Bir Kader Sohbeti - 7

ensar-i

Member
Arif Bey, gençlere:

— Kur'an-ı Kerimde, Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır'ın seyahatlerine yer verilir. Bilmem hiç okudunuz mu? diye sordu.

Her ikisi de okumadıkları ifade ettiler.

— İşte bu kıssa, dedi, bu tip itirazlara karşı en güzel bir cevap.

Kısaca özetleyeyim:

Hz. Hızır, ilm-i ledün denilen hadiselerin hikmet yönünü bilme hususunda İlâhî lütfa mazhar olmuş bir zat; bir peygamber.

Hazret-i Musa (a.s.) bu zattan hikmet dersi almak ister. Hz. Hızır onun arkadaşlık teklifini, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin,” şeklinde ilginç bir gerekçe ile reddetmek ister. Ve sözünü şöyle tamamlar:

“(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”

“Hz. Musa'nın, 'İnşallah sen beni sabreden bir kul olarak bulacaksın, senin emrine de karşı gelmem,” demesi üzerine arkadaş olurlar. Hz. Hızır bu arada bir de şart koşar: Sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”

Bir gemiye binerler. Hz. Hızır gemiyi yaralamaya başlar. Hz. Musa dayanamayıp itiraz eder. Hz. Hızır'ın ikazı üzerine, 'unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme...' şeklinde özür beyan eder. Yolculuğa devam ederler. Hz. Hızır küçük bir çocuğu öldürür. Hz. Musa buna da itiraz eder. Hz. Hızır kendisini tekrar ikaz edince, Musa aleyhisselâm:

— Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme,... der.

“Daha sonra bir köye uğrarlar, kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır o köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı doğrultur. Hz. Musa, biraz da sitem karışımı bir üslupla, böyle yapmasının hikmetini sorunca, Hz. Hızır, 'arkadaşlığımız burada sona eriyor; şimdi sana sabredemediğin şeylerin içi yüzünü haber vereceğim,' der.”

Gemiyi yaralamasından başlar: “Zâlim bir hükümdarın sağlam gemilere el koyduğunu, gemiyi bu yüzden ayıplı kılmak istediğini söyler. Öldürdüğü çocuğun babasının salih bir zat olduğunu, çocuğun onları azgınlığa ve nankörlüğe boğmasından koktuğunu ifade eder. Duvar tamirine gelince, o duvarın altında bir hazine bulunduğunu, evdeki iki yetim çocuğun büyümelerine kadar duvarın yıkılmaması gerektiğini, onun için tamir yoluna gittiğini anlatır.

Ve bütün bu işleri, kendi hevesiyle değil, İlâhî ilhamla yaptığını özellikle vurgular.

Murat ve Çetin kıssayı dikkatle dinlemişlerdi. Çok memnun kaldıkları her hallerinden belliydi.

Arif Bey, sordu:

— Bu kıssada dikkatinizi en fazla neler çekti?

Kısa bir sessizlik oldu.

— İsterseniz, dedi, soruyu şöyle sorayım: Sizce bu kıssadan alacağımız hisse nedir? Allah kelâmında yer almış bu kıssa ile ne gibi öğütler, dersler veriliyor?

Murat, biraz doğruldu ve bir elini masaya koydu diğerini yanağına yumruk gibi sıkarak yanağına dayadı:

— Hz. Musa kitap sahibi büyük bir peygamber... O bile İlâhî hikmeti tam olarak bilemediğine göre biz boşuna kendimizi yoruyoruz.

Sonra şöyle sürdürdü konuşmasını:

— Bir de içimi şöyle bir his kapladı: Beşerin iradesi dışında cereyan eden olaylara kendilerince yorumlar getirenler, bir bakıma Hz. Hızırı taklide kalkışmış oluyorlar. Ancak o bütün bunları İlâhî ilhamla söylüyordu, bunlar ise nefislerinin sözlerini aktarıyorlar.

Kısa bir süre sessiz kaldı:

— Yahut, şeytanın telkinlerini, diye tamamladı sözünü.

Arif Bey Çetine dönerek:

— Murattan güzel şeyler dinledik. Bilmem senin de bir ilaven olacak mı?

Çetin, derin düşüncelere dalmıştı. Arif Beyin sorusuyla, istemeyerek ayrıldı o zevkli âlemden:

— Ben “İnşaallah” kelimesi üzerinde bir düşünceye dalmıştım. Hz. Musa, “eğer Allah dilerse beni sabreden bir kul olarak bulacaksın,” dediği halde, üç olaya bile tam sabredemedi ve Hızırla arkadaşlıkları son buldu.

Hafifçe dudak büktü:

— Bilmem yanlış mı düşünüyorum? Demek ki diyorum, kendi kendime, Allah, Hz. Musa'nın (a.s.) sabrına müsaade etmedi. Burada kalakalıyorum. Sonrası için sizden bir şeyler dinlemek isterim.

Arif Bey, gençlerin ikisini de tebrik etti:

— Çok ilginç noktalar yakalamışsınız. Ben de bu kıssa hakkında bazı şeyler söylemek isterim. Ama öncelikle Çetinin sorusunu cevaplandırmam gerek, dedi.

Konuşmasını şöyle sürdürdü:

— Nur külliyatında, “Ehl-i hakikat gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler” buyurur. Hakikat ehli denilince en başta peygamberler hatıra gelir. Onlar bile gaybî şeylerden, yani görünmeyen, gizli olaylardan ve bilinmeyen hikmetlerden, ancak Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine bildirdiği kadarına vakıf olabilirler. Peygamberlik görevlerini yürütürken, olayların zahirine bakar, onların ilâhî emirlere uygun olup olmadığına nazar eder, ona göre hükmederler. Hadiselerin altında yatan bütün ilâhî hikmetleri bilmeleri bazen bu kutsi görevlerinde aksamaya yol açabilir. Bu hikmete binaen kendilerine bütün olayların içi yüzleri, hikmet yönleri bildirilmemiştir. İşte bu kıssa bunun en güzel bir örneğidir.

Sonra Çetine sordu:

— Bu kadarı yeterli mi?

Çetin,

— Teşekkür ederim, dedi. Siz konuşurken kalbime şöyle bir mânâ da doğdu: Bizler Allah Elçisini (a.s.m.) aynen taklit etmekle görevliyiz. Olayların içi yüzlerini bilemediğimize göre, onları olduğu gibi kabul etme ve gereğini yapma durumundayız. Peygamberler de Hz. Hızır gibi olayların hikmet yönünü bilse ve ona göre hareket etselerdi, ümmetleri onları nasıl taklit edeceklerdi?!.. Vefatlarından sonra herkes dilediği gibi hareket edecek ve kendilerine karşı çıkanlara, ‘sen bu işin hikmetini bilmezsin’ diyerek suçlarını örtbas etmeye çalışacaklardı.

Arif Bey, Çetinin dikkatine hayran olmuştu. İlk görüşmelerinden bu yana hayli yol aldığı belliydi.

Devam etti konuşmasına:

— Ben kıssanın ayrı bir yönü üzerinde duracağım, dedi. Dikkat edilirse, seçilen üç olay adeta birer sembol. Birincisi insanların mallarına gelen zararları, ikincisi canlarına, çoluk çocuklarına, yakınlarına gelen musibetleri, üçüncüsü de din düşmanlarının ve hak yoldan sapan kimselerin dünyada nâil oldukları yardımları, ihsanları temsil ediyor. Ve bize bir kul olarak kendi vazifemizi yapıp, ötesine karışmamak düşüyor.

Arif Bey, başını önüne eğerek düşünceye daldı. Bir şeyi hatırlamaya çalışıyor gibiydi:

— Yeri gelmişken, dedi, Muhyiddin Arabî’den bir nakil yapmak isterim:

Muhyiddin Arabî, kıssada geçen üç olayla Hz. Musa'nın (a.s.) başından geçen üç olay arasında ilgi kurar. Bunlardan ikisi şu an hatırlayamadım. Birisi şöyle idi: Hz. Musa'yı da annesi bir sandığa koyup Nil nehrine atmıştı. Ama bu atışın “Zahiri helâk, batını necat idi.” Yani görünüşte annesi onu boğulmaya terk ediyordu. Halbuki, o böylece ölümden kurtulmuş, bununla da kalmayıp Firavunun sarayına yerleşmişti. Hz. Hızır’ın gemiyi yaralaması da böyle idi.

Konuşmasını sürdürdü:

— Hz. Hızır, Hz. Musa'ya (a.s.) “kendisiyle arkadaşlık etmeye güç yetiremeyeceğini,” söylemekle ona ilk gaybî haberi de vermiş oluyordu. Bu haberini bir teselli cümlesiyle tamamlamıştı:

“(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”

Değerli kardeşlerim,dedi Arif Bey:

— Ben bu teselli cümlesinde aynı zamanda büyük bir müjdeyi hisseder gibi oluyorum: İnsanoğlunun, kadere itiraz noktasına varmamak şartıyla, musibetler anında gösterdiği sabırsızlıktan dolayı ceza görmeyeceği konusunda bir teselli veriliyor bu âyetle.

Yerinden kalktı. Kütüphaneye doğru yürürken:

— Bakın, bu mânâyı ders veren bir yer okuyayım size diye söyleniyordu.

Bir kitap getirerek masanın üstüne koydu. Kısa süren bir aramayla sözünü ettiği konuyu buldu:

— Sabır hakkında güzel bir bahis, dedi. Ama ben size sadece şu kısmını okuyayım:
“Ve sabırsızlık ise Allah'tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef'âlini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekva sûretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva Ona olmalı, Ondan olmamalı. Hazret-i Yâkub Aleyhisselâm'ın: “İnnemâ eşkû bessî ve huznî ilâllah.” demesi gibi olmalı.Yâni: Musîbeti Allah'a şekva etmeli, yoksa Allah'ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.” Mektûbat

Prof.Dr. Alaaddin Başar
 
Üst