Adalet

mihrimah

Well-known member

اِنَّ الَّذينَ يَكْفُرُونَ بِايَاتِ اللّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّنَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الَّذينَ يَاْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَليمٍ


Al-İ İmran/21- Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar içinde adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Bunları acıklı bir azapla müjdele!​

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللّهَ
نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِه اِنَّ اللّهَ كَانَ سَميعًا بَصِيرًا


Nisa/ 58- Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.​

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا كُونُوا قَوَّامينَ لِلّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلَايَجْرِمَنَّكُمْ شَنَانُ قَوْمٍ عَلى اَلَّا تَعْدِلُوا اِعْدِلُوا هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوى وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ خَبيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ


Maide/ 8- Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.​

وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطين


Maide/ 42- …Eğer aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli davrananları sever.​

وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ


En'am/115- Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir.​

وَلِكُلِّ اُمَّةٍ رَسُولٌ فَاِذَا جَاءَ رَسُولُهُمْ قُضِىَ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ


Yunus/ 47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. O peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm verilir. Onlar hiç zulüm görmezler.​

HADİS...

* İbnu Sîrîn (rahimehullah) anlatıyor: "Bir adam Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e gelerek: "Ben ve arkadaşım ihramlı olduğumuz halde Akabe'deki bir tepeye doğru atlarımızla yarış yaptık ve bu esnada bir ceylan öldürdük. Bu fiilimize hükmünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ömer (radıyallahu anh), yanında bulunan birine: "Gel beraber hükmedelim"dedi. (İbnu Sîrîn) der ki: "İkisi birlikte bir keçiye hükmettiler. Bunun üzerine adam döndü ve (yanındakilere): "Ömer'e bakın, mü'minlerin emîri ama, bir ceylan hakkında hüküm veremiyor, yardımcı olarak bir adam çağırıyor!" dedi. (Bu sözü işiten) Hz.Ömer (radıyallahu anh), adamı çağırtıp: "Sen Mâide süresini okudun mu?" diye sordu. Adam: "Hayır!" deyince: "Pekiyi (hüküm vermede yardımını istediğim) bu adamı tanıyor musun?" dedi. Adam bu soruya da: "Hayır!" deyince Hz. Ömer: "Eğer, Mâide süresini okuduğunu söyleseydin dayakla canını yakacaktım" dedi ve ilâve etti: "Cenâb-ı Hakk Kitab-ı Mubîn'inde: "Ey iman edenler... İçinizden adalet sahibi iki adam hüküm (ve takdir) edecektir..." (Mâide 95) buyurmuştur. Ve şu da Abdurrahman İbnu Avftır."
* Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir hadd cürmü işler de, cezası dünyada verilirse, Allah'ın adaleti kuluna âhirette ikinci sefer ceza vermeye müsaade etmez. Kim de bir hadd cürmü işlemiş, Allah da onun günahını örtmüş ve affetmiş ise, Allàh'ın keremi affettiği.şeyden dolayı ona dönüp ceza vermeye müsaade etmez."
* Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'ı şu âyetleri okurken işittim. (Meâlen): Hiç şüphesiz Allah size emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür" (Nisa 58). Bu sırada Resülullah aleyhissalâtu vesselam'ın baş parmağını kulağına, onu takib eden (şahâdet) parmağını da gözünün üzerine koyduğunu gördüm.''
* Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kadı üçtür: Biri cennetlik, ikisi cehennemliktir. Cennetlik olan, hakkı bilip öyle hükmedendir. Hakkı bilip hükmünde (bile bile) adaletsiz davranan cehennemliktir. Halka câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir."
* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Kimin iki hanımı olur ve aralarında adaletli davranmazsa Kıyamet günü (vücudunun) yarısı düşük olarak gelir." Diğer bir rivayette "Bir tarafı eğri (mefluç) olarak" denmiştir."
* Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm gece taksiminde adalete riayet eder ve derdi ki: "Ey Allahım! Bu taksim benim iktidarımda olanda yaptığım bir taksimdir. Senin muktedir olup benim muktedir olmadığım şeyden dolayı beni levmetme!" Benim muktedir olmadığım" dediği şeyle kalbi kastederdi."
* Hz. Câbir İbnu Abdillah radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Cürrâne'de, işlenmemiş altın ve ganimetleri taksim ediyordu. Taksim edilen mal Hz. Bilal'in eteğinde idi. Bir adam: "Ey Muhammed adil ol! Çünkü adalet etmiyorsun!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Yazık sana! Eğer ben de adil olmazsam, benden sonra kim daha âdil olur?" diye mukabele etti. Hz. Ömer, (Resûlullah'ın üzüldüğünü farkederek): "Ey Allah'ın Resülü! Bana müsaade buyurun, şu münafığın kellesini uçurayım!" talebinde bulundu. Aleyhissalâtu vesselâm: "İşte bu adamın mutlaka arkadaşları -veya arkadaşcıkları- var. Bunlar Kur'ân'ı okurlar, ama okudukları gırtlaklarından aşağı geçmez. Bunlar, okun avı delip geçmesi gibi dinden çıkıp giderler!" buyurdular."
* Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den Resûlullah salla'llahu aleyhi ve sellem'in: ben size ne bir şey verebilirim, ne de (verileni) karşılayabilirim. (Veren, vermeyen Allah'tır.) Ben nasıl emr olunduysam (aza az, çoğa çok) öyle taksîm ederim! buyurduğu rivâyet olunmuştur.
* Cübeyr İbn-i Mut'im radiya'llahu anh'den (oğlu Muhammed İbn-i Cübeyr'in) rivâyetine göre Cübeyr, Resûlullah salla'llahu aleyhi ve sellem ile berâber bulunduğu ve Resûlullah ile birtakım kimseler Huneyn (seferin) den döndüğü sırada birtakım bedevî araplar ganîmet isteyerek Resûlullah'ın etrâfına takılmışlardı. Hattâ Resûlullah'ı (son derece ta'cîz ederek) Semüre (denilen dikenli bir) ağaç altına ilticâya mecbûr etmişlerdi de o ağaç (ın iri dikenleri) Resûlullah'ın ridâsını (takılıp) kapmıştı. Bu cihetle Resûlullah' salla'llahu aleyhi ve sellem bir müddet orada tevakkuf buyurup:
- Bana ridâmı veriniz! demiş ve müteâkıben (îrâd ettiği bir nutkun sonunda):
- Şu iri dikenli ağacın dikenleri sayısınca ganîmet devesi ve sığırı farz olunsa, muhakkak ben onları aranızda taksîm ederim. Sonra siz beni ne cimri, ne yalancı, ne de korkak diye ithâm edebilirsiniz! buyurmuştur.
* İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Hayber halkı dediler ki: "Ey Muhammed, bizi bırak, burada kalalım, araziyi ıslâh edip işleyelim." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da her ekinin ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın uygun göreceği. her bir şeyin mahsulünün yarısı onların olmak şartıyla araziyi onlara bıraktı. Abdullah İbnu Revâha (radıyallahu anh), her yıl oraya gelir, miktarı tahmin eder ve yarısının karşılığını onlardan alırdı. Yahudiler, Abdullah'ı tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e şikâyet ettiler. Hatta bir ara (lehlerine gevşek davranması için) rüşvet vermek istediler. Abdullah onlara: "Bana haram mı yedirmek istiyorsunuz. Vallahi ben en ziyâde sevdiğim insanın yanından geldim. Sizin topunuz bana maymunlar ve hınzırlardan daha menfurdur. Buna rağmen, benim size olan buğzum, size karşı âdil olmama mâni değildir." Yahudiler, Abdullah (radıyallahu anh)'ı takdir edip:
"İşte bu adalet ve doğrulukla semâvat ve arz nizam içinde ayakta durur" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), her bir hanımına her yıl seksen vask hurma, yirmi vask arpa veriyordu. Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında, Yahudiler Müslümanlara hile yaptılar İbnu Ömer (radıyallahu anh)'i bir evin damında uyurken geceleyin aşağı attılar, el ve (ayak) bileklerini çıkardılar.
Hz. Ömer İbnu'l-Hattâb: "Hayber'de hissesi olan hazırlansın, aralarında taksim edelim" dedi. (Taksim edileceği zaman) reisleri: "Bizi buradan çıkarma. Bizi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekir'in yaptıkları gibi yerlerimizde bırak" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona: "(Kararımızda) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözüne ters düştüğümüzü mü zannediyorsun?l) Bineğin seni Suriye'ye doğru bir gün, sonra bir gün, sonra bir gün daha koşturmasına ne dersin?" diye cevap verdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hayber'i, Hudeybiye ashâbından Hayber Seferi'ne iştirak etmiş olanlar arasında taksim etti.
PIRLANTA SERİSİ…
Adâlet, ifrat ve tefrit arasında bir orta hâldir. Yani: Aşırılıkla, alâkasızlık arası dengeli bir yoldur. Adâlet, pek çok hayra vesile olmak üzere insanın mâhiyetinde bulunan bir kısım istidatların, yaratıcı tarafından belirlenen yönde kullanılmasından ibarettir. Evet, insanda bulunan şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvva ve istidatlar, güzelce kanalize edilirse adalet; ifrat ve tefrite düşülürse, sapıklıklar meydana gelir.
Meselâ: İnsandaki şehvet duygusu ki; umumî mânâsı itibariyle hem ferdin hayatının devamına, hem de insan nev'inin devamına vesile olan şeylere arzu duyma anlamına gelir. Bu duygunun bir yönü olan yeme, içme ve sâire gibi şeylerle insan, cismani varlığını ve sıhhatini devam ettirmeye muvaffak olur. Şimdi, bu duyguya, arzedilen mülâhazanın dışında bakıldığında, ya onu, kemâle giden yolda önümüzü kesen bir cellâd görerek ve kilise babalarının yâptığı gibi, ondan tamamen uzaklaşacağız ki, işte bu bir tefrit ve alâkasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde, hiçbir ölçü tanımadan bu mevzûda her münasebeti meşrû sayacağız ki, bu da bir ifrat ve taşkınlıktır.
Öfke de öyledir; hiç olmayacak şeyler karşısında feve, ran ve halk dilinde “pireye kızıp yorgan yakmak” bir ifrat en aziz ve mukaddes şeylerin pâyimâl oluşu; ırzın çiğnenip, namusun doğranması karşısında sükût da, bir tefrittir. Adâlet ise, küfür, zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerlerde de, müsâmahalı ve yumuşak olma hâlidir.
Aynı durum, vehimde na de cereyan eder; olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat; korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme işi, bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup, her şeye ulûhiyet isnâd etme düşüncesi vardır ki; Ganj dolayları, bu telâşın doğurduğu putlarla doludur. Diğeri de, yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet, kendini ve kendine bağlı olanları ölümlere sürükleyebilecek bir çılgınlıktır. Adâlet ise, hayâtî ehemmiyet arzeden şeyleri hesaba katarak, ihtiyat ve tedbire riâyetle beraber, çok uzak ihtimâllerle melhuz olan bir kısım endişe verici şeylere karşı da olduğundan fazla ehemmiyet vermemekten ibarettir.
Akıl için de benzeri mütalâalar serd edilebilir: Müşahede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan, sadece akla itimad bir ifrat; aklı tamamen azl edip, katı bir pozivitizme girme veya sadece vicdânı esas alıp; onun dışındaki her şeyi inkâr etmek de bir tefrittir. Birincisinde eski mantıkçıların cerbezelerini, şimdiki materyalistlerin de diyalektiğini; ikincisinde de, Auguste Comte pozitivizmini ve hıristiyan mistisizmini görürüz. Akılda adâlet, his ve müşâhedenin mahsüllerini değerlendirerek yeni terkibler yapma, bununla his ve müşâhede altına girmeyen şeyleri kavramaya çalışmaktır. Aklın istikâmeti ise, ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında mümkün görülmektedir. Semavî esintilere sırtı dönük bir akıl, ya Aristotales gururu içinde bir fir'avun veya kilise duvarları içinde acezeden kış sineği gibi bir şey olmaya mahkûmdur.
Hâiz olduğumuz bu duygularda adâlet bir esas olduğu gibi, mükellef olduğumuz şeylerin bütününde de bir esastır. Bu cümleden olarak îtikadda adâlet şarttır ve en başta da, bir ilâhın vücudunu tasdik ve O'nun kemâl sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan da münezzeh olduğu gelir. Zîrâ; bir ilâhın vücudunu veyahut sıfatını kabul etmeme bir ilhâd ve ta'til olduğu gibi, "Allah cisimdir, cevlıerdir, uzuvlardan meydana gelmiştir ve bir mekânı vardır" demek dahi bir teşbih ve küfürdür. "Allah vardır, kemâl sıfatlarıyla vardır, cisim, cevher; azâ ve âlet gibi şeylerden münezzehtir. Mekândan müstağnidir" düşünce ve akîdesi ise, evvelki iki inhiraf arasında orta bir yol ve adalettir.
Diğer itikadî meseleleri de aynı usûlle ele almak mümkündür. Meselâ, "İnsanın kudreti ve ihtiyârı yoktur" demek bir cebir, "İnsan, kendinden meydana gelen bütün işlerin mûcid ve hâlıkıdır" demek de, ifratkâr bir irâdeciliktir. Şart-ı âdî kaydıyla, insan irâdesini kabul etmek ve herşeyi AIlah'ın yaratması esasıyla ele almak ise, bir adâlettir.
Amelî hususlarda da adâletin cereyanına şâhid oluruz. Evvelâ, mutlak olarak bütün işlerimizi dünya ve ukbâ, ruh ve cesed müvâzenesi içinde ele almak bir adâlettir. Buna rağmen cismanî yaşayış ve hayvanî hayat; âhirete ve kalbî hayata baktırmayacak şekilde ise, bu bir maddiyecilik ve ifrattır. Cismâniyeti nefy ve inkâr eden mistikce bir spritüalizm ise, bir tefrittir. Ve, bu iki şey arasındaki müvâzene ise istikâmettir.
Bu hususlardan birini yahudilik temsil ediyorsa diğerini de hıristiyanlık temsil etmektedir. Meselâ, yâhudilikte kasden adam öldürüldüğünde afv tarafına gidilmeden behemehal kâtilin öldürülmesi gerekmektedir. Hıristiyanlıkta ise mutlaka afvedilmesi lâzımdır. Bu hâliyle birinde ifrat, diğrinde de tefrit vardır. Adâlet ise, afv yolu açık olmakla beraber kısasın yapılmasıdır. Nazarî ve amelî bütün bir hayat içinde bu şekilde adâleti görmek ve göstermek mümkündür.
Günümüzde çok bahis mevzûu edilen "sosyal adâlet" ise, adâlet anlayışının içtimâiye akseden bölümlerinden sadece biridir. Tasavvurda ve pratikte istikâmete ermiş kimselerin adâletsizliği düşünülemeyeceği gibi, onlar arasında içtimâi adaletsizlikten söz etmek de, asla bahis mevzûu olmayacaktır.
Belki sosyal-adâletten ne anladığımızı merak edip soranlarda olacaktır. Ne var ki, sual-cevap mevzûu içine sıkıştıramayacağımız böyle bir hususu tahlilde, şimdilik fâide mülâhaza etmemekteviz.
HAK VE ADALET
Adalet, adedi bilinmeyen mekanize birliklerden daha güçlüdür.
Hak, tepene inen bir kılıç da olsa, boynunu uzatmaktan çekinme..!
Hak, anlatanla anlayanı, temsil edenle alâka duyanı bulunca kanatlanır.
Adâlet, heryerde geçerli olan bir sermayedir.
Adâlet, Allah’a yakın olma yollarındandır ama, nedense insanların çoğu ondan uzak kalmayı tercih etmiştir.
İslâm’ın surları hak, kapısı adalet; içi de saadettir.
Adâletin hükümfermâ olduğu harabeler saraylardan daha değerli, zulmün hay - huyuna boğulmuş saraylar harabelerden daha perişandır.
Öteler hakkında yakînin kuvvetli olması, hak ve adalet düşüncesinin de kuvvetli ve sağlam olması demektir.
Hakla çarpışan er-geç yenik düşer.
Başkalarını ezerken, seni ezebilecek bir gücün bulunduğunu da kat’iyyen hatırdan çıkarma!
ZULÜM CEZASIZ KALMAZ
Efendimizin şu beyanı:
“Allah, zalime mehil verir. Bir de onu yakaladı mı, artık iflah etmez.” Sonra da Allah Rasûlü sözlerine şu âyetle devam ettiler: “İşte Rabbinin yakalaması böyledir. O zalim ahaliyi böyle yakalar. Zira O’nun yakalaması çok can yakıcı, çok şiddetlidir.” (Hûd 11/102) .334
Allah, zalime mehil üstüne mehil verir. Zulmedeni, kendine baş kaldıranı ve kendisine isyan edeni, hep mehillerle karşılar. Ama bir kere de yakaladı mı gayri onu iflah etmez. Demek ki, yapılan şeyler artık gayrete dokunmuş ve bir son damla gibi bardağı taşırmıştır..
Cenab-ı Hakk’ın kâinatta câri bazı kanunları vardır. Bunlar asla değişmezler. âyeti de bize bunu anlatmaktadır. “Allah’ın yarattığında değiştirmek yoktur..” (Rûm,30/30). Bu kanunlardan biri de, zalimin Allah’ın kılıcı olma keyfiyetidir. Efendimiz bu durumu bildirirken: “Zalim Allah’ın adaletidir. Onunla intikam alır, sonra da o zalimden intikam alınır”335 buyurmaktadırlar.
Zalim seyfullah’tır. Haddini bilmezlere Allah, zalimle haddini bildirir. Sonra da zalimden bir intikam alır ki, siz de şaşar kalırsınız. Zalimler, bugünkü halleriyle, gemi azıya almış gidiyorlar. Ancak sakın siz bu duruma bakıp ümitsizliğe düşmeyin. Nice “karye”lere Allah böyle mehil, müddet vermiş, ve âdeta onlara “yiyin, için, yaşayın” demiştir; ama bir de bakmışsınız derdest etmiş ve işlerini bitirmiştir.336
Şöyle etrafınıza ibretle bir bakıverseniz, arzettiklerimizin müşahhas manzaralarını siz de apaçık göreceksiniz. Sodom, Gomore ve Pompei, bunun sadece üç misali... Kimbilir daha adını bilmediğimiz veya onlar kadar ibret verici olmadığı için unutulmuş daha nice misaller var ki, hepsi de, bu ilâhî kanuna hâl dilleriyle şahidlik yapmaktadır.
Uzağa gitmeye ne gerek var? Bir zamanlar şu üzerinde yaşadığımız topraklarda bir Devlet-i Aliyye vardı. Onun yıkılması, rüyalarda bile görülecek şey değildi. Kimsenin aklının köşesinden geçmeyen bu yıkılış, bugün ciğerleri sızlatan acı bir duygu olarak tarihin hafızasına kaydedilmekten kurtulamamıştır. Bugün, bir avuç insan, Misak-ı Millî ile hudutları çizilmiş bu küçücük ülkede varlıklarını koruma mücadelesi vermekte... Hatta haricî, dahilî şekâvet cereyanları, onlara bu kadarcık hayat hakkını bile çok görmektedir...
... Ve değişmeyen kanun: “ İşte Rabbinin derdest etmesi böyledir..!” Hakiki tarihçi ve içtimaiyatçılar, Cenab-ı Hakk’ın bu değişmeyen kanunundan ve onun tarih mezarlığındaki misallerinden çok istifade edecekler. Belki de bu istifadeleri onların asırlar boyu canlı kalmalarını sağlayacaktır.
RİSALE…
BÜYÜK VAADLER VE KORKUNÇ TEHDİTLER
Şu âciz ve nihayetsiz zayıf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz'î bir ihtiyâr ile icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kisb ile mücehhez benîâdem'e karşı şedid şikâyât-ı Kur'âniyesi ve azîm tehdidâtı ve müthiş vaîdleri haktır ve adalettir.
Birinci temsil: Meselâ, şâhâne bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçekdar masnular içinde bulunuyorlar. Ona nezâret etmek için pekçok hademeler tâyin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrâsındaki deliğin kapağını açmaktadır ve şu hizmetkâr ise, tembellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit, Hàlık'ın san'at-ı Rabbâniyesinden ve Sultanın nezâret-i şâhânesinden ve ziyâ ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka bütün hademelerin, o sersemden şekvâya hakları vardır. Zîrâ, hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi.
İkinci temsil: Meselâ, cesîm bir sefine-i sultaniyede, âdi bir adam, cüz'î vazifesini terk etmesiyle bütün gemideki vazifedarların netâic-i hidemâtına halel getirdiğinden ve bâzı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar nâmına, gemi sahibi ondan şedid şikâyet eder. Kusur sahibi ise, diyemez ki, "Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmâlimden şu şiddete müstehak değildim." Çünkü, tek bir adem, hadsiz ademleri intâc eder. Fakat, vücud kendine göre semere verir. Çünkü, bir şeyin vücudu, bütün şerâit ve esbâbın vücuduna mütevakkıf olduğu halde, o şeyin ademi, intifâsı, tek bir şartın intifâsıyla ve tek bir cüz'ün ademiyle, netice itibâriyle, mün'adim olur. Bundandır ki, tahrip, tâmirden pekçok defa eshel olduğu, bir düstur-u müteârife hükmüne geçmiştir. Mâdem küfür ve dalâlet, tuğyan ve mâsiyetesasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür; sûret-i zâhiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatte intifâdır, ademdir. Öyle ise, cinâyet-i sâriyedir. Sâir mevcudâtın netâic-i amellerine halel verdiği gibi, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i cemâllerine perde çeker.
İşte, bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudât nâmına, o mevcudâtın Sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder ve etmesi, ayn-ı hikmettir ve o âsi, şiddetli tehdidâta elbette müstehaktır ve dehşetli vaîdlere, bilâşüphe sezâdır.
ALLAH’IN ADALETİ
…Hem, adâlet ve mîzan ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin? her şeye hassas mîzanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adâlet ve mîzan ile iş görüldüğünü gösterir.
Hem, her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekàsının bütün cihazâtını en münâsip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.
Hem, istidad lisâniyle, ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle, ıztırâr lisâniyle suâl edilen ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.
Şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlûkun bekà gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın, en büyük istimdâdını ve en büyük suâlini cevapsız bıraksın; Rubûbiyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhâfaza etmekle, muhâfaza etmesin? Halbuki, şu fânî dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. Zîrâ, hakiki adâlet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetindedeğil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. Mâdem, şu fânî, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır; elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin dâimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.
SEMAVİ TOKAT
Niçin gâvurların memleketlerinde, bu semâvî tokat, başlarına gelmiyor; bu bîçare Müslümanlara iniyor?
Elcevap: Büyük hatâlar ve cinâyetler, tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinâyetler, tâcil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binâen, ehl-i küfrün cinâyetlerinin kısm-ı âzamı, mahkeme-i kübrâ-i haşre tehir edilerek, ehl-i imânın hatâları, kısmen bu dünyada cezası verilir.
DENGE VE ORTA YOL
Bazen tevazu, küfrân-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfrân-ı nimet olur. bazen da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi-ki ne küfrân-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun-meziyet ve kemâlâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'âmı olarak göstermektir.
Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, hâlk sana dese, "Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazukârâne desen, "Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur.
Eğer müftehirâne desen, "Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz." O vakit, mağrurâne bir fahirdir.
İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir."
GÜNAHIN AF OLMASI
Cenab-ı Hakk’ın günahkarları affetmesi fazl’dır. Ta’zib etmesi adl’dır.
Evet zehiri içen adam, adetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adl’dır. Çünkü cezasını çeker. Hasta olmadığı taktirde, Allah’ın fazl’ına mazhar olur.
TEFSİR…
اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَايتَائِ ذِىالْقُرْبى وَيَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Nahl/90. Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.
Bu ayet-i kerime pozitif ve negatif altı önemli esas ihtiva eden câmi bir ilahi beyandır.
Adalet; dinde hayati ehemmiyeti haiz bir disiplindir. Ve bazıları onu, dinin dört temel esasından biri kabul etmişlerdir. Bazan ubudiyet, bazan adalet şeklinde Kur’an ve Sünnet-i sahihada geçen bu kavram, pekçok şeyin kendisine irca edeceği genel bir kavramdır. Mesela mealini sunduğumuz ayette, iyilik yapma, akrabaya yardımda bulunma ve ihsan şuuruna ulaşma gibi hususların hemen hepsi irca edilebilir. Zaten ubudiyet manasında adalet bir insanda veya bir toplumda tam anlamıyla oturmamışsa, böyle birinden sair hususların beklenmesi de beyhudedir. Evet, adaletsiz ihsan olmaz. Onsuz yakınlara, akrabaya bakmak gerçekleşmez. Hele ihsanın bir hadis-i şerifte beyan edilen o enfes manasıdır ki, “Allah’ı görüyor gibi kullukta bulunma” hiç mi hiç hayata geçirilemez…
Hülasa İbni Mesud Hazretlerinin de ifade ettikleri gibi, Kur’an-ı Kerim’de hayrı-şerri bundan daha câmi bir ayet yok gibidir…ve tek başına mücelletlere sığmayacak bir muhtevayı haizdir.

NÜKTELER...
Bir Yahudi ile Hz. Ali arasında bir anlaşmazlık vuku bulmuştu. Meselelerin halli için zamanın halifesi Hz. Ebu Bekir’in huzuruna çıktılar. Hz. Ebu Bekir (r.a.) yahudiye ismi ile hitap ederek yerini gösterdikten sonra Hz. Ali’ye:
“Buyurun ya eba Hasan” diye hitap ederek yahudinin yanında yer gösterdi. Bunun üzerine Hz. Ali’nin yüzünde üzüntü ve hiddet işareti belirmeye başlayınca, Hz. Ebu Bekir, yahudinin geç dediğim için mi üzüldün diye sordu. Hz. Ali:
“Hayır! Bilakis yahudinin yanına geç dediğin için değil, ona ismiyle hitap ettiğin halde bana en çok hoşuma giden künyem olan Ebu Hasan ismimle hitap etmeniz bana iltimas gibi geldi de ondan üzüldüm” der.
Bu manzarayı gören yahudi İslamın inceliği karşısında Müslüman olur.
İSLAM ADALETİNİN TATBİK EDİLDİĞİ MEMLEKET
İstanbul’un fethinden sonra Hz. Fatih, bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlarda bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hz. Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hz. Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
“Sizlere şöyle bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz. Müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizlerde evvelki kararınızı gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz”...
Hz. Fatih’in bu teklifi papazlara çok cazip gelmişti. Hemen padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden birisi Bursa idi. Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş. Sabah olunca da atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya kadı o saatte de henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahıra götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
“Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım” deyip atın parasını Müslümana vermiş.
Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir Müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp takılmaz mı. Hiç heyecan bile duymadan Müslüman bu altınları küpüyle satın aldığı öbür Müslüman götürüp teslim etmek ister:
“Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınları” der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle der:
“”Kardeşim yanlış düşünüyorsun, ben sana tarlayı olduğu gibi , taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden , içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap” der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı, birini de oğlu olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını çeyiz olarak veriri.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp İstanbul’a Hz. Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
“Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin saikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrinden vaz geçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz” der.
HALİFENİN TORUNUNU TANIYAMAMASI
Hazreti Ömer, hilafeti zamanında , yanında oğlu Abdullah ve Hz. Hasan olduğu halde Medine sokaklarında dolaşıyordu. Bir sokaktan geçerken gayet zayıf kalmış, bakımsız bir çocuk görüp:
“Bunun hiç kimsesi yok mu acaba? Nasıl insan bunlar, çocuğa hiç bakmamışlar” dedi. Oğlu Abdullah:
“Baba tanıyamadın mı? O senin torunun, benim de kızımdır, deyince, Hz. Ömer kızdı ve:
“Yazıklar olsun sana” dedi. Babasının öfkelendiğini anlayan oğlu:
“Baba ne yapayım, sen halifesin bana biraz daha imkan versen çocuğa daha iyi bakardım. Elindeki imkanları kullanıp bana daha fazla fırsat vermiyorsun ki” dedi. Bu söz üzerine halife:
“Vallahi oğlum, diğer Müslümanlara yaptığımdan daha fazlasını sana yapamam. Onlara ne yapıyorsam sana da ancak o kadar yapabilirim. Bunu böyle bil” dedi.
FATİH’İN ADALETİ
Hazreti Fatih. İstanbul’u fethettikten sonra, hemen kendi ismiyle anılan bir cami ve etrafına da büyük bir medrese yaptırdı. Bugünün üniversitesi sayılan medresede, Fatih de bir oda almak istiyordu. Fakat Fatih’in bu isteğini medresenin ilim heyeti:
“Siz ne talebesiniz, ne de hacegan sınıfındasınız. Bu durumda bir odaya sahip olmanız mümkün değildir” derler. Hz. Fatih, aldığı bu cevaba kızmadığı gibi :
“Medresede bir odaya sahip olabilmem için ne yapmam lazım?” dedi.
“İmtihan olmanız lazım” dediler.
Fatih aynı talebe imiş gibi imtihana girdi ve imtihanı kazanarak kendi yaptırdığı medresede bir odaya sahip oldu.
BİR TUTAM SAKAL
Köylü dayının biri vergi memurlarını valiye şikayete gitmiş:
“Vali bey demiş, senin memurların benim yirmi çuval çıkacak buğdayımı, yüz çuval diye yazıp getirdiler.” Vali hemen köylüye:
“Bir kalbur sakalınla yalan söyleme. Memurlar bu kadar büyük hata yapmazlar” deyince: köylü büsbütün kükremiş:
“Yaparlar vali bey yaparlar. Siz onların amiri olduğunuz halde, benim ancak bir tutam gelecek olan sakalıma on kilo derseniz, memurların bundan fazlasını bile yaparlar” diye cevap vermiş.
ALLAH’IN LÜTFU VE ADALETİ
Nişaburlu alim Ebu Hafs Haddad Hz.’leri bir gün çarşıda giderken, bir Yahudi ile karşılaştı.
Yahudiyi gören Ebu Hafs, baygınlık geçirerek yere düştü. Kendisine geldiğinde bu durumun sebebi soruldu. Uyurdu ki:
-Ben Müslüman olduğum için, Allah’ın fazlı ve lütufları içindeyim. Bu Yahudi ise, Allah’ın adaleti ile muamele ettiği, layığı ne ise onu verdiği birisi.
Eğer Allahu Teala ona lütfüyle, bana da adaletiyle muamele etseydi, halim nice olurdu, diye düşündüm. Baygınlık geçirmemin sebebi budur.
KADERİN ADALETİ
İbrahim Edhem Hazretleri Horasan'dan başlayarak bütün İslâmi merkezleri gezer; mâneviyat büyüklerini görür, dersini alıp, istifadesini sâğlar. Hattâ Kûfe'ye de uğrar. İmamı A'zam Hazretleriyle de görüşür. Hazret-i İmam eski Belh Sultanının mânevi sahalarda katettiği mertebeleri hemen anlar ve kendisine, "Seyyidinâ" diye iltifatta bulunur. Neden seyyid olduğunu soranlara da: "Halka hizmet ettiğinden" diye cevap verir. Sultan olarak kendine hizmet ettirmeyi bırakıp, mâneviyat eri olarak hizmete başladığını ifade etmek ister.
Artık belde belde dolaşıp ikaz ve irşadlarda bulunan İbrahim bin Edhem, kimi yerde bir mâneviyat büyüğü olarak görünür, kimi yerde de bir hizmet eri, bir bağ, bostan bekçisi olarak vazife alır. Böylece tasavvufun icabı olan çeşitli meslekleri nefsinde yaşayıp, gereğini hissetmek ister.
Nitekim bir ara Belh'e doğru yol alırken uğradığı bir köyde kendisini bağ bekçisi tutarlar. O sırada yoldan geçen bir ham anlayışlı âdam; İbrahim'den üzüm ister: O da, bağ sahibinden isteyene üzüm vermek hususunda kendisine izin vermediğini söyleyince herif elindeki sopayla başına gözüne vurmaya başlar. İbrahim'in buna verdiği karşılık şudur. Vur, vur! Allah'a isyan edenin başına vur. Ben emanete riayet ettiğim için bana vuruyor, sen zulmediyorsun, ama kader, Allah'a isyan ettiğim için vurduruyor, adâlet ediyor. Onun için bu sopalar bana haktır, vur vurabildiğin kâdar...
Zâlim adam bu cevaptan hayrete düşüyor, kendine gelip tevbe, istiğfara başlıyor. Kendini açlığâ ve çeşitli mahrumiyete pek fazla alıştırıp tam bir nefis cihadı veren İbrahim bin Edhem bir arâ kendi ayarında bir tasavvuf eri olan dostu Şâkik-i Belhi'ye rast gelir ve onun yaşadığı mahrumiyeti merak ederken şöyle sorar:
Ey Şakik, nâsıl geçiniyorsun?.. Nasıl olacak, bildiğiniz gibi. Bulduğumuz zaman yiyoruz, bulmadığımız zaman ise sabrediyoruz! Belh'in köpekleri de öyle yapalar. Bulurlarsa yerler, bulamazlarsa sabırla beklerler. Ya sen nasıl yaşıyorsun ey İbrahim? Ben bulmazsam sabrediyorum, bulursam bulamayana veriyorum! :
Bu cevaba boynunu büken Şâkik-'i tecrübe etmiş olan İbrahim bin Edhem, onu kucaklar. "Benim sabır ve tevazu kahramanı kardeşim" diyerek iyi bir imtihan verdiğini imâ etmek ister.
ZEHİRLİ EKMEK
"Her ne doğranan aşına, o çıkar karşına,"
(Atasözü)

Sık sık evinin kapısını çalıp bir şeyler dilenen kadından bıkıp, oldukça rahatsız olan evin hanımı, bir gün yine aynı dilenci kapısını çaldığında ondan kurtulmaya karar verir. Dilenciye biraz beklemesini söyleyip mutfaktan bir ekmek alır ve ortasından yararak arasına peynir, zeytin yerleştirir. Tabii bu arada arasına haşarat öldürmede kullandığı kuvvetli zehirden dökmeyi de ihmal etmez.
Dışarıya çıkıp ekmeği dilenciye uzattığında, kadın "Allah razı olsun." deyip evden ayrılır.
iyice acıkan kadın bir caminin avlusunda biraz önce kendisine verilen ekmeği çıkarıp tam yiyeceği esnada elini yüzünü yıkamakta olan bir askerin kendisine baktığını görür. Askerin halinden, yoldan geldiği ve yorgunluğu anlaşılmaktadır. Dilenci, askerin bakışlarından onun aç olduğunu ve sanki "Biraz da bana ver." mânâsını çıkarmıştır. Gencin haline acıyan kadın ekmeğin hepsini askere buyur eder ve oradan uzaklaşır.
Dilenci kadının verdiği ekmeği iştahla yiyen asker, çok geçmeden acıyla kıvranmaya başlar. Bir müddet sonra camiye gelen cemaat yerde kıvranan gencin kimin nesi olduğunu sorup öğrendikten sonra alıp evine götürürler.
Evin hanımı, aylardır binbir ümitle terhisini beklediği yeni terhis olmuş oğlunu perişan vaziyette karşısında görünce çırpınmaya, dövünmeye başlar. Biraz zaman geçip de sakinleşen kadın, oğluna ne olduğunu, niçin kıvrandığını sorup öğrenmeye çalışır.
Delikanlı biraz önce, cami avlusunda bir dilenci kadının kendisine ekmek verdiğini, onu yedikten sonra bu hale geldiğini söyleyince kadın ona verdiği ekmeği hatırlar ve başından aşağıya kaynar sular dökülür. "Ben ne yaptım?" diye dövünmeye başlar ama iş işten geçmiştir, Arslan gibi delikanlı oracıkta hayata gözlerini yumar.
ZULMETMEDİYSEN ZULÜM GÖRMEZSİN
İran'da bir zamanlar zalim bir hükümdar yaşıyormuş. Saltanatını halka zulüm ve baskı ile yürütüyor muş.
Bir gün, şehirde gezerken bir evin bahçesinde gördüğü bir kadına göz koymuş, adamlarına onu sarayına getirmelerini emretmiş. Adamları zalim hükümdara:
- Efendimiz, o göz koyduğunuz kadın, şehirde bir marangozun karışıdır. Kendisi ve kocası çok dindar, çevrede oldukça sayılıp sevilen kimselerdir. Düşmanlarınız sizin bu arzunuzu duyup, aleyhinize işi büyütebilirler. Siz marangoza bu gece sabaha kadar yapamayacağı bir iş teklif ediniz. Sonra da emrinizi yerine getirmedi bahanesiyle, kendisini idam ediniz. O zaman göz koyduğunuz karısı dul kalır, kendiliğinden size gelir, aleyhinizde herhangi bir dedikoduya da sebebiyet verilmemiş olur.
Zalim hükümdar, akılcılarının verdikleri bu aklı pek beğenerek, marangozu çağırtmış, şöyle konuşmuş:
- Bu gece sabaha kadar, öd ağacından olmak şartıyla, on tane süslü sandık yapacak; şafak vakti göndereceğim adamlarıma teslim edeceksin haberin olsun!..
İyi kalpli Marangoz buna imkânı olmadığını, verdiği mühleti birkaç hafta uzatmasını istemişse de, zalim Hükümdarı kararından döndürememiş.
- Şafak vakti göndereceğim adamlarıma, ya on sandığı teslim edersin, yahut da buna mukabil kendi kelleni verirsin.
Marangoz heyecan ve telâş içinde evine gelmiş, gözyaşı döküp ağlamaya başlamış. Ailesinin ısrarı üzerine de, zalim hükümdarın teklifini anlatmış. Hanımından gözyaşları içinde helâllik (dilemeye başlamış. Kadın kocasına:
- Dur bakalım, acele etme, demiş ve ilave etmiş:
- Sen hiç kimseye zulmettin mi?
- Hayır, ben hiç kimseye ne zulmettim, ne de birinin namus ve ırzına yan baktım, îşimde ve evimde, kendi halimde yaşayıp duruyordum işte!
Bu sözler üzerine kadın:
- Öyleyse, boşuna telâş etme! Zulmetmediysen zulüm görmezsin, demiş. Fakat adamda ümit iyice kaybolduğu için, "Şunun şurasında ne kaldı ki, neredeyse Hükümdarın adamları gelecek diye hayıflanıyormuş.
Kadın ise:
- Hiç telâş etme! Zulmetmediysen zulme uğramazsın. Bakalım Mevlâ neyler? diyerek serinkanlılığını muhafaza etmekteymiş.
Sabaha doğru kapı güm güm vurulmuş. Marangoz, heyecandan elleri, ayaklan titreyerek:
- Eyvah, işte geldiler; halbuki sandıkların bir tanesi bile meydanda yok!... Demiş, korkudan ecel terleri dökmeye başlamış. Kapının açılması üzerine hızla içeri giren hükümdarın adamları:
- Çabuk marangozhaneye, demişler. Adam hanımına:
- Görüşmek artık mahşere kaldı, haydi Allah'a ısmarladık!... Deyip vedalaşmış. Hükümdarın adamları bu sözlere kızmışlar:
- Neden görüşmeniz mahşere kalsın? Yapacağın, sadece bir tabuttan ibarettir, demişler.
Marangoz arılamayınca da şu izah vermişler:
- Bu gece yansı, hükümdar anî bir kalb krizi neticesinde öldü. Onun cenazesi için bir tabut yapmanı, yeni hükümdar emretti. Yapacağın bundan ibarettir!..
ZULMÜN İÇİNDE ADALET TECELLİSİ
Bir gün Musa Peygamber dış görünüşünde adaletsizlik ve zulüm görünen gizemli olayların, iç yüzündeki adaleti görmek ister, bunun için, Allah'a yalvarır. Hikmetler sahibi Allah bu duayı kabul eder. O'na dört yol kavşağında bulunan bir çeşmenin karşısında saklanarak, cereyan edecek olayları dikkatle izlemesini emreder.
Hazret-i Musa, kendine bildirilen çeşmenin karşısındaki ağaçlığın içine oturur, yollardan gelip geçen yolculara dikkatle bakmaya başlar.
Bir süre sonra tozu dumana katan bir atlı gelir. Çeşmenin başında bir müddet dinlenir. Daha sonra atına binerek yoluna devam eder. Ancak atlı, istirahat sırasında içi altın dolu kemerini çözüp ağacın altına bırakmıştır. Çeşme başından ayrılırken, geri kuşanmayı unutur. Para çeşmenin başında kalır. Atlının arkasından gelen bir delikanlı ise çeşmeden suyunu içip yoluna devam edeceği sırada, içi altın dolu kemeri görür. Heyecanla kemeri kaptığı gibi o da başka bir yola doğru gider.
Çok geçmeden iki gözü de âmâ olan bir ihtiyar çeşme başına gelir. Soğuk sudan bir yudum içip şöyle bir nefes alırken, parayı unutan atlı pürtelâş geri döner. Kemerini çözdüğü yerleri araştırdıktan sonra, ihtiyara:
- Burada unuttuğum para kemerimi sen aldın. Ya paramı verirsiri; yahut da boynunu vururum, der.
İhtiyar:
- Evlâdım! Ben iki gözü de görmeyen bir adamım. Senin paranı almadım, derse de atlı onu dinlemez. Parasını sakladığı iddiasıyla ihtiyarı bir kılıç darbesiyle oracıkta hemen öldürür. Sonra da atına binerek oradan uzaklaşır.
Bu manzarayı seyreden Musa Peygamber:
- Yâ Rabbi! Bu olayların içinde ben adalet göremedim. Bu adamın parasını daha evvel gelen bir çocuk aldı, fakat para sahibi, iki gözü de görmeyen bir zavallıyı öldürdü, der.
Mutlak hikmet ve adalet sahibi olan Allah şöyle cevap verir bu soruya:
- İnsanlar böyledir zaten yâ Musa! Olayların dışına bakarlar, zulüm var sanırlar. İç yüzünü bilemezler.
- Bu olayların iç yüzü nedir yâ Rabbi!
- Parasını çeşme başında unutan adam, vaktiyle yanında çalıştırdığı bir fakire hakkını vermemişti. Parayı bulan delikanlı o fakirin oğludur. Çeşmenin başındaki parayı buldu ve alıp götürdü. Aldığı para vaktiyle babasının çalışıp da alamadığı ücretin ta kendisiydi. Bu sebeple çocuk, babasından kendisine miras olarak intikal eden hakkını almış oldu.
Ölen âmâ ihtiyara gelince, o da vaktiyle zâlim biriydi. Astığı astık, kestiği kestikti. Hattâ gözleri kör olmadan önce en son olarak da, parayı unutan adamın babasını öldürmüştü. Bu güne kadar yaptığı zulümler hep yanına kâr kalmıştı. Şimdi vaktiyle öldürdüğü adamın oğlu gelip, parasını aldı zannıyla babasının katilini öldürdü. Bu suretle (zahirde adaletsizlik gibi görünmesine rağmen) gerçekte adalet yerini buldu.
Yâ Musa, söyle! İnsanlar sebebini bilmedikleri şeylere itiraz etmesinler. Mutlaka bir sırrı var deyip, rıza göstersinler.
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN ADALETİ
Bu tabiri herhangi bir şahsa izafeden ziyade İslâm'ın ruhunda varolan bir adaletin, tatbikçiliği şeklinde anlamak iktiza eder. Yoksa hiçbir ferdin, belli sahalar dışında, sadece kendine bakan yönüyle, adaletli davranması ve bunu hayatın her sahasına da tatbik etmesi mümkün değildir. Meseleye bu zaviyeden baktığımızda, İslâm'da herhangi bir şahısla kâim adalet anlayışı yoktur. Ondandır ki "Ömer'in Adaleti" tabiri çok kusurlu olmasa bile hatadan hâli değildir. Çünki. "Adalet İslâm'ındır" ve şahıslar sadece ve sadece bu adaleti tatbik eden vasıtalardır.
Adaleti tatbikte dedesi Hz.Ömer'e benzetilen Ömer b. Abdülaziz yine dedesi Hz.Ömer tarafından yeryüzünü adaletle dolduracak evlat olarak müjdelenmiş, mutlu ve bahtiyar bir insandı. Halifeliği anında bir lahza dedesinin yolundan ayrılmadı. Hatta Hz.Ömer'in hayatını yazıp göndermesi için yine Hz.Ömer'in torunlarından ve Ömer'e çok benzeyen insan olan ve daha evvel hayatına kısaca temas ettiğimiz Salim b. Abdullah b. Ömer b. Hattab'a bir haber göndermiş ve ondan şu cevabı almıştı: "Sen Ömer zamanında değilsin ve yanında da Ömer'in yanında olanlar yok. Eğer sen, şu zamanda ve şu yanındakilerle Ömer'in kendi zamanında ve kendi yanında bulunanlarla yaşadığı gibi yaşarsan, onun gibi olabilirsin.."
Onun adalet tatbiki bütün icraatında görüldüğü gibi yine kendi nefsinden başlar.. Kendinden evvelki halifelerin sırf sihriyet bağlarından dolayı yakın akrabalarına, fakat haksız olarak dağıttıkları mallar vardı. Kimin elinde haksız yere alınan ve tesâhüb edilen mal varsa, ya hak sahibini bulup iade edecek ya da Beyt'ülmal'e koyacaktı.. Fakat işe kendi nefsinden başlamak iktiza ediyordu. Menkul-gayr-i menkul ne kadar malı varsa tetkik ve tahkik etti. Öz ve helal malından geri kalan neyi varsa hepsini hazineye teslim etti. Bir ara gözü parmağındaki yüzüğe ilişti. Düşündü: Bu yüzüğün taşını ona Velid b. Abdülmelik vermişti. O da onu mağrip diyarından getirmişti.. Bu da onun hakkı değildi.. Hemen yüzüğünden o kıymetli taşı çıkardı ve Beyt'ülmal'e iade etti.
Kendi nefsinde bizzat bunu tatbik ettikten sonra düşüncelerini tatbik sahasına koydu. Etrafa gönderdiği tamimlerde Hz.Muaviye zamanından kendi zamanına kadar meydana gelen ne kadar haksız temellük varsa geriye iadesini istedi.. Ve hayatının sonuna kadar bu mücadelesinden vazgeçmedi..
Hukuk karşısında bütün insanlar müsavidir. Soy, sop ve hanedandan olmak, hiçbir surette üstünlük payesi ve tahakküm vesilesi olamaz.. Mertebe, ferdin takva derecesine göre ayarlanır. Bunun da mükafatı, Allah katında aranır. Dünya hayatında bu manevi otorite dahi nazara alınmaz ve hüküm tatbikinde tercih ettirici bir amil olamaz.. Ömer b. Abdülaziz'in, Medine valisi, Ebu Bekir b. Muhammed'e yazdığı bir mektubu, bu mânâya işaret eden yönüyle zikre değer kanaatındayım:
"..Evinde oturup durmaktan sakın. İnsanlar arasına gir ve meclislerinde hiç kimseyi yek diğerine tercih etme. 'Bu Emir'ül Mü'minin hanedanındandır, onun akrabasıdır' deme. Zira bugün ehlimle diğer şahıslar, benim yanımda müsavidirler. Hatta ben, kendileriyle münazara ve münaşaka edenlere zulmedebilirler düşüncesiyle, kendi ehlimden olanların durum ve vaziyetlerini diğerlerinden daha çok araştırıp tetkik ve tahkik ettiriyorum.. Bir meselede müşkilatın olur ve zorlanırsan, hemen bana yazarsın!"
Emevî devrinde Aristokrat sınıf ve bilhassa Emevî sülalesinden olanlar kendi özel işlerinde halkı karşılıksız olarak kullanmayı bir âdet haline getirmişlerdi. Buna "Suhra" tabiri kullanılıyordu ki, karşılıksız bir insanı kullanma ve çalıştırma demektir. Ancak, bu haksız âdet o kadar yaygınlaşmıştı ki, kimse böyle bir davranışı yadırgamıyordu. Ömer b. Abdülaziz halife olunca bu haksız davranışın da karşısına dikildi. O'nun adalet anlayışı böyle davranmasını gerektiriyordu. Suhra yoluyla kim bir başkasını kullanırsa onun yanında suçluydu ve mutlaka cezalandırılması gerekiyordu.
Rabiat'uş-Şa'zevî anlatıyor: "Birgün posta arabasıyla Ömer b. Abdülaziz'i ziyarete gittim. Ancak posta arabaları Şam'ın belli bir yerinde kesiliyordu. Halbuki benim Hunâsara'ya gitmem gerekiyordu. Çünkü halife oradaydı. Suhra usulüyle bir ata bindim ve Ömer b. Abdülaziz'e ulaştım. Bana: "Müslümanların kanadı ne durumda?" diye sordu. Ben de: "Ey mü'minlerin emiri! Müslümanların kanadı da nedir?" diye karşılık verdim. "Posta arabaları" dedi. Ben de durumu anlattım. Şam'ın bir yerinde posta arabalarının kesildiğini söyleyince: "Peki sen buraya nasıl geldin?" diye sordu. Suhra usulüyle geldiğimi söyledim. Canı sıkıldı. "Benim zamanımda mı bunu yaptın?" dedi ve bana kırk kırbaç vurulmasını emretti..
O'nun yanında raiyeti nerede olursa olsun birdi. Hatta uzaktakileri daha çok düşünürdü. Kendisine gelenlere "Memleketlerinize gidin. Zira ben sizi kendi memleketlerinizde hatırlar, fakat yanımda unuturum. Ancak kim benim memurlarımdan bir zulüm veya haksızlık görmüş ise o, benim yanıma gelsin. Çünki, benim asla zulme rızam ve iznim yoktur.." diyordu.
Kureyş'den bir cemaat, aralarındaki bir meseleden dolayı davalaşmak üzere Ömer b. Abdülaziz'in karşısına geldiler. Halife iki tarafı iyice dinledikten sonra hükmünü verdi. Aleyhinde hüküm verilen itiraz ederek "Allah seni ıslah etsin! Benim gizli bir delilim var" dedi. Ömer b. Abdülaziz, "Ben hakkı gördükten sonra hükmü tehir edemem. Fakat, sen delilini getirirsen, hükmümden ilk dönecek ben olurum” cevabını verdi. Bu hareketiyle, onun için mühim olanın "şahıs" değil, "haklı olan" olduğunu, açıkça göstermiş oluyordu. Aleyhinde hüküm verilen, "o" olduğu için değil, belki hüküm aleyhinde olduğu için bu hükme müstehak oluyordu ki, bu hareket, adaletli davranmanın ruhunu teşkil ediyordu..
Abdülhamid b. Abdurrahman, yazdığı bir mektupta, halife Ömer b. Abdülaziz'e "Benim yanıma sana söven bir adam getirildi. Boynunu vurdurmayı düşündüm. Fakat bir de sana sorayım, dedim" diyordu. Halifenin bu mektuba cevabı şu oldu: Eğer sen onun boynunu vursaydın, ben de senin boynunu vururdum. Zira Allah Rasulü'nden maada, hiçbir şahsa sövmek, ölümü mucib bir suç değildir. En fazla sen de ona söver veya salıverirsin.."
Hazineden halifeye gösterilmek üzere, çıkarılan misk, yanına getirilince, burnunu kapadı. Sebebini soranlara: "Hakkım olmayan bir kokuyu koklamaktan, Allah'a sığınırım," (50) dedi. Bu ne müthiş ve bu ne derin bir adalet anlayışı idi ki, hakkı olmayan bir kokuyu dahi koklamıyor ve burnunu tıkıyordu. Acaba milletine ait bir kokuyu koklamak kadar, milletine haksızlık etmeyen ve böyle bir hareketi yapmaktan Allah'a sığınan bir insan, idare ettiği raiyetine daha büyük meselelerde zulmedip, adaletsizlik edebilir mi?
Hanımı hamileydi. Canı süt arzulamış, kölesi de fakir ve yoksullara ait aş evinden bir bardak süt alıp, efendisine götürmek istemişti. Yolda Ömer b. Abdülaziz'le karşılaştı. Halife, sütü nereden aldığını sorunca, meseleyi olduğu gibi söyledi ve "Eğer bu sütü içmezse, çocuğu düşürebilir" dedi. Bunu duyan halifenin kanı beynine sıçramıştı. Köleye hitaben "Git, bu sütü geri götür. Eğer fakirin hakkı midesine girmeden olmayacaksa, Allah ona kamındakini tutturmasın." dedi. Böylece fakire ait bir yudum sütü, dünyaya gelecek evladına tercih etmiş oluyordu. Meselenin edebiyatını yapmak değil, bunu yaşamak meseledir. Ve yediği bir lokmada, binlerce tüyü bitmemiş yetimin damla damla kanı saklı olan insanların Ömer b. Abdülaziz'deki bu ruh haletini anlaması -yaşamasını bırakalım- mümkün değildir.
".. Sabahlan bir miktar Kuran okurdu. Bir gün Müzahime kendisi için bir rahle almasını söylemişti. Müzahim rahleyi getirdi. Halife rahlenin zarafetini ve güzelliğini çok beğenmişti.. Sordu: "Bunu nereden aldın?" Müzahim "Tahtasını beyt'ül-mal'den aldım ve rahleyi de kendim yaptım" dedi. Bunu duyan Ömer b. Abdülaziz "Git çarşıda buna bir fiat biçsinler ve öyle getir." emrini verdi. Yarım dinarlık bir fiat biçildi. Durum halifeye söylenince, "Ya Müzahim acaba, bir dinar versem mesuliyetten kurtulabilirim miyim?" diye endişeyle sordu. Müzahim "Ey Müminlerin Emin! Sadece yarım dinar fiat biçildi" deyince de, "Sen yine iki dinar ver de!" dedi.
Kendilerine fikir danışıp istişarede bulunduğu arkadaşlarında ilk şart olarak adalet mefhumunu arıyor ve şartlarını şöyle sıralıyordu:
1) Bana adaleti göstermek
2) Hayırda yardımcı olmak
3) İhtiyacını söyleyemeyenlere aracılık yapmak
4) Yanımda kimseyi gıybet etmemek
5) Yüklendiği vazifeyi yerine getirmek



ŞİİİR…

Güçlü iken zulmetme,
Çünkü zulmün sonu pişmanlığa döner.
Gözlerin uyur, fakat mazlum uyanıktır,
Hep beddua eder sana, Allah’ın gözleri de uyanıktır.

Zalim yeryüzünü binek hayvanına çiğnetip,
Kötülük kazanmada gemiyi iyice azıya takınca,
Onu zamanın gelişmelerine bırak,
Çünkü bu gelişmeler onun karşısına hesabında olmayan şeyler çıkarır.

 
Üst