Denge

mihrimah

Well-known member
وَكَذلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتى كُنْتَ عَلَيْهَا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلى عَقِبَيْهِ وَاِنْ كَانَتْ لَكَبيرَةً اِلَّا عَلَى الَّذينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضيعَ ايمَانَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحيمٌ

Bakara / 143. İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.

وَالَّذينَ اِذَا اَنْفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذلِكَ قَوَامًا

Furkan / 67. (O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْميزَانَ اَلَّا تَطْغَوْا فِى الْميزَانِ

Rahman / 7-8. Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.
اَلَّذى خَلَقَكَ فَسَوّيكَ فَعَدَلَكَ
İnfitar / 7. O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp,ölçülü bir biçim verdi.

HADİS…
* Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Kıyâmet günü) Hz. Nuh (aleyhisselam) ve ümmeti gelir. Cenab-ı Hakk ona:
-"Tebliğ ettin, dinimi duyurdun mu? diye sorar. Nuh (aleyhisselam):
-"Evet, ey Rabbim" diye cevap verir. Rabb Teâla bu sefer ümmetine sorar:
-"Nuh (aleyhissalâtu vesselâm) size tebliğ etmiş miydi?"
-"Hayır!" bize peygamber gelmedi" derler. Rabb Teâla Hz. Nuh (aleyhissalâtu vesselâm)'a yönelerek:
-"Söylediğin şey hususunda sana kim şahidlik edecek?" diye sorar. Nuh (aleyhisselâm):
-" Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ve ümmeti!" der ve Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in ümmeti:
-"Nuh tebligatta bulundu" diye şehâdette bulunur. Bu duruma şu âyet işâret eder: "Biz böylece sizleri vasat bir ümmet kıldık, tâ ki insanlara karşı şâhidler olasınız" (Bakara, 143).
* Câbir İbnu Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namazı vasattı, hutbesi de vasattı.''
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Her şeyin bir şevki vardır. Her şevkin de bittiği bir zaman vardır. (Yapacağı işe karşı bu şevki) duyan kişi işini yaparken mutedil hareket eder ve bu itidali devam ettirirse, muvaffak olacağını ümid edin, (çünkü bu şekilde takibine devam edebilir). Şayet (aşırılığa düşerek dikkat çekmiş ve) parmakla gösterilecek hâle gelmişse ona itibar edip (sâlihlerden) saymayın"
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "İşlerin en hayırlısı orta ve itidal üzere olanıdır". (Bu son iki hadisi Rezîn tahric etti).
* Ebü Humeyd es-Saidî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) rükü yapınca itidali muhafaza eder, başını (yukarı) dikmez, (aşağı da) eğmezdi. Ellerini dizkapaklarının üzerine koyardı. Secde için yere eğilince adalelerini koltuk kısmından yana açardı. Ayaklarının parmaklarını da aralardı."
* İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve: "Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?" buyurdular. Cevaben: "Hayır, ey Allah'ın Resûlü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek:
"Bu Rabbülâlemin'den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimler de mevcuttur ve sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedi olarak sabit kalır" buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek:
"Bu da Rabbülâlemin'den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da icmâllerini yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!" buyurdular. Ashabı sordu: "Öyleyse ey Allah'ın Resûlü, niye amel ediliyor? Madem ki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (bir daha yapma gayreti de niye)?" Resûlullah şu cevabı verdi:
"Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun, Zira, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!" Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işaret ederek dedi ki:
"Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, birkısmı cennetlik, birkısmı da cehennemliktir."
* İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resülullah aleyhissâlatu vesselâm buyurdular ki: "İtidal (orta yol üzere olmak), teenni(li davranmak), hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmidört cüzünden bir cüzdür."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "(Ey mü'minler! Amel ve ibadetlerinizi) itidal üzere yapın, ifrattan kaçının. Zira sizden hiç kimseyi (ateşten) ameli kurtaracak değildir." Sahabiler: "Seni de mi amelin kurtarmaz, ey Allah'ın Resülü!" dediler. Aleyhissalatu vesselâm: "Beni de, buyurdular. Eğer Allah kendi katından bir rahmet ve fazl ile benim günahlarımı bağışlamazsa beni de amelim kurtarmaz!" buyurdular."
* Ebu Humeyd es-Saidi radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Dünya talebinde mutedil olun. Çünkü herkes, kendisi için yaratılmış olana müyesserdir (kazanmaya hazırlanmıştır)."
* Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Ey insanlar Allah'a karşı muttaki olun ve (dünyevi) talepte mutedil olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah'ın kendisine taktir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah'tan korkun ve talepte mutedil olun, (gayr-ı meşru yollara sapmayın), helal olanı alın, haram olanı terkedin."





TEFSİR…
وَكَذلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتى كُنْتَ عَلَيْهَا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلى عَقِبَيْهِ وَاِنْ كَانَتْ لَكَبيرَةً اِلَّا عَلَى الَّذينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضيعَ ايمَانَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحيمٌ
Bakara / 143. İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (Kâbe'yi) biz ancak Peygamber'e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Cenab-ı Hak, Resulü Muhammed'e bu hidayeti bahşetmiştir. Ve ey Muhammed ümmeti! Sizi işte böyle bir doğru yola hidayet etmek suretiyle Biz sizi vasat (orta), merkez ve her tarafı denk, mu'tedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık. ki siz diğer insanlar üzerine sözlü olarak veya fiilen veya halen adil bir şahit ve örnek alınacak kimseler olasınız.
Şühedâ: Şehîd'in çoğuludur, şehîd şehadet masdarından "fâil" anlamına "feîl" veya "mef'ûl" olarak şahit ve meşhud mânâsınadır. Kendi geleneğimizde "şehid", "meşhûd bilcenne" yani cennetlik olduğuna şahitlik edilen kişi demektir. Ancak burada kelime "şâhid" mânâsınadır. Şahit bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine, yani bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği habere başvurulan verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir ki, bundan istifade edilerek, ıstılahta herhangi bir genel yargıyı ispat için başvurulan delil veya tanığa da şahit denilir. Şer'an, kendisinin başkası aleyhinde bir hakkı bulunduğunu haber verme ve talep etmeye dava, başkasının kendi üzerinde hakkı olduğunu haber verme ve beyan etmeye ikrar denildiği gibi, bir başkasının bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye de şehadet (şahitlik) denilir. Şu halde şahit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir.
Bundan dolayı da gerek hareket ve davranışları bakımından, gerek diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de "şahit" denilir: "Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi, filan iş böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor." tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm için senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki, bunlar en büyük insanlar demektir. İşte Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam mânâsıyle adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için, Hz. Muhammed Mustafa'nın gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin, bu vazifelerini unutmaması icab edecektir.
Müslümanlar şuna buna uyuntu olmayıp, başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci olması gerekecektir. Bunu temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir. Ve bunu elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmaı (toplanması) da hak bir delil, gerçek bir şahit olur. Gerçekte bu şartlar altında yürüyen Müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda önderliği haiz bir büyük ümmet olmuşlardı. Ey Müslümanlar! Siz, işte böylece insanlar üzerine şahit olasınız, bu Resul de sizin üzerinize şahit ve sizin için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olsun. "Gerçekten de Allah Resulü'nde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21) âyetinin delalet ve işaret ettiği gibi, siz onu, söz ve davranışlarınızda, oturup kalkışınızda kendinize şahit tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirseniz ve onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderseniz bütün insanlar sizin arkanızdan gelir ve sizi cemaatınızla birlikte kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için size ve sözünüze başvururlardı. Bunun için icmâ-ı ümmetin delil olması, her şeyden önce ümmetin kitaba ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tabi olur, uydu olmaya mahkum olurlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler. Bir hadis-i şerifte rivayet olunmuştur ki:
"Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkar edecekler. Cenab-ı Hak, muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler. Diğer ümmetler, siz bunları nereden biliyorsunuz? diyecekler. Muhammed ümmeti de: Bunu bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber'in diliyle bildirdi." diye cevap verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin adaletine ve doğru söylediğine şehadet edecek ve onları açıkça tezkiye edecektir"…
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
HİZMET ERİ
Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaştırılabilir, dolayısıyle de sıkıntılı bir atmosfere düşebilir.
HASSASİYETTE DENGE
Hassasım, hem de aşırı denebilecek ölçüde. Hazan görmüş ve dökülmüş bir yaprak görsem oturup başında ağlayasım gelir. Tuvalete düşmüş bir karıncayı oradan çıkarmak için yarım saat uğraştığım çok olmuştur. Bir de yoldan çıkmış, saf dışı kalmış, pörsüyüp gitmeye namzet bir insan görsem; varın işte o zaman bu manzaranın beni ne kadar dağidar edeceğini kıyas edin. Ama elden ne gelir. İlahî şefkatin ötesinde şefkat sergilemeye kalkmak, “edep sınırlarını zorlamak” demektir. Her mes’elede olduğu gibi bu konuda da dengeli davranmak gerekir. Zaten beni en çok yıpratan hususlardan biri de bu: Dengeyi korumak için sarfettiğim gayret.!
MEDH-Ü SENADA DENGE
Soru: Yer yer başkalarını medh ü sena ederken dengeyi yakalayamadığımızın farkındayız. Bu konuda takınmamız gereken tavır nedir, ne olmalıdır?
İnsanlar yer yer ve zaman zaman yaptıkları ameller ile başkalarının takdirlerini bekleyebilirler. Bu kabil takdir ve tebciller karşısında insanın kalb balansını ayarlaması çok önemlidir. Kişi "Allah'ım hakkımda söylenen bu sözleri dua olarak kabul buyur, ayağımı kaydırma, beni bir lahza bile benimle baş başa bırakma" demelidir. Aksine, insan kendini şımarıklık ve gaflete salarsa, Allah da onun ayağını kaydırabilir. Evet, yapılan takdir ve tebciller, gökten bir nida halinde gelse bile insan bir İmam Rabbani, bir Bediüzzaman edasıyla "Allah'ım, ben çok hakir bir köpek olduğuma o kadar inanmışım ki, şu nidalar benim kanaatimi değiştiremez." diyebilecek ölçüde düşünce duruluğuna ve hazımkâr bir nefse sahip olmalıdır.
Bu konu, üzerinde ne kadar durulsa değer, biz hususî bir zâviyeden önemli bir iki meseleyi işaret edip geçeceğiz. Birincisi; Allah'a karşı insanların tezkiye edilmesi, ikincisi de; yüze karşı senanın öldürücü olması. Ewela, bilinmelidir ki, Allah Rasulü (s.a.s) yüzüne karşı kardeşini medheden birine "Kardeşinin boynunu kırdın." buyurmuştu. Demek ki o sahabi, bu medhi kaldırabilecek ruhî seviyeye henüz ulaşmamıştı veya bu ona verilmek istenen bir dersti. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Osman b. Maz'un un cenazesinde bir kadının "Ne mutlu sana! Cennete girdin!" sözleri karşısında kaşlarını çatmış ve "Ben Allah'ın Peygamberiyim, bilmiyorum. Sen nereden biliyorsun?" demişti. Bir başka hadislerinde ise; "Sevdiğin kişiyi ölçülü sev bir gün gelir düşmanın olabilir; gadab ettiğin kimseye ölçülü gadab et, bir gün gelir dostun olabilir." buyurmuştu. Bu hadislerin muhtevası ışığında, Bediüzzaman Hazretleri de "mübalâğa zımnî yalandır" der. Onun için medih, takdir ve tebcil babında söylenecek sözlerde çok dikkatli, fevkalade temkinli ve dengeli olmak gerekir. Aksi halde, kişi hüsn-ü zannın verdiği makam karşısında konumunu koruyamayan o insanların hadisteki ifadesiyle boynunun kırılmasına -hem de istemeden- vesile olabilir. Bütün bunlar bir tarafa, Allah Rasulünün "Hiç kimseyi Allah'a karşı tezkiye etmem/edemem" beyanları, bu konuda başka hiçbir şeye ihtiyaç bırakmayacak bir ölçüdür zannediyorum.
Evet, her türlü takdir ve tebcilin üstünde bulunan Nebiler Serveri (s.a.s), "Beni, Musa b. İmran'a tercih etmeyin." Bir başka yerde "Beni Yunus b. Metta'ya tercih etmeyin" buyurarak, hangi yolun tercih edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Öyleyse, kıyamete kadar bütün müminler Hz. Alivâri hep "insanlardan bir insan olma" mülâhazası içinde bulunmalıdırlar. Bu mülâhazaya kendini kilitleyebilen insan, hiçbir beklentiye girmez, teveccüh-ü nas beklemez, hüsn-ü zannın layık gördüğü makamlara dilbeste olmaz, tabasbus ve riyaya da girmez.
Öte yandan Allah Rasulü nün beyan buyurduğu "Ölü, kabirde ehlinin ağlamasından dolayı azab edilir." hakikatinin de nazar-ı dikkate alınması gerekir. Gerçi Hz. Âişe validemiz "Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez." (En'am, 6/164) ayetini delil göstererek bu hadisi reddetmiş ise de, hadisçiler, bu hadisin hadis kriterleri açısından sıhhatini kabullenmiş ve ona şöyle bir yorum getirmişlerdir: Arkada kalanlar ölü hakkında, ağıtlar yakar, tevhid akidesine ters, Allah'ın irade, meşiet ve kudretine dokunan sözler söylerlerse, bu sözler münasebeti ile ölü rahatsız olabilir.
Hasılı, yüze karşı yapılan medhiyeleri hazmedebilecek, hüsn-ü zanların verdiği farazî makamları reddedebilecek ruh olgunluğuna ulaşmamış kişilere medhiyeler düzme, onları başaşağı götürebilir. Kim bilir, belki de ... böyle birisiydi. O, etrafın şişirmesiyle kendini, önce müceddid, sonra Mehdi, sonra Mesih-i Mev'ud görmüş, sonra da bununla kalmamış hulul ve ittihad'a inanarak dalâlete düşmüştür. Şahsen ben, ... 'ın da yoldan sapıttığı kanaatindeyim. Geçenlerde arkadaşlar Türkiye'de 15-20 kadar Mehdî'liğini ilan eden insandan bahsediyorlardı ki, bunların kaymaları da her halde aynı yollarla olmuştur.
Söz buraya gelmişken, yaptıkları hizmetlerle dost-düşman hemen herkesin takdirlerini kazanan arkadaşlara bir-iki hususu hatırlatmakta yarar var: Bu çığırın başındaki o büyük zat, o kâmet-i bâlâ, o serv-i revân yapmış olduğu onca devâsâ hizmetlere rağmen diyor ki: "Biz yapageldiğimiz hizmetlerle, ahir zamanda gelecek zâtlara zemin hazırlıyoruz."; "Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. "Allah bu dini facir bir adamla da te'yid ve takviye eder." sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-ü facir bilmelisin; hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucub ve riyadan kurtul."; "Güneşe müteveccih su kabarcıklarında güneşin aksi bulunur. Onlar karanlığa girdiğinde veya güneşle alâkası kesilince her şey de biter." Onun bütün hasiyeti güneşi tam aksettirebilmesindedir, yoksa o güneş değildir. Aynen öyle de, sen kabarcıklar misali Allah'tan gelen şeyleri aksettirebiliyorsan ne güzel!
Görüldüğü gibi bizim çizgimiz bellidir. Bizim en büyük vazife ve misyonumuz kulluktur. Başkalarının medh ü senaları, o medh ü senaların hakkımızda biçtiği makamlarda gözümüz yoktur. Biz, her zaman Hz. Alınin "insanlardan bir insan olmâ' hedefine ulaşmaya çalışmalıyız. Bizim büyüklüğümüz, şahs-ı manevide, güncel tabirle tüzel kişiliğimizdedir. Bâki hakikatler, fani şahısların üzerine bina edilemez.. bina edilse, onlar âhirete irtihal ettiğinde, dava da akîm kalır. Bu açıdan birbirimizle irtibatımızı kavî tutmalı ve sabah-akşam bir ve beraber olma yollarını araştırmalıyız.. araştırmalı ve vahdet-i ruhiyemizi korumaya çalışmalıyız. Kendimizi her daim sıfırlayarak yolumuza devam etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, "büyüklerde büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyettir. Küçüklerde küçüklüğün alameti tekebbürdür." "Ben yaptım, ben ettim." demek şirkin bir uzantısıdır. Ene'yi yırtıp, Nahnüyü ya da "Hu''yu göstermek bizim vazifemizdir. Topluluk içinde ihtilaf çıkarmama, yalanın en küçüğüne dahi tenezzül etmeme de yine vazifelerimiz cümlesindendir. Çeşitli vesilelerle anlattığım şahsî velayet değil, cemaat veliliğini yakalamak gayemizdir. O halde yapılan ve yapılacak olan medh ü senalar bizi bizden almamalı ve vazifelerimizi yapmaya engel teşkil etmemelidir. Bu ise, yukarıdaki esasları benimsemeye ve özümsemeye bağlıdır.
DÜNYA-UKBÂ DENGESİ
Hakiki Müslüman yeryüzünün hakiki mirasçısıdır. Bu inanç, düşünce, müessiriyet ve yönlendirme plânında bir hakimiyettir. Zaten Allah mü’minlerin baş milletlerin sultası altına girmesine de katiyen razı değildir. Allah'ın razı olmadığı şey, şayet tahakkuk etmişse, müminler fert, aile, cemiyet ve millet olarak topyekün hepsi günahkardır. Bu mesele Müslüman milletlerin mahkumiyetleri açısından da değerlendirilebilir.
Allah'ın razı olduğu böyle bir hâlin hayata geçirilmesi, ancak dava düşüncesine sahip mefkûre insanlarıyla mümkün olacaktır. Efendimiz'in "Cihad niyeti olmayan insanın bir çeşit cahiliye ölümü ile ölmüştür" (Bu, yukarıda arzetmeye çalıştığımız düşünce ve anlayışın dünya çapında temsil mânâsında bir cihattır) şeklindeki beyanından hareketle, her Müslüman bu uğurda önce ciddi bir cehdî ve gayret içinde bulunmalı veya en azından böyle önemli bir meselenin niyetini paylaşmalıdır. Aksi hâlde, ferd kaybettiği gibi, İslâm dini de kendini taşıyacak omuzlar bulamadığı için hep mahkum konumda kalacaktır.
Bu işi gerçekleştirecek dava erlerinin -bana göre- ihlâs, samimiyet ve dünyevî beklenti içinde bulunmamaları gibi vasıflarının yanında, dünyaya bakış açıları çok önemlidir. Tarihe bu gözle baktığımız zaman Firavun, Nemrut, Karun.. gibi insanlar dünyaya karşı bakış açılarını tam tespit edemedikleri için kaybetmişlerdir. Böyle bir kayıp herkes için de her zaman bahis mevzuudur. Onun için dünyanın inanç ve amel itibariyle hem çok iyi beslenmesi, hem de çok iyi yönlendirilmesi elzemdir.
Sahabe-i Kiram bizim arzettiğimiz çerçevede bu dengeyi kurmuş ve işletmiş örnek bir topluluktur. Rivayetlere göre, Hz. Osman'ın 500 deveyi bir defada üzerindeki yükleri ile birlikte infak etmesi akıl ve mantıkla izah edilecek gibi değildir. Bununla, Hz. İbrahim'in, hâdisenin sıhhatı tenkit edilse de, "Subbûhun, Kuddûsun, Rabbü'l-melaiketi ve'r-ruh" tesbihatı karşısında, vadiler dolusu koyunlarını vermesi arasında fark olmasa gerek. Hâlbuki biri peygamberdir, diğeri de İnsanlığın İftihar Tablosu'nun müntesibi mutevâzi bir insan. Demek ki Hz. Osman, bu davranışıyla peygamberâne bir ceht ortaya koyuyordu. Zaten Tebuk savaşı öncesi, ordunun techizatı için infak ettiği mal-menal sonucu, Allah Rasulü'nün, gözleri dolu dolu "Osman'a bugünden sonra yaptığı şeyler zarar vermez" buyurması da bunu destekler mahiyettedir.
Evet, dünya-ahiret dengesinin iyi kurulması ve çok sık tekrar ettiğimiz gibi, "dünyaya dünya, ukbâya da ukbâ kadar" değer verilmesinin anlaşılması ve hayata geçirilmesi çok önemlidir. Abdulkadir Geylani Hazretlerine ait şu menkıbe de bunu anlatan örneklerdendir:
Birisi, "Benim ayağım, bütün velilerin omuzları üzerindedir.." diyen şu veliyi göreyim düşüncesiyle Hazretin evine gidiyor. Kapıdan içeri girince, köpeklerin boynunda altın tasmalar görüyor. Bu manzara karşısında şahıs şaşırıyor ve "köpeklerinin boynuna altın tasma takacak kadar dünyaya dalmış bir insan, nasıl oluyor da veli olabiliyor.." diye içinden geçiriyor. Sonra Hazretin huzuruna vardığında, Hazret: "Biz onları gönlümüze sokmadık; konulacak yere koyduk" şeklinde düşüncelerini dile getirir.
Evet düşünce ve amel bu olduktan sonra dünya malının hiç mi hiç zararı yoktur. Üstad Hazretleri buna "dünyayı kalben terk etme, kesben terk etmeme" mealindeki sözleri ile yaklaşır.
Hâsılı, dünyaya bakış açısı adına arzettiğimiz bu temel düşünceler, yeryüzü mirasçılarının vazgeçilmez vasıflarındandır. Bu ufku kazanamamış insanların ise, doğru hedefe, doğru vasıtalarla ilerlese de, günün birinde yollarda takılıp kalacağı kuvvetle muhtemeldir.
İFRAT ve TEFRİT
Her düşüncede ifrat ve tefrit olabilir. Her ikisi de öldürücü zehir hükmündedir. Evet, safvet ve sadelik derken, herşeyi kılık ve kıyafet derbederliğinde, eski bir post, kırık bir çömlek, örümcekli bir yuvada arayanlar yanıldıkları gibi, onu başa geçirilen bir frenk külahında ve dekolte bir tayyörde arayanlar da yanılmışlardır.
İLÂHÎ LÜTUFLARIN DEVAMI YOLUNDA
Soru: Tarihî seyir içinde cereyan eden hâdiselerle mukayese edildiğinde âdetâ dengeler kuşağında yaşarcasına İlâhî lütuflara mazhar olduğumuz sık sık ifade buyurulmakta. Bu lütufların temadisi için fert ve cemaat olarak bizlere düşen vazifeler nelerdir?
Cevap: Allah’ın üzerimize sağnak sağnak yağdırdığı rahmetini “tahdis-i nimet” olarak sık sık zikrediyoruz.. zikretmeliyiz de. Nasıl zikretmeyelim ki, bizler bir damla yağmura hasret kaldığımız günlerin, maneviyat adına kurumuş, çatlamış çorak yerlerin ve bir çorak dönemin insanlarıyız. O günlerden Rabbim, bizlere inayet ve lütufda bulunup bu günlere eriştirdi. Ne var ki, Allah’ın inayet kerem ve lütfunun bizi kuşatması ayrı bir mes’ele, bunların temâdisi de ayrı bir mes’eledir.
Kanaat-i âcizânemce bu nimetlerin devam ve temâdisi adına yapacağımız ilk iş, mevcut halin geriye tek adım bile atılmaksızın, istikamet üzere korunmasıdır. Bir misal verecek olursak; radyoda kanal ayarlaması yaparken evvela aradığımız kanalı bulur, sonra da bulduğumuz kanalda sabit kalıp artık diğer kanallar üzerinde ibreyi gezdirmeyiz. Belki, kanal üzerinde ibreyi hafif sağa-sola oynatıp en net dalgayı yakalamaya çalışırız. Aynen bunun gibi, sebepler plânında bu nimetlerin bize gelmesine vesile olan ızdırap, dua, aksiyon gibi özellikleri, onları muhafazanın yanında daha da ileri götürmeliyiz ki, üzerimizdeki lütuf ve ihsanların devamı adına ilk adımı atmış olalım.
Bir diğer nokta da, yaptığımız işlerde en halisaneyi, en müttakiyaneyi, en zahidaneyi, en veliyyaneyi bulmaya çalışmalıyız. Hem de bir ömür boyu bunun arkasında olma kaydıyla. Aksi takdirde, aksiyon ruhunun dumûra uğradığı an, “Hücümat-ı Sitte”deki gailelerin hemen çepeçevre bizi kuşatacağı kaçınılmaz olur. İşte o zaman birbiriyle çok irtibatlı ve biri diğeri hesabına işleyen fâsit dairelere götürücü olan bu gailelerden birinin ağına düşüp helâk olabiliriz. Zira bu öldürücü virüsler arasında öyle enteresan bir haber ağı vardır ki, biri bünyeye girip vücudun mukavemetini kırınca, hemen diğer virüslere “sen de gel” sinyali gönderir. Böylece bu virüsler birbirlerine telgraf çeker gibi manevî bir irtibat kurmak ve bir fâsit daire teşekkül ettirmek suretiyle içine girdikleri bünyeyi yıkmaya başlarlar. Biraz daha açacak olursak; ferdin bünyesine giren korku virüsü, tenperverlik virüsünü çağırabilir. Vücudun mukavemeti biraz daha kırılınca, sinyali alan şöhret bir hamlede içeri dalabilir... En sonunda vücud bir daha da iflah olmaz bir hale gelir ki, Allah’tan inayet ola..! Evet, şayet hususî bir lütuf, inayet olmazsa bu kerteden sonra onun için ayağa kalkmak mümkün olmayacaktır.
O halde bir yandan Rabbimizin lütuflarına mazhariyetimizi muhafaza ederken, diğer yandan da “daha yok mu?” dercesine, daha yüksek mertebelere tırmanma gayreti içinde olmalıyız ki, bu gaileler başımıza gelmesin.
Evet, her lütuf kendi cinsinden şükür ister. Şayet Rabbimiz bize imâna uyanmayı ve aynı zamanda başkalarını da uyandırma şuurunu lütfetmişse, hatta bizi, hayatımızın gayesi bu olduğuna sık sık ihtarlarda bulunmuşsa, bu nimet de yine aynı cinsten bir şükür ister. İşte bu şükür ve şükrün devamıdır ki, lütfun devamına sebep olacaktır. Allah (cc) “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Ama nankörlük ederseniz azabım çok şiddetlidir”(İbrahim, 14/7) buyuruyor. Dikkat edecek olursanız burada “nankörlük ederseniz, nankörlüğünüzü artırırım” demiyor. “Nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir” buyurmak suretiyle, bir taraftan bizi müstakim bir çizgiye çağırıyor, diğer taraftan azaptan korunma ve lütfa mazhar olmanın yoluna işaret ediyor. İşte biz de, böyle bir imâna uyanma nimetine karşı, başkalarının imâna uyanmasına sebep olma şükrüyle mukabelede bulunuyor ve yeni yeni nimetlere mazhariyet bekliyoruz. İnşâallah bu sayede yakînimiz daha da ziyadeleşiyor ve Rabbimizi daha da yakından hissediyoruz... Üstadımız “Kendilerine verdiğimiz şeylerde infak ederler”(Bakara, 2/3) âyetinin tefsirini yaparken, umumîliğe gidiyor ve şu açıklamayı yapıyor; “Malın zekâtı olduğu gibi bedenin, zekânın, hafızanın, muhakemenin, hatta nutkun da kendine göre zekâtı vardır.” Her şeye hakkını vermek gerekir. O halde bize gelen bu lütufların temâdisi için aynı cinsten şükürle mukabelede bulunmamız şarttır ve elzemdir.
Bu hususta takip edilmesi gereken bir başka metot da; birbirimize karşı açık kapı siyaseti izlemek suretiyle iç kontrolü temin etmektir. Tıpkı Sahabe-i kiram gibi. Az Asr-ı Saâdet’e gidecek olursak, orada Ashab-ı kiram efendilerimizin birbirlerine karşı söyledikleri dobra dobra pek çok mertçe sözlere şahid oluruz. Bu sözleri bir numune olarak nazar-ı itibara alınca, biz de bunu kametimize göre kendi içimizde tatbik edebiliriz. Yani, “Arkadaş! Eğer bir mes’elede düştüğümü görürsen, elimden tutup kaldır.” “Neydi yahu o halin?” diyerek beni ikaz et. “Bu hususta temerrüd etmeyeceğim” diye karşı tarafa bir hak ve selahiyet tanıyarak, eğrildiğimizde belimizi doğrultacak bir arkadaş seçebiliriz. Yalnız burada önemli olan husus, Üstad’ın, “perdeyi yırtmamak” tabiriyle dile getirdiği ölçünün iyi ayarlanmasıdır. Evet bence “Allah’ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle baş başa bırakma” diye dua dua yalvaran şahsın bu kapıyı arkadaşlarına açması ve yapılan ikazları “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” olarak kabul etmesi gerekir. Selahaddin-i Eyyûbî veya Nureddin-i Zengî bir şahsın, Yavuz Zenbilli’nin, Kanunî Ebussuud Efendi’nin ikazları karşısında dize gelmiş ve “Allah senden razı olsun, yoksa başımı almış gidiyordum” demişlerdir. O halde biz kim oluyoruz da, böyle ikazlara karşı kapımızı kapatıyor, hatalarımızı gösteren insanlara karşı tavır alıyoruz?
Hâsılı; biz kendimizi değiştirmedikçe Rabbimiz bizi değiştirmeyecektir. Ama kendi kendimizi değiştirmemizin temini hususunda nesf-i emmaremize karşı bize yardımcı olacak ve bizi kendi halimize terk etmeyecek vefakâr dostlara da çok ihtiyacımız var.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE…
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenâtı itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi kat'î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir.
Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Name=74; HotwordStyle=BookDefault; emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef'al ve akval ve ahvâlinde istikamet, kat'î bir surette görünüyor. Meselâ kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olarak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir.
Ve hâkezâ, bütün sünen-i seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer'iyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinap etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde iktisadı rehber ve israftan kat'iyen içtinap etmiştir. Name=78; HotwordStyle=BookDefault;
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
İSLAM VE DENGE
İslâmiyet, ruh ile madde, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuştur. Yahudîlik beden zevklerini ve maddî faydaları ön plânda tutar. Mensuplarını hırsla dünyaya bağlanmağa sevkeder. Hıristiyanlık ve Hind dinleri ise, sadece ruhu geliştirmeye, vücuda eziyetler çektirerek nefsin arzûlarını zayıflatmaya, dünya hayatını boşlamaya önem verirler. Buna karşılık İslâmiyet, ruh ile beden, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuş; ne bedene, ne de ruha ızdırap çektirmeyi esas almıştır. İkisine de aynı ölçüde değer vermiş; herbirinin ihtiyaçlarını ayrı ayrı karşılamayı kabul etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allahım, bize dünyada iyilik, âhirette de iyilik ver" âyeti, İslâm'daki dünya ve âhiret dengesini en iyi şekilde belirtmektedir.
İslâm, ne dünyaya fazla değer vererek âhiretin, ne de âhirete ağırlık vererek dünyanın terkedilmesine izin verir...
Âhiretin dünyada kazanılacağını söyleyerek, "hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için" çalışılmasını ister...
DÜNYA-AHİRET DENGESİ
İnsanlar bir türlü aşırılıklardan kurtulamıyorlar. Hatta, Halife Harun Reşid'in kardeşi olduğu söylenen Behlül Dana'dan şöyle naklederler: Behlül, bir gün sarayın avlusunda uzun ve kalın bir kalasın bir ucuna gitmiş tutup kaldırmış. Sonra öbür ucuna gitmiş yine tutup kaldırmış. Sonra tam ortasından kavrayıp kaldırmak istemiş; ama bir türlü başarılı olamamış. Bütün gayretleri boşa gitmiş. Pencereden olayı seyreden Harun Reşid, Behlül'ü huzuruna çağırmış ve "Sen saatlerce orada ne uğraşıp duruyordun? O koca kalası kaldıramayacağın belli. Ne diye vaktini boş yere harcadın?" diye sormuş. Behlül, "Bu kalasın bir ucu dünya, öbür ucu ahiret olsa, ben teker teker uçlarından kaldırabilir miyim? diye düşündüm. Sonra bakalım, hem dünyayı hem ahireti beraber kaldırabilir miyim, dedim; ama ne yaptımsa hakkından gelemedim." demiş.
Harun Reşid dersini almış ve "Aslında sen beni kastediyorsun, beni irşad ediyorsun. Bilirim sen zaten boş bir şey yapmazsın." demiş. Doğru olmasına doğru; ama insan sahabeler gibi manen çok güçlü olsa her hâlde kaldırır gibi geliyor bana... Birilerinin "Çiroz Abdurrahman, senin böyle bir şeye nereden gücün yetecek?" dediklerini işitiyor gibiyim. Fakat, Gönlün Yar'da (yani gerçek sevgili olan Allah'ta), elin kârda (ticarette, dünya için çalışmada) diye bir dengeden bahsedenler ve "Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır." Yani elin dünyada çalışırken, gönlün dünyaya değil Allah'a bağlı olmalıdır. Ben çiroz olsam da bunu gerçekleştirebilecek, yaman pehlivanlar çıkabilir. Neden olmasın?
DENGE ŞUURU
Ufkun karardığı, ümitlerin yıkıldığı, değer ölçülerinin alt-üst olduğu felâketli günlerde istikrarın korunması, güven ve huzurun muhafazası, akıl, mantık ve iradenin, hissin önüne geçmesi, millet ve memleketimiz hakkında isabetli ve doğru karar verilebilmesi için kalp ve gönül mimarlarına önemli vazifeler düşmektedir.
Birkaç asırlık İhmalin, manasız sahip çıkılan maddenin, inançsız, sorumsuz, mesuliyetsiz bir neslin meydana getirdiği felâketler, sefaletler, rezalet ve ihanetlere karşı, tahriklere kapılmadan soğukkanlılığını koruyarak daima gelecek nesillerin, gençlerin paratoneri ve ümit kaynağı olmalıdır.
"Haklı, insaflı olur." prensibiyle hareket edip, yeniden ağlayan analara, yıkılan yuvalara, boynu bükük yetim yavrulara sebebiyet verilmemelidir. Sonuna kadar sabırlı; fakat azimli ve kararlı olmalı, gönül baharının kendi seyri içinde olgunluğa ulaşması, insanlık adına yararlı işler yapılması yolunda azamî, maddî manevî fedakârlık gösterilmelidir.
Tarihin derinliklerine indiğimizde, her millet için mukadder olan iniş çıkışlar, gülüp-ağlamalar, gece-gündüzler, yaz- kışlar, galip ve mağluplar hep olagelmiştir.
Zalimler zulümleriyle, mazlumlar da ah ve eninleriyle bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Zalimlerin zulmünü, mazlumların da ahini zerre kadar hayrı, bir o kadar şerri (kötülüğü) zayi etmeyen Allah (celle celâlühû), zalime cezasının verileceği, mazlumun da hakkının alınacağı mahkeme-i kübraya bırakıyor.
Döven, dövülen, zalim, mazlum, galip, mağlup, hepsi ama hepsi iki mezar taşı altına girmeye mecburdur. Acaba kazanan ve kaybeden kim? Elbette eline geçirdiği imkânları, menfaati, şan ve şöhreti adına insanları ezmesi, üzmesi, yakıp yıkması neticesinde zulmün temsilciliğini yapanlar, hukuka tecavüz edenler, gönül yakan ve yıkanlardır. Peki, neden bunlar oluyor? Kim bunların sorumlusu? Niçin sevgi varken nefret? Kardeşlik varken adavet? Yardımlaşma varken kin, nefret ve zulüm irtikap ediliyor.
Yaratılış gayesinden uzak, dünyayı gaye-i hayal haline getirip, hırsla hedeflediği şeyleri yakalamak, elde edebilmek için koşarken, önüne çıkan engelleri bertaraf etme yolunda zulüm yapıyor, vuruyor, kırıyor. Halbuki teklife muhatap sorumluluk taşıyan insan böyle olmamalı, kendine yakışan insan-ı kamil şuuruyla hareket ermelidir.
Sahip olduğumuz imkânlarla, elde ettiğimiz ilim ve imanla saadet asrının insanı olabilme yolunda yarışmalı ve Rasülüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile buluşma aşk ve heyecanını taşımalıyız. Ahir zamanda boyunduruğun yere düştüğü, mukaddeslerin ayaklar altında çiğnenip, hakarete maruz kaldığı bir anda "Gariplere müjdeler olsun" şerefini yakalama yolunda hizmet vermeliyiz. O zaman zulümler bitecek, İlah-i inayet bizimle olacaktır.
Gençliğin ve insanlığın avlanması için her tarafa kurulmuş ağlar, tuzaklar karşısında kendini kurtarma değil, nesli kurtarmayı dert ve hedef edinme dileğiyle.
DENGE İNSANININ RUH PORTRESİ
Denge zıdların çocuğudur. İster fizik âlemde isterse metafizik âlemde eşya zıdlarıyla ayakta durur, zıdlarıyla korunur ve zıdlarıyla varlıklarını devam ettirirler. Bu devam ettiriş, sadece eşyanın zıddıyla bilinmesi çerçevesine hapsedilecek kadar tek yönlü değildir. "Kompleks" mânâsını bütün giriftliği ile kucaklayan bir tablo ile karşı karşıyayız. Çözümünün tamamı, bu dünyada kimseye nasip olmayan; büyük çoğunluğu ahirete sarkan mudil ve karmaşık bilmecenin, harf harf kavgasını verme durumundayız. Ve denge insanı, işte böyle bir kavganın kahramanıdır.
Eteklerinde her iklimin baharını, her hâl ve zamanda ve bütün mekanları içine almak şartıyla sürükleyemeyen insan denge insanı olamaz. Denge, izafiliğin bozguna uğradığı arena. "Olmak ya da olmamak" imbiğinden süzülebilen esirî vak'a. Cazibe-dafia; artı-eksi; ve daha şümullü bir ifade ile madde-antimadde ikiz kardeşlerinin emiştikleri, dolayısıyla kesiştikleri çizgi veya nokta. Çizgi, hedefe vardıran en kestirme ve en kesin yol. Nokta, ummanlara sığmayan mânâları sırlı mahzenine sığdırabilen mihrak. Ancak bu mihraktan hareketle çizilen çizgidir ki, muhteva olarak "Denge" mânâsını kucaklayabilir. Çizgisiz ve noktasız denge düşünülemez. (Nün velkalem) âyeti bu dengeyi resmeder.
Aklı, ihtiyatından bir konak mesafe önde yürüyen veya hissiliğini realite ile izale edemeyen hendesi kafa veya mistik ruh, denge insanının ruh portresini resmetmekten çok uzaktır. O bir akıl işi olduğu kadar gönül işidir de. Bu portrede hislerin renk cümbüşü kadar, realitenin net çizgileri de vardır. Mükemmel meyve, lüb ve kısırdan meydana gelir. Rahmaniyetin bütün cilveleri içinde ve dışında oynaşan meyve en mükemmel meyvedir ve o denge insanıdır. "Rahman" dedikten hemen sonra, "İnsanı yarattı" denmesinde bu sır saklıdır. Ve "İnsan" kelimesinin başındaki lam-ı tarif, bir bakıma varlığın hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesi olan Denge insanı'nı anlatmaktadır. Hz. Adem'de geçici olarak denge sarsılır. Çünkü o, Özünde insan cinsinin kaderini billurlaştırmaktadır. Sarsılma bundandır. Yoksa her nebi aynı zamanda denge insanıdır. Aksi hâlde içtimai dengeyi kurma ve koruması nasıl mümkün olabilir? Nebiler denge kurmak için gelen seçkinlerdir.
Sevgi dengedir. İzdüşümünde nefret vardır. Aşırılık hangi tarafa meylederse etsin dengedeki hassas ölçü bozulur ve iş aslına döner. Yerini nefrete terkeden sevgi veya aksi hep bu asla dönüştendir. "Sendiğini bir dereceye kadar sev, belki birgün düşmanın olur. Düşmanına da bir dereceye kadar düşman/l/c yap, belki birgün dostun ve sevgilin olur" prensibindeki sarsılmaz denge, söz konusu portrede silinmez bir çizgidir. Mevlâna'nın şu sözü dengenin en çarpıcı misallerindendir. Mayası aşkla yoğrulmuş o büyük insan şöyle der: "Kendini öfke içinde gizleme. Sendeki bu güzellik gizlenecek güzelliklerden değildir.." İşte sevgideki denge. Bir başka adıyla, "Rıza" arşına sıçrama.. "Kahrın da hoş lütfün da hoş" avazesi. Veya elest bezminin vicdandaki yankısı. Yakıcı ve kavurucu; ama olgunlaşmanın tek şartı. Irgalanma; fakat ırakta kalmama. Ne müthiş imtihan. Başarabilen sadece denge insanı. Kamusta "Keşke" ye yer yok. Keşke sarsık insanların iltica kampı. Nesepsiz ve kaypak. Cariyelerin efendilerini doğuracakları haber verilen sistem kadar karanlık ve vehamet dolu bir kelime "Keşke'1. Halledeceği ve ettiği hiçbirşey yok. Ruhunu Helene'ye kaptıran Faust'un neticesiz çırpınışı. Ve denge insanı böyle bir duruma düşmekten müberra ve mualla. Çünkü onun ihtiyatı, her zaman hislerine ve aklına hâkim. İhtiyat dengenin sabit ibresi. Yanıltmayan mihrab. Topuğuna gelmese bile, hiçbir engele yukarıdan bakmama alışkanlığı, daha doğrusu ahlâkı. Bu da denge insanının ruh portresinden ayrı bir çizgi.
Hikmet mânâsında düşünce, o da sözde denge. Kelimelerin mahremiyetini koruma, yani iffet. Gevezelik onun izdüşümü. Yani, iffette tefrit. Bir mânâda şehvet. Söz dünyasında gayr-i meşruya kaymak.. Tek sermayesi zarar. Yunus bu dengeyi ne güzel vecizelendirir:
Az söz erin yüküdür Çok söz hayvan yüküdür Bilene bu söz yeter Sende cevher var ise "Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır söylesin ya da sussun" ifadesinde âbideleşen denge. Portreden bir çizgi de bu.
Ve kerem. Asalette denge. İzdüşümünde, selim fıtrata tiksinti verebilecek ne kadar kelime yığını varsa hepsi.
Kerem, insanlığın özü ve yaradılışındaki ayırıcı özellik. Diğer varlıklar isteseler de kerim olamazlar. Onlar için asalet söz konusu değildir de ondan. Veya bazı hayvanlarda olduğu gibi sadece fizikî durumlarıyla alâkalı bir seçkinlik söz konusudur ve onlar hakkında asalet hakikî mânâsının dışında bir mecaz ifadesi olarak kullanılır. Ama kerim olan insan, asaletin ta kendisidir. Kerem ve asalet hayatını takvadan alır. Takva, hayat gerçeklerini en mahrem köşelerine kadar tanıma ve kavramadır. O'ndan yine O'na sığınma, takvada doruk nokta. Denge insanı, Rahmaniyet burcunda bu noktayı yakalayan insandır.
Şahsiyet dengedir. İzdüşümünde zillet vardır. Ferdiyet, şahsiyet mertebesine sıçramalıdır ki insan bütünüyle kendisi olsun ve düal yasamadan kurtulsun. İzzet ve onur şahsiyetin payandalarıdır. Gurur ve kibir ise zillet fideliğidir. İnsan, izzeti kendisi gibilerin yanında aradığı müddetçe hep zillet zakkumu kemirmeye mecbur kalır. Şahsiyet meyvesi, izzeti Allah'ın yanında arayanlar tarafından devşirilir. Şahsiyet, denge insanının en mümeyyiz ve seçkin çizgilerinden biridir.
Kaderi kabul hürriyette dengedir. Cebri ve İtizalî düşünceler onun izdüşümünü meydana getirir. Kadere iman eden tevekkül semâsında pervaz eder. Tevekkül semâsı namütenahidir. Çünkü orada Ezelî ve Ebedî Zât'a teslimiyet söz konusudur. Başı Allah'a, O'nun nizamına bağlı olan hürdür. Denge insanının her türlü istibdada baş kaldırması bundandır. Tahakküm karşısında feveran asaletten gelir. Hürriyet onun için hayattır. Miskinlik ve anarşi ise esarettir. Biri maddî diğeri manevî sefalet getirir. Denge insanı bunların her ikisinden de çok uzaktır. Çünkü o kadere inanmaktadır. Bu iman onun gözbebeğidir. Dıştan siyah görünür. Fakat o, bütün aydınlığı oradan kucaklar ve bir ışık insanı olur.

 
Üst