III. Barış ve kardeşliğin boyutları
Kur’ân merkezli bir barış ve kardeşliğin sadece mü'minler topluluğu arasındaki ilişkilerle sınırlı olmayıp, mü'min bireyin tüm mahlukatla olan ilişkilerini de ihtiva etmesi gerektiğini daha önce vurgulamıştık. Günümüz insanının en çok muhtaç olduğu şey “barış ve kardeşlik” olduğuna göre, Kur’ân'ın bu konudaki görüşünün biraz daha açılması gerekmektedir. Bundan dolayı, önce Kur’ân'ın müslümanla bütün mahlukat arasında tesis ettiği ilişkiye işaret edeceğiz. Müslüman önce bu kâinatın bir parçası, sonra insanlık aleminin bir ferdi ve nihayette ise, İslâm ümmetinin bir ferdidir. İslâm'ın ihtiva ettiği barış ve kardeşlik tüm bu geniş alanlarda da tezahür ettiğinden, önce kâinatla olan ilişkisini ortaya koymaya çalışacağız.
a. Müslümanın kâinatla olan kardeşliği
İslâmî dünya görüşü bütün mahlukatın (canlı-cansız) Allah tarafından yaratıldığı esasına dayandığından, insan da bu mahlukatın içinde bir parçadır. Böylece İslâmî anlayışta insan-tabiat iki ayrı ve birbirine yabancı unsur değil, aynı Yaratıcı tarafından yaratılmış birer mahlukturlar. Bunu şu âyet açıkça ifade etmektedir: “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar (ümmet).”43 İnsanla tabiat arasındaki farklılık sadece derece farklılığıdır. Bu farklılık insana tabiatı ve tabiattaki mahlukatı istediği gibi kullanmasını değil, belki belli bir sorumluluk duygusuyla ve israf etmeden kullanmasını gerektirir. Ayrıca mahlukatın tümü Allah tarafından yaratıldığı için, manevî ve kutsal bir boyutu olup, Müslümanın onunla manevî bir iliş-kisi sözkonusudur. Konumuz açısından vurgularsak, Müslümanın tabiata ve tüm kâinata bakış açısı şu ilkeler çerçevesinde oluşmaktadır:
Birincisi, bizi kuşatan âlem Allah’ın eseridir. Herşey O’nun varlığını göstermekte ve O’na işaret etmektedir. Tabiatı korumak, Allah’ın bir âyeti olarak, onun değerini muhafaza etmektir.
İkincisi, tabiattaki bütün varlıklar Yaratıcısını devamlı tesbih halinde bulunur. İnsanlar bu tesbihin şeklini veya niteliğini anlamayabilirler. Fakat Kur’ân’ın tanımladığı bu gerçek, tabiatla olan ilişkilerimizi maddî ve faydacı boyuttan daha büyük ve metafizik bir boyuta taşımaktadır.
“Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herşey Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, Ne var ki siz, onların tesbihini anlamıyorsunuz. O, çok halîm (merhametli) ve bağışlayıcıdır.”44
“Göklerde ve yerde ne varsa, herşeyin hakiki sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.”45
“Görmedin mi ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor.”46
Bu hakikatı ifade eden daha birçok âyetler bulunmaktadır. İslâm düşünce ve tasavvufunun büyük temsilcileri olan Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahmed-i Yesevî ve benzeri büyük şahsiyetler Kur’ân’dan aldıkları bu bakış açısını ve anlayışını kendi düşüncelerinde ve hayatlarında çok güzel yansıtmışlardır. Kâinatı adeta bir kitap gibi okumuşlar ve kâinattaki ilahî zikir ve ibadete iştirak etmişlerdir. Mevlânâ’nın Kur’ân’dan aldığı ilhamla bunu şöyle ifade ettiği görülmektedir:
“Toprak, su, hava bize ölü görünseler de, Allah nezdinde canlıdırlar.”47
“Rüzgar, toprak, su ve ateş kölelerdir. Benimle, seninle ölüdür. Hak’la diridirler, ancak O’nun emrini tutarlar.”48
“Bu cansız olan bulut, vaktinde yağmur yağdırmanın gerekli olduğunu ne bilir? Bu bitkiyi kabul edip, bir yerine on veren toprağı da görüyorsun. Bunları bir kimse yapıyor. İşte sen asıl O’nu gör.”49
“Toprak bile ulu Tanrı’nın kendisine verdiği herşeyden, cemad (cansız) olmasına rağmen, haberdardır. Eğer öyle olmasaydı suyu nasıl kabul ederdi ve herşeye nasıl süt-annelik eder ve onu beslerdi?”50
Yunus Emre’ye göre ise, Cennetin ırmakları Allah Allah diyerek akmakta; dağlar, taşlar, kuşlar ve bülbüller hep Allah demekte ve Allah’ı anmaktadır.51
Rahman Baba ise varlığı şu gözle görür:
Yeryüzü O’na ibadetle boyun eğdi,
Gökyüzü O’na tapınmak için eğildi,
Her ağaç ve bitki O’na ruku etmede,
Her ot ve yaprak O’nu öven dil,
Denizdeki her balık O’na hamd u sena eyler,
Kırlardaki, tarlalardaki her kuş onu tebcil eder.52
Günümüz İslâm düşünürleri de kâinatın sembolik boyutuna dikkat çekmiş ve onun bize Allah’ı tanıtan boyutunu vurgulamışlardır.53 Ancak kâinat kitabını en coşkulu şekilde okuyan ve ondaki mânâları keşfedenlerin başında Said Nursî'nin geldiği görülmektedir. Daha önce de işaret edildiği gibi, kendisinin Kur’ân tarzını takip ederek telif ettiğini söylediği Risale-i Nur’larda kâinat kitabının mütalaası büyük bir yer tutar. İslâm’ın sistemden dışlandığı, her türlü dinî eğitimin yasaklandığı; dinîn anlaşıldığı, tahsil edildiği ve öğretildiği kurumlar olan medrese ve tekkelerin kapatıldığı; daha önemlisi alfabenin değiştirilmesiyle tüm kültürle tam bir kopuşun yaşandığı bir dönemde, Nursî kâinat kitabını okumuş ve herkese de nasıl okunacağını öğretmiştir. Bu konu üzerinde müstakil çalışmalar gerektirecek kadar önemli ve geniştir. Sadece birkaç örnekle yetineceğiz. Kendisinden Allah'ın varlığı ve birliğiyle ilgili soru sorulması üzerine telif ettiği “Otuzüçüncü Söz”deki şu ifadeleri, kâinat kitabını okuyuş tarzı ve metodu hakkında bazı ipuçları vermektedir:
Şimdi rüzgarlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faydalarının ve vazifelerinin şehadetiyle, gâyet mühim ve kesretli va-zifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hâkim tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbanînin çabuk yerine geti-rilmesine sür’atle çalışmaktır.
Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara: Yerden, dağlardan kaynamaları, tesadüfî değildir. Çünkü onlara terettüp eden, âsâr-ı rahmet olan faydaların ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hacetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delaletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, O’nun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.
Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevherlerin ve madenlerin envaına bak: Bunların tezyinatları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni-i Hakîmin tezyiniyle, tertibiyle, tedbiriyle, tasviriyle olduğunun, onlara müteallik hakimane faydaları ve mesâlih-i hayatiye ve levazımat-ı insaniye ve hâcât-ı hayvani-yeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.
Şimdi çiçeklere, meyvelere bak: Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir Mün’im-i Rahîmin sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak, muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.
Şimdi kuşlara bak: Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.
Şimdi bulutlara bak: Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ve gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ....
Şimdi göğe bak: Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız kamere dikkat et. O’nun hareketi bir Kadîr-i Hakîmin emriyle olduğu....54
Said Nursî’nin bakış açısını iyi anlayan ve hatta hayran olanlardan, bu konuda yaptığı çalışmalarla tanınan Alman Ursula Spuler’in konuyla ilgil tesbiti şöyle:
Said Nursî bir Müslüman alimi olarak Kur’ân’dan aldığı ilhamla Cenab-ı Hakkın tabiatta, insanda; hatta bir sinek ve bir tohumda icraatını görmüştür. Eğer onun Kur’ân’dan beslenen bu bakış açısı dünyada tesirini gösterse, insanlık kendine gelirdi.”55
İslâm beldelerini ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, Müslümanların tabiat ve tabiattaki bütün canlılarla nasıl bir barış içinde yaşadıklarına tanıklık etmektedirler. Bunların en önemlilerinden birisi olan Fransız şair Lamartine bu gerçeği şöyle ifade eder: “Türkler [Müslümanlar] canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı herşeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.”56
Ecdadımızın bu Müslümanca tavırlarının ve beraber yaşadıkları bütün canlılarla çok güzel ve dengeli bir tavır geliştirmelerinin kökeni Kur’ân ve Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarıdır. Hz. Peygamber, hayvanların ve kuşların korunmasını; onlara eziyet edilmemesini; temizlik ve bakımlarının yapılmasını; yaratılışlarına uygun işlerde kullanılmasını; fazla yük yüklenmemesini emretmiş; av yasağı koyarak rastgele eğlence için avlanılmamaları konusunda ciddi tedbirler almış ve emirler vermiştir.57
Üçüncüsü, Kur’ân’ın “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir”58 âyetine dayanarak, insanlığın bu dünyada yaşayan tek ümmet olmadığını beyan etmesi, insanların devamlı olarak diğer ümmetlere üstün olmadığını beyan etmesi, bu diğer yaratıkların (ümmetlerin) da bizim gibi varlıklar olduğu, saygıya ve korumaya değer oldukları anlamına gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün yaşayan varlıkları hürmete ve yumuşak davranışa şayan olarak telakki ediyordu.
Dördüncüsü, İslâmî dünya görüşü bütün insan ilişkilerinin adalet ve ihsan [kavramları] üzerine kurulu olduğu anlayışına da-yalıdır: “Muhakkak ki, Allah adaleti ve ihsanı emreder.”59 Bu prensip, adaleti mutlak bir değer olarak almakta, Müslümanın tüm mahlukatla olan ilişkilerinde adalet ve ihsanı emretmektedir.
Beşincisi, Allah’ın yarattığı bu kâinatın dengesi aynı şekilde muhafaza edilmelidir. Çünkü “O’nun katında herşey ölçü iledir.”60 Yine, “Hiçbir şey yoktur ki, O’nun hazineleri Bizim yanımızda olmasın; ama Biz onu bilinen bir miktar ile indiririz.”61
b. Müslümanın insanlarla olan kardeşliği
Kur’ân’a göre insan mahlukatın en şe-reflisidir. Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu nedenle insana çok önem verilmiş ve yüceltilmiştir. Bir insanı suçsuz yere katletmek, tüm insanlığı katletmeye denk tutulmuştur. Hz. Peygamber, Yahudi cenazelere saygı göstermiş ve böylece insan olma sıfatının, filan dine mensup olma sıfatından önce geldiğini göstermiştir. Müslümanların, diğer din mensuplarına karşı hoşgörü ve diyaloga dayalı bir gelenek oluşturmalarında bu anlayışın büyük payı bulunmaktadır.
Diğer yandan, Müslümanların kendi dışındakilere karşı olan bakış açıları Kur’ân'daki ilkelere dayandığından, hiçbir zaman hakimiyetleri altındaki insanları dinlerini değiştirmeye ve Müslüman olmaya zorlamamışlardır. Bu, Kur’ân'ın “Dinde zorlama yoktur”62 ilkesinin tabiî bir sonucu olarak görülmelidir. Böylece fethedilen bölgelerdeki insanlar hiçbir zorlamaya maruz kalmamış, aksine cizye ödemek şartıyla63 din ve inançlarında serbest bırakılmışlardır. Üstelik cizye, kadınlardan ve çocuklardan, yaşlılardan, fakirlerden, işsizlerden, özürlülerden, ticaretleri olmayan kilise mensuplarından alınmıyordu. Mükellef olanlardan ödemeyenlere sadece hapis cezası vardı. Onlara bedenî ceza uygulamak ve hakarette bulunmak kat’iyetle yasaktı. Hz. Peygamber'in şu beyanları, müslüman idarecilere daima ışık tutmuştur:
“İnsanlara azab edene Allah da azab eder.”
“Kim bir zımmîye zulmeder ve ona gücünün dışında iş yüklerse, kıyamet günü beni karşısında bulacaktır.”64
İnanç konusunda zorlama, dinin özüne aykırı olduğundan, daha İslâm'ın ilk gününden itibaren böye bir zorlamaya yer ve-rilmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber’e (s.a.v.), “asıl görevinin tebliğ olduğu, yoksa insanları hidâyete erdirme olmadığı” bir âyette açıkça belirtilmiştir.65
Bu konuda Hz. Peygamber'in uygulamaları da tabiî ki Kur’ân'daki ilkeler çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber Mekke’den Medine'ye hicretle beraber, Yahudi toplumuyla birarada yaşamaya başlamıştır. Hz. Peygamber Yahudi toplumuyla olan ilişkilerini yazılı bir metin şeklinde ortaya koymuştur. Hz. Peygamber'in Medine ileri gelenlerini toplayıp vücuda getirdiği bu Şehir-Devleti Nizamnâmesi, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk Anayasa olarak kabul edilmektedir.
Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve Muhacir müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe, işbu yazılı metnin 2. ve 25. maddelerinde ümmet ismi verilmektedir. Ayrıca 25. maddesinde, “Müslümanların dinleri kendilerine, Yahudilerin dinleri de kendilerinedir” denilerek Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu görülmektedir. Prof. Hatipoğlu'na göre, “Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idâre altında birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir.”66
Mekke'nin güneyinde kalan Necrân bölgesi, Hicaz’ın Hıristiyanlık merkezi durumunda idi. Yine Hz. Peygamber'in Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı anlaşmada onlara, hem kendilerine hem de daha sonraki nesillerine şamil olmak üzere, kimsenin dininden döndürülmeyeceğini; dinlerinin, mabedlerinin haç ve suretlerinin masûn kalacağını, din adamlarının dinî mevkilerinden, rahiplerin rahiplikten uzaklaştırılmayacaklarını taahhüd etmiştir.67 Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber Necranlılarla yaptığı anlaşmada, onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mâbedlerine ve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır.
Kur’ân ve Sünnetle belirlenen bu temel çizgi daha sonra gelen Müslüman idareciler tarafından aynen devam ettirilmiştir. Bu bağlamda Hz. Ebu Bekir’in komutanlarına verdiği talimatname ve Hz. Ömer’in Kudüs’ün fethinde yaptığı anlaşma aynı ruhu yansıtmaktadır.68 Hatta Ebu Bekir’in (r. a.) talimatnamesinde “Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin” denilerek tabiî çevrenin savaş durumunda bile tahrip edilmemesi istenmektedir. Bunun detaylarına girmek, bu çalışmanın sınırlarını aşar. Ancak bir ülkede barış ve kardeşliğin temeli, o ülkedeki farklı din ve kültürlerin ve bunların müntesiplerinin can, mal ve ibadet hürriyetlerinin sağlanmasıyla mümkündür. İslâm tarihinin bir kesitini oluşturan, Endülüs Emevî İslâm devletindeki dinî hoşgörü, “çok dinli ve çok kültürlü bir ortamda birarada yaşamaya” örnek olarak verilecektir. Zira bu örnek o kadar göz kamaştırıcıdır ki, özellikle Avrupa kıt’asında modern zamanlar da dahil bir daha tekerrür etmemiştir. Bu nedenle, İsveçli bir diplomat, Avrupa birliğini savunanların Endülüslü Müslüman idarecilerin asırlar önce gerçekleştirdiği; hoşgörü ve barışın hâkim olduğu çok kültürlü Elhamra'yı örnek almasını teklif etmektedir.69
Bilinenin aksine, Müslümanlar Endülüs’ü savaş ve ordularla değil, sahip oldukları ahlâkî değerlerin yardımıyla fethetmişlerdir. İspanya'nın fethi böylece Vizigotların baskı ve zulümlerinden bıkmış yerli halkla ve özellikle de Kilisenin baskılarına dayanamayan Yahudilerin yardımıyla gerçekleşmiştir. Zira, 694 se-nesinde toplanan bir konsül “Yahudilerin Hıristiyanlaştırılmasından da öte, köleleşti-rilerek Hıristiyan ailelere dağıtılmalarını veya satılmalarını” kararlaştırmıştır.70
Müslümanların yerli Hıristiyan halka ve Yahudilere karşı bakış açılarını ve izleyecekleri siyaseti, Müslüman komutan Abdulaziz b. Musa ile İspanyol idareci Teodomiro arasında imzalanan anlaşma metninde görmek mümkündür:
Rahman ve Rahîm Allah'ın adıyla.
Abdulaziz'den Teodomiro'ya
Teodomiro barışı kabul etmiş, karşılığında kendisine Allah'ın ahdi ve zimmeti verilmiştir. Üzerinde ittifak edilen şartlara uydukları sürece, onun ve onun idaresi altındaki herhangi bir Hıristiyanın malına dokunulmayacak; kendileri, çocukları ve kadınları öldürülmeyecek, esir edilmeyecek; dinlerini yaşama hususunda herhangi bir engelle karşılaşmayacaklar, kiliselerine dokunulmayacaktır...71
Müslümanlar, hakimiyetleri süresince bu anlaşmaya bağlı kaldılar. Bunun sonucunda da “İspanya'da tam 800 yıl yaşayacak, parlak ve çok kültürlü bir toplumun temellerini” attılar.72 Zira Müslümanların gelişiyle Yahudiler Hıristiyanların baskısından kurtuldu. Kendi dinlerinde ve yaşayışlarında serbest bırakıldılar. Birçok Yahudi, devlet kademelerinde yükselme imkânı buldu. Birçokları eserlerini Arapça yazmayı tercih etti. Karlsson’ın ifadesiyle “900'lü yıllarda Kurtuba altın çağını yaşayarak, Avrupa'nın en büyük bilim ve sanat merkezi haline geldi. Bu tarihlerde Orta Avrupa’daki kentler tahta kulübelerden oluşurken, 500.000 nüfuslu Kurtuba halkı, kanalizasyona, sokaklarında ışıklandırma sistemine ve kamu hizmetinde 300 hamama sahipti.”73
Hıristiyanların hâkimiyeti ele geçirmesiyle tüm bunlar kısa sürede sona erdi. Hıristiyanların Müslümanlara ve daha sonra da Yahudilere tanıdıkları tercih hakkı sınırlıydı: Hıristiyan olmak, göç etmek veya ölüm.74 Son Müslüman idareci Ebu Abdullah İspanya'yı terkederken bile, Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella ile yaptığı anlaşmada geride bıraktığı Yahudilere de yer vermiştir. 67 maddelik anlaşmanın bir maddesi şöyleydi: “Müslümanların canları, malları ve dinlerine dokunulmayacak, aynı haklar Yahudiler için de geçerli olacak.”75 Bununla beraber, kısa bir süre sonra anlaşmanın hükümleri ihlal edilmiş, Müslümanlara karşı büyük bir zulüm ve Hıristiyanlaştırma hareketi başlatılmıştır. Yahudiler bile bu baskılardan kurtulamamış, Hıristiyan olmak veya göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Bilindiği gibi, Yahudileri hiçbir Avrupa ülkesi kabul etmemiştir. Zamanın güçlü İslâm devleti olan Osmanlılar, Yahudileri himayesi altına alarak, can, mal ve din hürriyetlerini teminat altına almıştır.
Buraya kadar verdiğimiz tarihî malumattan ve özellikle de Endülüs örneğinden amacımız, Müslümanların hakimiyetlerindeki insanlara din, dil, ırk ve renk ayrımı yapmadıklarını; can, mal ve din hürriyetlerini keyfîlikten uzak anlaşmalar çerçevesinde teminat altına aldıklarını göstermektir. Böylece Müslümanların tarihinde insanları farklılıklarından dolayı zulüm, işkence ve asimilasyona tâbi tutma olaylarına rastlanmamaktadır. Bunun en müşahhas göstergesi, tarih boyunca Müslümanların hakimiyetinde olan bölge ve ülkelerde başta Hıristiyan ve Yahudiler olmak üzere çeşitli dinlerin ve kültürlerin müntesiplerinin varlıklarını devam ettirmesidir. Buna karşılık, Hıristiyanların egemen oldukları yerlerde yüzyılımıza kadar İslâm'a yaşama hakkı tanınmamıştır.76 Muasır meşhur tarihçi Arnold Toynbee bu tarihî gerçeği şöyle ifade eder:
“Hıristiyanlar nasihat etmek ve eğitmek dışında bir emir almadılar, ama gel gör ki, pek eskilerden beri, kendi dinlerinden olmayanları demir ve ateşte yoketmektedirler... Hiç şüpheniz olmasın, şâyet Batının Hıristiyanları Araplar ve Türklerin yerine Asya'da hâkim olsalardı, bugün Yunan kilisesinin hiç bir kalıntısına tesadüf edemezdik. İslâm'ın Hıristiyanlığa gösterdiği hoşgörüye Batının Hıristiyanları hiç sahip olmamışlardır.”77
Toynbee'nin de işaret ettiği, Batının bu tekçi ve hoşgörüsüz tavrının klasik örneğini Endülüs, en son örneğini ise Bosna-Hersek oluşturmaktadır. Ayrıca Avrupa ülkelerinde son zamanlarda yükselen yabancı düşmanlığı da hesaba katılmalıdır. Bu düşmanlığın ekonomik nedenlerini inkâr etmemekle beraber, daha çok sosyo-kültürel nedenlerinin, daha doğrusu Batılı insanın “diğerini” algılayış biçiminin etkili olduğunu düşünüyorum.
Bu tarihî tecrübeleri ve örnekleri inceledikten sonra, bazı çevrelerin İslâmî bilincin gelişmesinden endişe duymaları, hele hele bunu çoğulculuk, çok kültürlülük ve beraber yaşamaya bir tehdit olarak algılamaları gerçekten üzücüdür. Böyle bir endişenin temel kaynağı olarak bilgi eksikliği, önyargı ve yanlış anlamanın yanında; Müslümanların da bu ilkeleri iman, islâm ve takva bağlamında ortaya koymada eksiklikleri veya başarısız olmaları gösterilebilir.