DÜŞ'ÜN ÖLÜMÜ
Kesilmiş bir kamış, ormanlıklardan,
İnsan... Rüzgârlara bağlı bir düdük.
İndik dünyaya karanlıklardan,
Sıra sıra mezar, başka ne gördük?
Ölmemek, ilk ve son büyük kelime;
Çarpıldık, ölmemek için ölüme!
Ver Allahım, büyük sırrı elime;
Geçmez an, solmaz renk, kopmaz bütünlük.
Necip Fazıl Kısakürek
Kimisi için güzel bir düş veya kâbus dolu bir düşünce kuyusu...
"Olmak veya olmamak denkleminde, hangi tarafta bulunmak istersin" sorusuna
verilecek cevabı düşünenler için kâbus ancak; Peygamberini bile onun kucağına
atanlar için ne güzel bir düş!
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
İmam-ı Gazali'nin elinde kocaman bir pankartla karşılıyordun beni:
"Ölümün manası ancak bir hal değişmesinden ibarettir. Ruh cesetten ayrıldıktan
sonra ya azap görmek, yahut da nimete kavuşmak üzere bâki kalır!"
Uyandım...
Ölümün metafizik ürpertisiyle uyandım.
Ne bildik Epikürcü, ne Stoacı, ne materyalist, ne Marksçı...
Ölümün metafizik ürpertisiyle uyandım...
Vazgeçtim tenimden, çeklerden, senetlerden, yarına kurgulanmış başarı
öykülerinden, makam telâşından, başkaları için geliştirdiğim savaş
teorilerinden...
Hayatımın bir parçasıydı ölüm, yani mekanik bir yok oluştan çok daha öte...
"Her can ölümü tadıcıdır", "Ecelleri gelince, ne bir saat geciktirebilirler ne
de ömür alabilirler" ilâhi uyarısıyla kendime geldim.
Düştüm derin bir kuyuya; kendimi attım daha doğrusu...
"Ölmeden önce ölmek" ne demekti Rabbim?
Sonsuz diyara hicret etmenin can acıtan, mal acıtan; dahası "biraz daha"
dedirten sırrı ne demekti?
Bu kadar mı seviyordum olmayı, olmamı isteyenden daha mı çok?
İman için en büyük armağan mıydı ölüm düşüncesi?
Uzuvlar ruha isyan mı ediyordu her ölümde? Her biri ruhun emrinde değil miydi?
Yaradan, öcünü mü alıyordu bedenimizden; bizi yokluklara itmeden ve atmadan
çaresizlik çukuruna gizli/gizemli tuzağına mı çekiyordu kader?
Ya da Hoca Ahmed Yesevi'nin dediği üzre, şerbet mi içiyorduk her öldüğümüzde?
Can mı veriyorduk?
Kervanımız mı göçüyordu yolda yürürken, ansızın?
Azrail kabız mı kılıyordu?
Uçmağa mı varıyorduk ruh terkedince bedeni; yoksa kabre girip yatıyor muyduk
sadece?
Ya da Mevlâna'nın dediği gibi şeb-i ârus muydu ölüm?
Ama kimin için?
Ben de O'nun gibi mi seslenmeliyim ölmeden önce:
"Ben öldüğüm an 'öldü' değil, şöyle deyin
Ölmüştü dirildi, geldi, dost aldı o dem"
Canlar Ölesi Değil...
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
Ebediyete davet eden eline dokundum.
Öldüren ve yeniden dirilten aşkına, nefesine dokundum.
Ruhumu zemzemle yıkadığım çeşme başında karşıladın beni; en olmadık yerinde fâni
hayatımın: Hırsımın gemi azıya aldığı anında...
"İlâhi huzurun davetine icabet etmek düşer bana, bilirim" dedim fakat, "bir
ikâzdı bu senin için" diyerek çıktın düşümden.
Yunus Emre'nin kapusuna sürdün yüzümü ve yeniden hatırlattın bana var ve yok'u:
"Ten fânidir can ölmez, ölenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil"
Konup göçtüğüm bütün mekânlardan öte, sonsuz gördüğüm bütün servetlerden ziyade
bir çağrıydı seninkisi...
Ölüm meleğinin selâmıyla sokulmuştun yanıma.
Can kuşumu kafesten kurtarmak ister gibiydin; oysa ne de çok seviyorum dünya
kafesini.
Cansız ata binmek üzere idi davetin ve ecel şarabını içirmek için
sabırsızlanıyordun bana: Ben ki, ten kafesindeki canıma sarılmıştım can
havliyle, korkmamıştım, ürpermiştim, ürkmüştüm...
Ecel celladı idi ölüm meleğinin adı sende; satırını yemek üzere boynumu uzatmamı
istedin, bir çığ devrildi ömür barajının bendlerine...
Bir idam yaftası gibi geçirmiştin boynuma yakasız gömleği, rahatlattın: Toprağa
karışıp aslıma dönmekteymişim meğer; "âsude bahar ülkesine" imiş gidişim...
Can Gider Gökte Kurar Dünyasını
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
Elele dolaştık bütün dünyayı...
Savaşlardan bunalan halkları gördük, tabut bulamayan cesetlerin üzerinde
sabahlayan anneleri, babaları...
Kesilmiş bir kamış, ormanlıklardan,
İnsan... Rüzgârlara bağlı bir düdük.
İndik dünyaya karanlıklardan,
Sıra sıra mezar, başka ne gördük?
Ölmemek, ilk ve son büyük kelime;
Çarpıldık, ölmemek için ölüme!
Ver Allahım, büyük sırrı elime;
Geçmez an, solmaz renk, kopmaz bütünlük.
Necip Fazıl Kısakürek
Kimisi için güzel bir düş veya kâbus dolu bir düşünce kuyusu...
"Olmak veya olmamak denkleminde, hangi tarafta bulunmak istersin" sorusuna
verilecek cevabı düşünenler için kâbus ancak; Peygamberini bile onun kucağına
atanlar için ne güzel bir düş!
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
İmam-ı Gazali'nin elinde kocaman bir pankartla karşılıyordun beni:
"Ölümün manası ancak bir hal değişmesinden ibarettir. Ruh cesetten ayrıldıktan
sonra ya azap görmek, yahut da nimete kavuşmak üzere bâki kalır!"
Uyandım...
Ölümün metafizik ürpertisiyle uyandım.
Ne bildik Epikürcü, ne Stoacı, ne materyalist, ne Marksçı...
Ölümün metafizik ürpertisiyle uyandım...
Vazgeçtim tenimden, çeklerden, senetlerden, yarına kurgulanmış başarı
öykülerinden, makam telâşından, başkaları için geliştirdiğim savaş
teorilerinden...
Hayatımın bir parçasıydı ölüm, yani mekanik bir yok oluştan çok daha öte...
"Her can ölümü tadıcıdır", "Ecelleri gelince, ne bir saat geciktirebilirler ne
de ömür alabilirler" ilâhi uyarısıyla kendime geldim.
Düştüm derin bir kuyuya; kendimi attım daha doğrusu...
"Ölmeden önce ölmek" ne demekti Rabbim?
Sonsuz diyara hicret etmenin can acıtan, mal acıtan; dahası "biraz daha"
dedirten sırrı ne demekti?
Bu kadar mı seviyordum olmayı, olmamı isteyenden daha mı çok?
İman için en büyük armağan mıydı ölüm düşüncesi?
Uzuvlar ruha isyan mı ediyordu her ölümde? Her biri ruhun emrinde değil miydi?
Yaradan, öcünü mü alıyordu bedenimizden; bizi yokluklara itmeden ve atmadan
çaresizlik çukuruna gizli/gizemli tuzağına mı çekiyordu kader?
Ya da Hoca Ahmed Yesevi'nin dediği üzre, şerbet mi içiyorduk her öldüğümüzde?
Can mı veriyorduk?
Kervanımız mı göçüyordu yolda yürürken, ansızın?
Azrail kabız mı kılıyordu?
Uçmağa mı varıyorduk ruh terkedince bedeni; yoksa kabre girip yatıyor muyduk
sadece?
Ya da Mevlâna'nın dediği gibi şeb-i ârus muydu ölüm?
Ama kimin için?
Ben de O'nun gibi mi seslenmeliyim ölmeden önce:
"Ben öldüğüm an 'öldü' değil, şöyle deyin
Ölmüştü dirildi, geldi, dost aldı o dem"
Canlar Ölesi Değil...
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
Ebediyete davet eden eline dokundum.
Öldüren ve yeniden dirilten aşkına, nefesine dokundum.
Ruhumu zemzemle yıkadığım çeşme başında karşıladın beni; en olmadık yerinde fâni
hayatımın: Hırsımın gemi azıya aldığı anında...
"İlâhi huzurun davetine icabet etmek düşer bana, bilirim" dedim fakat, "bir
ikâzdı bu senin için" diyerek çıktın düşümden.
Yunus Emre'nin kapusuna sürdün yüzümü ve yeniden hatırlattın bana var ve yok'u:
"Ten fânidir can ölmez, ölenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil"
Konup göçtüğüm bütün mekânlardan öte, sonsuz gördüğüm bütün servetlerden ziyade
bir çağrıydı seninkisi...
Ölüm meleğinin selâmıyla sokulmuştun yanıma.
Can kuşumu kafesten kurtarmak ister gibiydin; oysa ne de çok seviyorum dünya
kafesini.
Cansız ata binmek üzere idi davetin ve ecel şarabını içirmek için
sabırsızlanıyordun bana: Ben ki, ten kafesindeki canıma sarılmıştım can
havliyle, korkmamıştım, ürpermiştim, ürkmüştüm...
Ecel celladı idi ölüm meleğinin adı sende; satırını yemek üzere boynumu uzatmamı
istedin, bir çığ devrildi ömür barajının bendlerine...
Bir idam yaftası gibi geçirmiştin boynuma yakasız gömleği, rahatlattın: Toprağa
karışıp aslıma dönmekteymişim meğer; "âsude bahar ülkesine" imiş gidişim...
Can Gider Gökte Kurar Dünyasını
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
Elele dolaştık bütün dünyayı...
Savaşlardan bunalan halkları gördük, tabut bulamayan cesetlerin üzerinde
sabahlayan anneleri, babaları...