deli mi delil mi?

mavigül06

New member
Ne kadar isterdim ya Rasulallah
Sen nefes alırken
yeryüzünde nefes alıp veren
bir incecik ot olmak
bir incecik ot olmak
ve SEN
SEVR e tırmanırken
Kademin altında yan yatıp
Hakka secdeye varmak
nekadar isredim ya RASULALLAH
_________________________________________________Deli mi, Delil mi?

Soru: Dinimize göre “akıllı insan” kimdir; dünden bugüne adanmış ruhlara “deli” nazarıyla bakılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Zekasının hakkını verip her meseleyi enine boyuna düşünen akıllı insan, nefsini hesaba çekip onu dizginleyebilen ve sürekli salih ameller peşinde koşup ölüm ötesi için hazırlık yapan kimsedir; aklı kıt, zekası zayıf, doğruyu bulmaktan âciz ahmak ise, nefsinin arzularına tâbi olup onun bütün isteklerini yerine getirdiği halde hâlâ kurtulacağını uman, Allah’tan bağışlanma beklemeyi yeterli bulup sadece bu kuruntuyla teselli olan kimsedir.” buyurmuştur.

Recâ Ehli ve Kuruntu Güruhu

Evet, her zaman tedbirli hareket edip sürekli temkinli davranan, nefsini hakimiyet altına alıp, onun hoşuna gitmese de dinin güzel gördüğü işlere sarılan, dünyanın cazibedâr güzelliklerine aldanmadan hep ahiret hayatı için azık hazırlama cehd ü gayretinde bulunan insan akıllı, zeki, ileri görüşlü ve doğruyu eğriyi bilen bir insandır. O, bu dünyanın fânîliğinin farkındadır; ahiretin ise bâkî ve ebedî olduğuna çok iyi inanmıştır. Dolayısıyla, o hep ölümle başlayan uzun yolculuk için zahîre tedarik etme peşindedir. Akıllı kişi, dünyadan nasibini unutmayan ama asıl ahirete müteveccih yaşayan, Cennet’e, orada kavuşacağı salih kimselere, hepsinden öte Cemalullah’ı müşahedeye, rızaya ve rıdvana müştak olan ve bu güzelliklere ulaşma, ebedî saadeti kazanma uğrunda varını yoğunu feda etmeye âmâde bulunan insandır.

Aklının nasihatlerine hiç kulak asmayan, iradesinin zimamını heva ve hevesine kaptıran, ömrünü nefsini tatmin etme yolunda harcayan ve onun her dileğine boyun eğerek hiç ölmeyecekmişçesine gaflet içinde yaşayan kimse ise âciz, akılsız ve ahmak bir insandır. O, nefsanî ve şeytanî duyguların ağına düştüğünden bir türlü silkinip doğrulamayan, Kur’an’ın sözünü dinlemediği ve Hak dostlarının irşatlarına aldırmadığı için İblisin tuzaklarından hiç kurtulamayan ve kendisini güçsüzlüğün, beceriksizliğin, kalın kafalılığın acımasız kollarına bırakan bir miskindir. Böyle bir şaşkın, kârını zararını tesbit edemediği, kendisini kazançlı çıkaracak işleri bilemediği ve felaketine sebep olabilecek tehlikeleri göremediği halde, bütün bu yanlışlıklarına rağmen hâlâ dünya-ahiret dengesini çok iyi kurmuş, ölüm ötesi için tedbirlerini almış ve göz ucuyla dünyaya baksa bile aslında nazarlarını ahiret yamaçlarına odaklamış insanlara vaad edilen mükafatı bekler; “Nasıl olsa kurtulurum, Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir” der, recâ hisleriyle dolu bulunduğunu söyler ve ilahî rahmetin kendisini de kuşatmasını temenni eder.

Oysa, recâ (ümit, emel), bir temennî değildir. Temennî, meydana gelmesi mevzuunda kat’iyet bulunmayan herhangi bir beklentidir, dolayısıyla da ümit vaad etmeyen kuru bir intizardır; halbuki recâ, matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizâza getirme yolunda mü’mince bir şuurla bütün ilticâ kapılarını zorlamanın ünvanıdır. Recâ, ancak hasenât adına bir şeyi işleyip onun kabulünü beklemek, kezâ ma’siyetten tevbe edip günahın affedileceği mülahazasıyla ümitlenmek demektir. Evet, doğru bir recâ, günahlardan kaçınıp Allah’tan inâyet beklemek, salih ameller arkasında yarışırcasına koşup sonra da ilahî rahmetin enginliği mülahazasıyla Hak kapısına yönelmek şeklindeki ümit ufkudur. Aksine, amelsiz hasenât beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde mağfiretten ve Cennet’ten dem vurmak, yalancı bir recâ ve Rahmeti Sonsuz’a karşı da bir saygısızlıktır.

Selef-i salihîn efendilerimiz, yeis çukurlarına düşmenin muhtemel olduğu yerlerde ve ölüm emarelerinin belirdiği zamanlarda “recâ”ya sarılmışlardır; fakat, hemen her zaman havf ve haşyet yörüngeli yaşamaya çalışmışlardır. Rıza ve rıdvana giden yolda hayatlarını havfa göre örgülemiş, iradelerini temkinli kullanmış ve adımlarını hep dikkatli atmışlardır.. evet onlar, nefsin dizginlerini şuurun ve iradenin ellerine vermeyi, dünyayı bir gölgelik gibi kabul edip asıl vatan için azık tedarik etmeyi akıllılık saymış ve ömürlerini bu istikamette değerlendirmişlerdir.

Anlayamazlar!..

Ne var ki, günümüzde “akıllı insan” denince daha çok dünyevî hayatını belli bir seviyede götürebilen, nefsanî arzularını, cismanî isteklerini karşılayabilen ve bir şekilde makam-mansıp, mal-mülk sahibi olmasını becerebilen kimseler akla gelmektedir. Maalesef, bugün meşru mu gayr-i meşru mu olduğuna bakmadan, helal-haram ayırımı yapmadan ve nereden geldiğine aldırmadan çok para kazanmak ve maddi imkanlara ulaşmak akıllılık ve beceriklilik sayılmaktadır.

Dolayısıyla, özellikle içinde yaşadığımız çağda, çoğunlukla hukukî olmayan yollarla varlıklı hale gelen, haram yiyici bir tufeylî olarak ömür süren ve öldükten sonraki hayatı hiç düşünmeyen kimselerin, nazarlarını ahirete kilitlemiş insanları anlamaları oldukça zordur. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, ölümü hatırlayınca tir tir titreyen ve var gücüyle dünyaya sarılan hevaperestlerin, bir adımla öte tarafa geçeceğine inanan, mevti bir vuslat demi, bir şeb-i arus olarak gören ve ölümü bayram sevinciyle karşılayan Hak erlerini anlamaları pek güçtür. Rahat düşkünleri anlayamazlar yurdu-yuvayı, yârı-yârânı terkedip en ücra köşelere hicret seferleri düzenleyen muhacirleri!.. Cimriler kavrayamazlar Hak uğruna malı-mülkü, hatta canı-cânanı feda etmeye âmâde kahramanların yaptıklarını!.. Gününü gün etme sevdasındaki zevk düşkünleri akıllarına sığdıramazlar yaşatmak için yaşayanların fedakârlıklarını!..

Çünkü, kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen çıkarcılar için şahsî rahatları, servetleri, menfaatleri her şeyden önce gelir. Rahat ve uzun yaşama onlar için gayedir; mal ise canlarının yongasıdır, biraz olsun malları ellerinden gitse, canları çıkacak gibi olur. Onların kıstasları bütün bütün farklıdır ve benlik yörüngelidir. Bu sebeple, onlar, adanmış ruhların fedakârlıklarına kendilerine göre mantıkî bir mahmil bulamaz ve bir hayır çizgisinde yanyana gelip milletin eğitim ve terbiyesi için müesseseler açan, bu uğurda infakta bulunan insanlara “Ya bizim bilemediğimiz bir kısım çıkarları var ya da bunlar birer deli!..” derler. Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmiş mü’minlere “deli” yaftasını yapıştırırlar; zira, onların imana, Kur’an’a, vatana ve millete hizmet gayesiyle katlandıkları zorlukları, çektikleri çileleri, yaptıkları iyilikleri kendi çarpık hayat telakkileriyle bağdaştıramazlar.

Evet, kim inanılması gerekenlere tam inanır, takvanın hem mehafet buuduyla hem de tekvinî esaslara riayet yanıyla kanatlanırsa, kalbini Allah sevgisiyle mamur kılar, gerekirse malını, canını ve bütün varlığını Hak yoluna feda etme ruhuyla dolarsa ve Allah’ın himayesine sığınır, her işinde Cenâb-ı Hakk’a güvenir, O’na tevekkül ederse.. artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider ve öyle mücahede eder ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler, onu ne zaman görseler ya hayran olmaktan veya “Bu olsa olsa delidir” demekten kendilerini alamazlar. Gayri, onun ölümü istihkârı bir destan olup dilden dile dolaşır; yemeyi-içmeyi ve şahsî zevkleri terketmesi hayretengiz bir efsane gibi her yana yayılır ve infak ruhu da bir hüsn-ü misal, bir yâd-ı cemil olarak bütün cömertlerin muhaverelerini tatlandırır. Ne ki, o fedakârlığı anlayamayan, o ferâgatı kavrayamayan ve o tadı alamayan kimse, o Hak dostunu “deli” sanır.

Bu açıdan, akıllılık ve delilik de izafî sayılır; neyin akıllılık ve neyin delilik olduğu kişiden kişiye ve bakış zaviyesine göre farklı farklı yorumlanabilir. Nefisperestler, adanmış ruhların hallerini mecnunlukla izah etmeye çalıştıkları gibi, mü’minler de dünyazedelerin acınacak vaziyetlerine baktıklarında, “Cennetin bütün cezbedici güzelliklerine ve Cehennemin alev alev korkunç mahiyetine karşı gözünü kapayan bu insanlar, akıbetlerini düşünmeden nasıl yaşıyorlar?!. Her gün binlerce insanın, ölüm fermanını ellerine alıp, kabir durağına doğru yürüdüklerini gördükleri halde nasıl oluyor da hiç ölmeyecekmiş gibi kendilerini zevk ü safaya kaptırabiliyorlar?!.” diyebilir ve hayretler içinde kalabilirler. Dahası, meseleyi sahabe ufkundan değerlendirenler de, inanmış oldukları halde imanın gereğini eksiksiz yerine getirmeyen mü’minlerin hallerine şaşar ve bütün hayatı ahirete göre örgülememeyi delilik, hatta iman problemi sayarlar.
 
Üst