kendisine vacib olur."
* Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah yolunda yaralanan hiçbir yaralı yoktur ki, kıyâmet günü, yarası kanıyor olarak gelmiş olmasın, bu kanın rengi kan renginde, kokusu da misk kokusundadır."
* Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri, Allah rızası için yola çıkan kimse hakkında: "Bu kulum, benim yolumda cihad etmek üzere bana inanarak peygamberlerimi tasdik ederek yola çıkmıştır, artık onu ya cennetime koymak yahut da ücret veya ganimet elde etmiş olarak, çıkmış olduğu meskenine geri çevirmek hususunda garanti veriyorum" diyerek te'minat verir. Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, Allah yolunda yaralanmış hiçbir yaralı yoktur ki, kıyamet günü, yaralandığn ilk günkü manzarasıyla gelmiş olmasın: (Yarası taze) kan renginde, kokusu da misk kokusunda olarak. Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ediyorum ki, Müslümanlar'a meşakkat vermeyecek olsam, Allah yolunda gazveye çıkan hiçbir seriyyeden asla geri kalmazdım. Ancak onları hayvana bindirecek imkân bulamıyorum. Onlar da beni tâkibe imkân bulamıyorlar. Benden geri kalmak da onlara zor geliyor. Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun Allah yolunda gazaya çıkıp öldürülmeyi, sonra tekrar hayat bulup gazada tekrar öldürülmeyi, sonra tekrar gazaya çıkıp öldürülmeyi ne kadar isterim.
* Hz. Ebu Hüreyre (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bir gün sordular: "- Ey Allah'ın Resûlü! Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk olur?" " (Başka bir amelle) dedi, ona güç getiremezsiniz !" Soruyu soranlar ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sordular. Resûlullah her seferinde aynı cevabı verip: " (Bir başka amelle) ona güç getiremezsiniz!" dedi ve sonra şunu ilâve etti: " Allah yolundaki mücâhidin misâli (gündüzleri ve geceleri hiç ara vermeden oruç tutup, namaz kılan, Allah'ın âyetlerine de itaatkâr olan ve Allah yolundaki mücâhid, cihaddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan hiç gevşemeyen kimse gibidir. "
* Ebu Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Size, insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vereyim mi! İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, kendi veya başkasının atı sırtında ya da yaya olarak, ölünceye kadar Allah yolunda çalışır. İnsanların en şerlisine gelince o da, Allah 'ın Kitab 'ını okuyup (emir ve yasaklarına) riayet etmeyen kimsedir."
* İbnu Abbas (radıyalahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Size insanların en hayırlısını haber vereyim mi! O, atının yularından Allah yolunda tutan kimsedir. (Hayırda) bunu takip edeni haber vereyim mi? O da koyunlarının peşine takılıp (insanları) terkeden koyunlarda bulunan Allah'ın hakkını da ödeyen kimsedir. Size insanların en kötüsünü de haber vereyim mi! O da, Allah'tan isteyip, Allah adına vermeyendir."
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah korkusuyla göz yaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez. Bir kul üzerinde, Allah yolunda yapışan tozla, cehennemin dumanı biraraya gelmez."
* İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "İki göz vardır, onlara ateş değemez: Allah için ağlayan göz ile, Allah yolunda uyanık sabahlayan göz."
* Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün şöyle dedi: "Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den râzı ise ona cennet vâcib olmuştur." Bu söz hayretime gitti ve: "- Ey Allah'ın Resûlü, bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim. Aynen tekrar etti ve arkadan da şunu söyledi. " Bir başka şey daha var ki, Allah, onun sebebiyle, kulun cennetteki makamını yüz derece yüceltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık sema ile arz arasındaki mesâfe gibidir. " Ben: "- Öyleyse bu nedir`?" dedim. Şu cevabı verdi: " Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!"
* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah iki kişi hakkında güler: Bunlardan biri diğerini öldürmüş olduğu halde ikisi de cennete gider. Bunlardan diğeri, Allah yolunda cihad eder ve şehid olur. Allah katile mağfiretini ulaştırır, o da Müslüman olur, sonra Allah yolunda cihâda katılır ve şehid olur (Böylece her ikisi de Cennette buluşurlar)."
* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Allah iman ederek ve va'dini tasdik ederek, Allah yolunda (kullanmak üzere) bir at "tutarsa" bu atın yediği, teri, gübresi, bevli kıyamet günü terâzisine girecektir, yani sahibine sevap olacaktır."
* Ebu Mes'ud el-Bedri (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, yularlanmış bir deve getirerek: "Bu Allah yoluna bağışımdır" dedi. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama: " Buna karşılık sana, kıyamet günü, her biri yularlanmış yedi yüz deve vardır!" dedi.
* Adiyy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "- Sadakanın hangisi efdâl (Allah nazarında en kıymetli)dir?" diye sorulmuştu, şu cevabı verdi: " Allah yolunda bir köleyi hizmete koymak veya Allah yolunda (askerler için) bir çadır kurmak (bağışlamak) veya döl alma yaşına basan bir deveyi (hibe, iâre veya karz suretinde) bağışlamak. "
* Zeyd İbnu Hâlid (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Kim Allah yolunda bir askerin teçhizatını temin ederse bizzat gaza yapmış olur. Kim, gazaya çıkan bir askerin geride kalan âilesine hayırlı himayede bulunursa gaza yapmış olur."
* Ebu Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalàtu vesselâm)'ı dinledim şöyle demişti: "Size bir çok memleketlerin fethi müyesser kılınacak. Oralarda (komşu küffarla cihad için) toplanmış askeri birlikler göreceksiniz. Size bu birliklerle sefere çıkmak vazifesi verilecek. Bazılarınız onlarla (hasbi olarak) sefere çıkmak istemiyerek, adamlarının arasından svışıp gazveye (ücretsiz) katılmamanın yollarını arayacak. Arkadan da kendileriyle anlaşacak kabileler araştırıp, onlara: "Falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu, falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu?" diyecek. Bilesiniz, (hasbeten gazveye gitmekten kaçan bu adam) bir ücretlidir, son damlasına kadar kanını akıtsa da (gazi değildir, şehit
* Ebu Sa'idi'l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah yolunda cihad eden kimse Allah'ın şu garantisi altındadır: "Allah onu ya mağfiret ve rahmetine dahil eder (şehit olur), yahud sevap ve ganimetle sağ salim geri çevirir. Allah yolunda cihad eden kimsenin misali, hiç ara vermeden geceleri hep namaz kılan, gündüzleri de hep oruç tutan kimse gibidir. Bu hal evine dönünceye kadar böyledir."
* Hz. Ömer radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Kim Allah yolunda cihad eden bir gaziyi tam olarak teçhiz ederse, o gazi ölünceye veya savaştan dönünceye kadar sevabın
TEFSİR...
اَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَجَاهَدَ فى سَبيلِ اللّهِ لَايَسْتَوُنَ عِنْدَ اللّهِ وَاللّهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ
Tevbe / 19. (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
Hacılara sakalık etmeyi ve Mescid-i Haram'ın (yani Kâbe'nin) imarını, onun anahtarlarını taşımak, yıkılan yerlerini tamir etmek ve temizlemek gibi hizmetleri Allah'a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimsenin işiyle bir mi tutuyorsunuz? Bu gibi hizmetleri iman ve cihad ehlinin amelleri gibi mi tuttunuz? İman ve cihaddan sarf-ı nazar ederek sırf imar ve sakalık işini fazilet, önem ve değer açısından iman ve cihadla aynı şey mi sanıyorsunuz? Bunlar hiç birbiriyle kıyas olunur mu? İmanı olup olmamak, cihadda bulunup bulunmamak bir yana, yalnızca imaret ve sakalık işini, isterse o iş Mescid-i Haram'ın sakalığı olsun, hiç iman edip Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı hizmetlere benzetmek olur mu?
Bunlar Allah katında eşit olamaz. Bunlar hadd-i zatında eşitlik kabul etmeyen ayrı ayrı şeylerdir. Bir kere az önce anlatıldığı üzere iman etmeden yapılan sakalık ve imar işleri bir hiçtir. İmanla yapıldığı takdirde bile gerçi hacılara su vermek ve bizzat Kâbe'nin umranına hizmet etmek Allah katında sevabı olan faziletli amellerdendir, ancak ne olursa olsun bu gibi hizmetler, Allah yolunda cihad eden müminlerin iman, amel ve cihadına eşdeğer olamazlar. Aralarında o kadar büyük bir fark vardır ki, onun buna benzetilmesi bile doğru değildir. Müşriklerin yaptığı gibi, imansız sakalık ve imaret hizmetini, iman ve cihada üstün tutmak veya eşit saymak şöyle dursun, imanla beraber sakalık dahi cihadla bir tutulamaz. Böyle bir benzetme bile büyük bir haksızlık ve zulüm olur.
Ve Allah zalim olan kavme hidayet etmez. Zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Gerçekten üstün olanı aşağı olana tercih etmeye muvaffak kılmaz. Zalimlere uyanlar ve katılanlar da onlara eklenmiş olur. Hidayete ermek doğrudan doğruya meramına nail olmak için zulümden ve zalimlerden uzaklaşıp Allah'a ve ahiret gününe iman ederek, Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmayan bir yürekle Allah yolunda, din-i hak uğrunda bütün cehdini sarfedip o müşrikler, kâfirler ve zalimlere karşı uğraşmak ve çalışmak lazımdır ki, zulüm ve hıyanet korkuları bertaraf edilsin de bütün Allah mescidleri mamur olsun, hak ve adalet, rahmet ve rıza kapıları açılsın. Sakın bu eşitsizlikten ve benzetilemez diye ortaya konulan görüşlerden sakalık ve imaretin cihaddan efdal olduğu gibi ters bir mânâ çıkarılmaya çalışılmasın.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
Cihâd, arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip, çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi ma'nâlara gelir. Ancak, bu kelime İslâmla birlikte,"Allah yolunda kavga vermenin"adı almıştur. Bugün cihad denince akla gelen tek manâ budur.
Daha sonra da izâh edileceği gibi, Efendimiz'e isnâd edilen bir ifâdeyle cihâd, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Fakat biz, bu taksime geçmeden evvel, bir nebze, cihâdın ehemmiyeti üzerinde durmak istiyoruz.
Yeryüzünde cihâddan daha büyük bir vazife yoktur. Zaten olsaydı, Allah (c.c.) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk'ın, bu vazife ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeleri getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Herşeyden evvel düşünülmelidir ki, Hazreti Âdem'den bu yana, Nebî olsun, Velî olsun, Allah'ın en seçkin kulları, büyük ölçüde bu seçkinliğe, kılıçların gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir.
Cihâd, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özle, rine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihâd, insanın yaratılış gâyesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hakk katında cihâd çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sâhiptir.
Hiçbir mazereti olmadığı halde cihâddan geri duranlarla, durmadan cihâd eden ve ömrünü bu uğurda bitiren insanlar arasında kapatılması, başka amellerle mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu ma'nâyı ifade eden âyette meâl olarak şöyle denilmektedir:
"Mü’minlerden-özür sahibi olanlardan başka-oturanIar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihâd edenleri, derece bakımından, oturanlardan üstün kıldr. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vâdetmiştir; ama mücâhidleri oturanIardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır " (Nisâ, 95).
Allah yolunda mücâdele eden ve da'vâsını anlatmayı kendine yol edinen kat'iyyen diğerleriyle aynı seviyede mütâlâa edilemez. Bunu şöyle bir misâlle basitleştirip anlatmak mümkündür.
Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesnâ insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah'ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir. Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereği ve icâbıdır. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı bir çok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbâbının kendilerince ufuk-nokta kabul ettikleri bir gâye ve hedefleri mevcuttur; ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Aynı zamanda, teker teker bu meslekler, varmak istedikleri neticenin değerine göre bir kiymet ifade ettiği de unutulmamalıdır. yani, bir berberin neticede elde edeceği nokta neyse kıymeti o ölçüdedir. Bir terzi veya saracın da öyledir. İsterseniz meslek gruplarını daha ileri seviyeye götürebiliriz. Eğer milletvekilliği, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı birer meslekse, onlar için de verdiğimiz hüküm aynen geçerlidir. Bunlar da neticede varılacak nokta ile değerlendirilirler. Şimdi, siz bir insanın her hangi bir şeye başlangıç ve netice itibâriyle durumunu düşünün. Üzerinize damladığında yıkamak mecburiyetinde kaldığınız pis bir su damlasından sonra, çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir cesed. İnsanın mebdei ve neticesi bu değil midir? İşte, mesleği ne olursa olsun, insanların varacağı son ufuk-nokta budur. Halbuki peygamberlik mesleği hiç de öyle değildir. Onların hedeflerinde de bir ufuk ve bir ideal nokta vardır. Ancak, bu nokta diğerlerinde olduğu gibi çürüyüp kokuşan bir nokta değildir. Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef şudur: Allah'ın tanıtılması ve insanlığın O'nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah'a ulaşması.. şu fâni âlemde beka cilveleri göstermesi... yoktan varlığa âit renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması... öyle zafer takı gibi bir gökkuşağı ki, zafer taklarının altından bir kere geçilir ve gidilir. Ama, onlar gökkuşağından taklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekilde insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce bu duygu ve mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettiren de ancak nübüvvetin ma'nâsını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir.
Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hakk, Zâtı Ulûhiyetinden sonra onların risâletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihâddır. Mademki her meslek neticede vâracağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesîle ve vaısıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır.
Ve yine cihadın ehemmiyetindendir ki, cihâd için söz vermiş biat etmiş cemâatın durumu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Muhakkak ki, sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefâ gösterirse AlIah ona büyük bir mükâfat verecektir " (Fetih, 10).
Âyete nüzul sebebi olarak gösterilen hâdisenin hülasası şudur: Allah Rasulü Mekke'ye gidip Kâbe'yi tavaf edeceklerini müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Seneler vardı ki hasretten yanıp tutuşuyorlardı. Nasıl olmasın ki, bizler bile bir iki defa görmekle oraya âşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanıp tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebîler Nebîsi'nin maskat-ı re'si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı Kâbe'nin bulunduğu yerdir. O Kâbe ki, Nâbî'nin ifadesiyle "Metâf-ı Kudsiyân"dır. Yerden tâ sidret'ül-müntehâya kadar meleklerin ve kudsîlerin tavaf yeridir. İşte müslümanlar da doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuşdukları bu beldeye gelip, kudsîlerin tavaf ettiği Kâbe'yi tavaf edip, tekrar Medîne'ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye'ye vardıklarında hiç beklemedikleri bir hâdiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, müslümanların Kâbe'yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve eğer diretirlerse müslümanlarla harb edeceklerini ilân ettiler. Bu beklenmedik hâdise, müslümanlar arasında şok tesiri yaptı. Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, İslâm'ın onuruna vurulmuş bir darbe gibi görüyorlardı. Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke müthiş bir gerilim hâsıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor; âdetâ herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu: İşte tam bu esnâda Allah Rasûlü mü'minleri bîata dâvet etti. Bîat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş Allah Rasûlü'nün elinden tutarak bîat ediyordu. Ve her sahâbî, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Rasûlü'ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu ma'nâda Allah Rasulüne el verip yemin etme, Kur'an'da tebcîl ediliyor ve oradaki mü'minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk'ane derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da yine cihâda verilen değerin bir başka tezahürüydü...
Bir başka âyette meâlen şöyle deniliyor:
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevratta, İncîl'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir. AIlah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur " (Tevbe, 111).
Nefislerini, bedenlerini, cismânî varlıklarını Allah'a satan insanlar, bunun karşılığında Cenneti ve Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanıyorlar ve bunu ifâde ederken Kur'ân-ı Kerîm alışveriş tabirini kullanıyor. Bu böyle bir pâye ki,insan bu sâyede Cenâb-ı Hakk'a muhatap olacak seviyeye yükseliyor.
Allah Rasûlü de bir hadîslerinde şöyle buyuruyorlar: "Ali ne kadar arzu eder ve isterdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim, sonra yine diriltileyim ve sonra yine öldürüleyim..." Eğer sözün uzaması mevzûbahis olmasaydı Allah Rasûlü bu ifâdeyi kimbilir kaç kere tekrar edeceklerdi. Esasen bu ifâdeyle kasdolunan da sonsuzluk mahâsıdır ki bu, öldürülüp diriltilmeyi arzu etmek, demektir. Düşünün ki bunu talep eden, Nebîler sultanı Aleyhisselâm Efendimizdir. Cihâdın kıymetini biz ancak Allah'tan ve O'nun Rasûlünden öğreniriz. ResQlü Ekrem buyuruyor ki: "Bir tek gün, Allah yolunda ve Allah uğrunda gelen tehlikeleri gözetlemek üzere uyumayan göze sâhip olmak ve bir gedikten böyle muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen, dünya ve dünya içindekilerden daha hayırlı bir iş yapmış demektir."
Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten memlekete felâket ve helâket sızacak, işte bunu gözetlemek için orada duran ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe'den daha hayırlı bir iş yaptığını söylese ve yemin etse yemininde yalancı değildir. Zira, "Dünyanın içinde bulunan herşeyden" tabirine Kâbe de dâhildir.
Başka bir hadîslerinde de şöyle buyururlar: "Her amel insanın ölmesiyle sona erer. Ancak Allah yolunda mücâhede edenin ameli bundan müstesnâdır. O kıyâmete kadar nemâlanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir suâlinden, Allah onu emîn kılar."
Cihâdın fazilet ve ehemmiyeti hakkında yüzlerce âyet ve hadîs vardır. Ancak mevzûmuz olmadığı için biz, zikrettiklerimizle iktifâ ediyoruz.
Cihâd, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma'nâsına (Cihâd-ı Ekber) diyoruz. Bir de aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleşmeye alıp götürme için yapılması vardır ki bu da küçük cihâd ma'nâsına (Cihâd-ı asgar) dır.
Düşmana haddini bildirmiş ve kılıçlan düşman kanıyla kıpkızıl kesilmiş bir cihâddan dönerken cemâatına hitaben Allah Rasûlü, "Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır. Büyük cihâdın ne olduğunu soran sahabeye de "Nefisle mücâdele" cevabını vermişlerdir.
Bu ifâde aslında bir hakikatın iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de,insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında matlup keyfiyeti kazanması düşünülür ki, bu durumda cihâdın büyüğü de küçüğü de aynı hakikatın ayrı ayrı yüzleri sayılır.
Zaten insanların bu hâle gelmesi, peygamberlerin gönderiliş gâyesi değil midir? Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle anlatılır: "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik " (Bakara, 151) .
Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenâb-ı Hakk'ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engel ve mânialar yıkılacak; eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir ma'nâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyâtı tekvîniyeyi okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur.
Nebîdir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki curûfu ve işe yaramayan kısmı atarak matlub keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebîlerin irşâdıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek aslâ mümkün değildir.
Âyette dikkat çekilen bir husus da Nebî'nin Kitâb'ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer Kitab'tan maksat Kur'ân ise -ki öyledir- hikmet Kur'ân'dan başkasıdır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi câiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz'in Sünnet-i Seniyyeleridir.
Nebi, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi tâlim edecek ve öğretecektir. Bu hitap sadece o günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki kıyâmete kadar gelen insanların Nebîden öğrenecekleri çok şey olacaktır...
Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Rasûlünden öğreniyoruz. Bizler gibi bu vesîle ile, O'nun tilmizleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, "gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak" diyebilenler... Şah-ı Geylânî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem,Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüzbinler... hep o büyük terbiyenin meyveleridirler. Eğer Efendimizden sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri israil Peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi...
Peygamberimizin bize öğrettiği çok şey olmuştur ve olacaktır. İnsanlık, hayatın her sahasında, O'ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok mes'eleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehâletin zifiri karanlığından O'nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tûfânı idrak edecek; ilim fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır.
Evet, peygamberlik mesleği, insanları billurlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb'in hoşnut oIacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen da'vâ adamlarına da aynı yükü mîrâs olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de ancak cihâdla mümkündür.
Cihâd vazifesi Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı manâyı paylaşır. Bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu tesbit için şâhidler dinlenir ve hüküm verirken onların şehâdeti nazara alınır. İşte, cihâd yapanlar da, gök ehline karşı, yerde, inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sâdâlarıyla bağırarak "Allah vardır" diye şehâdette bulunmaktadırlar "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şâhidlik etmiştir ki, O'ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilah yoktur." Âli İmran,18) âyeti bütün vüzûhuyla bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah (c.c.) kendi varlığına şehâdet eder. O'nu, vicdanında hakikata ermiş olanlar duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını kitapların beyan etmesi mümkün değildir.
Melekler de Allah'ın varlığının şâhidleridir. Melekler, saf mâhiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamıştır. Aslî yapıları kat'iyyen bozulmamıştır. Ayna gibidir onlar. bakıldığında hemen Cenâb-ı Hakk'ın tecellileri görülür. ,
İlim sahipleri de Allah'ın varlığına şehâdet ederler. Bütün dünya Allah'ı inkâr etse bu üç şehâdet O'nun varlığını isbâta kâfidir ve yeterlidir.
Evet, öyledir. Zira bizler bütün çıplaklığı ve azametiyle bu hakikatı vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şâhidlik mele-i âlânın sâkinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar kâinattaki tarrakaları duymuyorIar ve ilâhî san'atı anlamıyorlarsa buna da ilim sahipleri şâhid olarak yeter.
Allah'ın şâhidleri, en karanlık yerlere kadar gidecekler ve Allah'ı inkâr hesabına kurulan mahkemelerde bütün gür âvâzlarıyla nîda edecek, bağıracak ve "Biz Allah'ın şâhidleriyiz" diyeceklerdir.
Evet, işte Nebîler de en yüksek keyfiyette, bu şehadet vazifesini îfâ etmek için gelmişlerdir.
"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanIarın, peygamberlerden sonra AlIah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Fakat AIlah sana indirdiğine şâhidlik eder, onu Kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şâhidlik ederler. Ve şâhid olarak Allah kâfidir " (Nisâ, 165-166).
Her millet içinde onların, ufuklarını aydınlatmak için bir nebf doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi dönüyor ve her devirde gül açar gibi bir nebî zuhur ediyor. Gelen her devir karanlık bir çağ gibi geliyor ve her nebî kendi çağını aydınlatıyor. Ve son olarak da, Efendimiz geliyor ve bütün çağları aydınlatıyor. Allah (c.c.) O'na Kur'ân'ında şöyle sesleniyor: "Ey Nebî, şüphesiz biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik " (Fetih, 8).
En-Nebî, ifadesinin başında bir lâm-ı târif vardır. Bu bilinen ve marûf olan, demektir. Allah Rasûlü nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Cansız varlıkların (cemâdâtın) selâmlamasıyla, bitkilerin temennâsıyla ve hayvanların serfurû etmesiyle nebîliği malûm ve meşhûddur. O inkârı mümkün olmayan herkesin bildiği, belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur'ân-ı Kerîm O'na hitaben "Ey bilinen mâlı&127;m nebî!" demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin, O'nun karşısında eriyip gitmeleri de O'nun bilinen Nebî olmasına yeterlidir.
"İnnâ erselnâke " Burada muhatap sığasıyla "Seni" deniliyor. Âdetâ rahmetle diz dize gelmiş bu rahmet ve şefkat peygamberine bu vasıflarından dolayı telmîhte bulunuluyor.
"Şâhiden" Seni insanlığa bir şâhid olarak gönderdik: İnsanlığa, Beni duyuracak, Benim şâhidim olacaksın. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr etse, Sen Allah'ın varlığını îlân edeceksin. Sen böyle bir şâhidsin. Arkandan gelen şâhidler cemâati de var. Onlar da bütün insanlığa şâhid olacaklar, Sen de onlara şâhid olacak ve bunlar benim, diyecek; onların şehâdetine şâhidlik edeceksin. Ve hadîsin ifadesiyle O'nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebîleri mesuliyetten kurtaracaktır .
O, iyi yolda müjdeleyen ve kötü yolun encâmından mü'minleri sakındıran bir insandır. Ve işte cihâdın rûhu da bu hakikatta saklıdır. İşte nebîler bu ulvî vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydınlatacak, tenvîr edecek, âfâk-ı âlemde güneş gibi doğup batacaklar, ve böylece insanlık karanlık yüzü görmeyecek. Hakikatın duyurulmadığı tek vicdan ve hakikata açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak. Hak ve hakikat her eve girecek ve herkes ondan istifade edecektir:..
Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanlann zihninde, düşünce dünyasında bulanık da oIsa bir peygamberIik anlayışı vardır.Bu anlayışın bir kısım hüzmeleri geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nûrdan kaynaklanmaktadır. Gerçi iki devre arasında yaşayanIar, ekseriyetle doğru yoIdan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmişlerdi; fakat müessese olarak Peygamberlik ve nübüvvet mâ'nâsının girmediği ev kalmamıştı. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihâd rûhu ve düşüncesi de onların bu temiz soluklarının tesirinden başka birşey değildir. Çünkü, ardarda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yoluna vakfetti ve büyüğüyle, küçüğüyle cihâdın en kusursuz temsilcisi oldu.
Cihâd-ı Asgar (Küçük cihâd), sadece cephelerde elde edilen bir cihâd şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış cihâd ufkunu daraltmak olur. Halbuki cihâdın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazan bir kelime, bazan bir susma, bazan sâdece yüzünü ekşitme, bazan bir tebessüm, bazan o meclisten ayrılma, bazan da meclise sâdece dâhil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihâdın şümûlüne girer. Böyle bir tabandan başlayarak hayâtın her sahasında, cemiyetin her kesiminde onu iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de yine cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken dâire dâire bütün dünyaya uzanan bir hacmiyle yapılan ve yapılacak olan cihâd, cihâd-ı asgardır.
Bu cihâd bir mâ'nâda maddîdir. Mânevî cepheyi teşkil eden büyük cihâd (Cihâd-ı Ekber) O da insanın iç alemiyle, nefsiyle olan cihâdıdır ki, bunların ikisi birden îfâ edildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikattaki muvâzene bozulmuş olur.
Biz, herşeyi olduğu gibi, cihâdı da her iki şekliyle Allah Rasûlünden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O hakkı neşretmiş ve bunu yaparken de sistemli bir şekilde ve kıyâmete kadar tatbîki mümkün sağlam kâideler üzerine oturtarak o vazifeyi îfâ etmiştir. Eğer meselelere o felsefeyle yaklaşacak olursak, Efendimizin hayat-ı seniyyelerinde, gelişi güzel ve kendini zuhûrâtın akışına bırakmış tek bir hareket dahi göremeyiz. O bir plân ve proğram adamıydı. Belki bunları günümüzün insanının anladığı şekliyle yazıp çizip şematikleştirmiyordu; fakat hep, daha önceden hazırladığı bir çizgi, bir. sistem üzerjnde yürüyor gibiydi. Zaten bu da O'nun nübüvvetine delillerden biridir. Aynı zamanda Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da en güzel örneğidir.
Allah Rasûlü risâletinin ilk devrelerinde namazlarını hep Kâbe'de kılıyordu. Bu sadece orada kılınan namazın faziletinden değildi. Belki, bu hareketiyle güttüğü nice gâyeler vardı. Belki de hak ve hakikatı en mâsûm şekil ve hüviyetiyle anlatmanın, o gün için tek çıkar yolu buydu.
Gençlere birşeyler anlatacaktı. Ne var ki, onların yanlarına gidip, onlara birşeyler anlatmak âdetâ mümkün değildi. Zira hepsinin gençlik hevesatından gelen taşkın hareketleri oluyordu. Eğer Allah Rasûlü onların arasına kanşacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için gidip Kâbe'de Rabbi'yle olan irtibatını fiilen gösteriyordu. Gençlerde, O'nun bu davranışı merak uyandırıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar; O da onlara davâsını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Rasûlü, Kâbe'de namaz kılmayı tercih ediyordu.
Namaz kılarken çeşitli saldırılara uğradı. Halbuki evinin bir köşesinde namaz kılmış olsaydı bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kılmasının bir manâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş, kaç defa saldırıya uğramış ve öldürülmek istenmişti...
Bir defasında Ebu, Cehil elinde büyük bir taşla Kâbe'ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara "Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve onu öldüreceğim" demişti. Allah Rasûlü secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldırmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı. Bir sıtmalı gibi titriyor ve gittikçe yüzü kireç rengini alıyordu. Etrafındakiler koşuşup ne olduğunu sordular: "Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı"dedi.
Başka bir seferinde Ukbe b. Ebî Muayt, Allah Rasûlü namaz kılarken gelmiş ve Resûlullah'ın sarığını boynuna dolayıp sıkmaya başlamıştı. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yıldırım gibi gelmiş ve bu câniyi Allah Rasulünün başından defetmiş ve şöyle demişdi: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?" Esasen bu, târihî bir sözdür. Asırlarca önce, Hz. Musâ'nın başına üşüşenlere karşı, o devrin inanan bir mü'mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyleki daha sonra Kur'ân-ı Kerîm bu şahsın sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir. Hz. Ebu Bekir öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak îmânındaki kuvvet onu yenilmez bir insan haline getiriyordu.
Eğer husûsî himâye olmasaydı, Allah Rasûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldırıların birinde şetıîd olabilirdi. Fakat Allah O'nu korumayı kendi teminatı altına almıştı. Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri Kâbe'de namaz kılmak için ölümü göze alıyor ve öyle namaz kılıyordu. Demek ki böyle hareket etmesinde hayâtî bir önem vardı ki adına ant içilen bir hayat, âdetâ o uğurda istihkâr ediliyordu.
Hz. Ebu Bekir evinin önünde yaptırdığı cumbasında yüksek sesle Kuı'ân okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanıp dinliyorlardı. Zamanla dinleyenlerin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddî rahatsızlık duymaya başladılar. O da hertürlü taarruzu göze alarak bu haraketini devam ettirdi. Hatta Hz. Ebu Bekir'i himayesine aldığını ilân eden ve bir insan olarak takdir eden İbn Düğünne, himayesinin devamı için Kuı'ân okumadan vaz geçmesini teklif etti.. edince de Hz. Ebu Bekir hayatını ortaya atarak her şeye rağmen Kur'ân okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücâdelesine, devam etti. Söz, fiil ve davranışlarla cihâd mümkün olduğu sürece, cihâddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanıyordu ki, ferdin ve cemiyetin hayâtiyeti, ancak cihâdla mümkündür ve cihâdı terkedenler çürüyüp kokuşmaya mahkümdur. Aynı zamanda Allah'ın himâyesine girme de ancak O'nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktır. "Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder" manâsına gelen âyet veya âyetler bu hakikatı ifâde etmektedir (Muhammed Sûresi, 7).
Evet, siz Allah'ın dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size yardımcı ve destekci olur; sizi katiyyen kaydırmaz ve sizi zâyi etmez. Eğer hayatınızda kaymaktan emîn olmak istiyorsanız, mücâdele ve mücâhedede bulunmayı hayâtınıza gâye edinin. Yemeniz-içmeniz, yatıp-kalkmanız ve bütün hareketleriniz, hep bu gâyeye hizmet için olsun. Tâki cihâdın en küçüğünü olsun yapmış olasınız.
Yine hayâlen Mekke'ye dönüyor ve Efendimiz (s.a.v)'in hareket tarzını takip ediyoruz:
Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı müslümanların dayanacak tâkatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda olanların cihâdı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihâdın kendisi olacak ve biât etırrıek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti.
Habeşistan'a yapılan iki hicretten sonra müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medîne'ye hicret ettiler. Medîne devrinde ise cihâd başka bir seyir takip etmeye başladı. Artık, İslâm Site Devleti'nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihâd lâzımdı. Keyfiyette bir değişiklik yoktu; bütün mes'ele kemmî durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazan gaza, bazan da firene basma ve manevra kabiIiyetini dâima zinde tutma... bunlar işin stratejik yönleriydi... ve devrin, hâdiselerin durumund göre değişiklik arzetmesi de gayet normaldi...
Cihâda izin verileceği âna kadar müslümanlar fiilî bir müdâhalede bulunamıyorlardı. Bu bir bakıma, pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar dâima mazlûm ve mağdûr ediliyor; fakat, maddî cihâda izin verilmediği için mukâbele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihâda izin veren âyet nâzil oldu. Âyet şöyle diyordu:
"Kendileriyle savaşılanlara (mü'minler) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile def'etmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, Azızdir "(Hac Sûresi, 39-40).
Dün kendilerine, kılıç kullanmıyacaksınız denen insanlar, bugün kılıç kullanma izni alınca şahlandılar ve bu izni kullanacak zemini sabırsızlıkla beklemeye başladılar.
Bir müddet sonra ise, bu bir izin olmadan çıktı ve emir ol'du. Artık mü'minler kılıçlarıyla cihâd etmeye mecburdular. Bedir'e giderken müslümanlar,âdetâ Cennetten dâvetiye almış gibi sevinç ve sürûr içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra canları tehlikeye girecek onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canına minnet biliyordu. Cihâda çağırılan hiç kimse bu dâvete icâbetten geri kalmadı. Sadece münafıklardır ki ordu bozanlık ediyorlardı.. ve her zamanda öyle yaptılar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimizi mevzide terkettiler.. ve bazan da hiç iştirak etmediler. Onlar, içte saffete erememiş, gönül dünyasında nifâkı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefîl ruh ve bir kısım nefsin zebûnu kimselerdi ki, karekterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı...
Allah Rasûlü'ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terkeden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihâd yolunda vâsıl-ı ilallah olmuş ve Allah'a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler yoldaki şaşkınlar, hakikatı idrak edememiş ve rûhunda hakikatla bütünleşmemiş zavallılardı.
Vâkıa onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur'ân-ı Kerîm de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir: "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz " (Bakara, 216).
İnsan tabiatının böyle oImasına rağmen mü'minler, kayıtsız şartsız Allah Rasûlü'ne boyun eğdi ve teslîm oldular. Onlardaki bu bağlılık Cenâb-ı Hakk'ın onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.
Böylece her geçen gün mü'minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler en kısa zamanda civar kabileler arasında da duyuluyordu. Mü'minlerin her zaferi onları sevindirirken kâfirleri de mahzûn ve mükedder ediyordu. (Günümüzde de bu durum değişmiş değildir.)
Cihâd, birbirine bağlı zincirin halkaları gibi devam ediyor. Mü'min daima dirliğini ve diriliğini cihâdda buluyor. Cihadı bıraktığı an da öleceğini biliyor. Evet, mü'min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.
Ne kadar, bedbîn ve karamsar insanlar varsa hepsini tedkîk edin, hep karşınıza, cihâdı terketmiş insanlar çıkacaktır. Bunlar Hak ve hakikatı başkaIarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzâtı çekip almış ve dolayısıyla da kapkaranlık kalmışlardır. Halbuki ne kadar cihâd eden varsa, aşku şevk içindedirler, içleri apaydındır ve biri, bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihâd onlarda yeni bir cihâd düşüncesi uyarır ve böylece sâlih bir dâire teşekkül eder. Her hayır başka ve yeni bir hayra vesîle olur. Onlar da hayırlar içinde yüzer giderler.. "Amma bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir. " (Ankebût, 69) âyeti bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah'a çeşitli yollar vardır ve Allah'a giden yolların sayısı mahlûkatın nefesleri adedincedir. Allah için cihâd edenleri O, bu yollardan birine mutlak surette hidâyet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onların önüne çıkarır ne kadar şer yol varsa öyle yollardan onları korur.
Allah'ın yolu Sırât-ı Müstakîmdir. O yolu bulan bir insan her şeyde orta yolu tutar gider. Gazap da, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihâdda ve ibâdetlerde de hep orta yolu takib eder. Bu, Allah'ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir..
Fedakârlık derecesi ne olursa olsun dışa karşı veriIen bu kavga bütünüyle Cihâd-ı asgara dâhildir. Ancak bunun küçük cihâd olması büyük cihâda nisbetledir; yoksa cihâdın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandırdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennete namzet olma, şehîd olup berzah hayatını dipdiri geçirme ve her ikisinin sonunda da Allah'ın rızasına erme söz konusudur. Evet böyle bir neticeyi sonuç veren cihâd nasıl küçük olabilir ki..?
Cihâd-ı asgar, dinin emirlerini fiîlen yerine getirme ve o mevzûda kendinden bekleneni edâ etmektir. Cihâd-ı Ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma ve dâima kendi kendiyle kavga içinde bulunmadır. Kin, nefret, hased, enâniyet, gurur, kendini beğenme, fâhir, nefs-i emmâre gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa bütününe birden cihâd ilan etme, hakikaten zor ve çetin bir cihâddır ki, buna en büyük cihâd denilmiştir.
İnsan, küçük ve maddî cihâdda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan bu küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma marûz kalan bir insan ise, bütün kötü düşünceler tarafından dört bir yanı sarılacak ve ma'nevî hayatı felce uğrayacaktır. Bu bakımdan maddî cihâd yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz, gazâdân dönerken büyük cihâda dönüldüğünü söylemiştir. Bunun manâsı şudur: İmân ettik. Cihâd da yaptık. Gazâ şerefiyle şereflendik. Belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazılarının içine kendini beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmâre başka yollardan rûha girip onu ifsâd edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır.
Bu sözün muhatabı sahâbîden ziyâde, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihâdı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murâkebesinden uzak bulunuyorsa, o tehlike mıntıkasına girmiş sayılır.
Asr-ı saâdetin insanı, harp meydanlarında kavga veı-irken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibâdet ve zikirle Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı. Sanki onlar gündüzleri, gözleri hiçbirşey görmeyen o cengâverler değil de bir köşede inzivaya çekilmiş zâhidlerdi. İş böyle olunca, maddî cihâd herşey sayıp cihâd-ı ekberi görmemezlikten gelmek veya cihâd-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yıkıp onu ruhbanlığa çevirmek onun rûhuna hiyânetten başka birşey değildir. İşte önümüzde Allah Rasûlü'nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahâbî..!
Bir muhârebe gecesinde iki sahâbî nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine: "Sen istirahat et biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım'; der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman işi anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak, o namazını bitirinceye kadar dayanır. Namazdan sonra yanındakini kaldırır. Arkadaşı onun durumunu görünce hayretten dona kalır. "Niçin, der birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?" Cevap verir: "Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim.."
Huzur onu böyle çepeçevre kuşatıyordu. Sanki o, namazda, Kur'ân okurken bizzat Kur'ân ona nâzil oluyor ve sanki Cibril onun rûhuna Kur'ân solukluyor gibi okuyor ve o böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihâdı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihâd adına hakikatın gerçek yüzü...
Efendimizde, her iki cihâdı da en uç ve ufuk noktada bütünleşmiş olarak görüyoruz.
O, harp meydanlarında bir cesaret âbidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyIa, haıp meydanında endişe ve korkuya kapılan bütün sahâbî O'nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Meselâ, Huneyn'de öyle bir kükremişti ki, atının dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atını mahmuzluyordu. Bir taraftan da en gür sâdâsıyle haykırıyordu "Ben Peygamberim bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in torunuyum bunda yalan yok!"
Bu şecaat ve kahramanlık âbidesi İnsan, ibadetlerinde de aynı şekilde, âdetâ bir kulluk âbidesi haline geliyordu. Namaz kılarken, kaynayan bir tencere gibi ses çıkârırdı; ağlayıp göz yaşı dökdüğü zaman O'nu görüp dinleyenleri rikkata sevkederdi. Bazen günlerce oruç tutar "savm-ı visâl" yapardı. Bazen sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Âişe vâlidemiz,bu tehâlükü çok görerek, gelmiş geçmiş günahları affolan Sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun? diye sormuş, O da: "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti.
Bir insan düşünün ki mağarada yılan ve çiyanlara aldırış etmeden saklanıyor, tam o esnada müşrikler mağaranın kapısına kadar geliyorIar ve Hz. Ebu Bekir O'nun namına telaşlanıyor; fakat O, hiç aldırış etmeden, "Korkma Allah bizimledir" diyebiliyor ve aynı şahıs Kur'ân dinlerken öyle rikkate geliyor öyle göz yaşı döküyor ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Meselâ, İbni Mesûd'a "Bana Kur'an oku" demişti. O ise, edep içinde "Ya Rasûlallah, Kur'ân Sana nâzil olurken ben Sana Kur'ân mı okuyacağım?" diyor. Ancak, Allah Rasûlü ısrar ediyor ve "Ben başkasından Kur'ân dinlemeyi severim" buyuruyor. Bunun üzerine İbni Mesûd, Nisâ Sûresi'nin başından okumaya başlıyor. "Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de hepsine şâhid kıldığımız o gün nasıl olacak" (Nisâ Sûresi, 41) meâlindeki âyete gelince, Allah Rasûlü artık dayanamaz hale geliyor ve eliyle yeter, yeter, diyor. Gerisini İbni Mesûd'dan dinleyelim: Sustum. Döndüm baktım Allah Rasûlü ağlıyor ve göz yaşları da çağlıyordu. O bir kalb ve gönül insanıydı. Maddî cihâdda da manevî cihâdda da... O idi ki ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve "Ben her gün yetmişten fazla istiğfar ediyorum" diyordu.
Büyük cihâdda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibariyle, küçük cihâdı da kazanması muhakkak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihâdda kaybeden insanın küçük cihâdda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile neticeye varmaları mümkün değildir.
Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: "Allah Rasûlü bir gece bana hitaben! "Ya Âişe, dedi, müsâade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım." (O Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asâlet O'nun damarlarına işlemişti.)" Ben, Yâ Rasulullah, dedim, seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini dahi çok isterim."
Sonra, anamız diyor: "Allah Rasûlü abdest aldı namaza durdu ve uzun süre "İnne fî halkissemâvâtf ve'l-erdı" âyetini okudu ve sabaha kadar göz yaşı döktü."
Bazan da Allah Rasûlû, hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: Bir gece uyandığımda Allah Rasûlü'nü yanımda bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanımlarından birinin yanına mı gitti, diye düşündüm,. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Rasûlu nün ayaklarına ilişdi. Baktım ki Allah Rasûlü secdeye kapanmış bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: (Meâlen) "Allah'ım senin gadabından, öfkenden senin rızana sığınıyorum. Ukubetinden bağışlamana sığınıyorum. Allah'ım Senden yine Sana sığınıyorum. (Kahrından lütfuna; celâlinden cemâline; ceberûtiyetinden Rahmâniyet ve Rahîmiyetine sığınıyorum.) Sen Seni sena etiğin gibisin. (Ben Seni sena edemem. Senin en büyük şâhidin yine Sensin.)" '
İşte Allah Rasûlü ve işte onun iç derinliği, büyük cihâdı! O böyle olunca, ashâbı daha başka türlü ölabilir miydi? Öbür tarafta O'nunla beraber olabilmek için, burada O'na benze'mek gerekir. Sahâbî, tam anlamıyla bunun şuurundadır. Hatta onlardan bazıları, Sevbân gibi, Allah RasûlüncTen ayrı kalma düşüncesi akıllarına geldiği an, iştahtan-kesilir ve ciddî rahatsız oluriardı.
Efendimiz bir cihâda çıkmış, Sevbân ise O'nunla bulunamamıştı. Allah Rasûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevbân da vardı. Sararmış, solmuş ve âdetâ bir iğne bir iplik kâlmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: "Sevbân bu halin ne?" Cevap verdi: "Ya Râsûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce varki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben Allah Rasûlünden üç. günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah'ın Rasûlüdür. Makamı muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbuki ben sıradan bir insanım. Cennet'e girmiş dahi olsam, Allah Rasûlü'nün gireceği Cennet'e girebilmem mümkün değil. Ve O'ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hallere düştüm."
Allah Rasûlü bu dertli insanın derdine derman olarak şu ölümsüz ifâdesiyle karşılık verdi: "Kişi sevdiğiyle beraberdir." Kişiyi sevmek ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahâbî bu mevzûda herkesten daha hassastır.
Hz. Ömer bütün hayatı boyunca Allah Rasûlüne, akrabalık yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyâkı içinde yandı durdu. Hz. Fâtıma'yla bunu yapmak istedi; fakat o Hz. Ali'ye nasib oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'ü aldı. Bütün derdi herhangi bir bağla Allah Rasûlü'nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans İmparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı. Ama O'nun derdi evlenmek değil, Allah Rasûlü ile bir bağ kurmaktı. Çünkü O, bütün soyunsopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramıyacağı birgün, işe yarıyan bir nisbet, bir haseb ve neseb peşindeydi.. Kızı Hafsa'yı Allah Rasûlüne vermek istemesinde yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzûu idi.
Allah Rasûlüne olan ma'nevî bağı zaten çok kuvvetliydi. Kimbilir kaç defa, İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, "Burada da âhirette de hep böyle olacağız" demişti. Ancak O, bir de maddî bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kızını Allah Rasûlüne vermiş ve Allah Rasûlünün de kız torununu almıştı. Hatta böyle bir münâsebette muvaffakiyet, o koca Ömer'i çocuklar gibi sevindirmişti...
Birgün kızı Hafsa vâlidemiz kendisine, "Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor. Ve dâima yeni yeni heyetler kabul ediyor, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?" diyor.
Hz. Ömer kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa dönüyor. Allah Rasûlü'nü ve Hz.Ebu Bekr'i kasdederek, "Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim. VaIIahi dünyada onlar gibi yaşamalıyim ki, âhirette onlarla beraber olabileyim" cevabını veriyor.
Biz buna, büyük cihâd veya manevî cihâd diyoruz. Allah Rasulünün ve sahâbînin yolu budur. Onlar Cenâb-ı Hakk'la sıkı bir irtibat içinde hayat sürdürdüler. Onların zikir ve ibâdetleri o kadar çoktu ki, onları görenler ibâdetten başka hiçbirşey yapmıyarlar zannederlerdi. Halbuki durum tamamen aksineydi ve onlar hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı...
Onlar âdeta ihlâsın özü ve hülâsası haline gelmişlerdi. Yaptıkları her işi Allah'rızası ölçüsünde yapıyorlardı. Onların her işlerinde bir iç derinliği ve iç murâkabesi vardı. İşte yine, karşımızda bir ihlâs âbidesi olan Ömer: Hutbe esnasında bir ara, hiç münâsebet yokken mevzûu değiştirir: "Ya Ömer, der, daha dün baban. Hattab'ın develerini güden bir çobandın Hutbeden iner. Sorarlar: Durup dururken bunu söylemeye sevkeden neydi? Cevap verir: Aklıma halife olduğum geldi..."Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, cevabı yine aynı oluyordu: "İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim.. "
Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara: "İçimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım" der.
Rûhen olgunluğa ermiş, rûhuyla bütünleşmiş, pâklaşmış bu temiz kimselerin cihâdı Allah rızası için olacağından semereli olur. Halbuki kendi iç mes'elelerini halledememiş, riyâdan, ucubtan, gurur ve kibirden kendini kurtaramamış, sağda solda çalım satmak için iş gören insanların cihâd adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktır. Böylelerin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, üzerine basa basa ifâde ediyorum, mümkün değildir.
Büyük ve küçük cihâdı bir arada mütâlâa eden âyet ve hadîsler vardır. Bunlardan biri de "En-Nasr" sûresidir. Bu kısa sûrede meâlen şöyle denmektedir: "Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O'nu tesbih eyle ve O'ndan mağfiret dile, çünkü o tevbeleri fazlaca kabul edendir."
Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman mü'minler fevc fevc, bölük bölük İslâm'a girecek ve dehâlet edecekler. 'Öylede oldu. Maddî cihad, "cihâd-ı asgar"emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker, Hakk'ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar İslâm dinine girmeye başladılar.
Bu duruma gelindiğinde, Cenab-ı Hakk'ın emri şu oluyor: "Rabbini tesbîh ve takdîs et'.' Çünkü bütün bu olanlar bir taraftan Rabb'inin sana bir ihsanıdır, diğer taraftan da bütün bunlan yapan ve yaratan Allah'tır. İşte bunları düşün ve Rabb'ini tesbîh ve takdîs et!
Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanında insan kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalı ki, cihâd tamamlanmış ve cihâd hakikatı bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Âişe vâlidemiz bize şunu naklediyor: Bu sûre nâzil olduktan sonra Allah Rasûlü durmadan "Sübhâneke Allahümme innî estağfirüke ve etûbu ileyke" duâsını okurdu.
Efendimiz (sav) bir hadislerinde yine bu iki cihâdı bir arada zikreder: "İki göz vardır ki Cehennern ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz."
Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihâdı maddî cihaddır. Bu cihâdı yapan insanın gözü cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de ma'nevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet,bu iki göz de Cehennemi ve O'nun azabını görmeyecektir.
Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehenneme girmesi o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Rasûlü, bu toz ve toprağın cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzûunda bir çok beyânda bulunmuşlardır.
Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, râbıta yapan, memleketin başına gelecek felâketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri cehennem ateşi görmeyecektir.
Bu itibarladır ki, sadece mes'eleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete birşey anlatma şeklinde cihâd yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbîk ettiklerini kontrol etmeyenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar, demektir. İçlerini zabt u rabt altına alamamış, riyânın burnunu kıramamış, fahrı ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdâhaleler huzursuzluk kaynağı ve gürültüden başka hiçbir yararı olmaya caktıı: Mes'eleyi yalnız manevî cihâd şeklinde ele alan ve kendi kavgamı vermeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı herşeyin üstünde görenler ve dışa karşı verilen kavgaya iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifâdeyle İslâm'ı yogileştirme gayretine düşmüşler, demektir. Bunlann bazılarında da şöyle bir düşünce hâkimdir: Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan önce kendini kurtarmaya bakmalı...
Evvelâ böyle düşünen kimseler bakmalıdırlar ki bir insan, kendini kurtardığını zannettiği gün girdapların en içinden çıkılmazına kendini kapdırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilirki? Kur'ân "Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et" (Hicr Sûresi, 15/99) demektedir. Yani perde açılıp sana öbür âlemden artık buyur, deninceye kadar, kulluk manâsına dâhil hiçbir fülden uzak kalamazsın. İnsan ömrünün son nefesini verinceye kadar kullukla mükelleftir.
Durum böyle olunca, insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl müinkün olabilirki..! Halbuki onun mükellefiyetleri devam etmektedir. Öyleyse insanın nefsiyle cedelleşmesi.. içindeki fenâ huylarla yaka paça olması ve kendini islâha çalışması hayatının sonuna kadar devam edecektir.
Biz havf ve korku ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emîn olma hiçbir mü'mine yakrşmaz. Ümitsizlik de aynı şekilde mü'min sıfatı olamaz. Ancak havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak İbn-i Abbas'ın şehâdeti kabul etmesi ve âhirette senin iyi bir insan olduğuna ben şâhidim, demesi bir ma'nâda,onu bu endişeden kurtarıyordu. Nasıl olmasın ki "Rabbinin azametinden korkana Cenâb-ı Hakk iki Cennet vadetmektedir." (Rahman, 46) diyordu...
Durum böyle olunca, ömür boyu cehd ve gayret isteyen bir mes'eleyi, cihâda mâni bir engel gibi değerlendirme ne derece yanlıştır ve bu iyice düşünülmesi gereken bir husustur.
Netice olarak, mevzûu şöyle hülâsa etmek mümkündür:
Küçük ve büyük cihâd, teker teker ele alındığında, birisinde sadece lafazanlık, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise, mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk vardır. Hakiki cihâd ise her ikisini birleştirmekle olur ki, Allah Rasulünün ve sahâbenin cihâd anlayışı da budur.
İslâm'ın yetiştirdiği büyük ve hakiki mürşidlerde de hep böyle bir cihâd şuuru görmekteyiz. Onlardan hiç biri, cihâdı tek yönlü ele almamışlardır. Demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzaklaşmamış ve gecelerini de gündüzleri kadar aydınlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş,hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun kalb dâiresini ihmâle uğratmamışIardır. Bu sâyede duydukları her şey,onlarda yeni bir imân peteğinin oluşmasına vesîle olmuş; böylece ihsân şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk'ın murâkabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rabb'lerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışIardır ki, Rabb, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.
Günümüzün insanı. Cenâb-ı Hakk'ı hoşnûd edecek bir cihad yapmak isfiyorsa -ki öyle yapması lazımdır- başkalanna hak ve hakikatı anlatmanın, neşretmenin yanıbaşında, kendisini ve arzularını da kontrol altına atıp, ciddi bir iç murakabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimâli, çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin de ne kendine ne de başkalarına yararı olmayacaktır.
Cihâd eri, Allah'ı herşeye tercih edecek şekilde, ihlâslı, samimi, yürekten ve gönül insanı olmalıdır. O zaman verilen mücâdele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe yapıp onların kafalarına faydalı faydasız bir sürü mâlûmat yığını aktarma yerine; kalb ve kafalara, mümkün olduğunca, samimiyet, hüsnüniyet, içtenIik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirrneye çalışmalıdır.
Cihâd, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, bu,büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi bu da küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad, cihâd oImaktan çıkar. Birinden miskinlik diğerinden anarşi doğar. Halbuki biz Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da her mes'elede olduğu gibi bu mes'elede de, Allah Rasulüne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.
Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini unutmazlar!.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
RİSALE-İ NURUN CİHAD VAZİFESİ
Ey, bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur'an-ı Azîmüşşân'ın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki; tahkikî îman dersleriyle, îman mertebelerinde terakki ve teâli ettirsin. Hem korkak değil, bilakis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve fa'al ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını îman ve İslâmiyet'in kurtuluşu uğrunda fedâ eden, fedâî ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî îmân kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur'an ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, "Ölürsem şehidim, kalırsam Kur'anın hizmetkârıyım" diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sâdık ve ihlaslı, yalnız Allah rızâsı için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.
Evet bu asra öyle bir Kur'an tefsiri lâzım ve elzemdir ki; Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur'an yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.
İşte Risale-i Nur'un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur'an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatın tasdikiyle sabittir. Hem amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları; ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zâlimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yâni şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri âşikâr bir delil teşkil etmektedir.
CİHAD FARZ-I AYIN OLMUŞTUR
Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin te'siri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire onbinler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.
NÜKTELER...
KURTARICI NESLE
Sen hep böyle milletinin derdiyle muzdarip yaşa! Her gece gönül kadehine çile ve ızdırap badeleri baskın yapsın. Ve yüz defa inlemeden bir nağme dinlememeye söz ver!..
Seccadenin hilali kıskandıran dudakları senin alnını Öperken eteklerinde nice Süreyya yıldızını uyutmaya çalış! Tevazuun ağyara ürperti versin ancak sen, deryaları yutmaya niyetli bir katre ol!..
Önünde nice "afilin" bendi gaye ve hedefe ulaşmana mani oluyor. Halbuki sen ateş ortasında bir çiçek gibi oturmaya namzetsin. Büyük atan İbrahim (as) bu mazhariyete bütün o bendlerî yıkarak erdi. Şimdi sıra sende: Bendleri bir bir yere sermekle!. .
Duydun mu ? Tilkiler aslandan haraç almış, kargalar kekliğin yürüyüşüyle alay etmişler. Efendi kölesine hizmet ediyor; köle efendisine harçlık veriyormuş. Davran ve aslana, kekliğe ve efendiye, kendilerine gelmelerini söyle! Belki dlnlemiyecekler. Fakat sen, onların gözündeki gafleti, göz yasınla silmeyi unutma!..
Düşüncesi nemlenmiş ve beraatini ecelden almaya niyetlenmiş bir milletin bağrında sen, düşüncesinden ateş damlayan bir gül goncası gibi aç! Öyle bir gül goncası ki, gönlü dünde, gözü ise daima yarınlardadır.
Aldanmış ve aldatılmış insanımızın şafak diye seyrettiği aydınlığın, puthaneden camiye sıçrayan büyük yangın olduğunu artık onlara haber ver! Haber ver, Kabe'den ürküp kaçan ceylanın yabancıların okuyla yaralandığını...
Kendini bırakıp âfâka dalan, su pınarı bırakmış çölde su arayan âmâya söyle: Güneş avlamaya çıkmıştın halbuki Öz benliğinin mumu çoktan sönmüştür. Yabancıya yakın kendinden uzak kaldığı müddetçe de bu mum asla yanmıyacak ve o, hep, gözünde fer olsa bile sinesinde kalb bulunmayan bir ama olarak yaşayacaktır.
Sen seni öldürmeye gelenlere hayat ver! Kendi safında olmak şartıyla, sana diken batıranların gönlünü gül yaprağıyla dahi incitme!.. Vazifenin en ağırını yüklenmeyi ilâhi bir lütuf ve kendin için de büyük bir bahtiyarlık kabul et! Fakat, ücret zamanı, semadan, yağmur yerine dürru güher yağsa senin nasip bağına bir katresi dahi düşmesin. Ve sen, iradenle, "bîbaht" olmayı tercih et!..
Hazırlan!. Senin ışıl ışıl bakan gözlerinde ben milletimin fecrini seyrediyorum. Ve inanıyorum, bu fecirden yüzlerce seher doğacak. Ancak unutma: Çiçeğin yanağını yıkayan çiy tanesi omuzunda nice fırtınalar taşımalıdır...
İşte buna hazırlan!..
ÇOK AZ ANILIYORSUN YA RESULULLAH
Buyuruyor ki, “bir gün benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacak” diyor. Demek ki, kutuplarda azıcık yarım saatliğine bile güneşin doğup battığı yerler vardır. Oraya bile ulaşacak.
Aslında meseleyi öyle almamalı. Mekanı zikredip o mekanda mekana hulul edecek insanı anlamak lazım. Yani gecesi gündüzü olan insanların bulunduğu her yere benim namım ulaşacaktır.
Şimdi bu gaybi bir haberdir. Fakat gaybi haberden daha çok, bizim için gösterilen bir ufuktur, bir gaye-i hayaldir. Bize verilmiş bir hedeftir. Diyor ki, siz benim adımı nam-ı celilimi güneşin doğup battığı her yere götürün. Götürmek için o bir avuç atında eğeri olmayan, atının ağzında gemi olmayan –baldırı çıplak derken takdir sözüyle söylüyorum- Hicaz’dan ayrılan baldırı çıplak – o baldırı çıplaklara ruhum kurban olsun- atları ciriko kemikleri üzerinde dünyanın dört bir yanına o nam-ı celili Muhammedi’yi götürmek için at koşturdu durdular. O anil merkez hareketin, merkez kaç hareketin, gücü bir yere kadar gitti durdu. O merkezden hızını alan güç bir yerde bitti durdu. Bayrak taşıyan kollar birden yerde yoruldu, bayrak bırakıldı. At çatladı, silah işlemez oldu, kılıç körerdi, yay açılmaz oldu, ok gitmez oldu. Ve gele gele size geldi. Götüre bildikleri yere kadar götürdüler. Bize getirenlerin de ruhu şad olsun.
Biz bir Asya milletiyiz. Onlar hicret-i seniyenin sekseninci senesinde Buhara’ya gelmeselerdi, kırkıncı senesinde Manevarun Nehir'e ulaşmasalardı biz nerden Müslümanlığı öğrenecektik. O ilk Müslümanlar İslamı çok iyi yorumlamasalardı, bizim anladığımız manada seslendirmeselerdi nasıl böyle bir Müslümanlığı anlayacaktık.
Ama her bir fani gibi onlarında bir ömrü vardır. Onlarda ömürlerini, ömrü tabilerini, tamamladılar ve göçüp gittiler Allah’a. Vazife başında gittiler. Şimdi gele gele bu vazife size düştü. Ama acıdır çok, Allah Resul’ünün nam-ı celili güneşin doğup battığı her yere gidemedi henüz.
Sizin arkadaşlarınız Sibirya’larda yaz günlerinde sıcağın otuz kırk derece olduğu kış günlerinde soğuğun altmış derece olduğu bir yerde o nam-ı celili Muhammedi’yi şöyle veya böyle tutturabilir miyiz diye, buza yazı yazar gibi oraya o namı yazmaya çalışıyorlar. Eski Moğolların ülkesine, bilmem ki Güney Kutup’ta insan var mıdır? Oralara kadar dünyanın her yerine nam-ı celili Muhammedi’nin götürülmesi.
Bırakın buralara da bir Almanya’ya gidin, dünya kadar yer gezersinizde ruhi revani Muhammedi minarelerde şehbal açmaz. İngiltere’de dünya kadar yer dolaşırsınız da ezan sesi duymazsınız. Camileri vardır ama sizin camilere benzemez. Müezzinleri kapalı yerlerde ezan okur. İmamların sesi sokağa taşmaz. Oralarda sokakları da alacak şekilde gürül gürül namaz kılınmaz. Itri’nin bestesiyle salat-u selamlar okunmaz. Allahu Ekberler denmez.
Ve Allah Resul’ünü kaldığın sürelerce ben oralarda çok garip hissettim. “Çok az anılıyorsun ya Resulullah, herhalde çok gurbet yaşıyorsun buralarda” dedim kendi kendime. Bir senden evvel ama senden küçük o peygamberlerin haline bakıyorum. Bir Amerika’da bakıyorum Davud’un sesi senden yüksek çıkıyor. Süleyman’ın sesi senden yüksek çıkıyor. İsa’nın sesi senden yüksek çıkıyor. Musa’nın sesi senden yüksek çıkıyor. O seslere de ruhum kurban. Ama senin sesin bir sporda başarılı olamamış takımın bayrağının birkaç adım aşağıda olması gibi nam-ı celiline baktıkça aşağıda görüyorum. Ve içim içimi yiyor adeta.
Oralara bile nam-ı celili Muhammedi götürülememiş. Biz mi vefasız, bize yakın olan bizden evvelkiler mi vefasız, tarih mi vefası, tarihseller mi vefasız kim vefasız bilemeyeceğim. Ama herhalde dostun vefasızlığı bahis mevzu düşmanın husumetinin yanı başında.
Bunun için güneşin doğup battığı her yere mutlaka ulaşmamız lazım. Bunu ister bir emir telakki edersiniz sahabinden. İster bir gaye-i hayal telakki edersiniz. Sizin için bir ufuk, bir hedeftir. Buraya ulaşın demiştir ümmetine. Ve isterseniz onu henüz vakti gelmemiş gaybtan verilen bir haber telakki edersiniz. Demek ki, Allah resulü olacak bir şeyi söylüyor. Madem bu olacaktır öyleyse bence bunu oldurmaya çalışmalıyız.
O olacak şeyin yanında Allah’ın inayeti vardır. Allah’ın keremi vardır, Resul’ün şefaati vardır. Allah (c.c.) sizi tutup kaldıracaktır. Allah sizi tutup kaldıracaktır. Allah’ın inayet ve keremiyle. Bunu ben bir işarete binaen söylüyorum. Sizin tutulup kaldırıldığınıza dair bir işarete binaen söylüyorum ama müsaadenizle onu açamayacağım. Mezun değilim onu açmaya. Onu O’nunla benim aramda bir sır olarak kabul edeceğim.
Eğer tutulup kaldırılmayı düşünüyorsanız, dağınıklığınızın giderilmesi ve toparlanmayı düşünüyorsanız bu işe sahip çıkın. İslamın dağınık şemnini bir araya getirin ki Allah’ta sizi dağınıklıktan kurtarsın, derlenip toparlanmanıza yardımcı olsun ve tutsun sizi tutup kaldırdığınız hakla beraber kaldırsın. Hakkı koyacağı yere koysun. Hak sahiplerini, ihkak-ı hak yapanları hakkı kaldırıp koyduğu yere koysun.
Ben sizden fazla bir şey istemiyorum, istemeye hiç hakkım yok. O konumda da değilim. Ama başlattığınız şu şeyi devam ettirmenizi istirham ediyorum. Allah aşkına, Resulün hatırına, şanlı tarihinizin hatırına. Tarihinizde sizin garip bir hadise değil bu. O kadar çok tekerrür etmiş. O kadar çok baskısı yaşanmış, o kadar çok şablonu var ki. Size diyorum bu kanaviçe üzerinde hayatınızı ördüğünüz zaman, örgülediğiniz zaman bu kendi kendine gerçekleşecektir Allah’ın inayet ve keremiyle.
Başlamış bir iş, yarıda bırakmayın. Bir kırık plak gibi kalmasın. Bu ses bu beste tamamlasın Allah aşkına. Bunu arkadan gelenler dinlerken yahu tamam olmuyor bu şiir demesinler. Bu beste tamam olmuyor demesinler. Dinlesinler ve tamamlayanlara rahmet desinler.
Başlamış bir şey. Başlamışı bitirin inşallah. Siz bitirmeye azmederseniz Allah sizi çoğaltmakta, sizi ikmal etmekte, itmam etmekte ve bu işi bitirmede size yardımcı olacaktır.

 
Üst