ülfet

mihrimah

Well-known member
وَلَاتَهِنُوا وَلَاتَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنينَ
Al-i İmran / 139. Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.

فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللّهِ حَقٌّ وَلَا يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذينَ لَايُوقِنُونَ

Rum / 60. (Resûlüm!) Sen şimdi sabret. Bil ki Allah'ın vâdi gerçektir. (Buna) iyice inanmamış olanlar, sakın seni gevşekliğe sevketmesin!

وَلَا تَهِنُوا فِى ابْتِغَاءِ الْقَوْمِ اِنْ تَكُونُوا تَاْلَمُونَ فَاِنَّهُمْ يَاْلَمُونَ كَمَا تَاْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّهِ مَا لَا يَرْجُونَ وَكَانَ اللّهُ عَليمًا حَكيمًا

Nisa / 104. O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da, sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sahibidir.

PIRLANTA SERİSİ…
Ülfet; alışıklık, dostluk, muhabbet karşılığı bir kelimedir. Burada kasdedilen ma'nâ ise, az çok bunlarla alâkası bulunmakla beraber, daha geniş ve daha şümûllüdür.
İnsanın eşyâ ve hâdiselerle münâsebeti, böyle bir münasebetten hâsıl olan ma'nâlar ve bu ma'nâların vicdan derûnunda bırakacağı akisler, esintiler ve daha sonra insanın davranışlarında beliren farklılıklar.. bir düzine vak'alardır ki, birbirini netice veren bütün bu şeinlerle, ruh canlı, dinamik ve duyarlı kalır.
Evet, varlığın güzellik ve câzibesine karşı insanın duyacağı hayranlık, kezâ bir saat gibi işleyen umumi nizama karşı onun içinde uyanan merak ve tecessüs, keşfettiği her yeni şeyle vâsıl olduğu irfan ve daha derinlere inme arzusu; nihayet bu bilgi parçacıklarını biraraya getirerek derli toplu düşünmeye ulaşması, onu her hâdise karşısında duyarlılığa, zihnî cevvâliyete, rûhî faâliyete ve daima uyanık bulunmaya sevkeder.
Aksine, etrafındaki binbir güzellik cümbüşünü duyup görmemesi ve birbiriyle uyum içinde olan kombinezonlar karşısında hissiz ve alâkasız kalması; gördüğü şeylerin sebeb ve hikmetlerine inememesi; gördüğü şeyleri görüp geçmesi; ruhunda bir türlü irfana erememesi, onun duygusuzluğunun, rûhî ölgünlüğünün ve gözleri kapalı yaşamasının ifâdesidir ki; böylelerine, ne kâinatın esrarlı kitabı, ne de hergün gözleri önünde enfüsün yaprak yaprak açılması hiçbir şey anlatamayacaktır. "Üzerine uğrayıp geçtikleri nice mucize (ve hârikalar) vardır ki, ondan yüz çevirip durmuşlardır. "(k) Yararlanamamışlardır olup bitenlerden; ibret alamamışlardır doğup batanlardan!..
Etrafında olup bitenleri sezen bir insanın, varlığa karşı duyduğu hayranlık ve tecessüs, onun için, önü sonu olmayan nâmütenahî denizlere açılma gibidir. Bu seyahatin her merhalesinde kendisine esrarlı sarayların altın anahtarları verilir. Dupduru gönlüyle, kanatlanan duygularıyla, terkibci zihniyle, ilham esintilerine hazır ruhuyla teveccüh edip yürüdükçe ve emip hazmettiği şeyleri vicdanına duyurdukça "her taraf bağ-ı irem" olan düşünce dünyasında cennet bağları serpilip gelişmeye başlar.
Bu rûh ve bu anlayışa eremeyenler ise, etraflarını çepeçevre saran alışkanlıklar çeperinden bir türlü dışarıya çıkamadıkları için, eşya ve hâdiselerin monotonluğundan şikâyet eder dururlar. Bunların nazarında herşey kaos, herşey karanlık ve mânâsızdır. "Her mûcizeyi de görseler yine ona inanmazlar". Dimağlarında zincir, ruhlarında bukağı ve "kalblerine mühür vurulmuştur, anlamazlar" Böylelerinden hiçbir hayır ve semere beklenemez, bunlardan bir şeyler ümid etmek beyhûdedir.
Bir de bilip duyduktan, görüp anladıktan veya öyle olduğunu zannettikden sonra, alışkanlığa dönüp gömülme vardır ki; her hâlde suâlle öğrenilmek istenen de budur. Yânî, bir parça görüp bildikten, az buçuk inanıp irfana erdikten sonra, değişen dünyâlar, yenileşen güzellikler; derinleşmeyi, buûtlaşmayı gerektirdiği hâlde alâka ve duyarlılığını yitirip hiçbir şeyden ders almama vardır ki, maâzallâh, bu hâl insan için bir sukut ve duygularının ölümü demektir.
Böyle bir duruma dûçar olan, eğer tez elden gözünün çapaklarını silip, eşyadaki hikmet inceliklerini anlamaya koşmaz ve koşdurulmazsa; kulağını açıp mele-i a'lâ'dan gelen ilâhî mesajları dinleyip anlamaya koyulmazsa, içden içe yanıp karbonlaşması ve devrilip gitmesi mukadderdir.
Bunun içindir ki, kâinatın Nâzımı Yüce Yaratıcı, dâima değişik ses ve soluklarla ders ve îkazlarda bulunup, hep yeni yeni, açık dilli ve açık mûcizeli sâfî mürşidler göndererek, ezelî nutkunu tekrar ettirip gönüllere fer, bakışlara da aydınlık getirmiştir. Ve, yine onun içindir ki, insanların alışkanlık peydâ ettikleri şeylere karşı, daima onların vicdanlarını uyarmış ve aklın eline verdiği tabloların tekrar tekrar gözden geçirilmesini istemiştir.
Evet, O kitabında, insanoğlunun yaratılıp yeryüzüne yayılması; bir hayat arkadaşıyla huzur ve itmi'nana kavuşması; göklerin ve yerin hilkatindeki azamet ve ihtişâmı; dillerin; lehçelerin ihtilâfı gibi düşünmeyi gerektiren hususları, gece ve gündüz deverânının getirdiklerini, şimşek ve yağmurla gelen rahmet gibi şeyleri, değişik ifâdelerle o kadar çok zikretmiştir ki, düşünen, bilen, duyan ve aklını kullananlar için, hiçbir alışkanlık ve ülfete mahâl bırakmamıştır. "O'nun âyetlerinden (kudretinin mucizelerinden) biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz yeryüzüııe yayılan insanlar oluverdiniz. O'nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşıp itmi'nana ermeniz için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdrr. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum, için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de geceleyin uyumanız ve gündüzleri O'nun lütfundan rızık ve nasibinizi aramanızdır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, size korku ve ümit dolu şimşeği göstermesi, gökden su indirip öldükten sonra onunla yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için ibretler vardır. "(Rum 20-24) Semavî beyâıı, daha yüzlerce îkaz ve irşadlarıyla, yanından geçip yüzünü göremediğimiz, binlerce hârika ve mucizeye dikkatimizi çekerek, ülfeti dağıtmaktadır. Ama yine de herbiri bir bülbül gibi şakıyan hâdiseleri görüp hissedemezler. "O mâhiler ki, deryada yaşar, deryayı bilmezler.'

Bundan başka bir de, düşünce ve tasavvurdaki ülfetin, insanın davranışlarına,ibadetlerine aksetmesi vardır ki,ferdin aşk, vecd ve heyecânının ölümü demektir. Bu duruma düşen fertte, ibadet aşkı, mesuliyet duygusu" mâsiyetten nefret, günahlarına ağlama gibi şeyler bütün bütün zâil olur gider. Bundan böyle onu, eski hâline ircâ da, oldukça zordur. Çok temiz soluklar, dupduru hatırlatmalar gerektir ki, o, yeniden kendini bulsun; etrafını görsün ve gönlüne inip çıkana nigehbân olsun.
İnsanoğlunda, yepyeni bir rûh mayalamak için, gelen her yeni nefes, ona bu mânâyı fısıldamışdır. Evet, insanlık için eskime ve kadavralaşma mukadderdir; ama, kendini yenilemek de imkânsız değildir. Elverir ki katılaşmasına karşı ruhuna neşter çalan ele saygılı olunsun. "Hâlâ insanlar için vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah'ın (C.C) zikrine ve inen hakikata saygılı olup da, bundan önce kendilerine kitab verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir zaman geçmesiyle kalbleri katılaşmış ve çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar. "(Hadîd, 16)

Hülâsa olarak diyebiliriz ki, ülfet, insanoğluna musallat büyük bir musîbettir. Ve çokları da, bu musibete giriftâr olmaktadır. Bu duruma düşen kimse, etrafında olup biten şeylere karşı gâfil; kâinat kitabındaki güzelliklere karşı kör ve hâdiselerin hak söyleyen dillerine karşı sağırdır. Bu îtibarla da, inancında sığ ve yetersiz, ibadetinde aşksız ve vecdsiz, beşerî muamelelerinde de muhasebesiz ve haksızdır. Onun bu durumdan kurtarılması, kuvvetli bir inâyet elinin uzanmasına; kulağını işitir, gözünü görür kılmasına vâbestedir.
Bunun için de ülfete düşenlere, âfâkî ve enfüsî sağlam bir tefekkür; ölüm ve âhirete ait levhaların düşündürülmesi; çeşitli hizmet müesseselerinin gezdirilip gösterilmesi; dînî ve içtimâî bir kısım vazîfelere zorlanması... ayrıca böylelerine mâzînin altın sayfaları sık sık mütâlâa ettirilerek şanlı geçmişlerimizin nazara verilmesi; düşünce ufku aydın, vecd ve heyecan insanlarıyla karşılaştırılmaları gibi sebeblerle kendilerini yenilemelerine zemin hazırlanmalıdır.
Kısaca arzedilen bu altı husus gibi, yapılacak ve söylenecek başka hususlar da olabilir; ancak biz, bir fikir verebildiğimiz kanaatıyla bu kadarını kâfî görüyoruz.
Kalbler'ın anahtarı elinde olanın, ülfetimizi gidermesi dileğiyle. .
ÜLFET VE METAFİZİK GERİLİM
Ülfet, insanın bir şeye karşı alışkanlık peyda etmesi, sağında, solunda, önünde ve arkasında gördüğü çok orijinal ve hârika şeylere karşı lâkayd ve alâkasız kalması demektir. Bir mes’ele ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kalıplarıyla bir hikâye olarak kalıverir.. Kalıverir de ruhumuzdaki ilk mevcelenmeler, heyecan dalgaları, kalb yumuşamaları ve hattâ göz yaşarmaları artık birer hayâl olur ve çok ciddî mes’eleler sadece birer formül olarak îfâ edilmeye başlanır. Rûha bir kuruluk, bir hamlık ve kabukta dolaşma hâkim olur; öyle ki artık kalbler, kaskatı hale gelir ve insan da vurdumduymaz olur.
Metafizik gerilim, iç coşkunluğu, aşk, heyecan ve şevk potansiyeli, mânevî duygularımızın daima aktif halde bulunması, bizi dîne ve ibâdetlere sevkedip koşturacak bir güç kaynağıdır. Kalb merkezimizin daima enerjik bulunması, aksiyon ve hamle ruhuyla şahlanmış, canlanmış bir ruh halinin kesintisiz oluşu demektir. Ne var ki, zamanla bu canlılık da ülfet ve ünsiyet tozu- toprağıyla perdelenebilir; korlar küllenip, duygu ve lâtifeler sönebilir. Ve neticede de tamamen sönme, pörsüme, hattâ kokuşma devresine girilebilir.
Ülfet ve ünsiyetle metafizik gerilimin kaybolması, aslında fıtrat ve yaratılışımızın gereğidir. Nasıl vesvesenin gelmesi elimizde değilse, aynı şekilde, çok defa ülfete karşı koymak da elimizden gelmez. Hususiyle imanda mertebe kat’edememiş, kalbî ve rûhî hayatını gerçekleştirememiş kimseler için bu fıtrat kanununu aşmak, oldukça zor ve hattâ imkânsızdır.. Bir defasında Hanzala, Hz. Ebu Bekir ile Efendimiz’e gelir ve “Hanzala münafık oldu ya Rasûlellah” der ve “Senin yanında hissettiklerimi dışarda hissedemiyor ve her an yanındaki gibi gerilim içinde kalamıyorum” şeklinde açıklamada bulunur. “Bir öyle, bir böyle” der Efendimiz (sav) ve ilâve eder: “Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, melekler sizinle musafaha ederlerdi.” Her kemalin bir zevali vardır ve kâinatta hiçbir şey kararında değildir.
Dînî hizmetler, ülfete karşı önemli bir sütredir. İnsan hizmetle, sürekli meşgûliyetin yanısıra beklenmedik İlâhî te'yîdata da mazhar olur ve hep canlı kalır. Böylece, aslında devamı olmayan gelip geçici sarsıntıyı ve ölmüşlüğü aşarak, yeni bir dirilişe muvaffak olabilir. Yoksa, bu ma’nâda bir gayreti olmayan kim olursa olsun, kalbinin katılaşması, gözlerinin kuruması ve ülfet ve ünsiyetle iç geriliminin ve canlılığının kaybolması dolayısıyla da şeytanın vesvese ve hilelerine kapılıp, günahlarla sol tarafdan vurulması her an muhtemel ve mukadderdir. Başvurulması gereken çârelerden bazıları ise şunlardır:
Benlikten vazgeçilmelidir
İrâdenin kavgası verilmelidir
Ma’rifetullah’a ulaşmak lâzımdır
Kalb ve ruhta operasyon yapılmalıdır
Dâima, tefekkürle kalb ve kafayı beslemek lâzımdır
Hayâlde de istikamet kazanmak lâzımdır
Kalbin incelmesi, yumuşaması da çok önemlidir
Gecenin siyah zülüfleri arasında göz yaşları ve teheccüd
Evlenmeli, mümkün değilse oruç tutulmalıdır
Ashâb-ı Kiram’ın hayatı yaşanıp yaşatılmalıdır
Nifak ve “günaha girdim” endişesi taşınmalıdır
Cemaat halinde yaşamak, hayatî bir zarurettir
Gözlerimizi çarşı ve sokaklarda haram manzaralardan sakınmalıyız
İnsan meşguliyetsiz kalmamalıdır
Allah’ın (cc) dinine yardım edene Allah (cc) da yardım eder
Ölümü çok hatırlamak lâzımdır:
Nefse düşkünlükten vazgeçilmelidir:
Yalnız kalmayıp, mutlaka iyi arkadaşlar edinmek lâzımdır
YORGUNLUK
Biz aslında kulluktan yana bir yorgunluk yasıyoruz. Hepimiz yorgun asker gibiyiz, adeta ibadetlerden yorulmuşuz. Bir bıkkınlık var. Müslümanlığa çok avamca bakıyoruz. Kalbilerimizde onu çok daraltıyor, sığlaştırıyoruz. Bütün Ramazan boyunca ekranlarda bir şeyler konuşuldu, din anlatıldı ama hiçbirisi yeni Müslüman olmuş bir zenci kadının konuştuğu kadar anlamlı konuşmadı. O ne güzel şuur, meseleleri ne güzel kavrama… Biz ülfetin zebunu olmuşuz. Değerler gözümüzde renk atmış, matlaşmış, bizde heyecan uyarmıyor. İbadetleri seker-şerbet yudumlar gibi eda edemiyoruz. Nedir bu Meir-i ilahi bilemiyorum? Neden duyamıyoruz? Neden heyecan yok? Her namazda cemaatten bir-iki insanin içi geçse bu konsantrasyon ruhlarda çok şey ifade edebilir. Ama neden olmuyor, bilemiyorum?
ÜLFET

Evrad u ezkarı bazen değiştirip okumak lazım. Çünkü ülfet hasıl olabilir. Bizim için en tehlikeli şeylerden biri de; dinî hayatı folklor hâline getirmektir. Yani, tefekkür ve heyecanı ülfet bohçasına sarıp sarmalayıp bir yana bırakmaktır.
ÜLFET VE METAFİZİK GERİLİM
Ülfet, insanın bir şeye karşı alışkanlık peyda etmesi, sağında, solunda, önünde ve arkasında gördüğü çok orijinal ve harika şeylere karşı lakayd ve alâkasız kalması demektir. Herhangi bir mes’ele, ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kaba çizgileriyle bir hikaye olarak kalıverir.. kalıverir de ruhumuzdaki ilk mevcelenmeler, heyecan dalgaları, kalp yumuşamaları ve hatta göz yaşarmaları artık birer hayâl olur ve artık en ciddi mes’eleler bile sadece birer formül olarak ifade edilmeye başlanır. Ruhda bir kuruluk, bir hamlık ve kabuk bağlama baş gösterir. Öyle ki artık kalbler, kaskatı hale gelir ve insan, vurdumduymaz olur.
Metafizik gerilim, iç coşkunluğu, aşk, heyecan ve şevk potansiyeli, manevî duygularımızın daima aktif halde bulunması, aksiyon ve hamle ruhuyla şahlanmış, canlanmış bir ruh halinin kesintisiz oluşu demektir. Ne var ki, zamanla bu canlılık da, ülfet ve ünsiyet tozu-toprağıyla perdelenebilir; içteki o ak korlar küllenip, duygular, latifeler dumura uğrayabilir; hatta neticede de tamamen sönme, pörsüme, hatta kokuşma devresine girilebilir. Ülfet ve ünsiyetle, metafizik gerilimin kaybolması, aslında, bir dereceye kadar fıtrat ve yaratılışımızın gereğidir. Nasıl vesvesenin gelmesi elimizde değil; öyle de, çok defa ülfete karşı koymak da elimizden gelmez. Hususiyle imânda derinleşememiş, kalbî ve ruhî hayatını gerçekleştirememiş kimseler için bu fıtrat kanununu aşmak, oldukça zor ve hatta imkânsızdır...
Bir defasında Hanzala, Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz (sav)’e gelir ve “Hanzala münafık oldu ya Rasûlallah” der ve “Senin yanında hissettiklerimi dışarda hissedemiyorum ve her an yanındaki gibi gerilim içinde kalamıyorum” şeklinde açıklamada bulunur. “Bir öyle, bir böyle” der Efendimiz (sav) ve ilave eder: “Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, melekler sizinle musafaha ederlerdi.”
Evet, her kemalin bir zevali vardır ve kâinâtta hiçbir şey kararında değildir. Dinî hizmetler, ülfete karşı önemli bir sütredir. İnsan, hizmetle sürekli meşguliyetin yanı sıra beklenmedik İlahî te’yidata da mazhar olur ve hep canlı kalır. Böylece, aslında devamı olmayan gelip geçici sarsıntıyı ve ölmüşlüğü aşarak, yeni bir dirilişe muvaffak olabilir. Yoksa, bu ma’nâda bir gayreti olmayan kim olursa olsun, kalbinin katılaşması, gözlerinin kuruması; ülfet ve ünsiyetle iç geriliminin ve canlılığının kaybolması; dolayısıyla da şeytanın vesvese ve hilelerine kapılıp, günahlarla sol taraftan vurulması her an muhtemel ve mukadderdir.
SORU-: Talebelerde hizmet şevki ve ihlas içtimai hayata atılınca sönmeye yüz tutuyor. Bu durumda dünya ahiret muvazenesini nasıl temin edebiliriz.?
İnsanı hizmet düşüncesinden alı koyan şeyler bu hizmet yolunda yolun çeşitli dönemeçlerinde varyantlarında arkadaşlarımızın önünü kesebiliyor. Gençlik yıllarında belki hevesati nefsiye gibi şeyler karşımıza çıkıyor yolumuzu kesiyor bir dev gibi. O dönemde dökülenler oluyor. Fakat gençliğin beraberinde getirdiği yiğitlik biraz, birazda çocuk hissiyle macera, birazda bir şeye bağlanırken hissi bağlanma hisleriyle çok defa onlar aşılabiliyor. Daha sonra bir makam kapma. Hubbu cah dediğimiz his insanın içinde beriliyor. Daha sonra dünyaya gelince böyle tamah hissi baş gösteriyor. Tuli emeller baş gösteriyor. Şunu da edeyim, şunu da işleyeyim, şu işimi de halledeyim, biraz şuraya da bir şey koyayım gibi hislerle insan hareket ediyor ve aldanıyor. Bazan bir korku dev gibi karşısına oturuyor kardeşlerimizin hizmeti imaniye adına çok şeyleri onlara terk ettiriyor. Hizmetimizi felç eden, kolumuzu kanadımızı kıran yolumuzu kesmiş pek çok devler var. Birini aşsa insan birine takılıyor. Bu da bu mücadelede onun normal bir cilvesidir. Bize ait değildir bu. Ama mühim olan ihtar edildiğinde kendisine bu mesajlar götürüldüğünde bu mevzuda duyarlı olmaktır. Hafizanallah. duymuyorsa insan esas o tehlikelidir. Yoksa hani burada örneklerimizi hep misal cemaatle yaptığımız için ben yine onlara intikal edeyim.
Sahabi efendilerimiz diyorlar ki, daha Kuran inmeye başlıyordu ki çok zaman geçmemişti. İhtimal birden kasvet oldu, ülfet bastırdı. Ve Kuran’da şu ayet nazil oldu “henüz aralarında nazil olan ayetlerden ötürü kalplerinin yumuşayacağı ve haşyet içinde saygı duyacağı an gelmedi mi” diyor onlara. Bir başka defasında Ebu Eyyub El Ensari hazretleri bir cephede savaşırken müslümanlardan biri şöyle dediğini duyar. “Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın”. Hemen ortaya atılır ve der ki, ey cemaat bu ayeti yanlış anlıyorsunuz. Bu ayet şu münasebetle nazil oldu: biz artık etrafımızda ki düşmanları sindirince dedik ki, hicret ettik, efendimiz uğrunda savaş ettik ensar olarak malımızı mülkümüzü her şeyimizi bu uğurda kullandık. Aç susuz kaldık. Sefalete düçar olduk. Şimdi birazda çalışıp kazanalım bu eski boşluğu kapatalım dedik. İşte bu ayet bu münasebetle nazil oldu. Bize şöyle dedi. “ Ey iman edenler Allah yolunda her şeyinizi harcayın ve elinizle harcamamak suretiyle kendinizi tehlikeye atmayın.” Harcayın harcamamak suretiyle kendinizi tehlikeye atmayın. Siz harcayıp müesseseler kurmazsanız, harcayıp gençliğe sahip çıkmazsanız, her yerde bir misyon açmazsanız, her yerde adamlarınızla varlığınızı göstermezseniz elinizle kendinizi tehlikeye atmış olursunuz. Siz ayeti yanlış anlıyorsunuz der.
Binaenaleyh o devirde bile şu kadar harcadık kullandık artık. Feda ettik her şeyimizi biraz da kendimize bakalım deme gibi bir düşünce beriliyor ve ayet geliyor o düşünceyi siliyor ve hayır diyor.
Hayatın sonuna kadar dünyada izzet istiyorsanız ahirette de azizler olarak haşr olmak istiyorsanız yol budur. Canınızı malınızı düşünce adına neyiniz varsa onu, ilim adına neyiniz varsa onu Allah yolunda harcayacaksınız ve böylece elinizle kendinizi tehlikeye atmamış olacaksınız. Ashabı kiram böyle bir düşünceye kapıldığı zaman hakikaten çok meseleyi halletmişti. Taif’te küffarın burnunu kırmış hakimiyeti altına almıştı. Mekke’de kafirin burnunu kırmış hakimiyeti altına almıştı. Bizansa karşı da korkutucu, ürkütücü seferler düzenlemişti. Bir yönüyle islam devleti teşekkül etmişti. Müslümanlar huzur içinde ve mesut idiler. O devirde oluyordu bu. Günümüzün insanı dünyanın neresinde olursa olsun öyle bir düşünceye kapılması evvela iki mesele arasında çok fark var. Bir yanlışlık içinde olduğunu bilmesi lazım. Saniyen, o duruma geldikten sonra bile Kuran’ı Kerim kınıyor öyle düşünenleri, ayıplıyor. Ve eliyle kendisini tehlikeye atma sayıyor...
RİSALE…
Kur'ân-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsül-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvâzene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et!
İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı, bütün kâinattaki âdiyât nâmiyle yâd olunan, hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olan mevcudât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyânâtıyla yırtıp, o hakàik-ı acîbeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukùle tükenmez bir hazîne-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir ferdleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en câmi' bir mu'cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en latîf ve umumi bir mu'cize-i rahmet olan bütün yavruların hazîne-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat, intizamdan şüzûz etmiş, kabîlesinden cüdâ olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lûtuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.İşte, Kur'ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve mârifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve mârifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al.
İşte bu sırdandır ki, Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi' olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir.
ÜLFETİN İLİM TELAKKİ EDİLMESİ
İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telakki etmeleridir. Yani melüfları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta, ülfet dolayısıyla adiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malüm zannettikleri o adi şeyler, birer harika ve birer mucize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im'an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli, deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip halatına bakmayarak, yalnız rüzgarla husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Malikü'l-Bihar olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.
ÜLFET PERDESİ ALTINDA HAKİKATLARIN GİZLENMESİ
Evet, şimdi Siracü'n-Nur başındaki münâcâtı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mucizât-ı kudret-i İlâhiyeyi görmeyip, dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlakın her şeydeki mârifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek, şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.
Meselâ, birtek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak, cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi, Name=134; HotwordStyle=BookDefault; âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdetâ zamansız, kalem-i kudretle istinsah edildiği gibi mânevî ve makbul hakikatlerin bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acip bir mucizesinin zaman-ı Âdemdem beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi, radyo namı verdikleri ayn-ı hakikatle sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahi bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havâide hâzır ve nâzırdır ki, hadsiz ayrı ayrı kelimeler herbir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.
Demek bütün esbab toplansa, tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet harika san'ata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için, ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet "ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık" perdesiyle saklayıp, âdi bir isim takıp, muvakkat kendilerini aldatıyorlar…
NÜKTELER…
DÜNYANIN EN BÜYÜK NİMETİ
Sultan Üçüncü Mustafa'nın şimdiki Lâleli Câmiini ikmâl ettirdiği günlerde, muhitte Lâleli Baba adında bir veliden bahsederler; her sözünde, derin hikmetler ve birtakım sırlar bulunduğunu söylerler.
Padişah, göğsünün üzerine taktığı bir lâle ile oturan bu zâtı merak edip, ziyarete gider. Büyük bir velî olduğundan halkın asla şüphe etmediği bu zât, padişahın birçok suallerini cevaplandırırken, dünyada en büyük nimetin ne olduğunu soran Sultan'a:
- Dünyada en büyük nimet, yiyip içtikten sonra def'-i hâcettir, der.
Padişah bu cevabı beğenmez. Hattâ bir bakıma kaba bir mânâ taşıyan bu nezaketsiz cevaptan sonra, canı sıkılarak kalkıp gider.
O gece yediği yemeği, içtiği suyu dışarı çıkaramayan Sultan; sabaha kadar sarayın içinde dört döner.
Güç belâ eriştiği şafak vaktinde, alel-acele bir abdest alır; namazını kıldıktan sonra, doğruca Lâleli Baba'nın evine koşar.
Gece sabaha kadar gözlerine uyku girmediğini, şafağı iple çektiğini, içinde bulunduğu zahmetten kurtulması için dua istediğini yalvarırcasına anlatır.
Lâleli Baba:
- Allah'ın nice nimetlerine sâhip bulunduğumuz halde, alışkanlık sebebiyle bunların kıymetini bilmiyoruz. Yiyip içtikten sonra def'-i hâcet etmenin en büyük nimet olduğunu şimdi öğrendiniz değil mi? der ve ilâve eder:
- Eğer yaptırdığınız şu camiyi bana bağışlar ve padişahlığınızı da, bütün salâhiyetleriyle birlikte bana bırakırsanız, kurtulmanız için dua ederim...
Camiyi derhal bağışladığını, bu andan itibaren "Lâleli Câmii" olduğunu bildiren padişah, saltanatını veremeyeceğini ifade etmek isterse de, artık tahammülü tükenmekte olduğu için, nihayet saltanattan da vazgeçtiğini, yeter ki içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarılması için dua etmesini rica eder.
Lâleli Baba, o zaman şu karşılığı verir:
- Bir saltanat ki, bir def'-i hâcete feda ediliyor; doğrusu buna saltanat demeye bin şâhid ister!..
Lâleli Baba'nın duasını ancak bu suretle alan Sultan, içinde bulunduğu halden hemen kurtulur. Yaptırmış olduğu câmii, Lâleli Baba'ya bağışladığı için de, bu câmi onun adına izâfeten "Lâleli Câmii" diye söylenir.
Unutmayalım ki, kendimizde varlığı ile gururlandığımız dünyevî meziyetlerimizin hemen hepsi bir def'-i hâcete bile feda edilebilir... Öyle ise, boşu boşuna gururlanmayalım da, bunların kadrini bilelim, şükrünü edâ edelim!..
ÜLFETLE GÖREMEDİĞİMİZ HARİKA TASARRUFAT
Beşeriyet fennen bu derece terakki ettiği halde, hala kalb naklini gerçekleştirme gayretiyle, yani bir insanın vücuduna nihayet hikmetle yerleştirilen bir aleti, hemcinsi olan diğer bir vücuda uydurmakla meşgul. Kalb yapmak ise beşerin hayalinden bile geçemiyor.
Aynı şekilde, hala takma diş yapmakla meşgulüz. Hakiki bir diş yapıp, onunla insan bedeni arasındaki münasebet iplerini dokumak beşer takatinin çok fevkindedir.
İnsanlardaki diğer cihazlar bu iki misale kıyas edilebilir.
Biz bir tek cihazımızın mislini yapamazken, bir buğday çekirdeği on tane buğday veriyor. Yani bir buğday tanesi kendisi gibi on fert yapmış oluyor.
Kendi sahasında mütehassıs olan bir göz doktorunun bütün marifeti, gözü bizlere göre daha iyi anlamak iken; ümmi bir kadın bir çift gözün yanında ağzı, burnu ve kulaklarıyla, kalbi, midesi ve ciğerleriyle, ruhu aklı ve hissiyatıyla bir çocuk dünyaya getiriyor.
Eğer toprağın da, annenin de birer sebep oldukları ve bu harika tasarrufun sahibinin ancak umum kainatın sanii olan Halık-ı Zülcelal olduğu kabul edilmezse, akıl ne ile mutmain olacaktır?


 
Üst