Mesnevi'den Hikayeler

akna

Well-known member
Âma Kur'an Okurken

Gözlerinin Görmesi
Yoksul bir şeyh, kör bir ihtiyarın evine misafir oldu. Evde,
duvarda asılı duran bir Kur'an vardı. Şeyh bu duruma hayret
etti. Çünkü evde kör bir ihtiyardan başka kimse yaşamıyordu.
Kendi kendine, ''Burada kör bir ihtiyardan başka kimse yok. Bu
Kur'an'ı kim okur?'' diye düşündü. Bu durumu ev sahibine
sormak istedi, fakat uygun olmayacağı fikrine kapıldı. Bu işin
sebebinin kendiliğinden ortaya çıkıncaya kadar, sabretmeye
karar verdi.
Bu düşünceyle yatıp uyudu. Gece yarısı Kur'an sesiyle
yatağından sıçrayıp uyandı. Gördüğü manzara karşısında şaşırdı
kaldı. Kör ihtiyar, Kur'an'ı önüne almış okuyordu. Okuyuşunda
en ufak bir yanlış da yoktu. Bir yandan da parmağıyla okuduğu
satırı takip ediyordu. Şeyh daha fazla dayanamayarak sordu:
''Kör olduğun halde, Kur'ân-ı Kerîm'i böyle nasıl
okuyabiliyorsun? Parmağınla takip ettiğine göre, harfleri
görmemen imkânsız.'' Kör ihtiyar, misafir şeyhe tatlı bir
tebessümle cevap verdi.
''Dostum, Allah'ın kudretinin büyüklüğü yanında, benim halimin
şaşılacak nesi var? O diledi mi sebepli veya sebepsiz yaratır.
Allahıma yalvardım. ‘Yâ rabbi! Ben Kur'an okumayı, her şeyden
çok seviyorum. Kur'an okuduğum zaman gözlerime nur ver.
Âyetlerini duraklamadan, yanlışsız okuyabileyim.' Rabbim duamı
kabul etti. Ne zaman Kur'an'ı elime alsam, rabbimin lutfuyla
gözlerim açılır. Harfleri görürüm.''


Leylâ'nın Güzelliği



Bir gün Mecnûn'a yakınları,
''Senin Leylâ Leylâ diye yanıp tutuştuğun kız, hiç de öyle
senin dediğin gibi güzel bir kız değil. Şehrimizde ondan
güzel, ay parçası gibi binlerce kız var'' dediler.
Mecnûn,
''Bedenlerimiz, görünüşümüz, testi gibidir. Güzellik de, o
testinin içindeki ilâhî şaraptır. Cenâb-ı Hak bana, Leylâ'nın
sûret testisinden ebedî aşkın şarabını içiriyor. Siz testiyi
görüyorsunuz, ama içindeki şarabı göremiyorsunuz. Doğru ve
namuslu bakmayan göz, o şarabı göremez. Gönlü temiz ve uyanık
olmayan da ilâhî aşk şarabından içemez'' dedi.
***
Leylâ'nın güzelliğine, Mecnûn'un gönül penceresinden
bakmalıdır.


Hak Nedir? Bâtıl Nedir?



Bir adam, konuşmasını bilen bilgili birine sordu:
''Hak nedir? Bâtıl nedir?''
O bilgin, soruyu soranın kulağını tuttu,
''Bu bâtıldır, gözün ise haktır'' diyerek anlatmaya devam
etti.
''Duymak, görmeye göre asılsızdır, bâtıldır. İnsan görerek
doğruya ulaşır.
Yüz binlerce kulak saf olup dizilse, yine gören bir göze
muhtaçtır.
Kulak işitmekle bir hayal meydana getirir. O hayal cemâle,
güzelliğe kavuşmanın başlangıcıdır.
Çalışıp gayret edersen hayalin gerçekleşir.
Kulağının duyduğunu gözün de görür.
O zaman bâtıl olan hak olur.''


Keramet Ağacı



Ülkenin birinde bir bilgin masal olarak,
''Hindistan'da bir ağaç var, ağacın meyvesinden yiyen, ne
ihtiyarlar ne de ölür'' dedi.
Ülkenin padişahı, bu sözü sadık bir dostundan duydu.
Söylenileni gerçek zannederek, o ağacın meyvesine âşık oldu.
Bu ağacı bulması ve meyvesini getirmesi için değerli
adamlarından birini Hindistan'a gönderdi.
Padişahın adamı, Hindistan ve çevresinde o ağacı bulmak için,
yıllarca dolaştı durdu. Gezmedik şehir, çıkmadık dağ, inmedik
ova bırakmadı. Herkese tek tek sordu. Sorduklarından kimisi
gülerek,
''Böyle bir ağacı arayan delidir'' dediler. Bazısı da şaka
yollu ensesine vurarak,
''Sen şu dünyada dertlerinden kurtulup, muradına eren saf
kişilerdensin. Senin gibi temiz yürekli ve zeki birinin böyle
bir araştırmaya girmesi boşuna değildir'' diyerek dalga
geçtiler. Bazan da,
''Filan ormanda çok ulu, yeşil bir ağaç var'' diyerek alay
ettiler.
Padişahın adamı herkesten duyduğu haberi değerlendiriyor,
ağacı bulmak için var gücüyle çalışıyordu.
Padişah devamlı para ve mal göndererek araştırmasını
destekledi.
Sonunda bu gurbet diyarında dolaşmaktan usandı. Araştırmaktan
yorgun düştü. Çaresiz kaldı. Ağaçtan en ufak bir iz bulamadı.
Geri padişahın yanına dönmeye karar verdi.
Verilen görevi yerine giterememenin üzüntüsüyle geri dönüş
yoluna çıktı. Yolda konaklama yaptığı bir yerin yakınında, bir
Allah dostunun olduğunu öğrendi. Allah rızâsı için ziyaret
etmeye karar verdi. Allah dostunun duasının, yolculukta
kendisine iyi bir yoldaş olacağını düşündü. Gözü yaşlı bir
vaziyette şeyhin huzuruna vardı.
''Şeyhim! Merhamet ve acımanıza muhtacım. Ümitsizim, lutuf
ediniz'' dedi. Şeyh,
''Açık söyle, derdini anlat'' dedi.
Padişahın adamı, meyvesini yiyenin ölmeyeceği ağacı
araştırırken, başından geçenleri olduğu gibi anlattı. Adamı
sonuna kadar sükûnetle dinleyen şeyh, tebessüm ederek,
''Ey gönlü temiz saf kişi! Senin hatan; bilgi ağacını, gerçek
ağaç sanmandır. Bu ağaçtan maksat, âlim bir kimsenin sahip
olduğu ilimdir, bilgidir. Bilgi ağacı çok büyük, yüksek ve
geniştir. Allah'ın her tarafı kaplayan denizinden meydana
gelmiş, bir âb-ı hayattır.
***
Sevgili Peygamber Efendimiz, ''Cennet ağaçlarından bir
ağaca rastladığınız zaman, onun gölgesinde oturun. Yemişinden
yiyin'' buyurmuş. Sahâbeden biri,
''Yâ Resûlallah! Cennet ağacına hayatta ve dünyada iken nasıl
rastlayabiliriz?'' diye sormuş. Peygamber Efendimiz cevaben,
''Bir âlime rastladığınız zaman, cennet ağaçlarından bir ağaca
rastgelmiş olursunuz'' buyurmuştur.


 

akna

Well-known member
Susamış Adam

Bir derenin kıyısında, yüksekçe bir duvar vardı. Duvarın üstünde de susamış, dertli bir adam duruyordu. Suya ulaşıp susuzluğunu gidermesini duvar engelliyordu.
Zavallı adam gözünün önündeki suya ulaşmak için balık gibi çırpınıyordu.
Birden aklına duvardan suya kerpiç atmak geldi.
Kerpicin düşmesiyle suyun çıkarttığı ses,
sevgilisinin sesini duyan âşık gibi adamı sarhoş etti.
Bunun üzerine duvardan kopardığı kerpiçleri birbiri peşi sıra suya atmaya başladı. Dere dile geldi: ''Ey insanoğlu! Böyle kerpiç atarak beni niye rahatsız ediyorsun?
Bunun sana ne faydası var?''
Susamış adam, ''Kerpiç atmamın bana iki faydası var. Birincisi, kerpiç düştüğünde çıkan su sesi susuzluğumu hafifletiyor. İkincisi, kopardığım her kerpiç taşı duvarı biraz daha alçaltıp
beni suya yaklaştırıyor.''
*** İnsanın suya, yani Allah'a ulaşmasını engelleyen, nefsânî arzularından oluşan varlık duvarıdır. Susayan kimsenin suya ulaşmak için çaba gösterdiği gibi,
insan da varlık duvarını yıkmak için gayret göstermelidir.


PERİŞANLIKLAR İKİLİKTEN DOĞAR

Rivayetçiden şu hikayeyi de dinle: Kazvinlilerin adetleridir; Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler. Bir Kavzinli, tellağın yanına gidip “Bana bir dövme yap; fakat canımı acıtma” dedi.
Tellak “ Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “ bir kükremiş aslan resmi döv” dedi; Talihim aslandır, onun için aslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!” Tellak “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “ İki omzumun arasına”” dedi.
Tellak, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp, “ Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?”diye bağırdı. Usta “ Aslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu:” Neresinden başladın? Usta “ Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki:” Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu. Aslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.
Aslan varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenalık geldi, bayılacağım.”
Usta, “Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce aslanın bir başka tarafını dövmeye başladı. Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi. Kazvinli “ Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi. Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryat etti: “Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta:”Azizim, karnı” dedi.
Kazvinli “Fena acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince Tellak şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı. İğneyi yere atıp “ Alemde kimse böyle bir hale düştüm mü ki? Kuyruksuz, başsız, karınsız aslanı kim gördü? Allah bile böyle bir aslan yaratmamıştır” dedi.
Kardeş, iğne yarasına sabret ki gavur nefsin iğnesinden kurtulasın.
Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tabidir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şulelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.
Allah; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi”demiştir. Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letafet kesilir.
Allahyı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesabesinde tutmakla. Allahyı levhidetmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Allah önünde yakıp tok etmek. Gündüz gibi şulelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!
Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimya içinde eritir, yok eder gibi eritir, yok eder gibi erit, yok et (de altın ol) Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmış ( yokluğu ve birliğe ulaşmış) sın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor.



“MAŞALLAH KAN” SÖZÜNÜN TEFSİRİ
Bunların hepsini söyledik ama Allah inayetleri olmadıkça Allah yolunda hiçiz, hiç! Allah’nın ve Allah erlerinin inayetleri olmazsa...melek bile olsa defteri kapkaradır. Ey Allah, ey ihsanı hacetler reva eden! Sana karşı hiçbir kimsenin adını anmak layık değil. Bu kadarcık irşat kudretini de sen bağışladın, şimdiye kadar nice ayıplarımızı örttün. Ezelde bağışladığın irfan katrasını, denizlerine ulaştır.
Canımdaki, bir katra ilimden ibarettir; onu ten havasından, ten toprağından kurtar! Bu topraklar, onu örtmeden; bu rüzgarlar, onu kurutmadan önce sen halas et! Gerçi rüzgarlar, onu kurutsa, mahvetse bile sen, onlardan tekrar kurtarmağa ve almağa kadirsin.
Havaya giden, yahut yere dökülen katra, senin kudret hazinenden nasıl kaçabilir? Yok olsa, yahut yokluğun yüz kat dibine girse bile sen onu çağırınca başını ayak yapıp koşar.
Yüz binlerce zıt, zıddını mahveder; sonra senin emrin yine onları varlık alemine getirir Aman ya Rabbi! Her an yokluk aleminden varlık alemine katar katar yüz binlerce kervan gelip durmakta! Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o ucsuz bucaksız derin denizde batar, yok olurlar. Yine sabah vakti, o Allah’ya mensup ruhlar ve akıllar, balıklar gibi denizden baş çıkarırlar.
Güz mevsiminde o yüz binlerce dallar, yapraklar; bozguna uğrayıp ölüm denizine giderler. Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek bağlarda, yeşilliklerin matemini tutar. Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, “Yediklerini geri ver” diye tekrar ferman çıkar.
“Ey kara ölüm; nebattan, ilaç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne yedinse geri ver!” (diye emredilir) Kardeş, bir an için aklını başına al! Sende de her an hazan ve bahar var. Gönül bahçesinin yemyeşil, terütaze, goncalar, güller, serviler ve yaseminlerle dolu olduğunu gör! Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır ve köşk görünmüyor.
Akl-ı Külden gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur. Gülün olmadığı yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp çoştuğunu hiç gördün mü ki? Koku sana kılavuz ve rehberdir. Seni ta ebedi Cennete ve kevser ırmağına götürür.
Koku, göze ilaçtır, nurunu artırır. Yakub’un gözü, bir kokudan açıldı. Kötü koku gözü karartır. Yusuf’un kokusu ise göze nur verir. Yusuf değilsen bile Yakup ol; onun gibi matlubuna erişmek için ağla!
Hakim-i Gaznevi’nin şu nasihatini dinle de eski vücudunda bir yenilik bul: “Naz için gül gibi bir yüzün yoksa kötü huyun etrafında dönüp dolaşma, nazlanma! Çirkin ve sarı bir yüzün nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de hastalıklı oluşu müşküldür.
Yusuf’a karşı nazlanma, güzellik iddia etme! Yakub’casına niyaz etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma!
Dudunun ölümünün manası niyazdı. Sen de niyaz ve yoksullukta kendini ölü yap! İsa’nın nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin! Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.
Yıllarca gönüller yırtan, kalblere elem veren taş oldun; bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol!




ŞEYTAN ADEM'E NEDEN SECDE ETMEDİ ?

Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
Allah’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz Allah işinin eseridir.
Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir? İnsan konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz bir anda hem önünü hem ardını göremez. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?
Madem ki can, harfi manayı bir anda kavrayamıyor, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır? Ey oğul! Allah, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mani olamaz.
Şeytan, “Bima ağveyteni” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi.
Adem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildir.
Günah ettiği halde edebe riayet ederek Allah’ya isnad etmedi. Allah’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu.
Adem, tövbe ettikten sonra Allah, “Ey Adem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?” O benim taktirim benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.
Adem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Allah, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi.
Hürmet eden hürmet görür. Şeker getiren badem şekeri yer. Temiz şeyler temizler içindir; sevgiliyi hoş tut, hoşluk gör; incit, incin!
Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın:
Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el... her iki hareketi de bil ki Allah yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkan yoktur. İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptela bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?
Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, akli bir söz, akli bir bahistir. Fakat zaten bu hilekar akıl, akıl değildir ki.
Akli bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir. Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır. Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı. Fakat Ömer, akıl aleminden can alemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kamildi.
Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.
Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lazım, mülzem, nafi, muktazi kalmadı. Bir gören kişinin. Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.

Yine hikayeye geldik; zaten ne zaman hikayeden ayrıldık ki?
Cehil bahsine gelirsek o Allah’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı. Uyarsak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikayesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!
Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.
Bu dolaşık ve karmakarışık alemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elif’inse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!
 

akna

Well-known member

İSA'DAN TEN DİRİLİĞİ ARAMA

İsa ile bir ahmak yoldaş oldu. Gözüne yol üstünde ölü kemikleri erişince, “ Yoldaş ölüleri diriltmek için okuduğun o yüce adı, bana da öğret de bir iyilikte bulunayım, o adı okuyup kemiklere can vereyim” dedi.
İsa dedi ki : “sus Bu senin sözünün harcı değil! Nefesin yağmurlardan daha arı, duru olması o nefes sahibinin melkelerden daha idrakli bulunması lazımdır. Adem ömürlerce yandı, yakıldı da arındı; felekler hazinesine emin oldu. Sende sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede, Musa’nın eli nerede” O ahmak “ Benim sırlara kabiliyetim yoksa o adı bu kemiklere sen oku” dedi.
İsa dedi ki: “ Yarabbi, bunlar ne sırlardır? Bu ahmağın şu mücadeleye girişmesi nedendir? Bu hasta nasıl oluyor da kendi derdiyle uğraşmıyor? Bu murdar herif neye kendi canını derdine düşmüyor? Kendi ölüsünü bıraktı da yabancı bir ölüyü diriltmeye kalkıştı!” Allah ,Gerileme de gerilemeyi arar. Diken eken ancak yeşermiş taze diken elde edebilir. Dünyada diken eken kişi, Sakın ektiğin dikeni gül bahçesinde arama! O, eline gül bile alsa diken olur. Bir dosta varsa dost,yılan kesilir. şaki kötülüklerden çekinen kişinin kimyası hilafına zehir ve yılan kimyasıdır (her şeyi zehirler, her şey ona karşı yılan haline gelir.)
İsa, o gencin isteğiyle kemiklere Allah adını okudu. Allahnın hükmü, o çiğ herif için o kemikleri diriltti. Aradan bir kara aslan da dirilip sıçradı, ahmağa bir pençe vurup öldürdü. Kellesini kopardı, hemen beynini yere akıttı. Kafasında bir ceviz içi kadar beyin bile yoktu. Zaten beyni bile olsaydı o kırılmakta, o helak olmakla ancak bedeni zail olur,ruhu kalırdı. İsa, Aslana “Neden derhal onu paraladın” dedi. Aslan “ Sen ondan sıkılmış, perişan bir hale gelmiştin de ondan” diye cevap verdi. İsa “ o, halde niçin kanını içmedin ?” deyince de dedi ki: “O benim rızkım değildi. Bana nasip olmamıştı”
Nice kişiler vardır ki, o kükremiş aslan gibi avını yemeden dünyadan gitmiştir. Kısmeti bir saman çöpü bile değilken hırsı dağ kadar Allahya yüzü yok, Alem yanında kadir kıymet kazanmış! Ey bize güç şeyleri kolaylaştıran Allah ! Bizi abes ve boş şeylerden kurtar. Bize rızk diye gösterdin, halbuki tuzakmış.
Bize her şeyi olduğu gibi göster. O aslan “Ey Mesih, bu avlanma ancak ibret içindi. Eğer benim dünyada rızkım olsaydı, ölülerle ne işim vardı, nasıl olurdu da ölürdüm? Fakat berrak suyu bulup da eşek gibi içine işeyenin layığı budur. Eşek o ırmağın kadrini bilse ayağını sokacağı yerde başını kaldırdı. Hayat veren bir suya sahip öyle bir peygamber bulur da, “ Ey Abıhayat sahibi, bizi ol, emriyle dirilt” deyip nasıl ölmez? Dedi.
Sen de kendine gel köpek nefsini, diriltmeyi isteme. Çünkü o nice zamandır senin düşmanındır. Bu köpeği can avından alıkoyan kemiğin başına toprak! Köpek değilsen neden kemiğe aşıksın, sülük gibi neden kanı seviyorsun? O ne biçim gözdür ki görmez,sınamalarda ancak rüsva olur.!
Zanlarda bazen hata olur; fakat bu ne biçim zandır ki yoldan kör olarak gelmektedir! Ey başkalarına ağlayan göz, gel, bir müddetçik otur da kendine ağla! Dal, ağlayan buluttan yeşerir, tazeleşir. Çünkü mum, ağlamakla daha aydın bir hale gelir. Nerede ağlıyorlarsa orda otur, çünkü sen ağlamaya daha layıksın! Çünkü fani ayrılıkta olanlar, baki olan laf madeninden gafildir. Çünkü gönülde taklit nakşı var; yürü bendini göz yaşıyla yık!
Taklit, her iyiliğin afetidir. Sağlam bir dağ bile olsa hakikatte samandan ibarettir. Kör; kuvvetli ve tez kızar olsa bile bir et parçasıdır, gözü yok! Kıldan ince bir söz söylese bile gönlünün, o sözden haberi olmaz. Kendi sözüyle sarhoş olur ama onunla şarap arasında ne kadar yol var! Irmağa benzer, su içemez ki su ,arktan su içecekler için akıp gider. Onun içindir ki, su içemez ki!
Taklide düşen ney gibi feryat eder ama ancak o feryadı dinlemek isteyen için. Mukallit,söz söylerken ağlasa bile habisin maksadı, ancak tamahtır. Ağlar da yanık sözler söyler. Fakat kendisinde yanan yürek nerede, yırtılan etek nerede? Muhakkikla mukallit arasında çok fark vardır.
Bu Davut gibidir, öbürü ses gibi! Bunun sözleri yanıklıktan doğar, öbürüyse söylenmiş köhne sözleri belleyip nakleder. Kendine gel, kendine gel! O hüzünlü sözlere kapılma. Öküzün üstünde de yük var, kağnı da feryat edip ağlıyor! Ama mukallit de sevaptan mahrum değildir. Hesaba gelince ağlayıcıya da para verirler. Kafir de Allah der, mümin de. Fakat ikisinin arasında adamakıllı fark var. O yoksul ekmek için Allah der, haramdan çekinense candan,gönülden.
Eğer yoksul, söylediği sözü bilseydi gözünde ne az kalırdı, ne çok! Ekmek isteyen yıllardır Allah der, fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer. Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni ,zerre,zerre olurdu. Şeytanın adı büyü yapmaya yarar,sen de Allah adıyla mangır elde edersin!



ÖLEN Mİ ÖLDÜREN Mİ ?

Birisi, kızgınlıkla anasına hançerleyerek, döverek öldürdü. Biri ona “ Huyunun kötülüğü yüzünden ana hakkını gözetmedin. Çirkin herif, ananı neden öldürdün! Niye söylemiyorsun, o sana be yaptı ki?” dedi. Adam “ çok ayıp bir iş işledi,bende onu öldürdüm. Ayıbını toprak örtsün” diye cevap verdi. Kınayan “Be adam, ananı öldüreceğine o kişiyi öldürseydin”deyince dedi ki: “her gün başka birisini mi öldüreyim?
Onu öldürdüm, halkın kanına girmekten kurtuldum, halkın boğazını boğazını keseceğime onu boğazladım, bu daha iyi!” O kötü huylu ana, fesadı her tarafta zahir olan nefsindir. Her an onun için bir azize kastedip duruyorsun; kendine gel, onu öldür! Onun yüzünden bu güzel dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Allah ile de savaşıyorsun, halkla da.
Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın olmaz. Bir kimse peygamberlerle velileri düşünüp sözümüzden şüpheye düşer. “Peygamberlerin nefisleri helak olmamış mıydı? Onların neden düşmanları vardı, onlara niye haset ediyorlardı?” derse, Ey doğru söz arayan, kulağını aç!
Bu şüpheye, bu tereddüde vereceğimiz cevap şu: O münkirler kendilerinin düşmanlarıydı; onlar kendilerini yaralıyorlardı. Düşman, ona derler ki cana kastetsin. Kendi kendisine can çekişene düşman demezler. Yarasacağız, güneşin düşmanı değildir, hicaba girmiş,kendi kendisine can çekişene düşman olmuştur. Güneşin ziyası onu öldürür; fakat güneş, yarasanın zahmetini hiç çeker mi, yarasa güneşe bir kötülükte bulunabilir mi?
Düşman ona derler ki ondan bir azap,bir eziyet gelsin; kabiliyeti olan taşın güneş tesiriyle lal olmasına mümanaat etsin! Halbuki kafirlerin hepsi de peygamberlerin cevherlerindeki ziyadan kendilerini men ederler.! Halk nasıl olur da o tek kişinin gözüne perde olur? Bilakis kendi gözlerini kör eder, kendi gözlerini kötü bir hale sokarlar.
Efendisiyle inada girişip kinlenerek kendisini öldüren Arap köle gibi! Köle, sahibine ziyan vermek için kendisini damdan baş aşağı yere atar,helak olup gider! Hasta, doktora düşman olmuş; çocuk, kendisini terbiye edene düşmanlık beslemiş;( zarar kime?)! Hakikatte hasta da çocuk da kendi yolunu vurmakta, kendi akıl ve canının yolunu kesmektedir. Bez yıkayan, güneşe kızar;balık, denize hiddet ederse,Bir bak,ziyanı kime? Sonunda bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır? Allah seni çirkin yarattıysa kendine gel de bari hem yüzü çirkin, hem huyu çirkin olma!
Ayakkabın olsa bile taşlığa gitme. İki boynuzun varsa dört boynuzlu olma! Sen “ Ben filan kişiden daha aşağı mıyım ki talihim böyle ters gidiyor” diye haset ediyorsun ama, Esasen haset de başka bir noksan, başka bir ayıp. Hatta bütün aşağılıklardan daha beter! Şeytan da aşağı olmadan arlandı, bunu ayıp telakki etti de kendisini yüzlerce kötülüğe düşürdü.
Hasedinden yücelmek istedi. Fakat yücelik nerede? Kanlara bulanıp kaldı. Ebu cehil, Muhammet’e uymaya utandı,hasedinden kendisini yüceltmeye,ondan yüksek olmaya çalıştı. Adı Ebül Hakemdi Ebu cehil oldu. Nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden na ehil olup kalmışlardır. Ben bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim. Fazileti, mahareti,hüneri bir tarafa bırak.
Bu yolda hizmet ve iyi huy işe yarar. Allah,mihnet ve ıstıraplarla hasetler meydana çıksın diye peygamberleri vasıta etti. Çünkü Allahdan kimse arlanmaz, Allahya kimse hasedetmez. Fakat, halk, Peygamberi de kendisi gibi bir adam sanır, o yüzden ona hasededer. Fakat peygamberlerin büyüklüğü tahakkuk etti mi, artık ona kimse hasededemez, ona herkes uyar. Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir. Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
İşte diri ve faal imam, o velidir, ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey yol arayan, Mehdi de odur, Hadi de o. Hem gizlidir hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır. Çünkü Allah nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil1 Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmama kadar bu perdeler saf saftır.
Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez. Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez. İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve afettir. Şaşkınlıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir. Demiri, yahut altını saf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler. Halbuki o hararet, o, şuleler, demir için kafi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister. O demir meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir, ondan hoşlanır. Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer. Fakat su ve su oğulları, hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
Ayağa yürümek için nasıl ayakkabı lazımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere; yahut tava lazımdır. Yahut da ortada bir yer gerektirir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun. Fakir ona derler ki şulelerle vasıtasız rabıtası vardır. Hakikatte alemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan aleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar. Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar? Demek ki şulelerin nazargahı o demirdir. Şu halde Allahnın nazargahı da gönüldür, ten değil! Sonra bu cüzi olan gönüller de hakiki maden olan gönül sahibinin gönlüne nispetle ten gibidir. Bu söz, çok misal ister, çok şerh ve izah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum.
Bu suretle iyiliğimiz kötülük olmasın. İyilik yapıyoruz diye kötülükte bulunmayalım, bu söylediğim de ancak kendimde olmadığından,ihtiyarım elimde bulunmadığından. Çarpık ayağa çarpık ayakkabı daha iyi, yoksulun eli ancak kapıya varır.



KENDİ AYIBINI GÖREMEYİNCE

Dört Hintli bir Mescitte Allahya ibadet için namaza durmuşlar, rüku ve sücuda koyulmuşlardı. Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşuyla namaz kılmaktaydı. Bu sırada meyzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin ağzından bilaihtiyar bir söz çıktı; “ meyzin, ezanı okudun mu, yoksa vakit var mı?” öbür Hintli, namaz içinde okuduğu halde “ Sus yahu, konuştun, namazın bozuldu.” Dedi.
Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki : “Onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına!” dördüncü “ Hamd olsun ben, üçünüz gibi kuyuya düşmedim” dedi. Hulasa dördünün de namazı bozuldu. Alemin ayıbını söyleyen daha fazla yol kaybeder. Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görürse o alınır, o ayıbı kendisinde bulur.
Çünkü insanın yarısı ayıptandır, yarısı gayıptan! Madem ki başında onlarca yara var, merhemini başın vurmalısın. Yarayı ayıplamak, ona merhem koymaktır. Sınık bir hale düşü mü “ Bir kavmin azizi zelil oldu mu acıyın ona”hadisine mazhar olur. Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birin de o ayıp, senden de zuhur edebilir.
Allahdan “ Emin olmayın” sözünü duymadın? Peki o halde neden müsterih ve emin oluyorsun? İblis, yıllarca iyi adla anılarak yaşadığı halde nihayet bak, nasıl rüsvay oldu,, adı ne oldu? Yüceliği alemde tanınmıştı, aksiyle tanındı, yazık!
Emin değilsen, tanımayı isteme. Yürü, yüzünü korkuyla yıka da sonra göster. Güzelim, sakalın çıkmıyorsa başka sakalsızları kınama. Şu işe bak: Şeytan, belalara düştü de sana ibret oldu. Sen belaya uğrayıp ona ibret olmadın. O zehri içti, sen şerbetini iç,(ibret almana bak!)



İLK ÖZEL SON DEĞERLİDİR

Kan dökücü oğuz Türkleri, malları yağma etmek üzere bir köye girdiler. O köyün eşrafından iki kişi yakalayıp birini öldürmeye niyet ettiler. Öldürmek üzere elini bağladıkları zaman dedi ki : “ Padişahlar yüce erler. Niye benim kanıma kastediyorsunuz. Neden benim kanıma susadınız? Öldürülmemde ki maksat, garaz ne? Görüyorsunuz ya, gördüğünüz gibi yoksulum, çırçıplak bir adamım”
Oğuzların biri “ arkadaşın korksun, ürksün de altınları çıkarsın diye öldürüyoruz” dedi. Adam “o benden yoksul” deyince oğuz “ haber verdiler onun altını var” dedi. Adam dedi ki : “Madem ki bizim ikimizden bir şey umuyorsunuz, evvela onu öldürün de ben korkayım, altınların yerini göstereyim!”
Şimdi sen de Allahnın keremine bak ki biz ahir zamanda geldik Zamanlardan sonuncusu, ilk devirlerden daha üstündür. Hadiste “ Ahirunes Sabikun” denmektedir. Merhamet sahibi Allah, Nuh ve Hud kavimlerinin helakini bize gösterdi. Biz korkalım ibret alalım diye onları kahretti. Ya aksi olsaydı vay haline!
Peygamberlerden hangisi, suça, ayıba dair bir şey söylediyse taş gibi katı gönüle, kapkara cana Allah fermanlarına ehemmiyet vermemeye yarın ki ahret gününün düşünmeyip rahatça keyfine bakmaya, bu aşağılık dünyaya heves etmeye,bu aşağılık dünyaya aşık, karılar gibi nefse zebun olmaya,nasihat edenlerden kaçmaya, temiz kişilerle buluşmaktan çekinmeye,gönüle gönül ehline karşı yabancı durmaya, padişahlara hile düzmeye, onlara karşı tilkilik yapmaya kalkışmaya, gözü tok kişileri yoksul sanmaya,onlara haset edip gizlice düşman olmaya dair söyledi.
Onlardan biri verdiğin bir şeyi kabul ederse yoksul dersin kabul etmezse riyakar ve mürai! İnsanlara karışırsa tamahkar dersin. Karışmaz, çekingen davranırsa kibirli! Yahut da münafıklar gibi “ Çoluğun, çocuğun nafakasını kazanmaya uğraşıyorum, ne başımı kaşımaya vaktim var , ne din kaydına düşüp ibadet etmeğe!
Lütfet, bizi himmetle bir an da sonunda biz de velilerden olalım” diye mazeret serdedersin. Fakat bu sözde, dertten aşktan değildir. Adeta uyuyan bir adamın bir aralık uyanıp sayıklayarak tekrar uykuya dalmasına benzer. “Ayalimin rızkını kazanmaktan başka bir şey yapmıyorum. Ne çare? Dişimle, tırnağımla çalışıp çabalıyor, helalinden kazanıyorum” dersin.
Ey sapıklara karışan, ne helali? Senin kanından başka helal göremiyorum. Çare Allahdandır. Lokmandan değil. Çare dindendir puttan değil! Ey aşağılık dünyaya bile sabredemeyen, bu yeryüzünü güzel bir tarzda döşeyen Allahya nasıl sabredebiliyorsun?
Ey naz ve nimete bile sabredemeyen, kerim Allahya nasıl sabredebiliyorsun? Ey temize, pise bile sabırsız, yaradanına nasıl sabredebiliyorsun? Nerede bir Halil ki mağaradan çıkıp ayı görünce “ Bu benim Rabbim”dedikten sonra battığını görünce kendisine gelip “ Nerede kainatı yaratan Allah?” desin.
Ben bu iki meclis sahibini görmedikçe iki alemi de görmek istemem. Allah sıfatlarını görmedikçe ekmek bile yesem boğazımda kalır. Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü , gül bahçesini temaşa etmedikçe lokma nasıl siner? Allahı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve eşşek!
Hayvan gibi olanlar, hatta ondan da aşağı bir dereceye düşmüş bulunanlar, hileyle dolu olsa bile yine pis, murdar, kokmuş kişilerdir. Böyle kişinin hilesi de baş aşağı olmuştur. Kendisi de. Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur. Düşüncesi körleşmiş aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir. Elif gibi hiçbir şeyi yoktur! “ ben de bu düşüncedeyim” dese bile bu da o nefsin hilesinden,masalındandır.
“ Allah yargılayıcıdır, merhametlidir” demesi de aşağılık nefsin hilesinden başka bir şey değildir. Ey elimde ekmeğim yok diye gamdan ölen, Allah yargılayıcı ve merhametliyse ya bu korku ne?



KURU AKIL NEYE YARAR

Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onu lafa tuttu. Vatanından sorup konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi. Sonra dedi ki: “ o iki çuvalda ne dolu? Doğruca söyle!” Bedevi “ bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil1” dedi. Adam “ neden bu kumu doldurdun” diye sordu.
Bedevi cevap verdi: “ O çuval boş kalmasın diye”. Adam; “ Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy. Bu suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü “ dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip “ Ey akıllı ve hür hakim, böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?” Dedi. O iyi kalpli bedevi, hakime acıdı, onu deveye bindirmek istedi. Tekrar “ Ey güzel sözlü hakim, birazcık halinden bahset. Böyle bir akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin ya padişah. Doğru söyle!” dedi. Hakim dedi ki: “ İkisi de değilim, halktan bir adamım. Halime elbiseme baksana!” bedevi “ Kaç deven, kaç öküzün var?” diye sordu.
Hakim cevap verdi: “ Uzun etme. Ne ona malikim, ne buna!” Bedevi, “ peki, bari dükkanındaki mal ne, onu söyle!” dedi. Hakim dedi ki “ Benim dükkanım nerede, yerim yurdum nerede? Bedevi, öyleyse paranı sorayım: sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlar da bulunuyorsun, ne kadar paran var?
Alemdeki bakırları altın yapacak kimya senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen dedi!” dedi. Hakim, “ Ey Arabın iftiharı, vallahi para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok. Yalınayak başı kabak koşup duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince; Arap dedi ki : “ yürü, yanımdan uzaklaş. Senin nuhusetin benim başıma da çökmesin. O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün zamane halkına şom. Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız! Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azığım var, canım pehrizkar!”
Sen de şekavetin azalmasını istiyorsan çalış, sendeki hikmet azalsın. Tabiattan doğan, hayalden meydana gelen hikmet, Allah nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir. Dünya hikmeti, zannı, şüpheyi attırır, din hikmetiyse insanı feleğin üstüne çıkarır. Ahir zamanın adi ukalası, kendileri evvelce gelenlerden üstün görürler. Hileler öğrenip ciğerler yakmışlar, hileler, düzenler bellemişlerdir. Asıl sermaye iksiri olan sabrı, ihsanı, cömertliğiyle vermişlerdir.
Fikir ona derler ki bir yol açsın. Yol ona derler ki önüne bir padişah çıkagelsin. Padişah ona derler ki kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil. Zira kendiliğinden padişah olursa padişahlığı, Ahmet’in pak dininin yüceliği gibi ebedidir.


alıntı (semazen.net)
 
Üst