Yirmi Yedinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz

İçtihad Risalesi

Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risalede içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dair yazıldı.

besmele.jpg


وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰۤى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ
blank.gif
1


İÇTİHAD kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye Altı Mâni vardır.

BİRİNCİSİ
Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.

İKİNCİSİ
Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara giremez; çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyâsına sarf


[NOT]Dipnot-1
“Eğer o meseleyi Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” Nisâ Sûresi, 4:83.[/NOT]


Arabî: Arapçabid’a: dine zarar verici yenilikler (bk. b-d-a)
cihet: yön, tarafdalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
gark olma: boğulmahadd: sınır, yetki
haddi tecavüz: çizgiyi aşma, ileri gitmehengâm: zaman, ân
himmet: çalışma, gayret göstermeihyâ: diriltme, canlandırma (bk. ḥ-y-y)
ikame: yerleştirmeistilâ: yayılma
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)kasr-ı İslâmiyet: İslâmiyet sarayı (bk. s-l-m)
kat’î: kesinkesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
kut: gıdakâr-ı akıl: aklın kabul edeceği iş
mesele-i içtihadiye: içtihadla ilgili mesele (bk. c-h-d)muayyen: belirlenmiş, kararlaştırılmış
muharrip: tahripçi, bozguncumukaddem: evvel, önce (bk. ḳ-d-m)
mâni: engelmünkerat: dince yapılması yasak olan şeyler (bk. n-k-r)
nam: adrisale: küçük çaplı kitap (bk. r-s-l)
sarf etmek: harcamakseddedilme: kapatılma
tahribat: yıkıp yok etmeler, bozmalartezelzül: sarsıntı
zaruriyât: dince yapılması zorunlu olan ve hükmü açıkça belirtilen işlerâdât-ı ecânib: yabancı örf ve âdetler

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 647

etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid’akârâne bir hıyanettir.

ÜÇÜNCÜSÜ


Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit be vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.

Ve Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.

İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid,

Hâlık-ı Semâvat ve Arz: gökleri ve yeri yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; s-m-v)Selef-i Salihîn: ilk devir İslâm büyükleri (bk. ṣ-l-ḥ)
ahval: haller, durumlarbid’akârâne: dine zarar verecek yeni âdetleri dine maletmeye çalışarak (bk. b-d-a)
celb olma: çekilmecereyan etme: meydana gelme
ders-i marifet: Allah’ı tanıma ve bilme dersi (bk. a-r-f)efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)
fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r)fıtrî: yaratılıştan, doğal (bk. f-ṭ-r)
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde
hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)hıyanet: hainlik
istidad-ı ihzarî: istidat geliştirici ön hazırlık (bk. a-d-d; ḥ-ḍ-r)istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
istinbat: gizli bir mânâ ve hüküm çıkarmaiçtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisâne: samimi ve sâfi bir inanç ve niyetle yapılmış içtihadlar (bk. c-h-d; ṣ-f-y)içtimaiyât-ı beşeriye: insanlığın sosyal hayatları (bk. c-m-a)
içtimaiyât-ı insaniye: insanlığın sosyal hayatları (bk. c-m-a)kelâm: söz (bk. k-l-m)
kisbsiz: çalışmadanmarziyat: Allah’ın rızasına uygun işler
medeniyet-i beşeriye: insanlığın medeniyetimergub: rağbet edilen, beğenilen
metâ: kıymetli eşya, malmeşher: sergi
muallim: öğretmen (bk. a-l-m)muhavere: karşılıklı konuşma
müncezib: tutulmuşmüstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
müteveccih: yönelmişnazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nazariyat: nazariyeler, teoriler (bk. n-ẓ-r)nur-u Nübüvvet: peygamberlik nuru (bk. n-v-r; n-b-e)
revaç: kıymet, değersaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
selef: sahabe ve tabiin gibi ilk örnek Müslüman nesilsûk: çarşı
taallüm etmek: öğrenmek (bk. a-l-m)telkin: zihinde yer ettirme, fikir aşılama
tenvir: nurlandırma, aydınlatma (bk. n-v-r)teveccüh: yönelme
teşhir: sergilemevakit be vakit: zaman zaman
vesâil: vesileler, sebeplervukuat: olaylar
yakîn: kesin ve doğru bilgi (bk. y-ḳ-n)âhiret âlemi: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r; a-l-m)
âlem: dünya (bk. a-l-m)şuursuz: farkına varmadan (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 648

içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyanın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyanın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

DÖRDÜNCÜSÜ

Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk


Avrupa: (bk. bilgiler)Selef-i Salihîn: ilk devir İslâm büyükleri (bk. ṣ-l-ḥ)
Süfyan ibni Uyeyne: (bk. bilgiler)dahil: içeri
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)felsefe-i tabiiye: yaratılışı ve herşeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)
fünun-u hazıra: günümüz ilimlerihariç: dışarı
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)himmet: çalışma, gayret gösterme
hıfzetme: ezberleme (bk. ḥ-f-ẓ)imtisal: uyma
inkısam: bölünme, parçalanmainâyet: dikkat, gayret, özen (bk. a-n-y)
iptidâ-yı tahsil-i fıtrî: fıtrî, doğal öğrenimin başlangıcı (bk. f-ṭ-r)irade-i içtihad: içtihad etme arzusu, isteği (bk. r-v-d; c-h-d)
istidad: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
içtihad-ı şer’î: şeriat hükümlerine dayanarak yapılan içtihad (bk. c-h-d; ş-r-a)kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kulûb: kalplermazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
medeniyet-i Avrupa: Avrupa medeniyetimeyil: eğilim, yönelme
meyl-i tevessü: genişleme eğilimimeylü’t-tevessü: genişleme eğilimi
mübahase: karşılıklı konuşma, fikir belirtme, sohbetmüheyyâ: hazır
müçtehid: Kur’an ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d)nazir: benzer (bk. n-ẓ-r)
neşvünemâ: büyüme ve gelişmenisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nûrun alâ nûr: nur üstüne nur, iyiden de iyi (bk. n-v-r)sinn-i temyiz: iyi ile kötüyü farketme yaşı olan yedi yaşı
tahakküm: zorla hükmetme, zorbalık (bk. ḥ-k-m)tahsil: elde etmek, öğrenmek
takvâ-yı kâmile: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y; k-m-l)tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ)
tasallut: musallat olma, sataşmatefennün: bir ilimde uzmanlaşma
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)tevağğul: aşırı derecede dalma, meşgul olma
tevessü: genişleme, yayılmatevsi: genişletme, yayma
ulûm-u arziye: insanların bilgi ve tecrübelerinin ürünü olan ilimler (bk. a-l-m)zaruriyât: dince yapılması zorunlu işler, emirler
zaruriyât-ı diniye: dince yapılması zorunlu işler, emirlerşerâit-i hayat-ı dünyeviye: dünya hayatının şartları (bk. ş-r-a; ḥ-y-y)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 649

eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.

BEŞİNCİSİ

Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar; ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü:
blank.gif
1
اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani, “Zaruret haramı helâl derecesine getirir.” İşte, şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara


[NOT]Dipnot-1 el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ 2:35.
[/NOT]


ahkâm: hükümler, kurallar (bk. ḥ-k-m)ahkâm-ı mesture: gizli hükümler (bk. ḥ-k-m)
arziye: dünyalıların kendisine aitfelsefe-i maddiye: herşeyi maddede arayan felsefe
gayr-ı meşru: dine aykırı (bk. ş-r-a)hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haram: dinen yapılması yasaklanmış şey (bk. ḥ-r-m)hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-ḫ-r)helâl: dinen yapılmasına izin verilmiş şey
hikmet: sebep, fayda (bk. ḥ-k-m)icab: gerektirme, lüzum (bk. v-c-b)
icad: var etme, vücuda getirme (bk. v-c-d)ikame: yerleştirme
illet: asıl sebep, maksatirade-i içtihad: içtihad etme arzusu, isteği (bk. r-v-d; c-h-d)
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)içtihadât: dinen kesin olarak belirtilmeyen konularda Kur’ân ve hadisten hükümler çıkarma (bk. c-h-d)
içtihadât-ı şer’î: şeriat hükümlerine dayanarak yapılan içtihatlar (bk. c-h-d; ş-r-a)kaide: kural, prensip
kasretmek: kısaltmakküllî: genel, umumî (bk. k-l-l)
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)medar: sebep, vesile
meylü’t-tevsi: genişletme eğilimimeşakkat: sıkıntı, zorluk, zahmet
nazar: görüş, bakış (bk. n-ẓ-r)nazar etmek: bakmak (bk. n-ẓ-r)
nokta-i nazar: bakış noktası (bk. n-ẓ-r)ruh-u şeriat: şeriatın ruhu (bk. r-v-ḥ; ş-r-a)
ruhsat: izin, müsaaderuhsat-ı şer’iye: dinin verdiği izin (bk. ş-r-a)
saadet: mutluluksaadet-i dünyeviye: dünya hayatındaki mutluluk
saadet-i uhreviye: âhiret hayatındaki mutluluk (bk. e-ḫ-r)semâvî: Allah tarafından olan, İlâhî (bk. s-m-v)
su-i ihtiyar: iradenin kötüye kullanımı (bk. ḫ-y-r)tahrip: yıkıp yok etme, bozma
tevcih etme: yöneltmevücud: varlık (bk. v-c-d)
vücud-u İslâmiye: İslâmiyetin bedeni (bk. v-c-d; s-l-m)yabanî: yabancı
zaruret: zorunluluk, mecburiyetâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âlûde: bulaşmış, karışmışşeriat: Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler (bk. ş-r-a)
şer’î: şeriatla ilgili (bk. ş-r-a)

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 650

medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su‑i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.

Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin.

İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm


Arabî: ArapçaHâlık: yaratıcı, Allah (bk. ḫ-l-k)
ahkâm: hükümler, kurallar (bk. ḥ-k-m)ahkâm-ı İlâhiye: Allah’ın hükümleri (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
ahkâm-ı şer’iye: dinin hükümleri (bk. ḥ-k-m; ş-r-a)arz: yer
arziye: dünyalıların kendisine aitavâm-ı Müslimîn: Müslüman halk tabakası (bk. s-l-m)
beliyye-i âmme: yaygın hâle gelmiş belâlar, hastalıkcâri: geçerli
ehl-i içtihad: içtihad etme seviyesinde olan âlimler (bk. c-h-d)felsefî: felsefeyle ilgili
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l)gayr-ı meşru: dine aykırı (bk. ş-r-a)
haram: dinen yapılması yasaklanmış şey (bk. ḥ-r-m)helâl: dinen yapılmasına izin verilmiş şey
hevesî: arzu ve isteklerle ilgiliibâd: kullar (bk. a-b-d)
ibâdât: ibadetler (bk. a-b-d)istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
izn-i mânevî: mânevî izin (bk. a-n-y)içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
lisan: dilmakam-ı âli: yüce makam
malûm: bilinen (bk. a-l-m)mazur: özürlü, mazeretli
medar: sebep, dayanak noktasımerdud: reddedilmiş, geri çevrilmiş
meyil: istek, arzu, eğilimmillet-i İslâm: İslâm milleti, Müslümanlar (bk. s-l-m)
minber: câmide hutbe okunan yermuamele: davranış, iş
müptelâ: bağımlı, tutkunmüsellemât: dinin herkesçe kabul edilmiş esasları (bk. s-l-m)
nasihat: öğütruhsat: izin, müsaade
semâvat: gökler (bk. s-m-v)semâvî: Allah tarafından olan, İlâhî (bk. s-m-v)
siyaset-i hazıra: günümüz siyasetisu-i ihtiyar: iradenin kötüye kullanımı (bk. ḫ-y-r)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)suver-i Kur’âniye: Kur’ân’ın sûreleri
talâk: boşamatasarruf: kullanma, faaliyet (bk. ṣ-r-f)
tasarrufât: işler ve uygulamalar (bk. ṣ-r-f)tatlik etmek: boşamak
tebliğ: bildirme (bk. b-l-ğ)tefhim: anlatma
tevellüt: doğma, meydana gelmeteşkil etme: oluşturma
ulema-i şeriat: din âlimleri (bk. a-l-m; ş-r-a)umur: işler
vahy-i İlâhî: Allah tarafından vahiy ile gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y; e-l-h)vaki: olmuş
vesvese-i siyasiye: siyasî şüphe ve kuruntular
vesvese-i şeyâtîn: şeytanların verdiği şüphe ve kuruntular
zarurat: zorunluluklar, mecburiyetlerzaruret: zorunluluk, mecburiyet
zaruriyât: dince yapılması zorunlu olan emirler, işlerşer’î: dine uygun (bk. ş-r-a)
şeytanet: şeytanlıkşeâir-i İslâmiye: İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler (bk. ş-a-r; s-l-m)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 651

olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesiHAŞİYE-1 belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?

ALTINCISI

Selef-i Salihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zorla görebilirler.

Eğer desen: Sahâbeler de insandırlar; hatadan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatin medarı, Sahâbelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet “Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler”
blank.gif
1
diye ittifak etmişler.


[NOT]Haşiye-1 İ’câza dair olan Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ın hakikî tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.

Dipnot-1 İbni Hibbân, es-Sahîh 10:477; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid 1:153; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî 2:181, 6:499.[/NOT]


Arş-ı Âzam: Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-z-m)Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Sahâbe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden MüslümanlarSelef-i Salihîn: ilk devir İslâm büyükleri (bk. ṣ-l-ḥ)
ahkâm: hükümler, kurallar (bk. ḥ-k-m)ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye: İslâmın kesinleşmiş hüküm ve esasları (bk. ḥ-k-m; s-l-m)
ahkâm-ı kudsiye: kutsal hükümler (bk. ḥ-k-m; ḳ-d-s)ahkâm-ı şeriat: şeriatın hükümleri, esasları (bk. ḥ-k-m; ş-r-a)
asr-ı Sahâbe: Sahabelerin (r.a.) yaşadığı dönemasr-ı hakikat: gerçekler asrı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
asr-ı nur: nurlu asır (bk. n-v-r)avâm-ı nâs: sıradan halk tabakası
ehl-i içtihad: içtihad eden kimseler (bk. c-h-d)ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
hafız: Kur’ân’ı ezberleyen (bk. ḥ-f-ẓ)hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haramiyet: haramlık, dince yapılmasına izin verilmeyen (bk. ḥ-r-m)hasıl olma: meydana gelme
hatip: hutbe okuyan (bk. ḫ-ṭ-b)haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hilâf: yalan, yanlışhutbe-i Arabiye: Arapça hutbe (bk. ḫ-ṭ-b)
hâli: uzakhâlis: samimi, içten (bk. ḫ-l-ṣ)
ihtar: hatırlatma, uyarıimtisal: uyma
ittifak: birleşme, birlikiçtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
iştiyak: çok kuvvetli arzu ve isteki’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)
i’câzkârâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)katl: öldürme
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)lisan: dil
malûm: bilinen (bk. a-l-m)mesâil-i dakika: ince ve hassas meseleler (bk. m-s̱-l)
meâl-i icmâli: kısa anlam (bk. c-m-l)mukabil: karşılık
müfehhimâne: anlatarakmühmel: ihmal edilmiş, terk edilmiş
müstahsen: güzel karşılanan, beğenilen (bk. ḥ-s-n)müçtehidîn-i izâm: büyük içtihad sahipleri (bk. c-h-d)
nazariyât-ı şer’iye: dinin teori düzeyinde olup kesinleşmemiş hususları (bk. n-ẓ-r; ş-r-a)nesâyih-i hafiye: gizli nasihatler, dersler
rükün: esas, şart (bk. r-k-n)suver-i Kur’âniye: Kur’ân’ın sûreleri
sâfi: temiz, duru, katıksız (bk. ṣ-f-y)sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)
tabirat: tabirler, ifadeler(bk. a-b-r)tahrik etmek: harekete geçirmek
tezkir: hatırlatma, ikaz etmeumde: kural, prensip
umumiyetle: genelliklevâzıh: açık, âşikâr
vücub: kesinlik, farz olma (bk. v-c-b)âdil: adaletli (bk. a-d-l)
âmi: cahilümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 652

Elcevap: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb’ın derekesinden, âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.

Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziya-yı sohbetiyle nurlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime’nin maskara-âlûd muzahrafat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak; ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mirac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risaletin hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle içtimaât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka—ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde—elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şüphesizdir.

Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.


endOfSection.gif
endOfSection.gif




Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)Arş: göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)
Fahr-i Risalet: peygamberliğin övünç kaynağı olan Peygamberimiz (a.s.m.) (bk. r-s-l)Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n)
Müseylime-i Kezzâb: (bk. bilgiler)Sahâbe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
ahkâm-ı şer’iye: şeriatın hükümleri, esasları (bk. ḥ-k-m; ş-r-a)bilhassa: özellikle
cevher: kıymetli taş; asıl, özderece-i sıdk: doğruluk derecesi (bk. ṣ-d-ḳ)
dereke: aşağı seviyeekseriyet-i mutlaka: tam ve kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısıferş: yer
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hazine-i âliye: yüce hazinehissiyât-ı ulviye: yüce duygular
hâhişger: arzulu, istekliihtiyar: tercih, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)
itimad etmek: güvenmekiçtimaât-ı insaniye: insanlığın sosyal hayatları (bk. c-m-a)
kat’î: kesinkizb: yalan
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)marifet: bilgi (bk. a-r-f)
maskara-âlûd: gülünç duruma düşmüşmedar-ı fahr: övünme sebebi
mehâsin-i ahlâkiye: ahlâk ve huy güzelliği (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)mirac-ı suud: yükselme merdiveni (bk. a-r-c)
muvafık: uygunmuzahrafat: süslü yalan sözler
mübahat: iftihar edici bir güzellikmüştak: çok istekli, aşık
perestiş: aşırı derecede değer verenrevaç: değer, kıymet
rivâyet: nakletmesukut: düşüş, alçalış
sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)talip: istekli (bk. ṭ-l-b)
tebliğ: bildirme (bk. b-l-ğ)terakki: ilerleme, yükselme
zarurî: zorunlu, mecburiziya-yı sohbet: sohbet ışığı
âli: yüceâlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
şems-i Nübüvvet: peygamberlik güneşi (bk. n-b-e)şâşaa-i cemâl: gösterişli güzellik (bk. c-m-l)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 653

Hâtime
ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat‑i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.

Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.

Enbiya-yı sâlife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtatla akvâm-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhepler taaddüt etmiştir. Eğer, beşerin ekseriyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.

Eğer desen: Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?

Elcevap: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vâciptir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir;



Hâtemü’l-Enbiya: peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m) (bk. n-b-e)ahkâm: hükümler, esaslar (bk. ḥ-k-m)
ahkâm-ı şer’iye: şeriatın hükümleri, esasları (bk. ḥ-k-m; ş-r-a)ahvâl-i beşeriye: insanların halleri, durumları
akvâm-ı beşeriye: insan kavimleri, topluluklarıbedeviyet: göçebelik
beşer: insanlarefkârca: fikir ve düşünce bakımından (bk. f-k-r)
ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)enbiya-yı sâlife: daha önce gelmiş peygamberler (bk. n-b-e)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hal-i âlem: dünya hali, insanların şimdiki durumu (bk. a-l-m)
hâtime: sonuç, son bölümidadiye: hazırlığa ait; ortaöğretim seviyesi
ihtilâtat: karışıklıklarinkılâbat: değişiklikler
iptidaî: basit, ilkel; ilköğretim seviyesiistidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
kâfi: yeterlimekteb-i âli: yüksek okul (bk. k-t-b)
mezhep: dinde tutulan yol (bk. ẕ-h-b)mezâhib: mezhepler, tutulan yollar (bk. ẕ-h-b)
mizaç: tabiat, yaratılış, bünyemuallim: öğretmen (bk. a-l-m)
muhtelif: çeşitli, değişikmuvafık: uygun
muzır: zararlıseciye: huy, karakter
taaddüt etmek: çoğalmak, artmaktabakat-ı beşeriye: insan tabakaları
tahavvül: değişmetarz-ı hayat-ı içtimaiye: toplum hayatının şekli (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
tebeddül: değişmeteferruat: ayrıntılar
terakki: yükselmetevhid: birleştirme (bk. v-ḥ-d)
vâcip: zorunlu, gerekli (bk. v-c-b)Âhirzaman Peygamberi: son peygamber olan ve dünya hayatının kıyamete yakın son devresinde gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. e-ḫ-r)
şeriat: Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler (bk. ş-r-a)şeriat-ı kübrâ: büyük İslâm şeriatı (bk. ş-r-a; k-b-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 654

tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilâçtır, yalnız vâciptir, başka hükmü yoktur”?

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheplere hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati birtek vücut hükmüne getiren hayat-ı içtimaiyede nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kàdıu’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı Âzama ittibâ edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rapt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

Hem meselâ, madem şeriat, tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette, ekser etbâı köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, kadına temasla abdest bozulur, az bir necaset zarar verir. Ekseriyet itibarıyla hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetvâ var.

İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibarıyla,


Hanefî: amelde İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye uyup bu mezhepten olanlar (bk. bilgiler)ahkâm-ı İlâhiye: Allah’ın hükümleri (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
amele: işçiayn-ı hak: doğrunun ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
bedevîlik: göçebelikcemaat: topluluk (bk. c-m-a)
dergâh-ı Kâdıu’l-Hâcât: bütün ihtiyaçları karşılayan Allah’ın yüce katı (bk. ḥ-v-c)dirhem: üç grama denk olan eski bir ağırlık ölçüsü birimi
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)ekserî: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
etbâ: halkfetvâ: dinî hüküm, karar
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)hikmet-i İlâhiye: Allah’ın hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)iltizam: taraftarlık
itibarıyla: özelliğiyleittibâ: uyan, tabi olan
mahz-ı hikmet: hikmetin ta kendisi (bk. ḥ-k-m)maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
matlub: istek (bk. ṭ-l-b)mekruh: istenmeyen, hoş karşılanmayan
mess-i nisvan: kadınlara dokunmamezheb-i Hanefî: İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin kurduğu mezhep (bk. bilgiler)
mezhep: dinde tutulan yol (bk. ẕ-h-b)mübah: yapılması da yapılmaması da bir olan
müstaid: yetenekli, kabiliyetli (bk. a-d-d)nam: ad
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)necaset: pislik
nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)nim-bedevî: yarı bedevî, yerleşik fakat medeniyetten uzak yaşama tarzı
nim-medenî: yarı medenînisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)
nâkıs: eksik, noksanrapt-ı kalb: kalben bağlanma
sed çekmek: tıkamak, kapamaksünnet: hoş karşılanan, yararlı (bk. s-n-n)
taaddüt: çoğalma, birden fazla olmatabiat: yaratılış, karakter, mizaç (bk. ṭ-b-a)
tarz-ı maişet: geçim şekli (bk. a-y-ş)tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
tecavüzât: haddi aşmalar, saldırılartensib: uygun görme (bk. n-s-b)
tâdil etmek: düzeltmek, ıslah etmekumum: herkes, genel
vâcip: zorunlu, gerekli (bk. v-c-b)İmam-ı Âzam: (bk. bilgiler)
İmam-ı Şâfiî: (bk. bilgiler)Şâfiî: İmam-ı Şâfiî’nin kurduğu mezhepten olanlar (bk. bilgiler)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 655

ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptelâ olduğundan, san’at ve maişet itibarıyla tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında o tecavüzâta sed çekmek için, “Abdest bozulur, temas etme. Namazını iptal eder, bulaşma” mânevî kulağında bir sadâ-yı semâvî çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimaiyesi itibarıyla, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebî kadınlara temasa müptelâ değil; mülevves şeylerle, nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefî namıyla ona şiddet ve azimet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicab edip kalabalık içinde suyla istinca etmemenin zararı yoktur; bir dirhem kadar fetvâ vardır” der, onu vesveseden kurtarır.

İşte, denizden iki katre, sana misal... Onlara kıyas et. Mizan-ı Şa’rânî mizanıyla, şeriat mizanlarını bu suretle muvazene edebilirsen et.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَناَۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ تَمَثَّلَ فِيهِ اَنْوَارُ مَحَبَّتِكَ لِجَمَالِ صِفَاتِكَ وَاَسْمَاۤئِكَ، بِكَوْنِهِ مِرْاٰةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَاۤئِكَ الْحُسْنٰى، وَمَنْ تَمَرْكَزَ فِيهِ شُعَاعَاتُ مَحَبَّتِكَ لِصَنْعَتِكَ فِى مَصْنُوعَاتِكَ بِكَوْنِهِ اَكْمَلَ وَاَبْدَعَ مَصْنُوعَاتِكَ، وَصَيْرُورَتِهِ اَنْمُوذَجَ كَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ، وَفِهْرِسْتَةَ مَحَاسِنِ نُقُوشِكَ. وَمَنْ تَظَاهَرَ فِيهِ لَطَاۤئِفُ مَحَبَّتِكَ وَرَغْبَتِكَ ِلاِسْتِحْسَانِ صَنْعَتِكَ بِكَوْنِهِ اَعْلٰى دَلاَّلِى مَحَاسِنِ صَنْعَتِكَ وَاَرْفَعَ الْمُسْتَحْسِنِينَ صَوْتاً فِى اِعْلاَنِ حُسْنِ نُقُوشِكَ وَاَبْدَعَهُمْ نَعْتًا لِكَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ. وَمَنْ تَجَمَّعَ فِيهِ اَقْسَامُ مَحَبَّتِكَ وَاِسْتِحْسَانِكَ



[NOT]Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
[/NOT]

Mizan-ı Şa’rânî: İmam Şa’rânî’nin yazdığı dört mezhebin birleştiği ve ayrıldığı tarafları konu alan eser (bk. bilgiler – Şa’rânî)
ahlâk-ı umumiye: genel ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)
azimet: takvâ ile günahlardan şiddetle kaçınmadirhem: üç grama denk olan eski bir ağırlık ölçüsü birimi
ecnebî: yabancıfetvâ: dinî hüküm, karar
hicap: utanmaihtilât: karışıp görüşme
istinca: pislikten temizlenmeitibarıyla: özelliğiyle
katre: damlamaişet: geçim, yaşayış (bk. a-y-ş)
mezheb-i Hanefî: İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin kurduğu mezhep (bk. bilgiler)mizan: terazi
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)mülevves: kirli, bulaşık
müptelâ: tutkun, düşkünnam: ad
nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)nezafet-i medeniye: medenî temizlik
ruhsat: izin, müsaadesadâ-yı semâvî: İlâhî ses (bk. s-m-v)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tabiat: yaratılış, karakter, mizaç (bk. ṭ-b-a)
tecavüz: haddi aşma, saldırmatecavüzât: tecavüzler, haddi aşmalar
vesvese: şüphe, kuruntuâdât-ı içtimaiye: toplum örf ve âdetleri (bk. c-m-a)
şeriat: Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler (bk. ş-r-a)

<tbody>
</tbody>

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 656

لِمَحَاسِنِ اَخْلاَقِ مَخْلُوقَاتِكَ وَلطَاۤئِفِ اَوْصَافِ مَصْنوُعَاتِكَ، بِكَوْنِهِ جَامِعًا لِمَحَاسِنِ اْلاَخْلاَقِ كَافَّةً بِاِحْسَانِكَ وَلطَاۤئِفِ اْلاَوْصَافِ قَاطِبَةً بِفَضْلِكَ. وَمَنْ صَارَ مِصْدَاقًا صَادِقًا وَمِقْياَسًا فَائِقًا لِجَمِيعِ مَنْ ذَكَرْتَ فِى فُرْقاَنِكَ اِنَّكَ تُحِبُّهُمْ مِنَ الْمُحْسِنِينَ وَالصَّابِرِينَ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُتَّقِينَ وَالتَّوَّابِينَ وَاْلاَوَّابِينَ وَجَمِيعِ اْلاَصْناَفِ الَّذِينَ اَحْبَبْتَهُمْ وَشَرَّفْتَهُمْ بِمَحَبَّتِكَ، فِى فُرْقَانِكَ حَتَّى صَارَ اِمَامَ الْحَبِيبِينَ لَكَ، وَسَيِّدَ الْمَحْبوُبِينَ لَكَ وَرَئِيسَ اَوِدَّائِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاِخْوَانِهِ اَجْمَعِينَ. اٰمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ.
blank.gif
1


endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1
Allahım! Esmâ-i Hüsnânın tecelliyâtına câmi’ bir ayna oluşu sırrıyla, esmâ ve sıfâtının güzelliğine olan kudsî muhabbetinin envârı onda temessül eden, masnuâtının en ekmeli ve en bedîi, kemâlât‑ı san’atının enmuzeci ve mehâsin-i nukuşunun fihristesi olması hasebiyle, masnuâtındaki san’atına olan kudsî muhabbetinin şuaları onda temerküz eden, mehâsin-i san’atının en âli dellâlı, nukuşunun güzelliklerini ilân edenler arasında sesçe en yüksek oluşu ve kemâlât-ı san’atının en güzel medîhelerini dile getirişi sebebiyle, san’atının istihsânına muhabbet ve rağbetinin en lâtif cilveleri onda tezahür eden, Senin ihsânın olan mehâsin-i ahlâkın kâffesini ve eser-i fazlın olan letâif-i evsâfın hepsini câmi’ olması sırrıyla, mahlûkatının güzel ahlâkına ve masnuâtının lâtif evsâfına olan muhabbet ve istihsânının aksâmı onda tecemmu eden, Furkan’ında muhsinlerden, sâbirlerden, mü’minlerden, müttakîlerden, tevvâbînden, evvâbînden ve Kendini onlara sevdirdiğin ve muhabbetinle onları şereflendirdiğin bilcümle esnâf-ı ibâdın için doğru bir mihenk ve fâik bir mikyas teşkil eden, ve öyle bir mihenk ve mikyas ki, Senin habiplerinin imamı ve Senin mahbuplarının seyyidi ve Senin dostlarının reisi olan zâta, bütün ashâbına ve ihvânına, salât ve selâm et. Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn.
[/NOT]
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 657

Yirmi Yedinci Sözün ZeyliSahâbeler hakkındadır

Mevlânâ Câmî’nin dediği gibi derim:

يَا رَسُولَ اللهَ چِه بَاشَدْ چُونْ سَگِ اَصْحَابِ كَهْفدَاخِلِ جَنّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَهءِ اَصْحَابِ تُو؟اُو رَوَدْ دَرْجَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمَ كَىْ رَوَاسْتاُو سَگِ اَصْحَابِ كَهْف مَنْ سَگِ اَصْحاَبْ تُو؟
blank.gif
1
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
blank.gif
2
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
blank.gif
3


besmele.jpg


مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاۤءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاۤءُ بَيْنَهُمْ
blank.gif
4

ilâ âhir-i âye.

Sual ediyorsunuz: Bazı rivâyetlerde vardır ki, “Bid’aların revacı hengâmında ehl-i iman ve takvâdan bir kısım suleha, Sahâbe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir” diye rivâyetler vardır. Bu rivâyetler sahih midir? Sahih ise hakikatleri nedir?

Elcevap: Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali Sahâbe olduğu,
blank.gif
5
Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı bir hüccet-i kàtıadır ki, o rivâyetlerin sahih kısmı fazilet-i


[NOT]Dipnot-1 Yâ Resulallah, nasıl olur ki Ashab-ı Kehfin köpeği, senin ashabınla beraber Cennete girsin? O Cennette, ben Cehennemde—revâ mıdır bu? O Kehf Ashabının köpeği, ben senin ashabının...


Dipnot-2 Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.


Dipnot-3 “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tenzih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.


Dipnot-4 “Muhammed Allah’ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi araların-da ise pek merhametlidirler.” Fetih Sûresi, 48:29.


Dipnot-5 bk. İbni Hibbân, es-Sahîh 10:477; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:153; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî 2:181, 6:499.[/NOT]




Ehl-i Sünnet ve Cemaat: Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun yolundan giden büyük Müslüman topluluk (bk. s-n-n; c-m-a)Mevlânâ Câmî: (bk. bilgiler)
bid’a: dine zarar verecek yenilikler (bk. b-d-a)efdal: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)
ehl-i iman ve takvâ: Allah’a inanıp Onun emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler (bk. e-m-n; v-ḳ-y)enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
fazilet-i cüz’iye: küçük faziletler, üstünlükler (bk. f-ḍ-l; c-z-e)hakikat: gerçek mahiyet, içyüz, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hengâm: zaman, ânhüccet-i kàtıa: kesin delil
icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)ilâ âhir-i âye: âyetin sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
nev-i beşer: insanlar revaç: rağbet, değer, kıymet
rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesisahih: sağlam ve doğru
sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenlersuleha: salih kimseler, Allah’ın sevgili kulları (bk. ṣ-l-ḥ)
zeyl: ilâve, ekziyade: fazla

<tbody>
</tbody>

 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 658

cüz’iye hakkındadır. Çünkü cüz’î fazilette ve hususî bir kemâlde, mercuh, râcihe tereccuh edebilir. Yoksa, Sûre-i Fethin âhirinde sitayişkârâne tavsifât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medih ve senâsına mazhar olan Sahâbelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatın pek çok esbab ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyan edeceğiz.

BİRİNCİ HİKMET

Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envârına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve in’ikâs vardır. Malûmdur ki, in’ikâs ve tebaiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.

İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler Sahâbe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanıkken çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahâbeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahâbelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla, yani nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görmeleri, velâyet-i Ahmediye nuruyla sohbettir. Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye cihetindedir, nübüvvet itibarıyla değil. Madem öyledir; nübüvvet derecesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)Celâleddin-i Süyutî: (bk. bilgiler)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar
Sûre-i Feth: Fetih Sûresi, Kur’ân-ı Kerimin 48. sûresiTevrat: Hz. Mûsâ’ya indirilen kitap
azîm: en büyük (bk. a-ẓ-m)beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
cihet: yöncüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)esbab: sebebler (bk. s-b-b)
evliya: Allah’ın sevgili kulları, veliler (bk. v-l-y)fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l)
fazilet-i külliye: kapsamlı ve geniş faziletler, erdemler, üstünlükler (bk. f-ḍ-l; k-l-l)hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m)hizmetkâr: hizmetçi
hususî: özeliksir: tesirli ilaç
insibağ: boyanmain’ikâs: yansıma, aksetme
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)malûm: bilinen (bk. a-l-m)
mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)medih: övgü
mercuh: kendisine tercih edilen şey, ikinci derecede kalan şeymertebe: derece, makam
mevki: yer, konummukabil: karşılık
müşerref: şereflenmişnazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nebî: peygamber (bk. n-b-e)nokta-i nazar: bakış noktası (bk. n-ẓ-r)
nur-u âzam-ı nübüvvet: peygamberliğin en büyük nuru (bk. n-v-r; a-ẓ-m; n-b-e)nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
nübüvvet-i Ahmediye: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in peygamberliği (bk. n-b-e; ḥ-m-d)râcih: üstün olan, tercih edilen
senâ: övme, methetmeseyr ü sülûk: İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk
sitayişkârâne: övereksohbet-i nebeviye: Peygamberimizin sohbeti (bk. n-b-e)
tavsifât-ı Rabbâniye: Allah’ın vasıflandırarak bahs etmesi (bk. v-ṣ-f; r-b-b)tazammun: içine alma
tebaiyet: tabi olma, uymatefavüt etmek: farklı olmak
temessül: görünme, şekillenme (bk. m-s̱-l)tereccuh etme: üstün gelme, tercih edilme
tezahür: görünme, belirme (bk. ẓ-h-r)vefat-ı nebevî: Peygamberimizin vefatı (bk. n-b-e)
velâyet: velilik (bk. v-l-y)velâyet-i Ahmediye: Peygamberimizin veliliği (bk. v-l-y; ḥ-m-d)
velî: Allah dostu (bk. v-l-y)yakazaten: uyanık olarak
âhir: son (bk. e-ḫ-r)âlem: dünya (bk. a-l-m)
İncil: Hz. İsâ’ya indirilen kitap

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 659

Sohbet-i nebeviye ne derece bir iksir-i nuranî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem cahil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur, sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu.

İKİNCİ SEBEP

Yirmi Yedinci Sözdeki içtihad bahsinde beyan ve ispat edildiği gibi, Sahâbeler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, kemâlât-ı insaniyenin en âlâ derecesindedirler. Çünkü, o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahate meyyal olan Sahâbeler, elbette ihtiyarlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve nümunesi olan Habibullahın (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle o tarafa koşmak, mukteza-yı seciyeleridir.

Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insaniye dükkânında, bazı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri, zehr-i katil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Ve bazı şeylerin ve mânevî metâların verdikleri güzel neticeler


Habibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz (a.s.m.) (bk. ḥ-b-b)Hint: (bk. bilgiler – Hindistan)
Müseylime-i Kezzab: (bk. bilgiler)Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler
bahis: konubedevî: göçebe, çölde yaşayan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)beyn: ara
bâtıl: gerçek dışı, yalandellâl: ilan edici, duyurucu
dereke: aşağı seviyeekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hayat-ı içtimaiye-i insaniye: insanlığın toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)hayır: iyilik
himmet: ciddî gayrethissiyât-ı ulviye: yüce duygular
ihtiyar: tercih, seçme gücü (bk. r-v-d)iksir-i nuranî: her derde devâ olan nurlu ve tesirli ilâç (bk. n-v-r)
inkılâb-ı azîm-i İslâmî: İslâmın meydana getirdiği büyük değişim (bk. a-ẓ-m; s-l-m)izzet: şeref, değer, itibar (bk. a-z-z)
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)kasavet-i vahşiyâne: kaskatı bir vahşet
kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l)kesb: elde etme, kazanma
kizb: yalanküfür: inkar, inançsızlık (bk. k-f-r)
mabeyn: aramaskara: gülünç, rezil
maâlî-i ahlâk: ahlâkî yücelik, yüce ahlâklar (bk. ḫ-l-ḳ)medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
meftun: tutkun, düşkünmetâ: kıymetli mal, eşya
meyyal: çok arzulu ve isteklimuallim-i hakaik: gerçekleri anlatan öğretmen (bk. a-l-m; ḥ-ḳ-ḳ)
mukteza-yı seciye: karakter ve yaratılışın gereğimübahat: güzelliği göstererek iftihar etme
mütemeddin: medenileşmiş, şehirleşmişmüşerref olma: şereflenme
nümune: örnekrehber-i kemâlât: mükemmellikleri, güzellikleri gösteren rehber (bk. k-m-l)
sohbet-i nebeviye: Peygamberimizin sohbeti (bk. n-b-e)sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)
zehr-i katil: öldürücü zehirÇin: (bk. bilgiler)
âlâ: yüce, üstünâlâ-yı illiyyîn-i kemâlât: mükemmelliğin en yüce derecesi (bk. k-m-l)
şefkat-i rahîmâne: çok mükemmel bir şefkat ve merhamet duygusu (bk. ş-f-ḳ; r-ḥ-m)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 660

ve kıymettar eserler, bir tiryak-ı nâfi ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette, hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları tevlit ettiğinden, secâyâ-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahâbelerin, zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve imana en nâfi bir tiryak, en kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan Sahâbeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle onlara müşteri ve müştak olması zarurîdir.

Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahâbenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?Geçen meseleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi beyan ediyorum. Şöyle ki:
Bir zaman kalbime geldi: Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatlar Sahâbelere yetişemiyorlar? Sonra, namaz içinde
blank.gif
1
سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyiydi.” Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahâbelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.


[NOT]Dipnot-1 Herşeyden nihayetsiz derecede yüce olan Rabbimi bütün noksanlardan tenzih ederim.
[/NOT]


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Asr-ı Saadet: Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı
Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)Müseylime-i Kezzab: (bk. bilgiler)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar
ahlâk-ı içtimaiye: toplum ahlâkı (bk. ḫ-l-ḳ; c-m-a)bedihî: ap açık, aşikâr
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)celb etme: çekme
fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakkaniyet: haktan ve doğruluktan ayrılmama (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hayat-ı içtimaiye-i insaniye: insanlığın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)hissiyat: hisler, duygular
hubb-u maâli: yüksek, yüce sevgi (bk. ḥ-b-b)inkişaf: açılmak, gelişmek (bk. k-ş-f)
irşad: doğru yolu gösterme, uyarma (bk. r-ş-d)kizb: yalan
küfür: inkâr, inanmama (bk. k-f-r)kıymettar: kıymetli, değerli
letâif: lâtifeler, duyular (bk. l-ṭ-f)maskara: gülünç, rezil
meftun: düşkün, tutkunmetanet: sağlamlık
muvaffak: başarılımüştak: düşkün, çok istekli
nazar-ı rağbet: istekli ve değer veren bakış (bk. n-ẓ-r)nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)
nâfi: faydalıpropaganda-i siyaset: siyaset propagandası
revaç: değer, kıymetsaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
seciye: karakter, huysecâyâ-yı âliye: yüce ahlâki değerler
sâfiye: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y)sâmiye: yüksek, yüce
süflî: alçak, âdisıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)
takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y)tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
tevlit etmek: doğurmaktiryak: ilaç
tiryak-ı nâfi: faydalı, tedavi edici ilaçulviyet: yücelik
zarurî: zorunluzehr-i katil: öldürücü zehir
şekavet-i ebediye: sonsuz sıkıntı ve azap (bk. e-b-d)şer: kötülük

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 661

Evet, Kur’ân-ı Hakîmin envârıyla hasıl olan o inkılâb-ı azîm-i içtimaîde ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla; ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyiç bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi, o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış. Hattâ, vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette, o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan Sahâbeler, envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimât-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı.

Halbuki, o infilâk ve inkılâptan sonra, git gide letâif uykuya ve havâs o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübareke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Adeta, sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte, bundandır ki, kırk dakikada bir Sahâbenin kazandığı fazilete ve makama kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP

On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir. İşte, daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahâbeler dahi, daire-i velâyetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i



Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar
ayn-ı zâtı: bizzat kendisibinaen: –dayanarak
câmi’: içine alan (bk. c-m-a)daire-i nübüvvet: peygamberlik dairesi (bk. n-b-e)
daire-i velâyet: velilik dairesi (bk. v-l-y)envâr: nurlar (bk. n-v-r)
envâr-ı imaniye ve tesbihiye: tesbihat ve imandan kaynaklanan nurlar (bk. n-v-r; e-m-n; s-b-ḥ)ezdad: zıtlar
fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l)gaflet: umursamazlık, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hademe: hizmetçihakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hasıl olan: ortaya çıkanhavâs: hisler, duygular
hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)
hissiyât: hisler, duygularhüşyar: uyanık
infilâk: patlamainkılâb: değişim, dönüşüm
inkılâb-ı azîm: büyük değişim (bk. a-ẓ-m)inkılâb-ı azîm-i içtimaî: toplum hayatında meydana gelen büyük değişim (bk. a-ẓ-m; c-m-a)
kelimât-ı mübareke: mübarek kelimeler (bk. k-l-m; b-r-k)kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstün özellikler (bk. k-m-l)
letafet: güzellik, hoşluk (bk. l-ṭ-f)letaif-i mâneviye: mânevî lâtifeler, insandaki mânevî duygular (bk. l-ṭ-f; a-n-y)
letâif: lâtifeler, insandaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)misal: görüntü, örnek (bk. m-s̱-l)
müheyyiç: heyecan vericimüteaddit: çeşitli, birçok
müteyakkız: uyanık, tetiktenetâic: sonuçlar
nisbet: oran, kıyas (bk. n-s-b)nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
sathî: yüzeyselsuleha: dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden sâlih kimseler (bk. ṣ-l-ḥ)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tabakat: tabakalar, dereceler
taravet: tazeliktarraka: gümbürtü
tefekkürî: etraflıca ve derinlemesine düşünmeye ait (bk. f-k-r)teferruât: ayrıntılar
tefevvuk: üstünlüktesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tevâbi: bağlı olanlar, uyanlarturfanda: yeni, taze
vehim: zan, şüphe, kuruntuvelâyet: velilik (bk. v-l-y)
velâyet-i kübrâ: en büyük velilik (bk. v-l-y; k-b-r)zikir: Allah’ı anma
zulümât: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)âyine: ayna
ülfet: alışkanlıkşer: kötülük, fenalık

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 662

kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet—ki Sahâbelerin velâyetidir—bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahâbelerin makamına yetişmez. Şu Üçüncü Sebebin müteaddit vücuhundan Üç Vechini beyan ederiz.

BİRİNCİ VECİH: İçtihadda, yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakkın marziyâtını kelâmından anlamakta, Sahâbelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi ve ahkâm-ı İlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccihti. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu mânâları tazammun ederek vuku buluyordu.

İşte, bunun için, herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden, Sahâbenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden, içtihad ve istinbatta istidadı, kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan, bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o Sahâbenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünkü, şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksatlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden, beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmi Yedinci Sözün içtihad bahsinde, Süfyan ibni Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvazenesinde ispat etmişiz ki, Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.

İKİNCİ VECİH: Sahâbelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar
Süfyan ibni Uyeyne: (bk. bilgiler)ahkâm-ı İlâhiye: Allah’ın koyduğu hükümler (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
ahvâl-i zaman: zamanın şartlarıakreb: çok yakın; Cenab-ı Hakkın kula yakınlığı
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)beşer: insan
derd-i maişet: geçim derdi (bk. a-y-ş)derece-i zekâvet ve istidat: zekâ ve kabiliyet derecesi (bk. a-d-d)
ezhan: zihinlerfelsefe-i tabiiye ve maddiye: herşeyi tabiata ve maddeye dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-b)
ihsas: hissettirmeinkılâb-ı İlâhî: Allah’ın dilemesiyle olan değişim, dönüşüm (bk. e-l-h)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)istinbat-ı ahkâm: hüküm çıkarma (bk. ḥ-k-m)
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)işmam: hissettirme
kelâm: söz (bk. k-l-m)kurbiyet-i İlâhiye: Allah’a yakınlık (bk. e-l-h)
marziyât: hoşa giden, razı olunan şeylermarziyât-ı Rabbâniye: Allah’ın razı olduğu şeyler (bk. r-b-b)
medar-ı nazar: göz önünde olma (bk. n-ẓ-r)mertebe-i istinbat ve içtihad: hüküm çıkarma ve içtihad etme derecesi
muhaverat: karşılıklı konuşmalarmuhavere: karşılıklı konuşma
muhit-i içtimaî: sosyal çevre (bk. c-m-a)muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
müteaddit: çeşitli, birçokmüteveccih: yönelmiş
nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)saadet-i dünyeviye: dünya hayatındaki mutluluk
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)saff-ı evvel: ilk saf, ilkler
sıddıkıyet: Allah’a ve peygambere sadakatte en ileri derecede oluş (bk. ṣ-d-ḳ)tazammun: içine alma
tekmil: mükemmelleştirme (bk. k-m-l)tenvir: aydınlatma, nurlandırma (bk. n-v-r)
tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)teşettüt: dağınıklık
vecih: yön, tarzvelâyet: velilik (bk. v-l-y)
veraset-i nübüvvet: peygamberin vârisliği makamı (bk. n-b-e)vuku: olma, meydana gelme
vücuh: vecihler, yönlerzekâvet: zekîlik

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 663

ziyade yakındır; biz ise Ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur:

Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle Sahâbeler o sırra mazhardırlar.

İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı merâtip edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor.

İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kisbî değil. İncizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kisbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaip harikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.

Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var: Birincisi, zamanın cereyanına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor.

Öyle de, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtipten seyr ü sülûk suretiyle geçmektir. Ehl-i ve-lâyet, çendan fenâ-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler; yine Sahâbeye yetişemiyorlar. Çünkü Sahâbelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihâzât-ı kesire ile ubûdiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyade mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubûdiyet-i evliya besâtet peydâ eder.

ÜÇÜNCÜ VECİH: Fazilet-i a’mâl ve sevab-ı ef’âl ve fazilet-i uhreviye cihetinde


Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlaracaip: şaşırtıcı, hayret verici
akrebiyet: çok yakınlık; Cenab-ı Hakkın kula yakınlığıaksâm: kısımlar
ayn-ı zâhir: açıklık içinde, bizzat görünende (bk. ẓ-h-r)berzah: aralık, mesafe
besâtet peydâ etmek: sadelik, basitlik kazanmakbu’diyet: uzaklık
cereyan: akımcezb-i Rahmânî: Allah tarafından cezbedilme (bk. r-ḥ-m)
cihet: yöncihâzât-ı kesire: birçok cihaz, duygular (bk. k-s̱-r)
ehl-i velâyet: velilik makamında olanlar (bk. v-l-y)ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
envâ’: çeşitler, türlerfazilet-i a’mâl: amellerdeki fazilet, üstünlük (bk. f-ḍ-l)
fazilet-i uhreviye: âhirete ait fazilet, üstünlük (bk. f-ḍ-l; e-ḫ-r)fenâ-i nefs: nefsi eritmek, ona galip gelmek (bk. f-n-y; n-f-s)
fevkazzaman: zaman üstühakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hamd: teşekkür ve övgü (bk. ḥ-m-d)hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
incizab: cezbedilme, çekilmeinkişaf: açılma, açığa çıkma (bk. k-ş-f)
kat-ı mesafe etmek: mesafe kat etmek, yol almakkat’-ı merâtip: mertebeleri aşma
kisbî: çalışarak elde edilenkurbiyet: yakınlık; kulun Cenab-ı Hakka yakınlığı
kuvvet-i kudsiye: kutsal bir güç (bk. ḳ-d-s)mahbubiyet: sevgili olma; Allah’ın muhabbetine erişme (bk. ḥ-b-b)
mahiyet: öz nitelik, içyüz, esasmazhar: sahip, erişme (bk. ẓ-h-r)
merâtip: mertebelermetin: sağlam
muvaffak: başarılımüşerref olmak: şereflenmek
nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)nihayetsiz: sonsuz
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)sevab-ı ef’âl: fiillerdeki sevap (bk. f-a-l)
seyr ü sülûk: İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculukseyr ü sülûk-u velâyet: velayet yoluyla çıkılan mânevî yolculuk (bk. v-l-y)
seyr-i enfüsî: nefsin iç âlemindeki delil ve vasıtalarla yapılan mânevî yolculuk (bk. n-f-s)seyr-i âfâkî: dış âlemdeki delil ve vasıtalarla yapılan mânevî yolculuk
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tarikat: mânevî ilerlemeye götüren yol (bk. ṭ-r-ḳ)
tathir edilme: temizlenmetezkiye: arındırma, temizleme
tâbi olmak: uymakubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ubûdiyet-i evliya: velilerin ibadeti, kulluğu (bk. a-b-d; v-l-y)vecih: yön, tarz
vehbî: Allah vergisi, ikramıveraset: varislik, mirasçılık
ziyade: fazla, çokzâhir: görünüş, dış yüz (bk. ẓ-h-r)
çendan: gerçi

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 664

Sahâbelere yetişilmez. Çünkü, nasıl bir asker bazı şerâit dahilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir;
blank.gif
1
ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, Sahâbelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harp etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına, başkaları bir senede yetişemez. Hattâ, denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki, amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir.

Evet, Sahâbeler madem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur’âniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. Es-sebebü ke’l-fâil
blank.gif
2
sırrınca, bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin
blank.gif
3
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle, Sahâbelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor.

Hem, nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasıl ki mebdede küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teşkil eder. Hem nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik, daire-i muhitada bazan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misal gibi, Sahâbeler, İslâmiyetin şecere‑i nuraniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları, hem bina-yı İslâmiyetin hutut-u nuraniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslâmiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinde, hem şems-i nübüvvet ve sirâc-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakikî Sahâbe olmak lâzım geliyor.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ: «اَصْحَابِى كَالنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ


[NOT]Dipnot-1 bk. Buhârî, Cihad 73; Müslim, Emare 163; Tirmizî, Cihad 2; Nesâî, Cihad 39; İbni Mâce, Cihad 7; Müsned 1:62, 65-66, 75, 2:177, 3:468.
Dipnot-2 bk. Müslim, İmare 133; Tirmizî, İlim 14; Ebu Dâvud, Edep 115; Müsned, 4:120, 5:272-274, 357.
Dipnot-3 Allahım, Efendimiz Muhammed’e ve âl ve Ashabına rahmet et.[/NOT]


Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlarbina-yı İslâmiyet: İslâmiyet binası (bk. s-l-m)
cemaat-i İslâmiye: İslâm cemaati (bk. c-m-a; s-l-m)dahil: iç
daire-i muhita: kuşatıcı daireekall: en az
envâr-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın nurları, hakikatleri (bk. n-v-r)es-sebebü ke’l-fâil: birşeye sebep olan onu yapan gibidir (bk. s-b-b; f-a-l)
hasenât: iyilikler, sevaplar (bk. ḥ-s-n)hisse: pay
hissedar: pay sahibihizmet-i kudsiye: kutsal hizmet (bk. ḳ-d-s)
hutut-u nuraniye: nurlu hatlar, çizgiler (bk. n-v-r)ilân-ı harp etmek: savaş ilan etmek
irtifa: yükseklikmahuf: tehlikeli, korkulan
mebde’: temel, kök, başlangıçmeziyet: üstün özellik
mukabil: karşılıknefer: asker, er
neşir: yaymaneşr-i ahkâm-ı Kur’âniye: Kur’an hükümlerinin yayılması (bk. ḥ-k-m)
nokta-i merkeziye: merkez noktasaff-ı evvel: ilk saf, ilkler
sirâc-ı hakikat: hakikat lambası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r)
tesis: kuruluştesis-i İslâmiyet: İslâmiyetin kuruluşu ve yayılışı (bk. s-l-m)
teşkil etmek: oluşturmakvelâyet: velilik (bk. v-l-y)
yekûn: toplamziyadelik: fazlalık
ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenlerşecere-i nuraniye: nurlu ağaç (bk. n-v-r)
şems-i nübüvvet: peygamberlik güneşi (bk. n-b-e)şerâit: şartlar

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Yedinci Söz - Sayfa 665

اِهْتَدَيْتُمْ». وَ «خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِى». وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ
blank.gif
1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
2

Sual: Deniliyor ki: Sahâbeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyle ise imanımız daha kavîdir. Hem kuvvet-i imanımıza delâlet eden rivâyet var.
blank.gif
3

Elcevap: Sahâbeler, o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakaik-ı İslâmiyeye muârız ve muhalif iken, Sahâbeler yalnız suret-i insaniyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görüp, bazan mu’cizesiz olarak, öyle bir iman getirmişler ki, bütün efkâr-ı âmme-i âlem, onların imanlarını sarsmıyordu. Şüphe değil, bazısına vesvese de vermezdi.

Sizler iseniz, kendi imanınızı, Sahâbelerin imanlarıyla muvazene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye imanınıza kuvvet ve senet olduğu halde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve suret-i cismaniyesini değil, belki umum envâr-ı İslâmiye ve hakaik-ı Kur’âniye ile nuranî, muhteşem şahs-ı mânevîsini, bin mu’cizatla muhât olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imanınız nerede? Bütün âlem-i küfrün ve Nasâra ve Yehûd’un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan sahâbelerin imanları nerede? Hem Sahâbelerin kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhâtı olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatleri nerede? Ey müddei, senin, şiddet-i zaafından, ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede?


[NOT]Dipnot-1 Allahım! “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:132, Hadis No: 381) ve “Asırların en hayırlısı benim asrımdır” (Buhari, Şehâdât: 9, Fadâilü Ashâbi’n-Nebî: 1, Rikak: 7, Eymân: 10, 27; Tirmizi, Fiten: 45, Menâkıb: 56; İbn-i Mâce, Ahkâm: 27; Müsned, 1:378, 417, 2:228, 410, 4:267, 276, 5:350.) buyuran Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashabına salât ve selâm olsun.

Dipnot-2 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-3 bk. Müsned, 5:248, 257, 264; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:41, 4:89.[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)Avrupa: (bk. bilgiler)
Nasâra: HıristiyanlarResul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden MüslümanlarYehûd: Yahudiler
beşeriyet: insanlıkdelâlet: delil olma, işaret etme
efkâr-ı âmme-i âlem: dünya kamuoyu (bk. f-k-r; a-l-m)efkâr-ı âmme-i İslâmiye: İslâm kamuoyu (bk. f-k-r; s-l-m)
envâr-ı İslâmiye: İslâmın nurlu esasları (bk. n-v-r; s-l-m)ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri
feylesof: filozof, felsefecihakaik-i İslâmiye: İslâmın hakikatleri, gerçek ve doğruları (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m)
hakaik-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikatleri, gerçek ve doğruları (bk. ḥ-ḳ-ḳ)kavî: güçlü, kuvvetli
kemâl-i salâhat: tam dindarlık (bk. k-m-l; ṣ-l-ḥ)kuvvet-i iman: iman kuvveti (bk. e-m-n)
muhalif: zıt, aykırımuhât: kuşatılmış
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)muârız: karşı gelen
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)müddei: iddiacı
nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi
senet: belge, delilsuret-i cismaniye: cisme ait şekil; bedenî görünüş (bk. ṣ-v-r)
suret-i insaniye: insanî görünüş, insan şekli (bk. ṣ-v-r)tereşşuhât: sızıntılar, izler
umum: bütünvesvese: şüphe, kuruntu
âlem-i küfür: küfür dünyası (bk. a-l-m; k-f-r)şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
şecere-i tûbâ-i nübüvvet: peygamberliğin nurlu ağacı (bk. n-b-e)şiddet-i takvâ: Allah korkusunun nihayet derecesi (bk. v-ḳ-y)
şiddet-i zaaf: zayıflığın şiddeti

<tbody>
</tbody>

 
Üst