Günün Risale-i Nur Dersi

nurul reþha

Well-known member
Kardeşler burada her gün ''Günün risale dersi'' başlığı altında risalei nurdan dersler yapalım. Her gün farklı kişlerde yapabilir paylaşımlarınızı bekliyorum.Allah şimdiden razı olsun.Amin.

ilk paylaşım benden...

Büyük inkılabın müjdesini getirdim


risaleresmi.jpg

Bismillahirrahmanirrahim

Sual: Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?

Cevap: Müjde getirdim.

Sual: Müjde ne demek? Bazılar bize “Sizin için fenalık var” diyorlar.

Cevap: Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffâşa gelir, murdar şeylere gelir. Size, cemî kuvvetimle, yalnız Kürdistan’a değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; umum İslâmın, lâsiyyemâ Osmânîlerin, bâhusus Ekradın saadetinin fecr-i sâdıkının geldiğini, hatta Bâşid başında görüyorum.
Ümitsizlik ve karamsarlığın sembolü olan Arap filozof ve şâiri Ebû Alâi’l-Maarrîye rağmen.

Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzân ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz!

Sual: Biz öyle işitmedik.

Cevap: Şeytanın arkadaşları çoktur...

Sual: Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri ve sualleri hallet.

Cevap: Elbette; fakat müşteri olmadan, istemeden malımı satmam.

Sual: “İstibdat nedir? Meşrutiyet nedir?” Diğeri: “Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.” Başkası: “Dînimize zarar yok mu?” Daha başkası: “Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarardîde edecekler.” Diğeri: “Gayr-i müslim, nasıl asker olacak?” İlâ âhir...

Sual: İstibdat nedir; meşrutiyet nedir?

Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.

Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.


Sual: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrutiyeti bize târif et.”

Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğiniz meşrutiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükûmetin hedef-i maksadı olan meşrutiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim:

İşte, meşrutiyet

“Ve işlerde onlarla istişare et.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:159.
“Onların işleri, aralarında yaptıkları istişare iledir.” Şûrâ Sûresi, 42:38.
âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir.
O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir. (Münazarat sh.406)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
Adem-İ Ülfet : Ülfetsizlik, Alışılmamış Olma
Ağrâz : Garazlar, Kinler, Kötü Niyetler
Âlem-İ İslâmiyet : İslâm Dünyası
Âyet-İ Kerîme : Şerefli Âyet, Kur’ân’ın Her Bir Cümlesi
Bâhusus : Bilhassa, Özellikle
Bâşid : Van Civarında Bulunan Ve Yüksekliği 3750 M. Olan Bir Dağdır, Kayıtlarda “Başet Dağı” Olarak Anılır
Bedel : Karşılık
Beyân : Açıklama
Beyne’l-İslâm : Müslümanlar Arasında
Cebir : Zorlama
Cemî : Bütün, Tamam
Dalâlet : Doğru Yoldan Ayrılma, Sapkınlık
Ef’al : Fiiller, Hareketler
Ekrad : Kürtler
Erzân : Ucuz, Pahalı Olmayan
Esâsiyle : Köküne Kadar, Ta Temelinden
Esfel-İ Sâfilîn : Aşağıların En Aşağısı
Faraza : Varsayalım Ki…
Fecr-İ Sâdık : Güneş Doğmadan Önce Doğu Ufkunda Yayılan Gerçek Aydınlık
Fehmetmek : Anlamak
Fırka : Grup
Gayr-İ Müslim : Müslüman Olmayan
Hâl-İ Hazır : Şimdiki Zaman
Hedef-İ Maksad : Asıl Gaye, Kastedilen Hedef
Huffâş : Yarasa, Gece Kuşu
Husumet : Düşmanlık
İhtilâfât : İhtilâflar, Ayrılıklar
Îkâ : Salma, Meydana Getirme
İlâ Âhir : Böylece Uzayıp Gider
İmdi : Şimdi
İnkılâb-I Azîm : Büyük Değişim
İntihap Etme : Seçme
İntizamsız : Düzensiz
İstibdâd-I İlmî : İlmî Baskı, İlmî Zorbalık
İstibdâd-I Siyasî : Siyasî Baskı
İstibdat : Baskı, Despotluk
İstibdat : Baskı, Zulüm
İstinad : Dayanma
Jön Türkler : Genç Türkler, Genç Osmanlılar; Batı Tarzı Yenileşme Taraftarı Genç Osmanlılar
Kâide-İ Suâl : Soru Sorma Kuralı
Kürdistan : Osmanlı Döneminde Kürtlerin Yaşadığı Doğu İllerine Verilen Ad
Lâsiyyemâ : Bilhassa, Özellikle
Lehü’l-Hamd : Allah’a Hamd Olsun!
Lisân : Dil
Mâhi : Mahveden, Yakıp Yıkan, Yok Edici
Mârifet : Tanıma, Bilme
Meşrutiyet-İ Meşrûâ : Dine Uygun Meşrutiyet
Meşveret-İ Şer’iye : Dine, Şeriata Uygun Olarak Yapılan Meşveret
Muâmele-İ Keyfiye : Keyfî Hareket, Keyfî İşlem
Muhabbet : Sevgi
Murdar : Pis, Kirli
Mühim : Önemli
Müsâit : Uygun
Müşevveş Etme : Dağınık Ve Düzensiz Hâle Getirme, Karıştırma
Müşevveşiyet : Karışıklık, Düzensizlik
Neş’et Etme : Doğma, Meydana Çıkma
Osmânîler : Osmanlılar
Peder : Baba
Rey-İ Vâhid : Tek Bir Görüş
Saadet : Mutluluk
Sefalet : Perişanlık, Yoksulluk
Sefil : Yoksul
Semm-İ Katil : Öldürücü Zehir
Seyda : Efendi, Büyük Hoca
Sirâyet : Birinden Diğerine Geçme, Bulaşma, Yayılma
Sû-İ İstimâlât : Kötüye Kullanmalar
Tahakküm : Baskı Ve Zorbalık
Tecellî : Görünüm, Yansıma
Tefsir : Açıklama, Yorum
Tevlid : Doğurma
Tiryâk-I Meşrutiyet : Meşrutiyet İlâcı
Umum : Bütün
Veled : Çocuk
Vücud-U Nurânî : Nurlu Varlık
Zarardîde : Zarar Görmüş; Zarara, Ziyana Uğramış Olan
Zillet : Alçaklık, Aşağılık
Zulmet : Karanlık
 

nurul reþha

Well-known member
70381.jpg


Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelen: Seksen sene bir mânevî ömr-ü bâki kazandıran,

şuhur-u selâsenizi
ve mübarek kudsî gecelerinizi
ve leyle-i Regaibinizi
ve leyle-i Miracınızı
ve leyle-i Berâtınızı
ve leyle-i Kadrinizi
ruhu canımızla tebrik ve herbir Nurcunun mânevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakiyetinizi tebrik ederiz.

Saniyen: Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu, bana çok acımamak için haber veriyorum. Fakat yine duanızı ruh u canımla rica ediyorum.

Evet, şimdi Siracü’n-Nur başındaki münâcâtı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi görmeyip, dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlakın her şeydeki mârifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek, şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.

Meselâ, birtek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak, cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi, “Güzel sözler Ona yükselir.” (Fâtır Sûresi, 35:10.) âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdetâ zamansız, kalem-i kudretle istinsah edildiği gibi mânevî ve makbul hakikatlerin bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acip bir mu’cizesinin zaman-ı Âdemden beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi, radyo namı verdikleri ayn-ı hakikatle sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahi bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havâide hâzır ve nâzırdır ki, hadsiz ayrı ayrı kelimeler herbir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.

Demek bütün esbab toplansa, tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet harika san’ata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için, ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet “ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık” perdesiyle saklayıp, âdi bir isim takıp, muvakkat kendilerini aldatıyorlar.

Meselâ, On Dördüncü Sözün Zeylinin hâşiyesinde denildiği gibi, pek çok mu’cizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa, bir adam o odun parçasını gösterip dese, “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın harika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakat ve dalâlette bir hurafet ve hezeyan olduğu gibi; aynen öyle de, çam ve incir ağacı gibi binler harika san’atları tazammun eden bir mu’cize-i kudreti, nohut gibi iki çekirdeği gösterip “Bunlar bundan olmuş” demek; veya küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden ve hadsiz şükürlerle mukabele etmek lâzımken; ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlâhiyenin bir muaccel (HAŞİYE) nümunesi ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmâniyeye radyo namını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücatı namını vermekle, o yüz bin nimetlere küfran perdesini çekmek, aynen o misal gibi, maddiyunların ve ehl-i dalâletin hadsiz bir divanelikleridir ki, hadsiz bir cinayet olup, hadsiz bir azaba onları müstehak eder.

İşte, kardeşlerim, hakikaten bugün, Siracü’n-Nur’un başındaki Münâcâtı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için, birden o münâcâtın hakikatlerine karşı, güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi, birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemâl-i şevkle tam istifade edip okudum. Pek harika gördüm. Ve anladım ki, gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp, Siracü’n-Nur’un âhirini bahane ederek müsaderesine, yani başındaki Münâcâtın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehberdeki Hüve Nüktesi gibi bu Münâcât da, Siracü’n-Nur’a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.

Salisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor.

Meselâ, Isparta’dan buraya, yani İstanbul’a mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki, yalnız bu meselede ve yalnız Rehbere ait ve yalnız benim şahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Duanıza muhtaç hasta kardeşiniz

Bediüzzaman Said Nursî


(HAŞİYE) : Bu kelimede büyük bir hakikat hazinesinin anahtarına işaret var.
SÖZLÜK:
Âdetullah : Allah’ın Tabiata Koyduğu Kanun Ve Prensipleri
Âdi : Basit, Sıradan, Normal
Aziz : Çok Değerli, İzzetli
Cilve-İ Kudret : Allah’ın Kudretinin Yansıması
Ehl-İ Gaflet : Âhirete, Allah’ın Emir Ve Yasaklarına Karşı Duyarsız Olan Kimseler
Ehl-İ Tabiat : Herşeyin Tabiatın Tesiriyle Meydana Geldiğine İnananlar
Esbab : Sebepler
Hakaik : Gerçek Mahiyetler, Asıl Ve Esaslar
Hakikat : Asıl, Esas, Doğru, Gerçek
Hamd : Övgü Ve Şükür
Hizmet-İ Nuriye : Risale-İ Nur Hizmeti
İsnad : Dayandırma
İstinsah : Yazarak Çoğaltma
Kadîr-İ Mutlak : Her Şeye Gücü Yeten, Sınırsız Güç Ve Kudret Sahibi Allah
Kudsî : Mukaddes, Kutsal
Leyle-İ Berât : Berat Gecesi; Hicrî Ayların Sekizincisi Olan Şaban Ayının On Beşinci Gecesi
Leyle-İ Mirac : Mirac Gecesi; Peygamber Efendimizin (A.S.M.) Allah’ın Huzuruna Yükselişi Ve Bütün Kâinat Âlemlerini Gezdiği Gece
Leyle-İ Regaib : Regaib Gecesi; Receb Ayının İlk Cuma Gecesi
Mânevî : Maddî Olmayan, Mânâ İle İlgili Olan
Mârifet : Allah’ı Tanıma, Bilme
Merhamet : Şefkat, Acıma, İyilik Etme
Mu’cizât-I Kudret-İ İlâhiyeyi : Allah’ın Kudret Mu’cizeleri
Musibet : Belâ, Büyük Sıkıntı
Muvaffakiyet : Başarılı Olma
Münâcât : Allah’a Yakarış, Dua; Üçüncü Şuâ
Nimet : İyilik, İhsan
Nisyan-I Mutlak : Sınırsız Unutkanlık, Her Şeyi Unutmak
Ömr-Ü Bâki : Kalıcı Hayat, Ömür
Rahmet-İ İlâhiye : Allah’ın Herşeyi Kuşatan Sonsuz Rahmeti
Ruh-u Can : Ruh Ve Can; Bütün İçtenlikle
Sahife-İ Hava : Hava Sayfası
Saniyen : İkinci Olarak
Seddetmek : Tıkamak, Engel Olmak
Sıddık : Çok Doğru Ve Bağlı
Şuhur-U Selâse : Üç Aylar; Mübarek Recep, Şaban Ve Ramazan Ayları
Tesemmüm : Zehirlenme
Ülfet : Alışkanlık, Yakınlık
Yeknesaklık : Tekdüzelik, Monotonluk
Zerre : Atom, Maddenin En Küçük Parçası
Acip : Acayip, Şaşırtıcı
Âdi : Basit, Değersiz
Ayn-I Hakikat : Gerçeğin Ta Kendisi
Beşer : İnsan
Cilve : Görüntü, Yansıma
Cilve-İ Kudret-İ Kudsiye : Allah’ın Sonsuz Ve Noksansız Kudretinin Tecellisi, Yansıması
Dalâlet : Hak Yoldan Ayrılma, Sapkınlık
Ehl-İ Dalâlet : Doğru Ve Hak Yoldan Sapan Kimseler
Ehl-İ Gaflet : Âhirete, Allah’ın Emir Ve Yasaklarına Karşı Duyarsız Olan Kimseler
Esbab : Sebepler
Gayr-I Mütenahi : Sonsuz
Hadsiz : Sayısız, Sınırsız
Hamakat : Ahmaklık
Hâşiye : Dipnot, Açıklayıcı Not
Hezeyan : Boş Söz, Saçmalama
Hikmet : Allah’ın Her Şeyi Bir Gayeye Yönelik Olarak, Anlamlı Ve Tam Yerli Yerinde Yaratma Sıfatı
Hurafet : Delile Dayanmayan Saçma İnanış
İhsanat-I İlâhiye : Allah’ın İhsanları, İkramları, Bağışları
İstinsah : Yazarak Çoğaltma
Kalem-İ Kudret : Allah’ın Kudret Kalemi
Kelime-İ Tayyibe : Güzel Ve Hoş Söz; Allah Ve Resûlünün Sözü
Kudret : Allah’ın Güç Ve İktidarı
Kudret-İ Ezeliye : Varlığının Başlangıcı Olmayan Ve Ezelden Beri Var Olan Allah’ın Kudreti
Küre-İ Hava : Hava Küresi, Atmosfer
Makbul : Kabul Gören, Geçerli
Mânevî : Maddî Olmayan, Mânâ İle İlgili Olan
Mekteb-İ İrfan : İlim Ve İrfan Okulu, İrfan Yuvası
Mu’cizatlı : Mu’cizeli, Başkalarını Yapmaktan Âciz Bırakır Tarzda Olağanüstü Olan
Mu’cize-İ Kudret : Allah’ın Kudret Mu’cizesi
Muaccel : Peşin, Âcil
Muhtelif : Çeşit Çeşit
Mukabele Etmek : Karşılık Vermek
Muvakkat : Geçici
Nazarında : Gözünde, Bakışında
Nâzır : Allah’ın Emrine Bakan, Bekleyen
Nimet : İyilik, İhsan
Nümune : Örnek
Okka : 1283 Gramlık Ağırlık Ölçüsü Birimi
Remiz : Gizli Ve İnce İşaret
Saadet-İ Ebediye : Sonsuz Mutluluk
Taam : Gıda, Yiyecek
Tazammun : İçerme, İçine Alma
Tesadüfî : Rastgele, Tesadüfen
Ülfet : Alışkanlık, Yakınlık
Vazife-İ Fıtriye : Yaratılıştan Gelen Görev
Yeknesaklık : Tekdüzelik, Monotonluk
Zaman-I Âdem : Âdem Peygamberin (A.S.) Zamanı
Zemin : Yer, Dünya
Zerre : Hücre, Atom, Maddenin En Ufak Parçası
Zerre-İ Havâi : Hava Molekülü
Zeyil : İlâve, Ek
Âhir : Son
Azab : Acı, Sıkıntı
Banknot : Karşılığı Altın Olarak Bankada Bulunan Kâğıt Para
Divanelik : Delilik
Ehl-İ Dalâlet : Doğru Ve Hak Yoldan Sapan Kimseler
Fütuhat : Fetihler, Zaferler
Güya : Sanki
Hadsiz : Sayısız, Sınırsız
Hakikat : Asıl, Esas, Doğru, Gerçek
Hakikî : Asıl, Gerçek
Hazine-İ Rahmet : Allah’ın Rahmet Hazinesi
Hediye-İ Rahmâniye : Sonsuz Rahmet Sahibi Allah’ın Hediyesi
Hizmet-İ İmaniye : İman Hizmeti
Hüve Nüktesi : Risale-İ Nur’da On Üçüncü Sözde Yer Alan Bir Bölüm
İhlâs : İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah Rızasını Gözetme; Samimiyet
İhsan : Bağış, İkram
İntişar : Yayılma
İstifade : Faydalanma
Kanaat : Bir Şey Hakkında Görüş Bildirecek Seviye; Kanı, İnanç
Kemâl-İ Şevk : Tam Bir İstek Ve Arzu
Kıyas Edilme : Karşılaştırılma
Kuvve-İ Hâfıza : Hafıza Duyusu, Bellek
Küfran : İyilik Bilmeme, Nankörlük
Maddiyun : Materyalistler, Her Şeyi Madde İle Açıklamaya Çalışanlar
Malûm : Bilinen
Misal : Benzer, Örnek
Musibet : Belâ, Büyük Sıkıntı
Münâcât : Risale-İ Nur’da Yer Alan Üçüncü Şua İsimli Eser
Müsadere : El Koyma
Müstehak : Hak Eden, Lâyık
Netice-İ Hizmet : Hizmetin Sonucu
Nimet : İyilik, İhsan
Rehber : Gençlik Rehberi Adlı Eser
Ruh U Can : Ruh Ve Can; Bütün İçtenlik
Sadakat : Bağlılık, Sebat
Salisen : Üçüncü Olarak
Tashih : Düzeltme
Temevvücat : Dalgalanmalar, Titreşimler
Tesanüd : Dayanışma
Ülfet : Alışkanlık, Yakınlık
 

nurul reþha

Well-known member
Salisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor.
 

nurul reþha

Well-known member
65570.jpg


Bismillahirrahmanirrahim
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur’ân’ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur’ân’a geldiği gibi, Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimal edilmemeli.
Evet, Risale-i Nur’a ilişenler tokatlar yerler; yüzer vukuat şahittir. Fakat Risale-i Nur, tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kasıtla tokatlar gelmez. Çünkü sırr-ı ihlâs ve sırr-ı ubudiyete münafidir. Bizler, bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur’da istihdam eden Rabbimize havale ediyoruz.
Evet, dünyaya ait harika neticeler, bazı evrad-ı mühimme gibi, Risale-i Nur’a çokça terettüp ediyor. Fakat onlar istenilmez, belki veriliyor; illet olamaz, bir fâide olabilir. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hâdiseyi teskin ediniz. Yoksa münafıklar istifade edecekler; belki onların parmağı var.
Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibâne mukavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet verdikleri keşf ve kerâmât-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.
Evet, Risale-i Nur’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkikası herşeyin fevkindedir; başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.
Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.
İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle, herbir hakikî sadık şakirdi binler dillerle, kalblerle dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melâike gibi kırk bin lisanla tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerifteki hakikat-i leyle-i Kadir gibi, kudsî ve ulvî hakikatleri, yüz bin elle aramaktır.
İşte, bu gibi netice içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşif ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazife-i İlâhiye olan muvaffakiyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ü şeref ve ezvak ve inâyetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.
Ve saniyen: Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerifin mecmuunda gizlenen hakikat-i leyle-i Kadri kazanmak için, Risale-i Nur şakirtlerinin şirket-i mâneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, herbiri, mütekellim-i maalgayr sîgası olan “Bizi koru, bize merhamet et, bizi bağışla” gibi tâbiratta, “biz” dedikleri vakit, Risale-i Nur’un sadık şakirtlerini niyet etmek gerektir. Tâ herbir şakirt umumun namına münacat edip çalışsın. Ve bu biçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları yanlış çıkarmamak için, geçen Ramazan gibi yardımınızı rica ediyorum. (Kastamonu Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Aziz : Çok Değerli, İzzetli, Saygın
Cihet : Yön, Taraf
Ehemmiyet : Önem
Ehl-İ İman : Allah’a Ve Allah’tan Gelen Herşeye İnanan Kimseler, Mü’minler
Ehl-İ Tarikat : Tarikata Mensup Olanlar
Evrad-I Mühimme : Önemli Virdler, Zikirler
Galibâne : Üstün Gelerek
Hasım : Düşman
Himaye : Koruma
Hizmet-İ İmaniye : İman Hizmeti
İbadet-İ Tefekküriye : Tefekkür İbâdeti
İhlâs : İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah’ın Rızasını Gözetme; Samimiyet
İllet : Asıl Sebep, Maksat
İstifade Etme : Faydalanma, Yararlanma
İstihdam : Çalıştırma, Kullanma
İstimal Etme : Kullanma
Kasten : Bilerek Ve İsteyerek
Kerâmât-I Şahsiye : Şahsî Kerâmetler
Keşif : Kalb Gözüyle Görme, Mânevî Âlemlere Ait Bazı Olayları Ve Hakikatleri Görme
Muannid : İnatçı, Direnen
Mukavemet : Direnç, Dayanıklılık
Münafık : İki Yüzlü, İnanmadığı Halde İnanmış Görünen
Münafi : Zıt
Neşretmek : Yaymak
Rab : Herbir Varlığa Yaratılış Gayelerine Ulaşmaları İçin Muhtaç Olduğu Şeyleri Veren, Onları Terbiye Edip İdaresi Ve Egemenliği Altında Bulunduran Allah
Saadet-İ Ebediye : Sonu Olmayan, Sonsuz Mutluluk
Sahabî : Hz. Peygamber’i (A.S.M.) Dünya Gözüyle Gören Ve Onun Yolundan Giden Müslümanlar
Sıddık : Çok Doğru Ve Bağlı
Sırr-I İhlâs : Samimiyet, İbadet Ve Davranışlarda Sadece Allah Rızasını Gözetme Sırrı
Sırr-I Ubûdiyet : Kulluk Sırrı
Terettüp Etmek : Sonuç Olarak Ortaya Çıkmak, Neticelenmek
Teskin : Sakinleştirme, Rahatlatma
Velâyet-İ Kübrâ : En Büyük Velîlik; Tarikat Berzahına Uğramadan, Zahirden Hakikate Geçen Ve Peygamber Varisliğinden Gelen Velîlik
Veraset-İ Nübüvvet : Peygamber Efendimizin Varisi Durumunda Olan, Büyük Âlim Ve Velîlerin Yolu
Vukuat : Meydana Gelen Olaylar
Biçare : Çaresiz
Cihet : Yön, Taraf
Ezvâk : Zevkler, Lezzetler
Fevkinde : Üstünde
Galebe Etme : Üstün Gelme
Hakikat : Gerçek, Doğru
Hakikat-İ Leyle-İ Kadir : Kadir Gecesinin Hakikatı, Sırrı
Hakikî : Asıl, Gerçek
Hâlisen : Katıksız, Samimî Olarak
Harekât : Hareketler, Davranışlar
Hizmet-İ Nuriye : Risale-İ Nur Hizmeti
Hüsn-Ü Zan : Güzel Zanda Bulunma
İhtiyar : Dileme, İstek, İrade
İnâyet : Allah’tan Gelen Yardım, İhsan, İyilik
İstiğfar Etme : Af Dileme, Tevbe Etme
Kanaat : Yetinme, İnanma, Razı Olma
Kerâmât : Kerâmetler; Allah’ın Bir İkramı Olarak, Onun Sevgili Kullarında Görünen Olağanüstü Hal Ve Hareketler
Keşif : Kalb Gözüyle Görme, Mânevî Âlemlere Ait Bazı Olayları Ve Hakikatleri Görme
Kudsî : Her Türlü Kusur Ve Noksandan Uzak
Lisan : Dil
Mazhar : Ayna Olma, Erişme
Mecmu : Bütün, Genel
Melâike : Melekler
Muhlisen : Samimiyetle
Muktezasınca : Gereğince
Muvaffakiyet : Başarı
Münâcât : Dua, Allah’a Yakarış
Müstehak : Lâyık, Hak Etmiş
Mütekellim-İ Maalgayr : Birinci Çoğul Şahıs, Biz
Namına : Adına
Netice-İ Muhakkika : Neticesinden Şüphe Edilmeyen Gerçek
Revaç : Rağbet, Değer, Kıymet
Sadakat : Bağlılık, Sebat
Sadık : Bağlı, Doğru
Saniyen : İkinci Olarak
Senet : Delil
Sîga : Kip
Şakirt : Talebe, Öğrenci
Şirket-İ Maneviye-İ Uhreviye : Âhirete Dönük Manevî Şirket, Ortaklık
Tabirat : Tabirler, İfadeler
Tahakkuk Eden : Gerçekleşen
Takarrur : Karar Bulma, Yerleşme
Tesbih : Allah’ı Her Türlü Noksan Ve Kusurdan Yüce Tutarak Şanına Lâyık İfadelerle Anma
Ulvî : Yüce, Yüksek
Umum : Bütün
Vazife-İ İlâhiye : İlâhî Vazife
Velâyet : Velilik

 

nurul reþha

Well-known member
AHİRZAMANDA MÜSİBETZEDE GENÇ
Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri-fakat musibet dine dokunmamak şartıyla-bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor.
607.jpg


Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.
Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar

En hayırlı genç odur ki...



"Gençlerinizin hayırlısı ihtiyarlarınıza benzemeye çalışanlar; ihtiyarlarınızın kötüsü de gençlerinize benzemeye çalışanlardır" hadis midir? Bundan murad nedir?
Elcevap: Hadis olarak işitmişim. Murad da şudur ki: En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur.
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat


Üstad, yanına gelen gençlerle ne konuşurdu?


Üstad, yanına gelen gençlere de dâimâ Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden, belki binlerce gençler intibâha gelmişlerdir.
Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat


Gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler

Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 135


Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır


Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesât cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risâle-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:
Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise, eğer imân olmazsa veyahut isyan ile o imân tesir etmezse, hayat zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyâde elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
(...)


İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.
(...)
Elhâsıl: Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahânelerin ekseriyetle lisân-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfât ve sû-i istimâlden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishânelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-i meşrû dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe'l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem, nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz; elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile, "Eyvah, gençliğimizi bâd-i hevâ, belki zararlı zâyi ettik! Sakın bizim gibi yapmayınız" diyecekler. Çünkü, beş on senelik gençliğin gayr-i meşrû zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, "Er-râzî bizzarari lâ yunzeru leh" sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü, "Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir."
Cenâb-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın câzibedar fitnesinden kurtarsın ve muhâfaza eylesin. Âmin.

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler.
 

nurul reþha

Well-known member
200801-09.jpg

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil,
belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu sûrette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.
Bediüzzaman Said Nursî, Lem'alar, s.124


***

Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s.456


***
İ’lem eyyühe’l-aziz!
"Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuştu. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım" meâlinde olan şiirin şümûlüne dahilim. Çünkü gençliğimde en yüksek bir intibah şâhikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaretmiş. Binâenaleyh, medenîlerin iftiharla dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilinden olsa gerektir.
Onların misâli, rüyasında güya uyanıp, rüyasını halka hikâye eden nâim meselidir. Halbuki, rüyasında onun o intibahı uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir nâim ölü gibidir; yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?

Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz.
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s.107


***


Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikàmetle, tâatle şükretse, hem ziyâdeleşir, hem bâkîleşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur gider; hem akrabâsına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.136


***
Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.136


***

Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisâtı sinema ile hâl-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşrû keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.

Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s.181


Lûgatçe:

Frenk: (o.i.) Avrupalı, Fransız.
adâvet: Düşmanlık.
sefahet: Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük.
efkâr: Fikirler.
ittibâ: Bağlanma, uyma.
sefihâne: Sefîh olan kimseye yakışır yolda, sefihçe.
âgâh: (f.s.) Bilgili, haberli, uyanık.
istihfaf: Küçümseme, hafife alma.
istihzâ: Alaya alma, birisiyle eğlenme.
gaye-i hayal: Hayal edilen gâye, ideal.
nisyan: Unutma.
tenâsi: Unutma, unutmuş gibi görünme.
ezhan: Zihinler.
ene: Ben, benlik.
İ’lem eyyühe’l-aziz: Bil ki ey aziz.
intibah: Uyanıklık.
tenevvür-ü intibah: Aydınlanma.
nâim: Uyuyan.
umûr-u diniye: Dinin emirleri, dinle ilgili işler.
teşebbüh: Benzeme.
hatt-ı muvasala: Erişme ve ulaşma yolu.
tâat: İbadet etme, Allah'ın emirlerini yerine getirme.
 

SaYa

Well-known member
Allah C.C. razı olsun...



Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.


öyle ki bir aldanış ki :(... öyle bir yaşıyoruz ki hiç ölmeyecek gibi.. Rabbim uyanmamızı nasip etsin...
 

nurul reþha

Well-known member
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ
545.jpg
Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî'nin
"Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber"


dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:
“Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,
Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.”
O vakit birden merhamet-i İlâhiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye'simi, nurlu bir ricaya çevirdi.
Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 282



[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]***

[/FONT]


[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-i bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini, bütün günahlar, hatîatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:
[/FONT][FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif][/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,
Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber
.
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]O vakit gurbetteydim. Me'yûsâne bir hüzün ve nedametkârâne bir teessüf ve istimdatkârâne bir hasret hissettim.
Birden, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi
.
[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 283[/FONT][FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif] [/FONT]
 

nurul reþha

Well-known member


Bu ayetin işaretinin beyanında, "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler..." İbrahim Sûresi: 14:3 bahsinde denilmiş ki:

Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviye yi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ne dehşetli bir hal ki bu asırda Medeniyet denilen melanet pek çok kimseye bu kısacık fani dünya hayatını baki ve ebedi olan ahiret hayatına BİLEREK VE İSTEYEREK tercih ettiriyor. Yani adi değersiz bir cam parçasına çok değerli ve kıymetli elmasları tercih ettiriyor. Ne acı ki bunu tercih eden bunu bilerek ve isteyerek yapıyor.


Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniye de derç edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakiki yelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Üstad dehşetli bir gerçeği söylüyor. Ve bunun sebebini de şöyle açıklıyor: Nasıl vücudumuzda her hangi bir organımız yaralansa bütün organlarımız onunla alakadar olur. Onun acısıyla acı duyarız. Bir yerimiz yaralandığında elimiz kolumuz ayaklarımız beynimiz o yaralı organa karşı dikkat kesiliriz, onu ger türlü dış etkiden sakınırız. Ayak parmağımız acısa onu her hangi bir taşa değmemesi için hareketlerimizi ona göre ayarlarız. İşte onun gibi bu zamanda Manevi Vücudumuzun bir organı olan hayat hırsı olan daha iyi daha güzel daha rahat yaşama hırsımız ile hayat zevki dediğimiz hayatımızı daha zevkli daha eylenceli geçirme isteği olan ve yaratılışımızdan gelen bu istek ve arzularımız yara almış. Diğer güzel duygularımızı, isteklerimizi, bizi biz yapan güzel latifelerimizi kendisiyle meşgul ederek insanın yaratılışından gelen güzel duygularını susturmaya ve o duygularını kendine hizmetkar etmeye başlamış. O güzel duygularımızı bize unutturmaya çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Bir yerde çok eğlenceli, çok sesli, şamatalı sarhoşane bir eğlence bulunsa tüm aklı başında insanlar, gençler, hanımlar o eğlenceye iştirak ediyorlar. Öylede bu asırda içtimai hayat ve insan hayatı öyle bir hal almış ki tüm insanlığı etrafında pervane edip o fitne ateşine düşürüyor. Zehirli bir bal gibi insanlığın tüm aklını kalbini nefsi emaresinin peşinden koşturuyor. Tüm insanlığı bir pervane gibi o fitne ateşine atıyor.


Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Halbuki bu geçici dünya hayatı zaruret derecesinde olmak şartıyla ahirete tercih edilebilir. Ölmemek için, hayatta kalmak için az bir miktar haram şeyin yenilmesinin mübah olması gibi zaruret anında bu tercih söz konusu olabilir. Fakat bu zamandabu insanlık damarına öyle bir şırınga yapılmış ki; küçük bir dünyevi ihtiyacına binaen insanlık koskoca ebedi hayatını terk edebiliyor. Küçük bir dünyalık için ahiretini satabiliyor.


Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Evet bu zamanda insanlık aleminde lüks yaşamak arzusu, ihtiyaçların artması, pek çok şeyin zaruret derecesine çıkarılması ile derdi maişet sıkıntısı artmış, insanlar aç kalacağım derdi ile pek çok değerli olan ebedi hayatına çalışmak yerine zamanının tamamını dünya hayatına sarf ediyor. Büyük bir dini meseleye küçük bir dünya çıkarını tercih edebiliyor.


Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mucizü'l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

İşte böyle bir asırda bu dehşetli hastalığa ancak Kuranın Eczanesinden süzülen Risalei Nur çare bulabilir. O büyük vebaya ancak o karşı durabilir. Öyleyse her şeyden önce Risalei Nur dairesine girmeli, büyük bir sadakat ve sabırla bıkmadan yılmadan büyük bir ihlas ve samimiyetle Risalei Nurlara yapışmak lazımdır. Ta ki bu büyük hastalıktan kurtulabilelim.


Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ediyoruz.

Kastamonu Lâhikası
Birden İhtar Edilen Bir Mesele
 

nurul reþha

Well-known member
kstm.jpg



HER HAKKI SÖYLEMEYE SENİN HAKKIN YOKTUR


Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatın gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz:
DÖRDÜNCÜ VECİH: Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu dördüncü vechin esası olarak birkaç düsturu dinle:
Birincisi: Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ وَلكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.


İkinci Düstur: Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir.


Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı bazan damara dokundurur, aks-ül amel yapar.
Üçüncü Düstur: Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır.
Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et.
Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur . اِذَا اَنْتَ اَكْرَمْتَ الْكَرِيمَ مَلَكْتَهُ وَ اِنْ اَنْتَ اَكْرَمْتَ اللَّئِيمَ تَمَرَّدًا hükmünce; mü’minin şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana müsahhar olur. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerimdir. Evet fena bir adama “İyisin iyisin” desen, iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın fenasın” desen, fenalaşması çok vukubulur. Öyle ise وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا ❊ وَاِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ gibi desatir-i kudsiye-i Kur’aniyeye kulak ver, saadet ve selâmet ondadır.
 

La-Tahzen

Well-known member
Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir.

Rabbim razı olsun....
 

nurul reþha

Well-known member
Neden zaman imanı kurtarmak zamanı? :

Çünkü çağımızda imân, eski devirlerde görülmemiş hücum ve taarruzlarla karşı karşıyadır. Eskiden topluma büyük ölçüde teslimiyete dayalı Modern zamanların anlayışı, bilgi edinmeyi insanın nefsinden bağımsız bir hale getirmiştir. Öyle ki, modern bilime göre, bilginin kaynağı eşyanın bizzat kendisidir ve aklını kullanan ve yeterli inceleme cihazları olan herkese kâinatın kapıları açıktır. Gözle görünür ve elle dokunulur herşey hakkında nefsî hâletimiz ne olursa olsun bilgi edinebiliriz. Buna göre, meselâ bir bilim adamının ahlâkı ve kendisine bakışı en fazla kendi özel hayatını ilgilendirir. Bu adam bilgi edinme işini kurallarına göre yapıyorsa, bize sunduğu bilgilerin sıhhatinden şüphe etmemize gerek yoktur. Yani insanın kâinata ve kendisine bakışı ne olursa olsun dışarıdan alacağı bilgilerde bir değişiklik beklememememiz gerekiyor. hâkimdi. O itibarla, büyük zâtların sözleri delilsiz olsa bile kabul ediliyordu. Bugün ise materyalist görüşlerin yaygın hale gelmesi sebebiyle, imânı tehdit eden şüpheler birçok zihni meşgul edecek seviyeye ulaşmıştır.Asırlardır Kur’ân aleyhine yığılagelen şüphe, itiraz ve evhamlar, bu asrın çalkantıları içinde yol bulup, çağın modern imkanları da kullanılarak birçok insana mal edilebilmiştir.

İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu gelişmelerin, Müslümanların dahi imânını tehlikeye sokacağını görerek, bir sel gibi gelen inançsızlık telkinleri karşısında, doğrudan doğruya Kur’ân’dan ilhâm alarak telif ettiği Risâle-i Nur gibi sağlam bir engeli vücuda getirmekte başarılı olmuştur.

Bu eserlerde,

her insanın zihnini meşgul eden ve modern çağ insanlarının da ilgisiz kalamayacağı, “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifem nedir?” sorularına doyurucu açıklamalar getirilmekte;

başta Allah’a imân olmak üzere bütün imân esasları izah ve ispat edilmekte;

bu konularda fen ve felsefe adına ortaya konulan şüphe ve sorular ikna edici bir üslûpla cevaplandırılmakta;

ilimle dinin uzlaşmazlığı yolundaki iddialar püskürtülerek, ilme din nâmına sahip çıkılmakta;

İslam’ı dejenere maksadıyla girişilen tahrifatçı tahrip teşebbüsleri boşa çıkarılmakta;

maddeci anlayışa bina edilen medeniyetin insanlığı sürüklediği manevi buhranlar, Kur’ân’ın tevhid ve haşir gibi geniş hakikatlarına dair aklı doyuran, ruhu okşayan, kalbi tatmin eden tatlı izahlarla tedavi edilmekte;

ruhun ve kalbin çalışmamasından doğan sıkıntıların sürüklediği zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük ve başıboşluk hâli, Kur’ân mesajıyla ortadan kaldırılmaktadır.

Modern çağ insanının aradığı Kur’ân yorumunu, en mükemmel şekliyle Risâle-i Nur’da bulmak mümkündür. Bu yorum, “ruh-u aslî” yi rencide etmeden, asrın idrakine uygun izahları içeren bir özelliğe sahiptir. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın bu asra bakan mesajını anlayıp yorumlama konusunda “tecdid” vazifesini yerine getirmiştir.

Kur’ânın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatları nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûb ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

Yirminci asrın Kur’an Felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak mâneviyatı câmi ve havi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da isbat ve ilân etmektedir.

Ecdadımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen îman ve itikad cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı îmanından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslâmiyet ve kemalât-ı mâneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa’da gezdirmesi ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” deyip ölümü gülerek karşılayarak müteselsil düşman hâdisata karşı dayanması gibi, milletçe medar-ı iftihar âlî seciyemizin bugün biz gençlerde inkişafı, vatan ve millet menfaatı bakımından ve istikbalimizin selâmeti noktasından ne derece elzem olduğu malûmdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülâhaza etmek, Türk’ün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i te’lif olamaz. Bizler, ancak rıza-yı İlahî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza ait sürur ve ümid, bizim bizim bu babda aldığımız ve alacağımız yegâne hakiki mukabele ve ücrettir.
 

nurul reþha

Well-known member
HİZMETTE TESANÜD ESASTIR
Yazar: İBRAHİM ERSOYLU 30.07.2010 Sözlükte, dayanışma, birbirine dayanma, birbirine destek olma, omuzdaşlık anlamlarına gelir.1 Risâle-i Nur dairesinde tesanüd; Nur Talebelerinden her birinin diğer kardeşine karşı destek olması, kuvve-i maneviyesini takviye etmesi, hizmet içinde ve dışında onunla samimî ve hasbî bir dayanışma içinde olması, demektir.

Üstad Bediüzzaman, Nur Talebeleri arasında tesanüdün temin ve muhafazasına çok önem verirdi. Nur Talebelerinin tesanüdünü bozacak söz ve davranışlardan uzak durulmasını ısrarla tavsiye ederdi.

Bedüzzaman, İhlas Lem’a’sının ikinci düsturunda tesanüdün temin ve muhafazası babında şöyle der:

“Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’înden gıpta damarını tahrik etmemektir.” Nasıl ki insanın bir eli diğer eline rekabet edemeyeceği, gözü kulağına haset edemeyeceği gibi, bir vücudun azaları mesabesinde olan Nur Talebelerinin birbirlerine rekabet ederek haset edemeyeceklerini söyleyen Bediüzzaman, bunun tesanüdün bir gereği olduğunu ifade etmiştir.2


Denizli hapsinde bir grup Nur Talebesine yazdığı bir mektupta, “Aziz kardeşlerim… Her biriniz her birinize birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümûne-i imtisâl ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatap ve mûcip (cevap veren) ve güzel seciyelerin in’ikasında birer âyine olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir” der.3

Bir başka mektupta, Nur Talebelerinin birbirlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmeleri gereğine şöyle dikkat çeker: “Aziz kardeşlerim! Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musîbete düşenlere ve bilhassa Nur Şakirtlerindeki dehşetli sıkıntılara ve meyusiyetlere karşı en tesirli çare, birbirlerine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i maneviyesini takviye etmek ve fedakâr hakikî kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır. Mabeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz.” 4

Bediüzzaman, Nur Talebeleri arasındaki uhuvvet ve muhabbetin sarsılmaması gereğini bir başka mektupta şöyle belirtir: “Aziz, sıddık, muhlis kardeşlerim! Sakın sakın şimdiye kadar mabeyninizdeki fedakârâne uhuvvet ve samimane muhabbet sarsılmasın… Bizler birbirimize lüzum olsa ruhumuzu feda etmeye hizmet-i Kur’âniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde sıkıntıdan ve başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirlerine karşı küsmeye değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tamir edilmeyecek bir zarar verir.” 5

Bediüzzaman, hayatımızın devam ve bekasının iman, sıdk ve tesanüdün devamıyla mümkün olduğunu, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta şöyle ifade eder:

Soru: Her şeyden önce bize lâzım olan nedir?

Cevap: Doğruluk.


Soru: Sonra?


Cevap: Yalan söylememek.


Soru: Sonra?


Cevap: Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.


Soru: Yalnız?


Cevap: Evet.


Soru: Neden?


Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan (delil) kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.6

Bediüzzaman, ihlâs ve hakikî tesanüd ile az kişilerin çok iş ve hizmet edebileceklerini şöyle ifade eder: “…Üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye (tarihî olaylar) bize haber veriyor.” 7 Bediüzzaman, Nur hizmetinde ihlastan sonra en büyük kuvvetin tesanüdde olduğunu ifade eder. Nur Talebeleri arasında tesanüdün sarsılması durumunda hizmetin büyük bir zarar göreceğine dikkat çeker.8

Bediüzzaman, ehl-i dalâletin Risâle-i Nur’a galebe edemeyince, çeşitli sebeplerden istifade ederek, meşrep ve hissiyat farkını kullanarak zayıf damarı bulup Nur Talebelerinin tesanüdünü sarsmak istemelerine karşılık şu tavsiyede bulunur:

“Sakın çok dikkat ediniz; içinize bir mübayenet (ayrılık) düşmesin. İnsan hatadan hâlî olamaz; fakat tövbe kapısı açıktır. Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, değiniz ki, ‘Biz değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi, Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyle, dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medar-ı niza bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrepte olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir.“ 9

TESANÜDÜN ALT YAPISI, NEFİS TERBİYESİDİR

Samimî bir tesanüdün gerçekleşmesi için nefis terbiyesi çok önemlidir. Nefsine aldanan, nefsinden gelen sözün hak olduğunu kabul eden bir kişinin kardeşleriyle samimî bir tesanüd içinde olması çok zordur. Böyle kişiler, kardeşleriyle tesanüd içinde olmaları bir yana tesanüdün bozulmasına yol açarlar.

Üstad Bediüzzaman’ın önde gelen mümtaz talebesi Zübeyir Gündüzalp, tesanüd için gerekli olan nefis terbiyesinin basamaklarını şöyle sıralar:

* Kendi nefsini daima kötülemek, kendi küçük kusurlarını büyük görmek, başkasının büyük kusurlarını küçük görmek yüksek bir fazilettir.

* Kendisinin bir rey ve fikir sahibi gururuna kapılan, asıl rey, tedbir ve vazife sahibi kişileri kötüleyen, fakat kendisine toz kondurmayan kimse, “Herkes için bir kusur buluyorum. Acaba kusursuz ben mi kaldım?’ diye düşünmesi lâzımdır.


* İyi olmanızı istiyorsanız, evvelâ kötülüğünüze inanınız. Kusurdan kurtulmak istiyorsanız, evvelâ kendi kusurunuzu görüp, kendinizi kusursuz zannederken kusurlu olduğunuzu müşahede ediniz.


* Kusurlu, hatalı bir arkadaşınızın yanlışlarını yumuşaklıkla, hürmet ve tevazu ile yalnız ona söyleyiniz. Kabullenmezse dahi ikinci bir kimseye onun hakkında gıybet etmeyiniz.


* Hiddetle, heyecanla konuşmanıza asla itimat etmeyiniz. Zira nefis, şahsi hisler karışır. Yapacağım derken parçalarsınız. Hem de kendinizi paralamış olursunuz.


* Nefsini daima itap eden (kötüleyen), din ve dâvâ arkadaşlarının iyiliklerine hasr-ı nazar eden, başkalarınca nefret edilmekten kurtulur.


* Dedikodu ile, arkadan çekiştirmekle mesele halletmeye çalışmak ya safdillik ya şuuraltı veya şuur üstü garaz ve muhalefet nişanıdır.


* Nefsinden gelen sözün samimiyet olduğunda inat edenden korkulur.


* Nefsine itimat ederek mesaî arkadaşlarını amiyane görenin sonu tehlikelidir.


* İstişare esnasında kendi fikrine saplanarak vereceği cevabı düşünen, azaların fikirlerini küçümseyen hatadan kurtulamaz.


* İşin içine çok acı söz girdi mi, onun tadı tuzu kalmaz.


* Herkes kendi fikrini çok beğenip, arkadaşlarını daima isabetsiz görmek kıyamet alâmetidir.


* Başkalarını ıslâh için evvela kendimizi ıslâh etmek icap eder. Kendini ıslâha ve derse muhtaç görmeyen, gafletten uyansın ve uyarıcı eserlere sarılsın.


* Dostlarına şiddet, hiddet eden, haşin davrananın dostları dağılır. Bu neticeyi kendinden bilmek güzel bir fazilettir.


* Herkesin bir kusurunu bulup, kendi kusurlarını görmeyerek dostlarını terk eden, terk edilir.


* Halini, etvarını, gidişatını başkalarından dinle. Çünkü senin fenalığın, yanlışlık ve hataların senin nefsine, dostunun gözüne iyi görünür. Seni methedenlere aldanma. Senin yanlışlık ve isabetsiz hareketlerini sana söyleyenler, senin hakikî dostlarındır.


* Herkes yükü kendi gücü kadar çekebilir. Öyle ise sen kendi gücünün başardığı şeyleri başkalarında görmezsen, kendini mihenk yapıp onları tenkit etmemelisin. Kendinde bir üstünlük vehmedip gurura düşmemelisin. Onlar kabiliyetlerine göre ne kadar hizmet görseler, ind-i İlâhide ihlâsa binaen makbul olur.


* Bir ve beraber olduğun hizmet ve dâvâ arkadaşlarının gönlünü kırma. Senin gönlünü kıran olursa, “Buna benim nefsim müstehaktır” de ve gönlünü kıranın gönlünü hoşnut eyle.


* Nur hizmetinde az dahi olsa bulunanlar, çok hürmet, muhabbet ve şefkate lâyıktır.


* Dostunu şiddet ve minnet içinde tutarsan bir daha senin suratını görmek istemez.


* Sen bir mü’mine “Fenadır” diye kötü zanda bulunabilirsin. Halbuki o kimse Allah’ın makbulüdür.10

HİZMETTE TESANÜDÜ BOZAN DAVRANIŞLAR

Yine Zübeyir Gündüzalp’ten:

* Bir hizmet organizesinde bulunan kişilerin fikir alış verişinde bulunurlarken, herkes kendi fikrini isabetli, diğer arkadaşlarınkini isabetsiz görmesi, hizmet arkadaşlarının reylerini hakir görmesidir.


* Müdavele-i efkarda bulunurken fikrini beğenmeyerek kırdığı arkadaşlarının gönlünü alma ve onlarla helâlleşme yerine, onları sağda solda gıybet etmesi, kusurlarını yaymasıdır.


* İslâmın terbiye, edep ve muaşeret kaidelerine riayet etmeden nefis ve tehevvürüne kapılarak, dahili hizmet mensuplarına, hariçtekilere dahi yapılmayacak bed muameleyi yapmaktır. Bu kötü hissiyat zararlı sonuçlar doğurunca, “Ben sebep oldum. Özür dilerim” olgunluğunu göstermeyerek, zararlı neticeyi acip bir ruh haleti içinde karşıdaki arkadaşına yüklemektir.


* Nur hizmetinde bir ve beraber bulunanlar, küsen ve küstürenlerden olmamalıdır.


* Değmiyor dünya böyle şeylere. İnsan iyi işli olmalı, kendini daima kusurlu görmelidir. 11


Dipnotlar:

1- Osmanlıca – Türkçe Lûgat,

2- Lem’alar, yeni tanzim, s. 391.,
3- Tarihçe-i Hayat, s. 374.,
4- Tarihçe-i Hayat, s. 428.,
5- A.g.e., s. 430.,
6- Münâzarât, s. 104.,
7- Hutbe-i Şamiye, s. 68.,
8- Emirdağ Lâhikası, yeni tanzim, s. 510.,
9- Kastamonu Lâhikası, s. 181.,
10- Zübeyir Gündüzalp, Altın Prensipler, s. 71.,
11- A.g.e., s. 77.
 

mübtela1

Well-known member
Bismillahirrahmanirrahim

Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:
Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.
Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette,
“Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ Sûresi, 21:87.) münâcâtı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.
Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki:
O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı.
Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcat birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.
O nur-u tevhid ile hûtun karnını bir tahtelbahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvac dehşeti içinde, denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahrâ, bir meydan-ı cevelân ve tenezzühgâhı olarak o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn 4 altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti.
İşte, Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. 1 Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
Madem hakikî vaziyetimiz budur. Biz de, Hazret-i Yunus Aleyhisselâma iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya, Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica edip “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ Sûresi, 21:87.) demeliyiz ve aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını def edecek yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.
Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek? Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak-hâşâ-Zât-ı Vâcibü’l-Vücuddan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr olamaz. (Lemalar, 1. Lema)
Bediüzzaman Said Nursi

LÜGAT:
Aynelyakin : Gözle Görerek Kesin Bilgi Edinme
Bilkülliye : Bütünüyle
Cevv-İ Semâ : Gökyüzü, Hava Boşluğu
Dağdağa : Gürültü, Dehşet Verici
Dağvâri : Dağ Gibi
Emvac : Dalgalar
Esbab : Sebepler
Hevâ-Yı Nefis : Nefsin Yasak Arzu Ve İstekleri
Hût : Büyük Balık
Hülâsa : Özet
İnkişaf Etme : Ortaya Çıkma
İstikbal
: Gelecek
İttifak : Anlaşma, Birlik
Kamer : Ay
Kıssa-İ Meşhure : Meşhur Kıssa
Küre-İ Zemin : Yeryüzü
Lûtf-U Rabbânî : Allah’ın Lûtfu
Mahlûkat :
Varlıklar
Melce : Sığınak
Mevc : Dalga
Meydan-I Cevelân : Gezinti Alanı
Musahhar Eden : Boyun Eğdiren
Münâcât : Allah’a Yalvarış, Duâ
Müsebbibü’l-Esbab : Bütün Sebepleri Ve Sebeplerin Sonucunu Yaratan Allah
Müşahede Etmek : Gözlemlemek
Nazar-I Gaflet : Bir Şeyin Mânâsını Anlamadan Bakmak
Necat : Kurtuluş
Nur : Aydınlık
Nur-U Tevhid : Her Şeyin Bir Olan Allah’a Ait Olduğuna Ve Onun Yaptığına İnanmaktan Doğan Nur
Sahil-İ Selâmet : Kurtuluş Sahili
Semâ : Gökyüzü
Sergerdan : Şaşkın, Başı Dönük
Sırr-I Azîm : Büyük Sır
Sırr-I Ehadiyet : Allah’ın Her Bir Varlıkta Birliğinin Görülmesinin Sırrı
Sukut Etmek : Düşmek; Hükümsüz Hâle Gelmek
Şecere-İ Yaktîn : Kabak Ağacı
Tahtelbahir : Denizaltı
Tazyik : Baskı
Tenezzühgâh : Seyir Ve Gezinti Yeri
Vasıta-İ Necat : Kurtuluş Aracı
Zât : Kişi
 

nurul reþha

Well-known member
Yirmidördüncü Lem'a lemalar 24. lema


Tesettür hakkında


(Onbeşinci Nota'nın İkinci ve Üçüncü Mes'eleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmidördüncü Lem'a olmuştur.)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيبِهِنَّ


ilâ âhir... âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur'anın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü, fıtrî görmüyor, "bir esarettir" diyor. (*)




Elcevap: Kur'an-ı Hakîm'in bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî olduğuna delâlet eden çok hikmetlerinden, yalnız "dört hikmet"ini beyan ederiz.


Birinci Hİkmet: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünki kadınlar hilkaten zaîf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var. Hem kadınların on adedden altı-yedisi ya ihtiyardır, ya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve itti


_________________________________


(*) Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan lâyiha-i Temyiz'in müdafaatından bir parça:


"Ben de Adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asırda üçyüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikî ve hakikatlı bir düstur-u İlahîyi, üçyüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üçyüz elli sene zarfında geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rûy-i zeminde adâlet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir!.."


(Orjinal Sayfa:185)


hamdan korkar, taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan ihtiyarlardır. Ve on adedden ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malûmdur ki; insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve seri-üt teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık-saçıklık yeri olan Avrupa'da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, "Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar" diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref-i tesettürü, hilaf-ı fıtrattır. Kur'an'ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymetdar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.


Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor. Çünki sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmet ile çekmekle beraber, hamisiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vaki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettür ile nâmahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zaîf hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal'ası çarşafı olduğunu gösteriyor. Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gâyet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayasız yüzlerine bir şamar vuruyor!..


İkinci Hikmet: Kadın ve erkek ortasında gâyet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede


(Orjinal Sayfa:186)


dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı başkasının nazarını kendi mehâsinine celbetmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü'min olan kocası, sırr-ı imânâ binaen onun ile alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvanî ve güzellik vaktine mahsus muvakkat bir muhabbet değil; belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.


Şer'an koca, karıya küfüv olmalı, yâni birbirine münasib olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki; kadınının diyanetine bakıp taklid eder, refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.


Bahtiyardır o kadın ki; kocasının diyanetine bakıp "ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim" diye takvaya girer.


Veyl o erkeğe ki; sâliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. Ne bedbahttır o kadın ki; müttaki kocasını taklid etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.


Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki; birbirinin fıskını ve sefahetini taklid ediyorlar. Birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!..


Üçüncü Hikmet: Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünki açık-saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından dahi iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gâyet çirkin ve gâyet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki: İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünki mahremlerin sîmâları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gâyet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir.


Çünki mahremin sîmâsı mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!..


Dördüncü Hİkmet: Malûmdur ki; kesret-i nesil herkesçe mat


(Orjinal Sayfa:187)


lubdur. Hiçbir millet ve hükûmet yoktur ki, kesret-i tenasüle tarafdar olmasın. Hatta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ -ev kema kal- Yâni: "İzdivaç ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim." Halbuki tesettürün ref'i, izdivacı teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünki en serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yâni açık-saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhuşa sülûk eder. Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünki kadının -aile hayatında müdür-ü dâhilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan- en esaslı hasleti sadakattır, emniyettir. Açık-saçıklık ise bu sadakatı kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz. Başka kadınları da nikâh edebilir. Memleketimiz Avrupa'ya kıyas edilmez. Çünki orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık-saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memalik-i bâride olan Avrupa'daki tabîatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. Bu Asya, yâni Âlem-i İslâm kıt'ası, ona nisbeten memalik-i harredir. Malûmdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık-saçıklık, belki çok sû-i istimalata ve israfata medâr olmaz. Fakat seri-üt teessür ve hassas olan memalik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık-saçıklık, elbette çok sû-i istimalata ve israfata ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda onbeş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder.


Şehirliler; köylülere, bedevilere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünki köylerde, bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden masume işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesat-ı nefsaniyeyi tehyice medâr olamadığı gibi; serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefasidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.


(Orjinal Sayfa: 188)
 

nurul reþha

Well-known member

Ehl-i îman âhiret hemşirelerim olan kadınlar taifesi ile bir muhaveredir

Bazı vilayetlerde taife-i nisadan samimî ve hararetli bir surette Nurlara karşı alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait derslerime itimadlarını bildiğim sıralarda, mübarek Isparta'ya ve mânevî Medreset-üz Zehra'ya üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki; o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisa, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde câmilerde onlara bir dersim olacak. Halbuki ben dört beş vecihle hastayım ve hem perişan, hatta konuşmaya ve düşünmeğe iktidarsız bulunduğum halde, bu gece şiddetli bir ihtar ile kalbime geldi ki; madem onbeş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi'ni onlar için yazdın ve pek çok istifade edildi. Halbuki hanımlar taifesi, gençlerden daha ziyade bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar. Ben de bu ihtara karşı gâyet perişan ve zaaf ve aczimle beraber "Üç Nükte" ile gâyet muhtasar bazı lüzumlu maddeleri, o mübarek hemşirelerime ve mânevî genç evlâdlarıma beyan ediyorum.


BİRİNCİ NÜKTE: Risale-i Nur'un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur'la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillahilhamd, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var. Evet bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gâyet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahût sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. "Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya


(Orjinal Sayfa: 189)


hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, "Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem'den ve îdam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a'mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur.


Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:


Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.


Ezcümle; meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur'un da en büyük hakikatı olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatlı fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum. Evet bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû-i istimal etmektir. Evet kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatın küçücük bir nümunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi isbat ediyor.


Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a’mâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor.


(Orjinal Sayfa: 190)


Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medâr olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki, yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ü şeref istiyorlar. Fakat maatteessüf bîçare mübarek taife-i nisaiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve acizden gelen başka bir nevide riyakârlığa giriyorlar.


İKİNCİ NÜKTE: Bu sene inzivada iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. "Eyvah!" dedim. İnsanın hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan mânevî evlâdlarıma kat'iyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!.. Rusya'da o bîçare taifenin ne hâle girdiğini işitiyorsunuz. Risale-i Nur'un bir parçasında denilmiş ki: Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü cemaline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o bîçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.


Hem Risale-i Nur'un bir cüz'ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam


(Orjinal Sayfa: 191)


ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder; vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yâni; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.


İşte, Risale-i Nur'un bu mealdeki cümlelerinin mânâsı budur ki: Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir. Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsızlık görse, o da kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askerîdeki itaatın bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da, kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeğe ve sevdirmeğe çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünki hakikî sadakatı bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünki nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekilir. Nâmahrem yirmi erkeğin onsekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, nâmahrem yüz kadından ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azab çektiği gibi, sadakatsızlık ittihamı altına girer; zaafiyetiyle beraber, hukukunu muhafaza edemez.


Elhasıl; nasılki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta şefkat itibariyle erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar; öyle de o masum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için fıtratlarıyla ve zaîf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmağa kendilerini mecbur bilirler. Çünki erkek, sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker. Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki; mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe' olduğu gibi, fısk ve sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mes'ud bir aile hayatını geçirmeğe mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar!.. Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmîn.


Hemşirelerim! Mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için; serseri, ahlâksız, firenkmeşreb bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisad ve kanaatla, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nev'inden kendinizi idareye


(Orjinal Sayfa: 192)


çalışınız, satmağa çalışmayınız. Şayet size münasib olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşâallah rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz!


ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Aziz hemşirelerim; kat'iyen biliniz ki: Daire-i meşruanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde; on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hâdisatlarla isbat etmiştir. Uzun tafsilatı Risale-i Nur'da bulabilirsiniz.


Ezcümle: Küçük Sözlerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikatı gösterecek. Onun için daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki masum evlâdlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat'iyen biliniz ki; bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, îman dairesindedir ve îmandadır. Ve a’mâl-i sâlihanın her birisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefahette, bu dünyada dahi gâyet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat'î delillerle isbat etmiştir. Âdeta îmanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur'da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedid muannid ve mu'terizlerin eline girip; hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler o hakikatı cerhedememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve masum hemşirelerime ve evlâdlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.


Ben işittim ki; benim size câmîde ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve dualarıma Nur şakirdleri gibi dâhil etmeğe karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur'u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kardeşleriniz olan Nur şakirdlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz.


Ben şimdi daha ziyade yazacaktım; fakat çok hasta ve çok zaîf ve çok ihtiyar ve tashihat gibi çok vazifelerim bulunduğundan, şimdilik bu kadarla iktifa ettim.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî
 

nurul reþha

Well-known member
59322.jpg

Hazret-i Yunus'un meşhur kıssası



Bismillahirrahmanirrahim
Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:
Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.
Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette,

“Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ Sûresi, 21:87.) münâcâtı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.
Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki:
O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı.
Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcat birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.
O nur-u tevhid ile hûtun karnını bir tahtelbahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvac dehşeti içinde, denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahrâ, bir meydan-ı cevelân ve tenezzühgâhı olarak o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn 4 altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti.
İşte, Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. 1 Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
Madem hakikî vaziyetimiz budur. Biz de, Hazret-i Yunus Aleyhisselâma iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya, Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica edip “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ Sûresi, 21:87.) demeliyiz ve aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını def edecek yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.
Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek? Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak-hâşâ-Zât-ı Vâcibü’l-Vücuddan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr olamaz. (Lemalar, 1. Lema)
Bediüzzaman Said Nursi
LÜGAT:
Aynelyakin : Gözle Görerek Kesin Bilgi Edinme
Bilkülliye : Bütünüyle
Cevv-İ Semâ : Gökyüzü, Hava Boşluğu
Dağdağa : Gürültü, Dehşet Verici
Dağvâri : Dağ Gibi
Emvac : Dalgalar
Esbab : Sebepler
Hevâ-Yı Nefis : Nefsin Yasak Arzu Ve İstekleri
Hût : Büyük Balık
Hülâsa : Özet
Hz. Yunus :
İnkişaf Etme : Ortaya Çıkma
İstikbal : Gelecek
İttifak : Anlaşma, Birlik
Kamer : Ay
Kıssa-İ Meşhure : Meşhur Kıssa
Küre-İ Zemin : Yeryüzü
Lûtf-U Rabbânî : Allah’ın Lûtfu
Mahlûkat : Varlıklar
Melce : Sığınak
Mevc : Dalga
Meydan-I Cevelân : Gezinti Alanı
Musahhar Eden : Boyun Eğdiren
Münâcât : Allah’a Yalvarış, Duâ
Müsebbibü’l-Esbab : Bütün Sebepleri Ve Sebeplerin Sonucunu Yaratan Allah
Müşahede Etmek : Gözlemlemek
Nazar-I Gaflet : Bir Şeyin Mânâsını Anlamadan Bakmak
Necat : Kurtuluş
Nur : Aydınlık
Nur-U Tevhid : Her Şeyin Bir Olan Allah’a Ait Olduğuna Ve Onun Yaptığına İnanmaktan Doğan Nur
Sahil-İ Selâmet : Kurtuluş Sahili
Semâ : Gökyüzü
Sergerdan : Şaşkın, Başı Dönük
Sırr-I Azîm : Büyük Sır
Sırr-I Ehadiyet : Allah’ın Her Bir Varlıkta Birliğinin Görülmesinin Sırrı
Sukut Etmek : Düşmek; Hükümsüz Hâle Gelmek
Şecere-İ Yaktîn : Kabak Ağacı
Tahtelbahir : Denizaltı
Tazyik : Baskı
Tenezzühgâh : Seyir Ve Gezinti Yeri
Vasıta-İ Necat : Kurtuluş Aracı
Zât : Kişi
 
Üst