Hikmet

mihrimah

Well-known member
كَمَا اَرْسَلْنَا فيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ ايَاتِنَا وَيُزَكّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَالَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ


Bakara / 151. Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi​

يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

Bakara / 269. Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.​

وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْريةَ وَالْاِنْجيلَ


Al-i İmran / 48. (Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkında sözlerine devam ettiler:) Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı, İncil'i öğretecek.​

اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبيلِه وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ


Nahl / 125. (Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.​

وَلَمَّا جَاءَ عيسى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُمْ بِالْحِكْمَةِ وَلِاُبَيِّنَ لَكُمْ بَعْضَ الَّذى تَخْتَلِفُونَ فيهِ فَاتَّقُوا اللّهَ وَاَطيعُونِ


Zuhruf / 63. İsa, açık delillerle geldiği zaman demişti ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itaat edin.​

فَتَوَلَّ عَنْهُمْ يَوْمَ يَدْعُ الدَّاعِ اِلى شَىْءٍ نُكُرٍ


Kamer / 5. Bu büyük bir hikmettir. Fakat (yüz çevirene) uyarılar ne fayda verir!​
HADİS…
* Hz. Ebu Eyyub radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a bir adam gelerek: "Ey Allah'ın Resülü! Bana (dini) öğret ve fakat çok özlü olsun!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Namazına kalktığın vakit (dünyaya) veda edenin (namazı gibi) namaz kıl. Sonradan (pişman olup) özür dileyeceğin söz söyleme. İnsanların elinde bulunan (dünyalık şeylerden) ümidini kesmeye azmet!" buyurdular."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Bir meclise oturup hikmetli söz dinleyip, sonra bu meclisten bahsederken işittiği şeylerin sadece kötü kısımlarını anlatan bir kimsenin misali, bir çobana gelip: "Ey çoban, süründen bana bir koyun kes!" deyince, çobandan: "Git en iyisinin kulağından tut al" iznine rağmen gidip sürünün köpeğinin kulağından tutan adamın misalidir." Ebu'l-Hasen İbnu Seleme de bu hadisin bir mislini rivayet etmiş, ancak rivayetinde şu farklılığa yer vermiştir: "Sürünün en iyi koyununun kulağını tut"
* İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), "Yeryüzünü, öldükten sonra Allah'ın tekrar dirilttiğini bilin, akledersiniz diye size delillerimizi açıkladık"(Hadid, 17) meâlindeki âyetle ilgili olarak şöyle buyurdu: "Allah kalbleri kasavet ve katılıktan sonra yumuşatır, (tevhid hususunda) mutmain ve (Rabbine) yönelmiş kılar. Ölmüş kalpleri ilimle, hikmetle diriltir (Ayet bu mânayı ders vermektedir). Arzın yağmurla diriltilmesi zaten gözle görülen bir durumdur."
* İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şu iki kişi dışında hiç kimseye gıbta etmek caiz değildir: Biri, Allah in kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda sarfeden zengin kimse."
* Übey İbnu Ka'b (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şiirde hikmet vardır"
* Ebü Dâvud'da İbnu Abbâs (radıyalâhu anhümâ)'dan yapılan bir rivayet şöyledir: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir bedevî geldi. (Dikkat çekici bir üslubla) konuşmaya başladı. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm): "Şurası muhakkak ki beyanda sihir vardır, şurası da muhakkak ki şiirde de hikmetler vardır" buyurdu."
* Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Hikmetli söz mü'minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, onu hemen almaya ehaktır."
* İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm beni sinesine bastırdı ve: "Allahım, bunu dinde fakih kıl" diye dua etti." Bir başka rivayette: "Allahım ona Kitab'ı öğret!"; bir diğer rivayette: "Hikmeti öğret" demiştir."
* Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından olan Ebu Hallâd radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve az konuşma hasletlerinin verildiğini görürseniz ona yaklaşın (ve sözlerini dikkatle dinleyin). Çünkü o hikmetli sözler eder-veya ona hikmet ilham edilir-"
TEFSİR…
يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

Bakara / 269. Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.
…Hikmet ne demektir? Bu kelime hüküm, hükûmet ve sağlamlaştırmak demek olan ihkâm mânâlarıyla ilişkili olarak mastar ve isim olur. Bundan dolayı manevî ya da lafzî alanda anlam ilişkileriyle birçok mânâlarda kullanıldığından yerine göre tefsir edilmesi gerekir. Mastar olması bakımından, aslında kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek mânâsı vardır ki; hüküm ve hükûmet, sağlamlık ve muhkemlik hep bu kökten alınmıştır. Her nerde kötülüğü gidermek ve iyiliği elde etmek varsa, işte orada hikmet mânâsı vardır. Bundan dolayı bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımından ortaya çıkacak olan fayda ve iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir ki, hikmetin birçok anlamından biri de budur. Bunda bütünüyle nihâî (son) hedef mânâsı olmasa bile, bunun az çok bulunması gerektiği söylenebilir. Buna göre, anlam bakımından hikmet sözü, fayda sözünden daha özel bir anlam ifade eder. Sebep kelimesinden daha geniş anlamlıdır. Zira hikmet, sebepten önce olabildiği gibi, nihâî hedeften sonra da olabilir. Yani sebebin sebebi, amacın sonucu şeklinde ortaya çıkabilir. Bundan dolayı hikmet denildiği zaman, mutlaka ya bir sebep sonuç ilişkisi veya daha genel olarak bir sebebin nedeni ve buna benzer gerekçeli bir mânâ söz konusudur. Yani hikmet, kesinlikle sonucun sebebe irca edilmesi, tutarlı ve sağlam bir ilişki anlamı ifade eder. Nitekim bir işi, bir başka işe isnad etmeye hüküm denildiği gibi, bilimsel veya amelî herhangi bir doğru karara da hikmet denilir. Hasılı böyle içerikli veya gerektirici çeşitli anlamlardan her biri dolayısıyla hikmet, çok yönlü mânâlar için çok anlamlı bir isim olmuştur. En genel anlamda hikmet, fayda, yarar ve ihkâm anlamlarından dolayı her güzel bilginin ve her faydalı işin ismi olmuştur. Bununla beraber pratik ilimlerle ilişkisi, teorik ilimlerden daha fazla olduğu gibi, doğrudan doğruya amele tahsisi de ilimden daha fazladır. Güzel ameller içindeki yeri de ilme yöneliktir. Yani bir işi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmak demektir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; hem ilim, hem iş yapma hikmetin en esaslı mânâsını teşkil eder. Bütün bunlardan dolayı hikmet kelimesi, aşağıda görüldüğü çeşitli anlamlarla tefsir edilmiştir:
1- Sözde ve fiilde doğruyu tutturma (Mücahid'den İbnü Nüceyh). Söz, fikir ve lafızdan daha geniş anlamlıdır. Fiil de, bu kalbin fiili, dilin fiili gibi diğer amellerden daha geniş anlamlıdır. Herhangi bir hususta kalbinden geçirerek ve dil ile söyleyerek, şu şöyledir demeli ve öyle yapmalı ve yaptığı işte isabet de etmeli; işte bu bir hikmet olur. Şu halde yalnızca sözde doğru söylemek tek başına hikmet olmadığı gibi, yalnızca işi doğru yapmak da hikmet değildir. Sözde isabet etmek, o konu hakkında gerçek ve doğru olan hükmü vermek demektir; o hükmün gerçekten o olayın hakikatına uygun düşmesi, yani gerçek bilgiye dayanması, içinde bilgisizlik, hata ve yalan olmamasıdır. Harekette isabet de, o işin hem özüne uygun olması, hem de gerçekte kendisinden beklenen sonucun gereği gibi ortaya çıkması; yani kötülüğü gidermek, iyiliği elde edebilmek şeklinde sonuçlanmasıdır ki, bunlara o işin hükmü, hikmeti, gayesi, garazı veya illet-i gâiyyesi denilir. Hasılı sözde isabet hakka, fiilde isabet hayra yöneliktir. Hikmetin hakikatı, başlangıcında ilmî anlamda, sonucunda ise amelî anlamda her iki yönünün birlikte bulunması demektir. Bu mânâ daha başka şekillerle de ifade edilmiştir. Şöyle ki:
2- Hikmet hem bilgi, hem de iştir: Bilmek ve bildiğiyle amel etmektir. Bu ikisini birlikte yürütemeyene hakîm denilmez. Mukâtil ile İbnü Kuteybe hikmeti böyle anlamışlardır. Burada ilim, gerçek mânâsıyla ilm-i yakîn (kesin bilgi) demektir. Yani bir şeyin özünü kavramış olmak demektir. Buna açıklık kazandırmak için genel olarak "ilimde ve amelde ihkâm ve itkan" veya "tahkîk-i ilim ve ihkâm-ı amel" tabirini kullanmışlardır. Zira ilmin muhkemliği yakîniyet derecesiyle, amelin muhkemliği kendisinden bekleneni sağlamasıyla ilgilidir. Bu önceki tarif bize gösteriyor ki hikmetli bilgi, tecrübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir. Hikmetli hareket de bilimsel temellere dayalı olan ve bir ilmin ölçüsüne vurulduğu zaman doğru olduğu kesinleşen ameldir. Hasılı hikmet, ilim ile iradenin karşılıklı işbirliği sonucu fiil sahasına çıkması ve o fiilin de kendisinden bekleneni sağlamasıdır. Bir başka deyişle hikmet, ilim ile sanatın birleşmesidir.
3- Hikmet; ilim ve fıkıh demektir (Mücahid). Bu tarif öncekilerden başka bir şeymiş gibi kabul edilebilirse de öyle değildir. Fıkıh kelimesi esas itibariyle hikmet kelimesinden çok farklı bir anlam taşımaz, aslında bu ikisi birbirinin benzeri gibidir. Mesela: "şunun hikmeti veya sırrı veya ruhu veya hakikatı şudur" demek yerine, "fıkhı şudur" denilir. Hikmet gibi fıkıh da birçok yönden ve ayrıntılı sebepler bakımından derin bilgi ve faydalı iş anlamına gelir. Lügat anlamıyla fıkıh, amaç ve maksadı kavramak demektir. O halde ilim katıksız bilgiyi, fıkıh o bilginin amacını anlamaktır ki, bu anlam, işi de içine alır…
4- Hikmet varlıkların özündeki mânâları anlamaktır (İbrahim Neha'î). Mânâlar, âyân (cevher) karşılığı olduktan başka, erken devirlerdeki İslâm âlimlerinin dilinde "sebep ve illet" kelimesi yerine kullanılmakla etkili özellikler, sebepler ve sonuçlar, daha doğrusu sebepler ve amaçlar demek olacağından bunun özeti, varlıkların içyüzündeki gerçeği ve o gerçeğin gerektirdiği özellikleri tanımak ve en etkili özelliği tanımak, o özelliğin değişik amaçlara nasıl yönlendirdiğini anlamaktır. Yani varlıklar arasındaki sebep sonuç ilişkilerini ve etkileşim düzenini izleyip, varlıkların özünü ve amaçlarını kavramak demek olur. Bu tarif, amel ve uygulamayı hesaba katmamış ve hikmeti yalnızca bilgi yönüyle ele almış olduğundan öncekilerden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü iş ve hareket alanına uygulandığı takdirde de doğruluğu ortaya çıkar. Fakat bilmeyi ve anlamayı, varlıkların taşıdığı mânâlar ile sınırlayıp kavram ve kapsamını genişlettiğinden dolayı bir bakıma özel anlamlıdır. Bilmek ve anlamak demek, mütkan ilim (kesin bilgi) anlamında olup tümevarım metodunu da dile getirmiş olur. Bununla beraber "vav" tertip anlamını gerektirmeyeceğinden, aksine bir anlama da ihtimali vardır. Buraya kadar verdiğimiz bilgilerin hiçbiri Allah'ın hikmet sahibi ve hakîm olmasıyla ilgili değildir. Zira Allah'ın ilmine ve hikmetine "fıkıh" denilemiyeceği gibi, "ma'rifet ve anlamak" da denilemez. Çünkü bu deyimler, öncesindeki bir bilgisizliği de îma ederler. Demek oluyor ki, her marifet hikmet olmaz, işin özünü kavramak da şarttır. Anlamak demek, bir şeyin akılla ilgili yanını kavramaktır. Eğer bu tarife amel şartı ilave edilmiş olsaydı, o zaman böyle bir hikmetin sahibinin, herşeyi yapabilmesi gerekirdi. O zaman da âyette geçen hikmet sözüne uygun düşmezdi. Marifet ve anlamanın eklenmesiyle hikmet, Allah'ın sıfatının tarifinde sakınca doğururdu. Bu tarif, bütün ilimlerin ve fenlerin bir temele irca edilmesiyle hepsini aynı düzeyde ifade eden ve ilâhî hikmetin bilgisi denilen yüce bilgiye uygun düşer. Meşhur olduğu üzere, hikmet bilgisinin "Varlıkların hakikatını tanımak" diye tarif edilmesi de buna benzemekle birlikte bundan daha dar anlamlıdır. Hakikatler, tabiatüstü olduğu gibi, amaçları da kapsamına almaz. Lâkin insanoğlunda böyle bir hikmet bilgisi mümkün müdür? Herşeyden önce marifet ve anlamak bilfiil değil de meleke ve kabiliyet olarak ele alınırsa belki bu tarif gerçeği ifadeye yarar. Ayrıca Allah dilerse mümkün olur. Bu anlamda bir hikmet bilgisi peygamberlerde ve büyük velîlerde bulunabilir. Gerçekten de Kur'ân'ın birçok yerinde "hikmet" peygamberlik kavramıyla birlikte bulunmaktadır ve çoğu zaman da onun yerine kullanılmaktadır. Nitekim tefsir âlimlerinden Süddî bu âyette de hikmeti böyle tefsir etmiştir. Zira peygamberlik hem ilmî, hem amelî yönden ilâhî ihsan eseri olan hikmetin en yüksek mertebesini ifade eder. Bunun içindir ki, İbnü Rüşd, "Tehâfüt" adlı eserinde, "Her peygamber hakîmdir, fakat her hakîm peygamber değildir." diyerek bu hikmeti tarif etmiştir.
5- Hikmet, Allah'ın emrini anlamaktır (Zeyd b. Eslem ve oğlu).
6- Hikmet, anlamak demektir (Şüreyk).
7- Hikmet, icad demektir (Ta'rifat-ı Seyyid'den).
…Fahruddin Razî'nin beyanına göre, bu mânâca Allah'ın hikmeti, her zaman her yerde, kulların yararına olacak şeyler yaratması demek olduğu gibi, kulların davranış ve eserlerinde de bu böyledir.< İnsanların hikmeti de başka kulların yararına olacak şeyler yapmak ve ortaya koymak, sünnetullah denilen kâinat düzenini anlayıp ona göre keşif ve icadlarda bulunmak demektir. Yani sadece kendisine yarayacak birşey değil, başkalarına da yarayacak eserler ortaya koymasıdır. Ancak insanların haddi zatında yaratılmış ve birtakım sebeplere bağlı olarak ortaya çıkmış oldukları bilinip dururken, birtakım keşif ve icadlar ortaya koyan kimseler, kendilerini ilk sebep yerine koyup öyle sanırlarsa, ilim açısından sonuçtan sebebe yol bulup geçememiş ve bir yerde takılıp kalmış olacaklarından, dışa bağımlı olan zahiriyeden sayılırlar ve hikmet ehlinden olamazlar.
8- Hikmet, varlık düzeninde herşeyi yerli yerince koymak demektir.
9- Hikmet güzel ve doğru işlere yönelmektir.
10- Siyasette, insanın gücü yettiği kadarıyla yüce yaratıcıya benzemeye çalışmasıdır
11- Hikmet, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bu tarif de yine Fahruddin Razî'ye aittir. Nitekim bir hadîsi şerifte, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın." buyurulmuştur. Fâtiha Sûresinde ilâhî ahlâkın bir tecellisini görmüştük. Nûn Sûresinde Peygamber (s.a.v.) efendimiz hakkında, {*} "Doğrusu sen büyük bir ahlâk üzere yaratıldın." (Kalem, 68/4) buyuruldu. Bu âyet de bunun canlı bir örneğini göstermektedir. İlahî ahlâk veya büyük ahlâk adı verilen şeyin Kur'ân ahlâkı olduğu da tefsirlerde açıklanmıştır. "Ben ahlâk yüceliklerini kemale erdirmek için gönderildim." hadîsi şerifi gereğince Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilişinin sırrı da bu noktada toplanmıştır. Şüphe yok ki akıl, anlayış, iman, marifet ve ilim böyle bir ahlâklanmanın öğelerinden değilse bile şartlarındandır. "Bunu ancak üstün akıllılar anlayabilir." meâlindeki âyeti de bu anlama açıklama getirmiştir. Hikmetin kâh ilim, kâh amel, bazen de her ikisi birden olmak üzere ele alınmış olması da bundan ileri gelmektedir. Bundan dolayı sebepler ile sonuçlar, ilkeler ile amaçlar arasındaki inceliklere ve ilişkilere dönük olan gerçekleri, hikmet ile uygulama arasındaki sebep sonuç düzeni içinde görmek ve göstermek bakımından, ilk tariflerde dile getirildiği üzere; hikmet, ilimde ve amelde sağlamlık, sözde ve işte isabet diye tarif olunduğu zaman, hemen hemen bütün tarifler gözetilmiş olur. Bunun gibi sebep durumunda olan birinci şıkkın varlıkta da önceliği olduğuna göre ilim ile; sonra bu ilişkiden maksadın sonuç ve amaç olması, varlıkta sonra gelen amacın bilgide önceliği bulunması bakımından "amel" ile tarif edilmiştir.
12- Hikmet, Allah'ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. (İbn Kasım'dan Kuşeyrî).
13- Hikmet Allah'a tâat, fıkıh ise din ve ameldir (Kuşeyrî).
14- Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek makâm arasındaki fark bununla kestirilir. (Ebu Osman).
15- Doğru ve hızlı karar verebilmektir. (Bündar İbni'l-Hüseyn).
16- Doğruya iletmektir. (Fadıl).
17- Ruhların sükûn ve güvenliğinin son durağıdır. (Kettanî).
18- Sebepsiz işarettir. Yani öncesinde herhangi bir illet ve sebebe bağlı olmadan, Hak Teâlâ'dan kayıtsız şartsız vârid olan, içinde şek ve şüphe, zaaf ve fesat ihtimali bulunmayan, niçin ve neden diye sormaya hacet bırakmayan işarettir.
19- Bütün hallere hakkı tanık tutmaktır.
20- Din ve dünya düzenidir.
21- Ledünnî ilimdir.
22- İlham vârid olması için sırrı saklamaktır.
23- Bunların hepsidir.
Görülüyor ki bunların bir kısmı hikmet, ilim ve ameldir derken, bir kısmı da meseleyi kalbe ve vicdana dayamışlardır…
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
İlim, irfan, fıkıh, felsefe, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, kâinât kitabı ve dînin özündeki fayda, maslahat ve gayelere vukuf gibi.. pek çok mânâlara gelen hikmet; hakikat ulemâsınca, daha çok faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde yorumlanmıştır ki, bunlardan biri diğerinin irâdî sonucu, beriki de bir kısım yeni mevhibelerin başlangıcı ve mukaddimesidir.
Yukarıdaki yaklaşımı nazar-ı itibara alarak bazıları, tıpkı aklı, "amelî ve nazarî" şeklinde iki bölümde ele aldıkları gibi, hikmeti de "amelî ve nazarî" diye iki kısma taksim etmişlerdir.
Nazarî hikmet, varlık ve hâdiseleri, bir meşher gibi temâşâ etmek, bir kitap gibi okumak; bir senfoni gibi dinlemek; her zaman eşyanın perde arkasını kollamak; fizik ve metafizik dünyalardaki sırlı münasebetleri mütâlâa etmek, çözmeye çalışmak ameliyesi, cehdi ve mevhibesidir.
Amelî hikmete gelince, o, böyle nazarî bir yolla elde edilen ilim, irfan, alâka, münasebet ve kulluk şuuruyla bu meşherin sahibine, bu kitabın kâtibine, bu koronun idarecisine yönelip ubûdiyetle O'nu aramak, aşkla, şevkle hep O'na koşmak, hayret ve dehşetle O'nun huzurunda olmanın saygı ve mehabetini yaşamaktır. Bu itibarla da hikmeti, evveli tefekkür, tefahhus, tecessüs ve temâşâ; ortası itaat ve ibadet; sonu da zevk-i rûhânî ve ebedî saadet şeklinde hulâsa edebiliriz.
Ayrıca bu önemli hususların yanında, Kur'ân'ın hikmetle alâkalı şu tesbitleri de her biri başlı başına birer esas sayılacak mahiyettedir.
1- Hikmet, Kur'ân'ın incelikleri ve sırları mânâsına gelir ki, bu, aynı zamanda Kur'ân'ın şerh ve izah ettiği kâinât kitabının da sırları ve incelikleri demektir. Bu gerçeğe Kur'ân: “Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir" (Bakara, 269) âyetiyle işaret eder.
2- Peygamberlik ve esrâr-ı risâlet ki, bu mânâ, hadisçilerce sünnete hamledilmiştir ve ”Allah Dâvud Aleyhisselam'a saltanat ve hikmet verdi" (Bakara, 251) veya “And olsun biz Lokman'a hikmet verdik" (Lokman, 12) gibi âyetler bu gerçeği ihtar eder.
3- Nazarî ve amelî hikmet mânâlarını da ihtiva eden bir câmiiyetle hayırhahlıktır ki “İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev'ize-i hasene ile davet et!.." (Nahl, 125) meâlindeki âyetler de bu anlamdaki hikmeti hatırlatır.
Hikmeti, yerli yerince davranma ve her şeyi yerli yerince kullanma şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mûtedil ve müstakîm olma mânâlarına da gelen bu son tesbiti şu şekilde biraz daha açmak mümkündür:
1- İfrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidâli korumak.. sorumluluklarımızı şer'î çerçeve içinde anlamak ve yerine getirmek.. esbap dairesi içinde kaldığımız sürece sebeblere riâyette kusur etmemek.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa girmeyip dînin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesini korumak.. ve hayatı sünnet programlı yaşamaya çalışmak..
2- Hakk'ın takdirlerini kendi tercihlerimiz önünde düşünmek ve O'nun şer'î ve kevnî her türlü icraatini gönül rızasıyla karşılayıp, ömürlerimizi “Teslim ol, selâmeti bul" (Buhari, Bed’ü’l-Vahy 6; Müslim, Cihad 74) çizgisinde sürdürerek "her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah" mülâhazasını bir lâhza bile hatırdan çıkarmamak..
3- Düşünce ve davranışlarımızda, peygamberâne bir azim ve idrakle “De ki: İşte benim yolum; basiret üzere Allah'a davet ediyorum.. ben de, bana tâbi olanlar da..." (Yusuf, 108) gerçeğini ruhlarımızda duyup her şeyi Fetânet-i Âzam'ın vesâyetinde basîretle plânlayıp icrâ etmek bu hikmet telâkkilerinin birer televvünü sayılabilir.
Büyük ölçüde hikmetin kaynağı vahiy ve ilhamdır. Bu açıdan da, peygamberlerin ve derecesine göre diğer mürşidlerin, metâları hikmet birer hakîm olduklarını söylemek yerinde bir tesbit olsa gerek. Zira bu zâtlar, kendilerine sığınan gönül ve ruh hastalarını "tıbb-ı ruhânî" ile tedavi eder ve ellerinden geldiğince onların kalbî hayatlarını "ahlâk-ı rezile" virüslerinden temiz tutmağa çalışırlar.
Bu itibarla da, onların hareket sahaları ve meşguliyet alanlarını da göz önünde bulundurarak, aşağıdaki önemli meselelerin tahlili içinde işaret nev'inden bir kere daha "hikmet" demek istiyoruz:
1- Hikmet; bir düşünce, tasavvur ve davranış bütünlüğüdür. Evet düşüncede isabet, ifadede gereklilik ve ölçü, sonra da o çizgide hareket tam bir hikmet televvünüdür..
2- İlimde yakîn, amelde sağlamlık ve itkan hikmete bir diğer yaklaşım.. buna ilmin amel ile ve san'at ruhunun itkanla beslenmesi de diyebiliriz.
3- Dînin gaye ve maksatlarını kavrayıp, onu ferden temsil etmenin yanında, topyekün hayata hayat kılma düşünce ve cehdi de hikmetin bir başka çizgisi.
4- Varlığın özü ve iç yüzündeki gerçeği, her nesneye ait ayrı ayrı hususiyetleri ve bu hususiyetler arasındaki münasebetleri, Yaratıcı tarafından hedeflenen gayeleri idrak ve şuur da hikmetin ayrı bir buudu..
5- Sebepler ve illetler âlemine yönelerek, varlığı fayda ve maslahat yanlarıyla görüp tanımak, tahlil ve terkiplerde bulunmak, Yaratıcı'nın halifesi olma ünvanıyla, O'nun izni ve emri dairesinde varlığa müdahale, hilafet televvünlü, san'at buudlu hikmetin ayrı bir yanı.
6- Nizam ve âhengiyle kâinattaki her şeyin yerli yerinde olması ilâhî hikmetinden hareketle, kendi dünyamızda bu denge ve düzenin korunmasına riâyet, arz, atmosfer ve semâlardaki muvazenenin muhafazası istikametinde değişik ad ve ünvanlarla değişik ilim dallarını geliştirmesi de hikmetin ayrı bir yorumu.
7- Her zaman en iyi hedefleri takip ederek, sevk ve idare edilenler arasında, iyilik ve güzellik arayışları içinde bulunmak, insanlarla muâmelelerimizde ilâhî ahlâkla tahalluk etmek suretiyle arzı ve arzdaki idârî sistemleri semâvîleştirme gayreti göstererek peygamberlerin gönderilme gayelerini gerçekleştirmek de hikmetin bir diğer enfes tarafı...
İnsanoğlu her zaman, şeytanın telkin ve vesvesesiyle, rahmânî mantık ve muhâkemeyi tefrik edebilmesi için, aklını Rasûlullah'ın (sav) emrine vererek tetikte olma mecburiyetindedir. Ancak bu sayededir ki, insanda, mustakim muhâkeme ve ilâhî hikmet mevhibeleri belirmeye başlar.. duygu, düşünce istikameti güçlenir ve derken fert, davranış bütünlüğüne ulaşır.. sonra da bu duygular işlene işlene onun tabiatıyla bütünleşir ki, bu da ilâhî ahlâkla ahlâklanma demektir. İsterseniz buna nazarî aklın amelî akla, nazarî hikmetin de amelî hikmete inkılâp etmesi.. veya bir kısım büyüklerin yaklaşımıyla, insanın melekî yanlarının şeytânî yönlerinin önüne çıkması da diyebiliriz.
Bu açıdan da, ilim ile amele, hikmet gerçeğinin birer parçası, birer derinliği olarak bakmak icap eder ki, o da amel, îmânın bir cüz'ü olmasa da, dînin bir yanı olduğu hakikatini ifade demektir. Zaten, İslâmiyet'te, bilgiden hemen kulluğa geçilmesi de herkesin ittifak ettiği bir esastır ki, “Ben cin ve insanları bana kulluk yapsınlar diye yarattım" (Zariyat, 56) âyeti de bu hususu ihtar etmektedir.
Evet, herhangi bir konuda, nazarî olarak derinleşip de amele geçmeme, faydasız bir gayret, dolayısıyla da apaçık bir hüsrandır. Başta da ifade edildiği gibi; varlık bir hikmet kitabı, bir hikmet meşheri, Kur'ân da bu hikmetler mecmuasının dili, tercümanı, yorumcusu ve tarifnâmesidir. İnsanların vazifesi ise, Kur'ân'da kâinât kitabını okumak, kâinât meşherini tanımaya çalışmaktır ki, böyle biri, Kur'ân'ın ifadesiyle hayr-ı kesîre mazhar olur ve letâifinin enginliğine, zenginliğine göre de değerler üstü değerlere ulaşır. Aksine, varlığın çehresindeki gerçekleri görüp de arkasındaki hakikatlere ulaşamama ve bu nizamla hedeflenen gayeyi sezememe, varlığın ve var olmanın en önemli mesajını alamamadır ki, bu da mutlak bir kazanç kuşağında apaçık bir kaybetme demektir.
HİKMET
Aklın yolunu aydınlatıp ona yeni ufuklar açan bir ilâhî meş’âle vardır ki, onun aydınlığında bir senede kat’edilecek yollar bir saatte alınabilir: O fikirdir.
Fikrin işi, doğruyu araştırmaktır. Malzemesi ilâhî mevhibeler olan onun laboratuvarında, çok doğrular, doğruluk hesabına tekrâr ber tekrâr değiştirilir ki; fikrin asâleti de işte buradadır.
Fikir, düşünmek demektir. Düşünmek, muhâkeme etmeden akla gelen şeylere inanmak ve başkalarının ârızalarını bulup onlara itirâzlarla ömrünü çürütmekten daha ziyade, hakîkata ulaştıran fazîletli bir gayrettir ki, gücünü, mantık, hikmet ve ilâhî vâridâttan alır...
Fikir, bir ma’nâda aklın inceliği ve nûrânileşmesidir. Fikirsizlik, akılsızlık demek değildir. Akıl herşeyi aydınlıkta yakalayıp değerlendirmesine mukâbil, fikir mütalaa edeceği şeyleri daha çok karanlıkta mütalaa etmeyi sever. Evet, fikir ile ruh karanlıkta daha çok iş görürler...
Hikmet veya İslâmî felsefe, hep bu ma’nâdaki düşünce yamaçlarında boy atıp gelişmiştir. Sağlam düşüncenin hâkim olduğu her yer ve her devirde sağlam hikmet, sakat ve eksik düşüncenin hükümfermâ olduğu yerlerde ârızalı ve yanıltan felsefe zuhûr etmiştir.
Eksiği ve gediği ile felsefeye hikmet diyeceksek feylesof da hikmet seven ma’nâsına hakîm demektir.
İnsan düşüncesini bulanıklıkdan, gönlünü de vahşetden kurtararak, onun ruhunu tasfiye edip vicdanının eline, uğrayacağı yerleri aydınlatacak bir meş’âle tutuşturan ve bu aydınlıkda varlığın çehresindeki yazıları okutturan en önemli ışık kaynaklarından biri de hikmet veya İslâmî felsefedir.
İlimler akıl dairesi içinde döner-dururlar; hikmet, ruhiyât atmosferinde çimlenir-gelişir. Ma’neviyât, akıl ve ruh dairesinin çok ötesinde ruhaniyât ikliminde doğar ve büyür.
Hikmetin gayesi Allah’a ve ruha giden yolları aydınlatmaktır. Bu aydınlatma, zaman zaman eserden eser sâhibine, zaman zaman da eser sâhibinden esere ulaştırma şeklinde olur. Hikmet meş’âlesini elinde taşıyanın niyet ve nazarının sağlamlığı ölçüsünde, her iki yol da insanı, hayra ve mutlak güzelliklere ulaştırabilir.
Âlim, bilen değil, bildiği şeyi vicdanında duyandır. Câhile karşı âlim ne ise, âlime karşı da hakîm ve feylesof odur.
Âlim, şehadet âlemi ve sırf mülk cihetiyle varlıklarla münâsebete geçer; hakîm ise, sürekli olarak gayb âlemi ve öteleri kurcalar...
Âlim, görüp şâhid olduğu, fakat vicdanında ledünnî bir zevk halinde duymadığı güzel şeyleri fena sayabilir. Hakîm, herşeye, perdearkası durumu itibâriyle yaklaştığı için, bütün fikir ameliyelerini, âdeta bir ibadet neşvesi içinde sürdürür.
Sevilmeyen herşey, mutlaka çirkin ve fena demek değildir. Çocuklar okuma ve düşünmeyi, iğne ve ilacı sevmezler.. ama, ateş ve yılanla oynamaya bayılırlar... İlim aklıyla, hikmet aklı da aynı ölçüler içinde mütalaa edilebilir.
Bizdeki yeni felsefeciler, felsefe ile en az münasebeti olanlardır. Pekçoğunun yaptığı, yarım yamalak bir tercüme.. bari onu olsun mükemmel şekilde yapabilselerdi..!
Hikmet, akıl ile değil, ruhun tasdik ve şehadetiyle takdir edilebilir. Evet, hikmeti yine hikmet anlar; akıl onun ya düşmanı veya samimi olmayan dostudur.
Aklın çok defa hikmeti beğenmemesi onu idrak edememesindendir. Hikmetin mes’eleleri o denli ince ve akıl üstüdür ki; ilhamla kanatlanmayan aklın ona ulaşması çok zor, hatta imkânsızdır.
Akıl, gözün ak tabakası ise, hikmet onun siyah tabakasıdır ki, akıl nurundan sonraki zulmetden doğar...
Akıl, eşyayı el yordamıyla, hikmet ise, gözle yakalamanın, akıl varlığa gözlüklerle bakmanın, hikmet onu dürbün veya teleskopla seyretmenin adıdır.
Akıl, maddenin sınırlarını aşamaz.. madde ötesini hikmet ve hakiki felsefe görüp sezebilir. Ne acıdır ki, insanlar hikmetin o gürül gürül aldatmaz sesini dinleyeceklerine, gider davul-zurna dinlerler...
Hayatın karanlık ve dolambaçlı yollarını aydınlatan, iki meş’ale vardır: Biri sâlim akıl, öbürü de hikmet...
İlimler aklın ziyası, hikmet ise ruh semasında çakıp-duran şimşeklerdir.
Maddeci felsefe ile hikmeti birbirine karıştırmak, ikisini de bilememenin ifadesidir. Ne garibdir ki, şimdi her yanda duyulan da, sadece bunların gevezeliği..!
Mâyesi hikmetle yoğrulmuş hakîm, hücrenin daracık duvarları içinde kâinatları seyreder ve öyle ulaşılmaz noktalara ulaşır ki, dünyaları gezen seyyahlar, onların yüzde birini dahi göremezler...
Feylesofa, kâinatşinas diyorlar; hakikatşinas ve “ârif-i billah” olmayan, hakiki feylesof olamaz.
Her söz, ferdin irfan ve kültür derecesine göre ruhundan fışkırır, ortaya çıkar ki, bunu da ancak, ufku o seviyede olanlar anlar. İnce sözleri, ince hakikatları anlamamak veya âdi görmek, ruhun bilgisizlik ve kabalığından değil, onun irfansızlığındandır.
Milletler sık sık, hikmetsiz kuvvetin paletleri altında kalıp ezilmişlerdir. Aslında, hikmetsiz kuvvet, kuvvetsiz hikmeti ezerken, gerçekten ezilip ağlayan biri vardır; o da hakikat...
Cevâhir kadrini sarraflar, ilim adamını âlimler, insanı da insanlığa yükselmiş olan kâmiller anlar. Cevher, bakırcılar çarşısında garip, âlim câhiller arasında, insan hayvanî ruhlar içinde, hakîm de muhâkeme ve vicdanın kulakardı edildiği bir dünyada...
RİSALE…
Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, ism-i Hakemin tecellî-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki, her sayfasında yüzer kitap yazılmış; ve her satırında yüzer sayfa derc edilmiş; ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur; ve her harfinde yüzer kelime var; ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sayfaları, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette Nakkaşını, Kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki, o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade Kâtibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder. Çünkü bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde, kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.
Evet, bu kitab-ı kebîrin bir sayfası, zemin yüzüdür. O sayfada nebâtat, hayvânat taifeleri adedince kitaplar birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette, bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor.
Bu sayfanın bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz.
O satırın bir kelimesi, çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime, muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince, Hakem-i Zülcelâlin medh ü senâsına dair mânidar fıkralardır.
Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi, Nakkaşının medîhelerini tegannî eden manzum bir kasidedir. Hem güya Hakem-i Zülcelâl, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acip eserlerine binler gözle bakmak istiyor.
Hem güya o Sultan-ı Ezelînin o ağaca verdiği murassâ hediye ve nişanları ve formaları, hususî bayramı ve resm-i küşâdı olan baharda, padişahın nazarına arz etmek için, öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, mânidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki, herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde, birbiri içinde çok vecihler ve delillerle Nakkaşının vücuduna ve esmâsına şehadet ederler.
Meselâ, herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde; ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde; ve o tevzin ve tanzim, bir ziynet ve san'at içinde; ve o ziynet ve san'at, mânidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince, Hakem-i Zülcelâle işaretler ediyor.
Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, programını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hâkezâ, buna kıyasen, kâinat kitabının bütün satırları, sayfaları, böyle, ism-i Hakem ve Hakîmin cilvesiyle, yalnız herbir sayfası değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mucize hükmüne getirilmiştir ki, bütün esbab toplansa, bir noktasının nazîrini getiremezler, muaraza edemezler.
Evet, bu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın herbir âyet-i tekvîniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mucizeler gösterdiklerinden, elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat, hiçbir cihetle o hakîmâne, basîrâne olan has mizana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.
KEMALİN KENDİNİ GÖSTERMEK İSTEMESİ
Onuncu Sözde beyan edildiği gibi, nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi, en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki, bu kitab-ı kebîr-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sayfasıyla ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüz'îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor.
İşte, ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelâli ve'l-Cemal, sana karşı kendisini herbir mahlûkuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve Onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini Ona sevdirmezsen, ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasâret olduğunu bil, ayıl.
MÜLKÜNDE İŞTİRAK YOKTUR
Bu kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklâl ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder.
Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlakta, bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı.
Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun numunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhâlâtın ve bâtıl hayâlâtın en mânâsız ve en uzak bir muhâlidir. Koca kâinatın umum ahval ve keyfiyâtını mizan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlakın aczini-hattâ bir çekirdekte dahi-iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilâf, bir hata, bir yalan olduğunu ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, Name=r0166; HotwordStyle=BookDefault; de.
HAKEM İSMİNİN TARİFİ
Sâni-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîmi ile, bu âlem içinde binler muntazam âlemleri derc etmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faydaları insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş; âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar, o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda, şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla, ism-i Hakîmin cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.
Meselâ, tıp fenninden sual olsa, "Bu kâinat nedir?" Elbette diyecek ki: "Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübrâdır. İçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir."
Fenn-i kimyadan sorulsa, "Bu küre-i arz nedir?" Diyecek: "Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir." Fenn-i makine diyecek: "Hiçbir kusuru olmayan, gayet mükemmel bir fabrikadır."
Fenn-i ziraat diyecek: "Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir."
Fenn-i ticaret diyecek: "Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san'atlı bir dükkândır."
Fenn-i iaşe diyecek: "Gayet muntazam, bütün erzâkın envâını câmi bir ambardır."
Fenn-i rızık diyecek: "Yüz binler leziz taamlar beraber, kemâl-i intizamla içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbânî ve bir kazan-ı Rahmânîdir."
Fenn-i askeriye diyecek ki: "Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dört yüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları, kemâl-i intizamla, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek Kumandan-ı Âzamın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle, gayet muntazam yapılıp idare ediliyor."
Ve fenn-i elektrikten sorulsa, "Bu âlem nedir?" Elbette diyecek:
Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı, hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizanladır ki, başta güneş olarak, küre-i arzdan bin defa büyük o semâvî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca, küre-i arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi HaşiyeName=Haşiye; HotwordStyle=BookDefault; kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine, kudretine bak Name=r0167; HotwordStyle=BookDefault; de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı adedince Name=r0168; HotwordStyle=BookDefault; söyle.
Demek bu semâvî lâmbalarda gayet harika bir intizam var. Ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pek çok kütle-i nâriyelerin ve gayet çok kanâdil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennemdir ki, onlaranursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası daimî bir Cennettir ki, onlara nur ve ışık veriyor; ism-i Hakem ve Hakîmin cilve-i âzamıyla, intizamla yanmakları devam ediyor.
Ve hâkezâ, bunlara kıyasen, yüzer fennin herbirisinin katî şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde, hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihatalı hikmetle mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte, küçük bir mikyasta derc etmiştir. Ve malûm ve bedihîdir ki, intizamla gayeleri ve hikmetleri ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile, irade ile, kast ile, meşiet ile olabilir, başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kastsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz.
Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtârı, bir Sâni-i Hakîmi bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acip bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez. Evet, dünyada en ziyade hayret edilecek bir ¸ey varsa, o da bu inkârdır. Çünkü kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle vücut ve vahdetine şahitler bulunduğu halde Onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ, diyebilirim ki, ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâîler, en akıllılarıdır. Çünkü, kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler, "Hiçbir şey yok" diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar.
SARAYA DAM YAPILMAZ MI?
Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir Sâni-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takip etse, sonra o saraya dam yapmayıp, boşu boşuna harap olmasıyla, takip ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği ve bir Hakîm-i Mutlak, kemâl-i hikmetinden, bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faydaları, gayeleri, hikmetleri dikkatle takip ettiği halde, dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar birtek fayda, birtek küçük gaye, birtek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıt ve muhalif olarak, müsrifâne bir sefahet irtikâp etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de, bu kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün had ve hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri mânâsız, abes, boş, faydasız zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlakın kemâl-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi, o Hakîm-i Mutlakın kemâl-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faydasızlığı ve o Rahîm-i Mutlakın cemâl-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlakın kemâl-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Adeta, kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise en acip bir muhaldir ki, hadsiz bâtılşeyler, içinde bulunur.
Ehl-i dalâlet gelsin, baksın: Gideceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalâletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.
KAİNATTA İSRAF YOKTUR
Sâni-i Zülcelâl, ism-i Hakîmin muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîmin zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.
Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat hareket ettiğini bil; Name=260; HotwordStyle=BookDefault; âyeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla.
HİKMET VE EFENDİMİZ
İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar bir kitap, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir ayna iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san'at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette, herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemâl-i san'atını, cemâl-i esmâsını bildirecek, aynadarlık edecek. Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip, ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdisle o zîşuurların nazarını o san'atların Sâniine çevirecek; ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur'ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı cemâliye ve celâliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam eder. Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün'im, Kerîm, Cemîl, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede ve mertebe-i katiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.
Meselâ, ism-i Rahmân'ın cilvesi olan rahmet-i vâsia, o Rahmeten li'l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü'l-Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan bütün cemaller, yani, cemâl-i Zat, cemâl-i esmâ, cemâl-i san'at, cemâl-i masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyetin ve saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak bürhandır.
Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san'atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...
NİÇİN YASAK
Bediüzzaman Hazretleri Sirkeci'de yürürken yanına bir yabancı yaklaşır, elini tutar:
- Dininizde resim niçin haramdır? diye sorar. Üstad Hazretleri:
- İnsan Allah'ın sikkesidir. Padişah ve kralların sikkelerinin taklidine kanunî yasak olduğu gibi, Allah'ın sikkesinin taklidine de şer'î cevaz yoktur, der.
Adam tebriklerle Üstad'ın elini sıkar ve ayrılır.
Mü'min için emir hikmetin önündedir. Hiçbir maksat ve fayda Onun dilemesinin yerini tutamaz. İnsan annesini yaptığı yemekten ötürü değil, anne olduğu için sever.
Fakat, hikmetin önemi de inkâr edilemez. Özellikle günümüz insanına hakkı tebliğ edenler akılları ikna edecek şekilde hakikatleri takdim etmeli, İnsanları iknada acze düşmemelidirler.
Hakikat deryasından bir damla, ışık tufanından bir şule, karanlıktaki insanların gözünü kamaştırmaya, bütün nefs-i emmareleri susturmaya, doyurmaya yetecektir.
DERSİNİ ALMAK
Aslan, kurt ve tilki birlikte ava çıkmışlar. Bir yaban öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avlamışlar. Bir su başına gelip oturduklarında aslan:
"Ey kurt, bu avladığımız hayvanları adaletli bir şekilde paylaştır, adaleti yeniden ihya et!" demiş.
Kurt, kendinden emin bir şekilde kalkmış. Yaban öküzünü aslanın önüne bırakmış: "Efendimiz, siz hem en irimiz, hem de efendimiz olduğunuzdan yaban öküzü sizin hakkınız. Keçi orta irilikte olduğu için onu da ben alıyorum. En küçüğümüz tilki olduğundan tavşan da onun hakkıdır." demiş.
Aslan, bu paylaştırmaya çok sinirlenmiş. "Ey kurt, ben iyice anlayamadım. Yanıma yaklaş da bir daha anlat." demiş. Kurt yaklaşınca bir pençe vurarak onu parçalamış. Sonra tilkiye dönmüş:
"Ey tilki, bunları sen adaletli bir şekilde paylaştır!" demiş. Tilki, aslanı hürmetle selamladıktan sonra:
"Bu semiz öküz, siz efendimizin kuşluk yemeği, bunu kuşluk vakti yersiniz. Keçi, siz büyük kralımızın öğle yemeğinde güzel bir yahni olur, onu da öğle vakti yersiniz. Tavşana gelince, o da size akşam yemeği olur, afiyetle yersiniz." demiş. Aslan sevinçle haykırarak:
"Ey tilki, çok adil davrandın. Pay etme işini çok güzel hallettin. Söyle bakalım, bunu kimden öğrendin?" diye sormuş.
Tilki, ne olur ne olmaz diye belli etmeden birkaç adım daha uzaklaşmış ve kurnaz kurnaz gülerek:
"Kurdun başına gelenlerden." diye cevap vermiş.
İnsan hâdiselerden ders almalı, tavrını belirlerken durumunu göz önünde bulundurmalıdır. Yoksa, olur olmaz her yerde donkişotluk yapmanın cesaretle alâkası yok, cehaletle alakası çoktur. Hele hak kuvvette, kuvvet hakta değilse, insan adımlarını atarken daha dikkatli olmalıdır.
BEREKET
İtibarlı emirlerden biri Mevlâna'yı ziyarete gelmişti. "Dişi köpeğin yavruları çok, koyunun bir veya en fazla iki tane oluyor. Bütün bir sene koyunlar kesilip yeniyor. Dinen de mübarek hayvan olan koyunun birçok faydaları vardır. Köpek çok fazla yavruladığı ve hiç kimse de onları öldürmediği hâlde, koyunların daha fazla olmasının hikmeti nedir?" diye sordu. Mevlâna Hazretleri: "Koyun seher vakti uyanır, köpek ise uyur. Bundan ötürü koyunun bereketi çok, köpeğin ise yoktur." diye cevap verdi.
Hikmet erbabı varlığa ıtrini süzmek için bakarlar. Kabuğa takılmaz, özü alırlar. Gördükleri her hâdise ile Onu ve Ona ait icraatları kavramaya dair marifet peteklerini doldururlar. Bu adet bahsinden, o bereket dersini çıkarmak enfestir.
KİM YAŞLI
Mevlâna Hazretleri, Meram mescidinden şehre dönerken bir rahiple karşılaşmış. Rahip hürmetler etmeye Urlum Meviâna:
-Sen mi yaşlısın, sakalın mı? diye sormuş.
-Ben sakalımdan yirmi yıl daha büyüğüm, o daha sonra çıktı, diye cevap vermiş rahip. Mevlâna:
-Ey zavallı! O, senden daha sonra çıktığı hâlde erişti, icmale erdi. Sen evvelce nasılsan, şimdi de aynı siyahlık, perişanlık, hamlık içinde yüzüyorsun. Eğer değişmez ve olgunlaşmazsan sana yazıklar olsun! demiş. Rahip, hemen kelime-i tevhidi okuyarak Müslüman olum
Allah (c.c), ihtiyarın itaatini sever, ama gencin itaatim daha çok sever. Allah (c.c), isyan eden gence buğuz eder ama isyan eden ihtiyara daha çok buğuz eder. Yaş, insanı olgunlaştırmak ve değiştirmelidir. Yoksa yılların heybesinden hiçbir hakikat dersi toplayamamış, onları zayi etmiş demektir
ATEŞ PAHASI
Kanuni Sultan Süleyman avlanırken yağmura yakalan mış. Sırılsıklam ıslanmış ve soğuktan titremeye başlamış. ; Dağda önüne çıkan ilk kulübeye sığınmış.
Kulübenin sahibi, konuklarına güzel bir çoban ateşi yakmış. Padişah ateşin karşısına geçmiş ve biraz kendisini toparlayınca:
-Bu ateş yüz altına değer, demiş.
Bir müddet sonra elbiseleri kurumuş. Kulübeden çıkarken köylüye birkaç altın uzatmış. Padişahı tanımayan ama misafirlerinin önemli kişiler olduğunu anlayan köylü:
-Demin ateşe yüz altın değer biçmiştiniz beyim, demiş, bana bu ateşin parasını verin yeter.
Padişah çıkarıp yüz altın vermiş. "Ateş pahası" deyimi bu hâdiseden sonra kullanılır olmuş.
Eğer Allah (c.c), hava, su dahil bütün ikramlarını Sonsuz Merhameti ile, Rahmet hazinelerinden vermese idi her şey ateş pahası olacak, bütün dünyayı versek, bir tek narı yiyemeyecektik.
ALLAH VERMEZSE
Sultan Mahmut, fakir olduğunu duyduğu bir aileye her gün, içerisine bir kese altın koyarak kızarmış bir tavuk göndermeye başlamış. Günler geçiyor, Sultan etrafındakilere o fakir ailenin hâlini soruyor, onlar da fakirin durumunda bir değişikliğin olmadığını söylüyorlarmış. Bu hâle şaşıran Sultan köylüyü huzuruna çağırmış.
-Hâlin nasıl, tavuktan hoşnut musun? diye sormuş.
-İhsanınıza teşekkür ederim Sultanım, demiş adam.
-Peki o tavukları ne yapıyorsun?
-Bana gelir gelmez, hiç dokunmadan satıyor, aldığım parayı ihtiyaçlarımda kullanıyorum.
Sultan Mahmut gülümsemiş ve o meşhur sözünü söylemiş:
-Vermezse Mabud, neylesin Sultan Mahmut!
İnsan için ancak çalıştığı vardır." insan, önce azmetmeli, sonra tevekkül etmelidir. Hırs gösteren hüsrana uğrar. Hasis, cimri demektir. Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir. Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir der meşhur şairimiz... Sultanı unutup, aç gözlülükle Sultanın ikramına saldıranlar huzurdan kovulma cezasına çarptırılır, hep kaybeder, maksatlarının aksi ile tokat yerler. Name=261; HotwordStyle=BookDefault;
YOLDAKİ MEÇHUL İHTİYAR
"Kainatta tesadüfe tesadüf edilmez." (Sokrates)
Avukat Yakup Uçak hayatın tenteneli perdeleri altında cereyan eden sır ve hikmet buudlu hadiseler zincirinin, başından geçen bir halkasını anlatıyor:
Gelen yolculardan öğrendiğime göre, Çorum'dan Ankara'ya gitmek üzere, Samsun otobüsü kalabalık bir yolcu grubu ile yola çıkıyor.
Otobüs Kızılırmak Köprüsünü geçip bir tarafında derin uçurum, diğer tarafında ise sarp yamaçlar bulunan Elmadağı yokuşuna doğru ilerlerken, yolun kenarında, elinde sopa ile ak saçlı bir ihtiyar beliriyor.
Nur yüzlü ihtiyar, elini kaldırıp işaret ederek otobüsü durduruyor ve şoförden kendisini otobüse almasını istiyor. Şoförün yer yok demesine rağmen hadiseye müdahale eden yolcular: "Sıkışıp aramıza alırız, ihtiyarı yolda bırakma al." diye ısrar ediyorlar.
Bunun üzerine muavin arabadan aşağı inip etrafa bakınıyor. Fakat ihtiyarı bir türlü bulamıyor, Yolcular da sağa-sola bakmıyor fakat onlar da göremiyorlar.
Canı sıkılan muavin şoföre "Ağabey! İhtiyar yok, yola devam edelim." diye sesleniyor. Olanı biteni anlamaya çalışan yolcular da "devam" diye bağırışıyorlar. Fakat şoförden ses çıkmadığı gibi otobüsü hareket de ettirmiyor. Bunun üzerine yolcular direksiyona koşuyorlar. Bir de bakıyorlar ki arabanın el frenini çekerek duran şoför ölmüş. Herkes heyecana kapılıyor. Kimi ihtiyarı arıyor, kimi hayatının kurtulduğuna şaşıyor, kimi de Rabbine şükürler ediyor.
Evet bir sinek kanadının bile Yaratıcısı'nın (cc) izni olmadan hareket etmediği şu muhteşem varlık âleminde âli ruhlar kainatımızla münasebettardırlar. Onlar bizleri kollar ve gözetirler. Tıpkı bu hadisede olduğu gibi... Eğer her şevi hikmet tahtında hareket ettiren gaybî bir el o ihtiyarı göndermemiş olsaydı yolcuların hali ne olurdu..!
ÜÇ ÜZÜM TANESİNE ÜÇ KÜP ALTIN
İbrahim Ağa, üç gündür hep aynı rüyayı görüyordu:
- Senin kısmetin Bağdat'ta, büyük meydandaki köprünün başında bulunan hurma ağacına sarılmış asmadadır. Git, o çubuktan üzüm ye, o ağaçtan hurma al. Kısmetin açılsın! İbrahim Ağa,
- Arka arkaya devam eden bu rüyalarda bir hikmet olsa gerek, şeytanî olsa tekrar edip durmazdı!.. Diye düşündü.
İbrahim Ağa, haram yemeyen, dini hayatim bilinçli şekilde yaşayan bir İstanbulluydu. Başa giyilen takke yapar, Takkeciler Çarşısı'ndaki dükkanında da bunları satıp geçimini sağlardı. Bu yüzden ona Takkeci İbrahim Ağa derlerdi. Neticede vesveselerini yendi ve Bağdat'ın yolunu tuttu. Aylarca süren bir yolculuktan sonra Bağdat'a vardı. Nihayet rüyada gösterilen meydandaki hurma ağacını ve ona sarılmış asmayı gördü. Ağacın dibine varıp, bir kaç hurma ve üzüm yedi. Kısmetini almış-u. Yol yorgunluğunu gidermek amacıyla, müsait bir köşede yatıp uykuya daldı. Bir ara rüyasında, karşısında ak sakallı bir ihtiyar belirdi. Hem gülümsüyor, hem de soruyordu:
- Uç üzüm tanesi için tâ İstanbul'dan buraya gelinir mi?
İbrahim Ağa cevap verdi:
- Ne yapayım, her gün rüyamda, senin kısmetin Bağdat'tadır. Git, meydandaki üzüm ve hurmadan ye, kısmetin ondan sonra açılacak, diye ısrar ettiler.
Aksakallı zat bu sözlere kahkahayla güldü:
- Birader, sen de ne kadar safmışsın? Rüyada böyle dediler diye insan bu kadar yolu göze alır mı? Bana da kaç defadır benzerini söylüyorlar. İstanbul'un Topkapı semtinde İbrahim Ağa adında bir takkeci varmış, evinin kömürlüğünde üç küp altın gömülüymüş, git eşip al, diyorlar. Ben bu söze güvenip de yola düşüyor muyum?
Heyecanla uykudan gözlerini açan İbrahim Ağa, işin içindeki hikmeti anlar gibi oldu. Hemen gerisin geriye döndü. İstanbul'daki evine geldi. İlk işi kömür kırmak bahanesiyle kömürlüğe girip, bodrumu eşmek oldu. Daha ilk kazmada küpleri buldu, ama birden çıkarmaya cesaret edemedi.
Düşünmeye başladı. Hanım bilse mi, bilmese mi?.. Acaba bilse bunu etrafa ilân eder mi, etmez mi? "Hânımı bir imtihan edeyim, sonra karar veririm" diye düşündü. Sabah hanımını çağırıp dedi ki:
- Bu gece beni müthiş bir karın ağrısı tuttu, nihayet sabaha karşı işte şu yumurtayı yumurtladım, sakın kimselere söyleme. Başıma bu da geldi.
Kümesten aldığı yumurtayı hanımına gösterdi.
Kadıncağız, kocasına söz verdi:
- Efendi, ben sır saklarım, kimselere söylemem, sen rahat ol, dedi.
Ama o gün öğle namazına giderken İbrahim Ağa'yı görenler, tavuk gibi gıdaklamaya başlıyordu. Kimi görse, hemen:
- İbrahim Ağa, git gıdak! Git gıdak!.. diye takılıyordu. Meğer geveze kadın, sabredememiş; "Hû! Bizimki bu gece bir yumurta yumurtladı, sakın kimseye söylemeyin." Diyerek haberi herkese duyurmuştu.
İbrahim Ağa anladı ki, bu kadın bu sim saklayamayacak. Gizlice ustalarla anlaştı. Topkapı' nın girişine yakın yerdeki bugün halen hizmette bulunan Takkeci İbrahim Ağa Camii'ni inşa ettirmeye başladı. Böylece hazinenin tek kuruşunu bile şahsına sarf etmeden bu ibadethaneye kullandı. Hanımı Emine Hanım, kızı Ayşe, oğullan Halil Çavuş ile Mustafa Subaşı olayı çok sonra öğrendiler. 1597 yılında tamamlanan bu şirin cami, çinicilik sanatının da değerli Örneğini yaşatan tarihî bir eser olarak halen hizmet vermeye devam etmektedir.
Takkeci İbrahim Ağa, caminin tamamlanmasından iki yıl sonra ebedi âleme göçtü. Kendi gitti, ama eseri geride baki kaldı.
AĞZINA YILAN KAÇAN ADAM
Bir süvari atına binmiş gidiyordu, uyumakta olan bir adamın ağzına bir yılanın kaçtığını gördü, yılana mani olmak için atını hızlıca sürdü, fakat yetişemedi yılan uyuyan adamın ağzına kaçtı.
Süvari uyuyan adamı uyandırdı birkaç topuz vurarak onu orada bulunan ağaçlara doğru kovaladı.
Ağaçların altında çürük elmalar vardı. Süvari onları yemesi için adamı zorladı. Adam yememek için direndi yalvardı yakardı. Fakat nafile, süvari üstüne hücum ederek o çürük elmaları ona zorla yedirdi, sonra da atıyla peşine düşerek onu kovalamaya başladı. Adam güneşin sıcağı altında hem koşuyor hem de beddualar ediyordu. Nihayet adam yoruldu. Midesi bulandı yediklerini çıkarmaya başladı. Çıkardıkları arasında o koca siyah yılanı görünce bu işin sebebini ve süvarinin kendisine düşman değil dost olduğunu anladı. Yaptığı beddualardan pişman olarak dualar etmeye başladı.
• Eşek sahibinden eşekliği yüzünden kaçar, hâlbuki sahibi iyiliğinden dolayı onun peşine düşer.
 
Üst