Yirmi Dördüncü Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 465

Hakîmin mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa, şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerifin herbir harfi, takriben beş yüze yakın sevabı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir. İşte, buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.

ONUNCU ASIL: Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün... Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-i mümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, “Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.”
blank.gif
1
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür.

Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.

Meselâ, “Gıybet, katl gibidir.” Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, “Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.”
blank.gif
2
Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.
Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en


[NOT]Dipnot-1 bk. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 7740; Müsnedü’l-Firdevs, 3:116, 117.

Dipnot-2
bk. Et-Terğîb ve’t-Terhîb, 3:421, 434; Kenzü’l-Ummâl, 6:422.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>abd: köle (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>bilfiil: fiilen, uygulamada olan (bk. f-a-l)</td><td>daimî: devamlı</td></tr><tr><td>ef’al ve a’mâl-i beşeriye: insanların iş ve davranışları (bk. f-a-l)</td><td>ehâdis: hadisler, Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>ferd-i mükemmel: mükemmel fert, birey (bk. f-r-d; k-m-l)</td></tr><tr><td>gaye-i hayal: hayal edilen gaye (bk. ḫ-y-l)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hasene: sevap, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td><td>hayr: iyilik (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>imkân: mümkün olma, olabilirlik (bk. m-k-n)</td><td>ipham: gizli, belirsiz bırakma</td></tr><tr><td>kaziye-i mümkine: mümkün olan hüküm; olabilirlik içeren önerme (bk. m-k-n)</td><td>kàtl: öldürme</td></tr><tr><td>küllî/külliye: genel, kapsamlı (bk. k-l-l)</td><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mecmu-u hurufat: harflerin toplamı (bk. c-m-a)</td><td>medar-ı fahr: övünç vesilesi</td></tr><tr><td>medar-ı şeâmet: kötülük, uğursuzluk vesilesi</td><td>mikyas: ölçek</td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>muvakkat: geçici</td><td>muzaaf: kat kat</td></tr><tr><td>muzır: zararlı</td><td>mücazefe: abartma, mübalağa</td></tr><tr><td>mümkine: varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan (bk. m-k-n)</td><td>müphem: gizli, belirsiz</td></tr><tr><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>netice: sonuç</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>nisbet: kıyas, ölçü (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td><td>sadaka-i azîme: büyük sadaka (bk. ṣ-d-ḳ; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahrik: harekete geçirme</td><td>taife-i mahlûkat: yaratıklar taifesi (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>takriben: yaklaşık olarak</td><td>tatbik: uygulama</td></tr><tr><td>tergib: isteklendirme</td><td>teşvik: şevklendirme</td></tr><tr><td>vaki: olmuş, mevcut</td><td>vuku: gerçekleşme, meydana gelme</td></tr><tr><td>zehr-i kâtil: öldürücü zehir</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlem-i ebedî: sonsuz âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-b-d)</td><td>âzâd: hürriyetine kavuşturma</td></tr><tr><td>şahs-ı mânevî: mânevî şahıs; tüzel kişilik, kollektif kişilik (bk. a-n-y)</td><td>şer: kötülük</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 466

büyüğü, oranın en küçüğüne muvazi gelemez. Sevab-ı a’mâl o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor, aklımıza sığıştıramıyoruz. Meselâ

مَنْ قَرَاَ هٰذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسٰى وَهَارُونَ
blank.gif
1
yani

اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَرَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعاَلمِينَ وَلَهُ الْكِبْرِيَاۤءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَرَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
blank.gif
2

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celb eden, şu gibi rivâyetlerdir. Hakikati şudur ki:
Dünyada, dar nazarımızla, kısacık fikrimizle, Mûsâ ve Hârun Aleyhimesselâmın sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz? Âlem-i ebediyette, Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebediyede, nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine, birtek virde mukabil vereceği hakikat-i sevap, o iki zâtın sevaplarına—fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına—müsavi olabilir.

Meselâ, bedevî, vahşî bir adam, hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder; o mahdut fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor! Âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar.

[NOT]
Dipnot-1
“Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.” Şeyh Ahmed Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-Ahzâb, s. 263.

Dipnot-2
Hamd o Allah’a mahsustur ki, Göklerin Rabbi, Yerlerin Rabbi, Âlemlerin Rabbidir. Göklerde ve yerde kibriyâ Ona mahsustur. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır. Hamd o Allah’a mahsustur ki, Göklerin Rabbi, Yerlerin Rabbi, Âlemlerin Rabbidir. Göklerde ve yerde azamet Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır. Mülk de Ona âittir. O Göklerin Rabbidir. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Hârun: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Mûsâ: (bk. bilgiler)</td><td>Rahîm-i Mutlak: rahmeti sınırsız olan Allah (bk. r-ḥ-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>bedevî: çölde yaşayan, göçebe</td></tr><tr><td>celb etmek: çekmek</td><td>daire-i ilm ve tahmin: ilim alanı ve tatmin alanı (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>farz etmek: sanmak, zannetmek</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat-i sevap: sevap gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşmet: büyüklük, ihtişam</td></tr><tr><td>mahdut: sınırlı</td><td>mukabil: karşılık</td></tr><tr><td>muvazi: denk, eşit</td><td>müsavi: eşit, denk</td></tr><tr><td>nazar: bakış, düşünce (bk. n-ẓ-r)</td><td>nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sınırsız </td><td>rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>sade-dil: saf, temiz kalpli</td></tr><tr><td>sevab-ı a’mâl: amellerin sevabı, karşılığı</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td><td>taife: topluluk, grup</td></tr><tr><td>tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)</td><td>vahşî: medeni olmayan, yabanî</td></tr><tr><td>vird: devamlı yapılan zikir</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âdi: basit</td><td>âlem-i ebediyet: sonsuzluk âlemi (bk. a-l-m; e-b-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 467

Şimdi, biri o adamlardan birisine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim”; o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih hakaik-ı sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) meçhulümüz olan hakikî sevapları ile muvazene değil—çünkü teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder—belki muvazene edilen, malûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır.

Hem de, deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam-ı aksini tutmakta müsavidirler. Fark keyfiyettedir. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikâs eden mahiyet-i sevap, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tâbidir.

Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet, Kur’ân kadar faide verebilir.
Hem İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i Âzam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz.

Hem de sevap ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik bir şişede, semâvât, nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peydâ eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Hazret-i Hârun: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)</td><td>Katre: damla</td></tr><tr><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td><td>Veraset-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in varisliği</td></tr><tr><td>abd-i mü’min: iman etmiş kul (bk. a-b-d; e-m-n)</td><td>bedevî: çölde yaşayan, göçebe</td></tr><tr><td>daire-i fikr: düşünce alanı (bk. f-k-r)</td><td>deniz-misal: deniz gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>fazilet: değer, üstünlük (bk. f-ḍ-l)</td><td>feyz: mânevî gıda, lütuf (bk. f-y-ḍ)</td></tr><tr><td>feyz-i İlâhiye: Allah’ın feyzi, lütfu (bk. f-y-ḍ; e-l-h)</td><td>hakaik-i sevabiye: sevap gerçekleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşmet: görkem, ihtişam</td><td>haşmet-i padişahî: padişahın haşmeti, görkemi</td></tr><tr><td>hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hâlât: haller, durumlar</td></tr><tr><td>in’ikâs: yansıma</td><td>kaide: düstur, prensip</td></tr><tr><td>kemiyet: sayıca çokluk, nicelik</td><td>keyfiyet: özellik, nitelik, durum</td></tr><tr><td>mahiyet: nitelik, esas </td><td>mahiyet-i sevap: sevabın mahiyeti</td></tr><tr><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td><td>mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>meçhul: bilinmeyen</td><td>mukabil: karşılık</td></tr><tr><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td><td>müsavi: eşit, denk</td></tr><tr><td>müteveccih: yönelik</td><td>mü’min: iman etmiş (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nebî: peygamber (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>niyet-i hâlis: saf, temiz niyet (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>nücum: yıldızlar</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>tamam-ı aks: yansımanın tamamı</td><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>teşbih: benzetme</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>vird: zikir</td><td>zerre: maddenin en küçük parçası</td></tr><tr><td>zıll: gölge</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi</td></tr><tr><td>âyine-i ruh: ruh aynası (bk. r-v-ḥ)</td><td>İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>şeffafiyet peydâ etmek: şeffaflık kazanmak</td><td>şevket: büyüklük, haşmet</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 468

Netice-i kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kavî, hodbin, münekkit adam! Şu On Asıl’ı nazara al; sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif‑i vaki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma. Zira, evvelâ o On Asıl’ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. “Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler. “Hadise râci olamaz. Eğer hakikî değilse, senin sû-i fehmine aittir” derler.

Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl’ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır” de, ilişme.

ON BİRİNCİ ASIL: Nasıl Kur’ân-ı Hakîmin müteşâbihâtı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehâdisin de, Kur’ân’ın müteşâbihâtı gibi, müşkilâtı vardır. Bazan çok dikkatli bir tefsire ve tabire muhtaçtır. Geçmiş misallerle iktifa edebilirsiniz.

Evet, nasıl ki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rüyasını tabir eder. Öyle de, bazan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menâmına tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tabir ediyor. Öyle de, ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam! Sırr-ı
blank.gif
1
مَازَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى ve
blank.gif
2
تَناَمُ عَيْنِى وَلاَ يَناَمُ قَلْبِى hükmüne mazhar ve hakikî hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et.

Evet, uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye bazan telâkki eder. Ondan sorulsa, “Hakikaten ben yaralandım.


[NOT]Dipnot-1 “Göz ne şaştı, ne de başka birşeye baktı.” Necm Sûresi, 53:17.

Dipnot-2
“Benim gözüm uyur, kalbim uyumaz.” Buhari, Teheccüd 16, Teravih 1, Menâkıb 24; Tirmizi, Edeb 86; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 36; Ebû Dâvud, Tahâret 79; Müsned, 1:274.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmetler bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)</td><td>ehâdis/ehadis-i şerife: hadisler, Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)</td></tr><tr><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td><td>evvelâ: önce</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, sorumsuzluk, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l)</td><td>hakikat-i nevmiye: uyku gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>halel: zarar, eksiklik</td><td>hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hodbin: bencil, kibirli</td><td>hüşyar: uyanık</td></tr><tr><td>iktifa: yetinme</td><td>inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>insaf: vicdana uygun davranış </td><td>insafsız: vicdansız</td></tr><tr><td>kat’î: kesin </td><td>kavî: kuvvetli, güçlü</td></tr><tr><td>kemâl-i dikkat: tam bir dikkat (bk. k-m-l)</td><td>mazhar: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mertebe-i ismet: günahsızlık, masumluk mertebesi</td><td>muhalif-i vaki: vakıaya aykırı, gerçeğe zıt</td></tr><tr><td>mutlak: kesin olarak, kayıtsız, şartsız (bk. ṭ-l-ḳ)</td><td>münekkit: tenkitçi</td></tr><tr><td>müteşâbihât: mânâsı açık olmayan âyetler</td><td>müşkilât: zorluklar</td></tr><tr><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>netice-i kelâm: sözün neticesi, özü (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td><td>râci: ait</td></tr><tr><td>sû-i fehm: kötü anlayış</td><td>tabir: açıklama, yorumlama (bk. a-b-r)</td></tr><tr><td>tefsir: yorum, açıklama (bk. f-s-r)</td><td>tekzip etmek: yalanlamak</td></tr><tr><td>telâkki etmek: kabul etmek</td><td>tenvim edilen: uyutulan</td></tr><tr><td>tevil: yorum</td><td>yakzan: uyanık</td></tr><tr><td>âlem-i menâm: uyku âlemi (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 469

Bana top, tüfek atıldı” diyecek. Yanında oturanlar, onun uykusundaki ıztırabına gülüyorlar.
İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar.
ON İKİNCİ ASIL: Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır.

Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü’d-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?

Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat’iyesi, Kur’ân’ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz.

Meselâ, küre-i arz, ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa, hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk... Fakat ehl-i Kur’ân nazarıyla bakıldığı vakit, On Beşinci Sözde izah edildiği gibi, hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan en



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td><td>ahval: haller</td></tr><tr><td>dâmen: etek</td><td>ehl-i Kur’ân: Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; müfessirler gibi</td></tr><tr><td>ehl-i felsefe ve hikmet: felsefeyle uğraşanlar, filozoflar (bk. ḥ-k-m)</td><td>ehl-i hikmet: felsefeyle uğraşanlar, filozoflar (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ehl-i usulü’d-din: din usulcüleri; hadis, fıkıh ve tefsir âlimleri gibi</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>fehmetmek: anlamak</td><td>fen: bilim dalı</td></tr><tr><td>fikr-i felsefe: felsefe düşüncesi (bk. f-k-r)</td><td>hadsiz: sayısız</td></tr><tr><td>hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakaik-i Nübüvvet: Peygamberlik gerçekleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-b-e)</td></tr><tr><td>hakaik-ı kudsiye: mukaddes gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḳ-d-s)</td><td>hakikat-i kat’iye: kesin gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim, bilgi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hükema: filozoflar, felsefeciler (bk. ḥ-k-m)</td><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>küre-i arz: yer küre, dünya</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>maksad: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>makàsıd-ı âliye-i kudsiye: her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan İlâhî maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d; ḳ-d-s)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mihenk: ölçü</td><td>misal: örnek, benzetme (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muallâ: yüksek, yüce</td><td>muhakkıkîn-i İslâmiye: hakikatleri araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m)</td></tr><tr><td>muhtelif: farklı</td><td>mutavassıt: orta derecede</td></tr><tr><td>münezzeh: kusur ve eksiklikten yüce, temiz (bk. n-z-h)</td><td>mü’min: iman etmiş, imanlı (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>nazar: bakış, düşünce (bk. n-ẓ-r)</td><td>nazar-ı Nübüvvet: Peygamberlik bakışı (bk. n-ẓ-r; n-b-e)</td></tr><tr><td>nazar-ı gaflet: gaflet bakışı (bk. n-ẓ-r; ğ-f-l)</td><td>nevm-âlûd: uykulu</td></tr><tr><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td><td>nokta-i nazar: bakış açısı</td></tr><tr><td>semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m)</td><td>seyyare: gezegen</td></tr><tr><td>sır: gizem, gizli gerçek</td><td>tabiat: doğa, canlı ve cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tafsil-i mahiyet: öz niteliğinin ayrıntılı açıklaması</td><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>ulemâ-i ilm-i kelâm: kelâm ilmiyle uğraşan âlimler (bk. a-l-m; k-l-m)</td><td>ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviye: din ve âhiretle ilgili yüksek ilimler (bk. a-l-m; e-l-h; e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td><td>veraset-i Nübüvvet: Peygamber varisliği (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>zikretmek: belirtmek, hatırlatmak</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 470

câmi’, en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, mâkesi; hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı; ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı; ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
blank.gif
1
diyor.

İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur’ân’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.

DÖRDÜNCÜ DAL

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَاۤبُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ


[NOT]Dipnot-1 “Göklerin ve yerin Rabbi.” Kehf Sûresi, 18:14; Sâd Sûresi, 38:66; Zuhruf Sûresi, 43:82; Nebe Sûresi, 78:37.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz: göklerin ve yerin Rabbi (bk. r-b-b; s-m-v)</td></tr><tr><td>arz: yeryüzü, dünya</td><td>azamet-i mâneviye: mânevî büyüklük (bk. a-ẓ-m; a-n-y)</td></tr><tr><td>aziz: izzetli, değerli (bk. a-z-z)</td><td>bedî: güzel, eşsiz (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>besâtîn-i daime: dâimî bostan ve bahçeler</td><td>cevâdâne: çömertçe (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>ehemmiyet-i san’aviye: san’at bakımından önemlilik (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>envâ-ı sağire: küçük çeşitler</td><td>faaliyet-i Rabbâniye: Rab olan Allah’ın faaliyet ve icraatı (bk. f-a-l; r-b-b)</td></tr><tr><td>hadsiz: sınırsız</td><td>hakaret: küçüklük, değersizlik</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hallâkıyet-i İlâhiye: Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; e-l-h)</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hususan: özellikle</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>kesretli: çok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahşer: toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r)</td><td>masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mazhar: görüntü yeri, ayna (bk. ẓ-h-r)</td><td>medar: eksen, yörünge</td></tr><tr><td>mensucât-ı ebediye: sonsuzluğa ait dokumalar (bk. e-b-d)</td><td>menâzır-ı sermediye: daimî manzaralar (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>mesken: ev, mekân (bk. s-k-n)</td><td>mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mezraa: tarla</td><td>meşher: sergi yeri</td></tr><tr><td>mikyas: ölçek</td><td>mucize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>mu’cizât-ı san’ât: san’at mu’cizeleri (bk. a-c-z; ṣ-n-a)</td><td>mâkes: yansıma yeri</td></tr><tr><td>mânen: mânevî yönden (bk. a-n-y)</td><td>mükerreren: tekrar tekrar</td></tr><tr><td>müsademe: çarpışma, çatışma</td><td>nebâtat: bitkiler</td></tr><tr><td>nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)</td><td>nokta-i mihrakiye: odak noktası</td></tr><tr><td>nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)</td><td>nümunegâh: örneklerin bulunduğu yer</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>san’aten: san’at yönünden (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)</td><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>taklitgâh: taklit yeri</td><td>tecelliyât-ı esmâ: Allah’ın isimlerinin yansıması (bk. c-l-y; s-m-v)</td></tr><tr><td>terbiyegâh: terbiye yeri (bk. r-b-b)</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 471

وَمَنْ يُهِنِ اللهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ اِنَّ اللهَ يَفْعَلُ مَايَشَاۤءُ
blank.gif
1

Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız birtek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz, onların ibadetlerinin tenevvüünün bir nev’ini, bir temsille beyan ederiz.

Meselâ,
blank.gif
2
وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى azîm bir mâlikü’l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zat dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimal eder.

Birinci nevi: Onun memlük ve köleleridir. Bu nev’in ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar, seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet lâtif bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar, o mukaddes seyyidlerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o seyyidin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar; ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.

İkinci kısım ki, bazı âmi hizmetkârlardır. Bilmiyorlar, niçin işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan onları istimal ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit küllî gayeler, âli maslahatlar terettüp ediyor. Hattâ bazıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur.



[NOT]Dipnot-1 “Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder. Birçoğu da vardır ki, onlar üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, ona ikramda bulunup şerefli hâle getirecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar.” Hacc Sûresi, 22:18. (Bu âyet secde âyetidir.)

Dipnot-2
“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>amel: iş, fiil</td></tr><tr><td>amele: işçiler</td><td>azîm: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>bina etmek: yapmak</td></tr><tr><td>cevher: asıl, öz</td><td>cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>ferş: yer</td></tr><tr><td>hamd: şükür ve övgü (bk. ḥ-m-d)</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>ibadet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td><td>iktifa etme: yetinme</td></tr><tr><td>intisap: bağlanma, mensup olma (bk. n-s-b)</td><td>istihdam: çalıştırma</td></tr><tr><td>istimal: kullanma</td><td>küllî: çok, büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>medh: övgü</td></tr><tr><td>memluk: köle (bk. m-l-k)</td><td>mukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmış (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>mâlik-i zîşan: şanlı ve şerefli sahip (bk. m-l-k; ẕî)</td><td>mâlikü’l-mülk: bütün mülkün sahibi (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>nam: ad, şan</td><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nev’: tür, çeşit</td><td>semek: balık</td></tr><tr><td>seyyarat: gezegenler</td><td>seyyid: efendi</td></tr><tr><td>tasrih etmek: açık şekilde bildirmek</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenevvü: çeşitlilik</td><td>terettüp: gerekme</td></tr><tr><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td><td>tevehhüm: olmayan birşeyi varsaymak</td></tr><tr><td>vasıf: sıfat, nitelik (bk. v-ṣ-f)</td><td>zerre: atom </td></tr><tr><td>ziyade etmek: artırmak, çoğaltmak</td><td>âli: yüksek, yüce</td></tr><tr><td>âmi: basit, sıradan</td><td>şevk: çok arzu, şiddetli istek</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 472

Üçüncü kısım: O mâlikü’l-mülkün bir kısım hayvânâtı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına muvafık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü, bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidat, fiil ve amel suretine girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir. Ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i mâneviyedir; onunla iktifa ederler.

Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve niçin işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sair ameleler niçin işliyorlar ve o mâlikü’l-mülkün maksadı nedir, niçin işlettiriyor? İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var.

Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü’l-Âlemîn—değil ihtiyaç için, çünkü herşeyin Hâlıkı Odur; belki izzet ve azamet ve rububiyetin şuûnâtı gibi bazı hikmetler için—şu kâinat sarayında, şu daire-i esbab içinde, hem melâikeyi, hem hayvânâtı, hem cemâdat ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor, onlara ibadet ettiriyor. Şu dört nev’i, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir.

Birinci kısım: Temsilde memlüklere misal melâikelerdir. Melâikeler ise, onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibadetlerinde derecatlarına göre tefeyyüzleri var. Demek, o hizmetkârlarının mükâfatı, hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünkü




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Bâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyin yapıcısı olan Allah (bk. ẕü; c-m-l)</td><td>Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)</td><td>Rabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m)</td></tr><tr><td>amel: iş, fiil</td><td>amele: işçiler</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bilkuvve: potansiyel olarak</td><td>cemâdat: cansız varlıklar</td></tr><tr><td>daire-i esbab: sebepler dairesi (bk. s-b-b)</td><td>derecat: dereceler</td></tr><tr><td>envar: nurlar (bk. n-v-r)</td><td>hamd: şükür ve övgü (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hikmet: gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ibadet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td><td>iktifa etme: yetinme</td></tr><tr><td>inbisat: genişleme, yayılma</td><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>istihdam: çalıştırma</td><td>izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n)</td><td>lezzet-i mâneviye: manevi lezzet (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>maksat: istek (bk. ḳ-ṣ-d)</td><td>marifet: Allah’ı tanıma, bilme (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>memlük: köle (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>misal: örnek (bk. m-s̱-l)</td><td>muayyen: belirlenmiş</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>muvafık: uygun</td></tr><tr><td>: su</td><td>mâlikü’l-mülk: bütün mülkün sahibi (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mücahede: mücadele (bk. c-h-d)</td><td>mükellef: yükümlü</td></tr><tr><td>mükâfat: ödül</td><td>nebâtât: bitkiler</td></tr><tr><td>nefs-i amel: işin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>nefs-i ibadet: ibâdetin kendisi (bk. n-f-s; a-b-d)</td></tr><tr><td>nev’: çeşit, tür</td><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>riyaset: başkanlık</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tagaddî: gıdalanma, beslenme</td></tr><tr><td>tefeyyüz: feyizlenme (bk. f-y-ḍ)</td><td>telezzüz: lezzetlenme</td></tr><tr><td>temsil: örnek </td><td>teneffüs: nefes alma, soluklanma</td></tr><tr><td>terakkiyat: ilerleme, yükselme</td><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>vezâif-i ubûdiyet: kulluk görevleri (bk. a-b-d)</td><td>zevk-i mahsusa: özel zevk</td></tr><tr><td>zikir: Allah’ı anma</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>şuûnât: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 473

onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever.
Hem melekler, Mâbudlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesabıyla işledikleri amellerde ve Onun namıyla ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütalâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena’umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.

Meleklerin bir kısmı âbiddirler. Diğer bir kısmının ubûdiyetleri, ameldedir. Melâike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir, tabir caizse bir nevi çobanlık ederler. Bir nev’i de çiftçilik ederler.
Yani rû-yi zemin umumî bir mezraadır. İçindeki bütün hayvânâtın taifelerine, Hâlık-ı Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük, herbir nevi hayvânâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.

Hem de rû-yi zemin bir tarladır; umum nebâtat onun içinde ekilir. Umumuna, Cenâb-ı Hakkın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenâb-ı Hakka ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil Aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır.

Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabehetleri yoktur. Çünkü onların nezaretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesabıyladır ve Onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız Rububiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Hazret-i Mikâil: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>Mâbud: Kendisine ibadet edilen Allah (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>akl-ı beşer: insan aklı</td></tr><tr><td>amel: iş, fiil</td><td>cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>ervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar (bk. r-v-h)</td><td>evâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>hamele: taşıyıcılar</td><td>havl: güç</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>ilham etmek: kalb yoluyla bildirmek</td></tr><tr><td>intisab: bağlanma, mensup olma (bk. n-s-b)</td><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahsus: has, özel</td><td>melek-i müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli melek (bk. m-l-k; v-k-l)</td></tr><tr><td>melekût: varlığın iç yüzü, hakikati (bk. m-l-k)</td><td>melâike-i arziye: dünyadaki işlerle meşgul olan melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mesabe: derece</td><td>mezraa: tarla</td></tr><tr><td>müekkel: vazifeli, görevli (bk. v-k-l)</td><td>mülk: varlığın dış yüzü, maddî âlem (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mütalâa: etraflıca inceleyip düşünme</td><td>müşabehet: benzeyiş</td></tr><tr><td>müşahede: gözlemleme (bk. ş-h-d)</td><td>nam: ad, şan</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nebâtat: bitkiler</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nâzır: bakan, gözetici (bk. n-ẓ-r)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet, ihsan (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>revâyih-i tayyibe: temiz ve güzel kokular</td><td>rezzâkiyet arşı: rızık vericilik makamı (bk. r-z-ḳ; a-r-ş)</td></tr><tr><td>râyiha-i tayyibe: güzel, hoş koku</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>saadet-i azîme: büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>taife-i mahsusa: özel topluluk</td><td>tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye: Allah’ın güzellik ve yücelik sıfatlarının yansımaları (bk. c-l-y; c-m-l; c-l-l)</td><td>tena’um: nimetlenme (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>tenezzüh: ferahlama, rahatlama (bk. n-z-h)</td><td>tesbih: Allah’ı yüce şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>umumî: genel</td><td>âbid: ibadet eden (bk. a-b-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 474

nev’in ef’âl-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezaretleri, onların tesbihat-ı mâneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisanıyla ilân etmek, hem onlara verilen cihâzâtı hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir.

Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-ü ihtiyarîleriyle bir nevi kisbdir. Belki bir nevi ubûdiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikîleri yoktur. Çünkü herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek melâikelerin şu nevi amelleri ise onların ibadetidir; insan gibi âdetleri değildir.

Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvânattır. Hayvânat dahi, iştiha sahibi bir nefis ve bir cüz-ü ihtiyarîleri olduğundan, amelleri hâlisen livechillâh olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için, Mâlikü’l-Mülki Zü’l-Celâli ve’l-İkram, kerîm olduğundan, onların nefislerine bir hisse vermek için, amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor.

Meselâ, meşhur bülbül kuşu,HAŞİYE-1 gülün aşkıyla maruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimal ediyor:

  • Birincisi: Hayvânat kabileleri namına, nebâtat taifelerine karşı olan münasebât-ı şedideyi ilâna memurdur.
  • İkincisi: Rahmân’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvânat tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.


[NOT]Haşiye-1 Bülbül şairâne konuştuğu için, şu bahsimiz de bir parça şairâne düşüyor. Fakat hayal değil, hakikattir.
[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve eşsiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)</td><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l)</td><td>Mâlikü’l-Mülki Zü’l-Celâli ve’l-İkram: bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet ve ikram sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>Rahmân: sonsuz rahmet sahibi olan ve merhametin eserleri bütün varlıkları kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Rezzâk-ı Kerîm: bütün yaratılmışların rızıklarını veren ve pek büyük ikram sahibi olan Allah (bk. r-z-ḳ; k-r-m)</td></tr><tr><td>amel: iş, fiil</td><td>amele: işçiler</td></tr><tr><td>bahis: konu</td><td>cihâzât: donanım, cihazlar</td></tr><tr><td>cüz-ü ihtiyarî: çok az irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r)</td><td>ef’âl-i ihtiyariye: iradeyle yapılan davranışlar, fiiller (bk. f-a-l; ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk.ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>has: özel</td></tr><tr><td>hatib-i Rabbânî: Allah’ın bir hutbecisi, Onun adına koşan (bk. ḫ-ṭ-b; r-b-b)</td><td>hayvânat: hayvanlar</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>hüsn-ü istimal: güzel ve iyi kullanma (bk. ḥ-s-n)</td><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)</td><td>ilân-ı sürur: sevincin duyurulması</td></tr><tr><td>istihdam etmek: çalıştırmak</td><td>istimal etmek: kullanmak</td></tr><tr><td>iştiha: iştah, fazla arzu ve istek</td><td>kabile: topluluk</td></tr><tr><td>kerîm: cömertlik ve ikram sahibi (bk. k-r-m)</td><td>kisb: kazanma, edinme</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>livechillah: Allah için</td></tr><tr><td>maruf: bilinen, tanınan (bk. a-r-f)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>memur: görevli</td><td>muvazzaf: vazifeli, görevli</td></tr><tr><td>münasebât-ı şedide: kuvvetli bağlantılar (bk. n-s-b)</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>nefis: kendisi; maddî lezzetlere düşkün olan güç (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nev’: çeşit, tür</td><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>saray-ı kâinat: kâinat sarayı (bk. k-v-n)</td><td>sikke: varlıkların Allah’a ait olduklarını gösteren üstlerindeki mühür, damga</td></tr><tr><td>tahiyyât-ı mâneviye: mânevi selâm ve dualar (bk. ḥ-y-y; a-n-y)</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m)</td><td>tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tasarruf-u hakikî: gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>tesbihat-ı mâneviye: sözle değil de mânâ ile yapılan tesbihat (bk. s-b-ḥ; a-n-y)</td></tr><tr><td>tevcih etmek: yöneltmek</td><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>zımn: iç</td></tr><tr><td>âdet: alışkanlık</td><td>şairâne: şairce, şair gibi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 475

  • Üçüncüsü: Ebnâ-yı cinsine imdat için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbali herkesin başında izhar etmektir.
  • Dördüncüsü: Nev-i hayvânâtın nebâtâta derece-i aşka vasıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebâtâtın güzel yüzlerine karşı, mübarek başları üstünde beyan etmektir.
  • Beşincisi: Mâlikü’l-Mülk-i Zü’l-Celâli ve’l-Cemâli ve’l-İkramın bârgâh-ı merhametine en lâtif bir tesbihi, en lâtif bir şevk içinde, gül gibi en lâtif bir yüzde takdim etmektir.
İşte, şu beş gayeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gayeler, bülbülün, Hak Sübhânehu ve Teâlânın hesabına ettiği amelin gayesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur; biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve ruhaniyatın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. “Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar” meşhurdur. Hem bülbül şu gayeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkatını bildirir. Kendisi bilmiyor, ne yapıyor. Bilmemesi, senin bildiğine zarar vermez.

Amma o bülbülün cüz’î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşahedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhavere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazînesi, hayvanî teellümattan gelen teşekkiyat değil, belki atâyâ-yı Rahmâniyeden gelen bir teşekkürattır.

Bülbüle nahli, fahli, ankebut ve nemli, yani arı ve vasıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevâm ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gayeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüz’î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile san’at-ı Rabbâniyedeki mühim gayelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip bir cüz’î maaş alır. Öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu hayvânâtın birer cüz’î maaşları vardır.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hak Sübhânehu ve Teâlâ: Hakkın ta kendisi, her türlü kusur ve eksiklikten uzak ve yüce olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-b-ḥ)</td><td>Mâlikü’l-Mülk-i Zü’l-Celâli ve’l-Cemâli ve’l-İkram: bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet, güzellik ve ikram sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l; c-m-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>amel: iş, fiil</td><td>ankebut: örümcek</td></tr><tr><td>atâyâ-yı Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi Cenâb-ı Hakkın bağış ve hediyeleri (bk. r-ḥ-m)</td><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>bârgâh-ı merhamet: merhamet makamı (bk. r-ḥ-m)</td><td>cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>delâlet: delil olma, işaret etme</td><td>derc etmek: yerleştirmek</td></tr><tr><td>derece-i aşk: aşk derecesi</td><td>ebnâ-yı cins: kendi cinsinden olanlar</td></tr><tr><td>evkat: vakitler</td><td>fahl: aygır; neslin devamını sağlayan erkek hayvan</td></tr><tr><td>fehm: anlayış</td><td>fehmetmek: anlamak</td></tr><tr><td>hayvanî: hayvanca (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hazin: hüzünlü</td><td>hevâm: böcekler</td></tr><tr><td>hizmet-i Sübhâniye: kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın hizmeti (bk. s-b-ḥ)</td><td>hüsn-ü istikbal: güzel karşılama (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>imdat: yardım</td><td>izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>lâakal: en azından</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>maaş-ı cüz’î: az bir maaş (bk. c-z-e)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>muhavere: karşılıklı konuşma</td><td>mübarek: hayırlı, bereketli (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>müşahede: görme, gözlem (bk. ş-h-d)</td><td>nahl: arı</td></tr><tr><td>nağamât: nağmeler, hoş sesler</td><td>nağamât-ı hazîne: hüzünlü nağmeler</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>nefer: asker, er</td></tr><tr><td>neml: karınca</td><td>nev-i hayvânât: hayvan türü</td></tr><tr><td>ruhaniyat: ruhanîler, maddî yapısı olmayan varlıklar (bk. r-v-ḥ)</td><td>san’at-ı Rabbâniye: Rabbânî sanat (bk. ṣ-n-a; r-b-b)</td></tr><tr><td>sefine-i sultaniye: hükümdarlık gemisi (bk. s-l-ṭ)</td><td>tafsilât: ayrıntılar</td></tr><tr><td>takdim: sunma (bk. ḳ-d-m)</td><td>teellümat: elemler, acılar</td></tr><tr><td>telezzüz: lezzetlenme</td><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>teşekkiyat: şikâyetler</td><td>teşekkürat: teşekkürler (bk. ş-k-r)</td></tr><tr><td>vasıl olan: ulaşan</td><td>vasıta-i nesil: üreme vasıtası</td></tr><tr><td>zevk-i mahsus: özel zevk</td><td>şiddet-i ihtiyaç: ihtiyacın şiddeti (bk. ḥ-v-c)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 476

Bülbül bahsine bir tetimme: Sakın zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihatın nağamâtıyla tegannî bülbüle mahsustur. Belki ekser envâın herbir nev’inin bülbül misali bir sınıfı var ki, o nev’in en lâtif hissiyatını, en lâtif bir tesbih ile, en lâtif sec’alarla temsil edecek birer lâtif ferdi veya efradı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar, bütün kulağı bulunanların, en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında, tesbihatlarını güzel sec’alarla onlara işittirip onları mütelezziz ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylîdir. Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kaside-hân enisleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudatın sükûtunda, onların tatlı sözlü nutuk-hanlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutuptur ki, herbirisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı neharîdir. Gündüzde, ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde, yüksek âvazlarıyla, lâtif nağamatla, sec’alı tesbihatla Rahmânü’r-Rahîmin rahmetini ilân ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin herbirisi lisan-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususî ile Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar.

Demek, herbir nevi mevcudatın, hattâ yıldızların da bir serzâkiri ve nurefşan bir bülbülü var. Fakat bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semâvâtın bütün mevcudatını lâtif seceâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihatiyle vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşânı ve benî Âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir.




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>Rahmânü’r-Rahîm: dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>andelib-i zîşân: şan sahibi bülbül (bk. ẕî)</td></tr><tr><td>arz: yer, dünya</td><td>azîm: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bahis: konu</td><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td></tr><tr><td>bostan: bahçe</td><td>bâhir: açık, berrak</td></tr><tr><td>bülbül-ü zü’l-Kur’ân: Kur’ân sahibi, okuyan bülbül</td><td>cezbe: kendinden geçme hali</td></tr><tr><td>dellâllık: ilan edicilik</td><td>eamm: daha umumi ve daha genel</td></tr><tr><td>ecmel: en güzel (bk. c-m-l)</td><td>efdal: en üstün, en faziletli (bk. f-ḍ-l)</td></tr><tr><td>efrad: fertler (bk. f-r-d)</td><td>ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>enis: dost, arkadaş</td></tr><tr><td>envâ: türler, çeşit</td><td>etemm: tastamam, eksiksiz</td></tr><tr><td>eşref: en şerefli, en üstün</td><td>hissiyat: duygular, hisler</td></tr><tr><td>hususan: özellikle</td><td>ilân etmek: duyurmak</td></tr><tr><td>kaside-hân: şiir okuyan</td><td>kerîm: cömert, ikram sahibi (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kutup: önder, rehber</td><td>kâinat: evren, bütün yaratılmışlar (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>leylî: gececi</td><td>leziz: lezzetli</td></tr><tr><td>lisan-ı mahsus: kendine özel lisan</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahiyet: nitelik, özellik</td><td>mahsus: özgü</td></tr><tr><td>meclis-i halvet: zikir meclisi</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>minber: taht, kürsü</td><td>misali: gibi, benzeri (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>münevver: nurlu (bk. n-v-r)</td><td>mütelezziz etme: lezzetlendirme</td></tr><tr><td>nağamât: nağmeler, hoş sesler</td><td>neharî: gündüzcü</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık</td><td>nev’: tür, çeşit</td></tr><tr><td>nurefşan: nur saçan (bk. n-v-r)</td><td>nutuk-han: nutuk okuyan</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>reis: başkan</td></tr><tr><td>sec’a/seceât: belli bir ritim ve tempo ile çıkan ses/sesler</td><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>serzâkir: zikredenlerin başı</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n)</td><td>sükût: sessizlik</td></tr><tr><td>tahrik etmek: harekete geçirmek</td><td>tegannî: şarkı söyleme</td></tr><tr><td>tesbih/tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td><td>tetimme: ek</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, yüksek</td><td>vasıf: özellik (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>vecd: coşku</td><td>zikir: Allah’ı anma</td></tr><tr><td>zikr-i cehrî: yüksek sesle yapılan zikir</td><td>zikr-i hafî: gizli zikir</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>âvaz: yüksek ses</td></tr><tr><td>âvâz-ı hususî: kendine özel ses</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 477

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَمْثاَلِهِ اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَاَجْمَلُ التَّسْلِيمَاتِ
blank.gif
1

Elhasıl:
Kâinat sarayında hizmet eden hayvânat, kemâl-i itaatle evâmir-i tekvîniyeye imtisal edip, fıtratlarındaki gayeleri güzel bir vech ile ve Cenâb-ı Hakkın namıyla izhar ederek, hayatlarının vazifelerini bedî bir tarzla, Cenâb-ı Hakkın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihat ve ibadat, onların hedâyâ ve tahiyyâtlarıdır ki, Fâtır-ı Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar.

Üçüncü kısım ameleler, nebâtat ve cemâdattır. Onların cüz-ü ihtiyarîleri olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri hâlisen livechillâhtır ve Cenâb-ı Hakkın iradesiyle ve ismiyle ve hesabıyla ve havl ve kuvvetiyledir.

Fakat nebâtâtın gidişatlarından hissolunuyor ki, onların vezâif-i telkih ve tevlidde ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzatları var; fakat hiç teellümâta mazhar değiller. Hayvan, muhtar olduğu için, lezzetle beraber elemi de var. Cemâdat ve nebâtâtın amellerinde ihtiyar gelmediği için, eserleri de, ihtiyar sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahiy ve ilhamla tenevvür edenlerin amelleri, cüz-ü ihtiyarîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.

Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîmden sual ediyorlar, dua ediyorlar ki, “Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver” derler.


[NOT]Dipnot-1 Salâvâtın en üstünü ve selâmetin en güzeli onun, âlinin ve ona benzeyenlerin üzerine olsun.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi üstün sanatıyla yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Vâhib-i Hayat: hayat bağışlayan Allah (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b)</td><td>amel: iş, fiil</td></tr><tr><td>amele: işçi</td><td>bedî: güzel, benzersiz (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>cemâdat: cansız varlıklar</td><td>cüz-ü ihtiyarî: çok az irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>dergâh: makam, huzur</td><td>dua etmek: yalvarmak, yakarmak (bk. d-a-v)</td></tr><tr><td>elem: acı, üzüntü</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>emsali: benzeri (bk. m-s̱-l)</td><td>evâmir-i tekvîniye: yaratılışla ilgili emirler (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)</td><td>gidişat: hal, vaziyet</td></tr><tr><td>havl: güç, kuvvet</td><td>hayvânat: hayvanlar</td></tr><tr><td>hedâyâ: hediyeler</td><td>hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>ibadat: ibadetler (bk. a-b-d)</td><td>ihtiyar: irade, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td><td>imtisal etme: uyma</td></tr><tr><td>irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d)</td><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>itimad etmek: güvenmek</td><td>izhar etme: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>kemâl-i itaat: tam ve mükemmel itaat (bk. k-m-l)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>lisan-ı hâl: hal ve davranış dili</td></tr><tr><td>livechillâh: Allah için </td><td>mazhar: sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mescid: namaz kılınan yer</td><td>meşhergâh-ı arz: yeryüzü sergisi</td></tr><tr><td>muhtar: ihtiyar ve irade sahibi (bk. ḫ-y-r)</td><td>nakış: işleme, dokuma (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nebâtat: bitkiler</td></tr><tr><td>revaç: kıymet, değer</td><td>rû-yi arz: yeryüzü</td></tr><tr><td>saltanat-ı rububiyet: Allah’ın rablık saltanatı (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td><td>sual etmek: istemek</td></tr><tr><td>tahiyyat: selamlar ve dualar (bk. ḫ-y-y)</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m)</td><td>teellümât: elemler, acı çekmeler</td></tr><tr><td>telezzüzat: lezzet almalar</td><td>tenevvür etme: nurlanma (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td><td>tevfik: muvaffakiyet, başarı</td></tr><tr><td>teşhir etmek: sergilemek</td><td>vahiy/ilham: Allah tarafından varlıklara bir takım duygu ve kabiliyetlerin verilmesi (bk. v-ḥ-y)</td></tr><tr><td>vecih: şekil, tarz</td><td>vezâif-i telkih ve tevlid: aşılama ve doğurma vazifeleri </td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 478

Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi). Ve bir kısmına da, insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bazı taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bazılara da çengelcikleri verip her temas edene yapışıyor; başka yerlere giderek taifesinin bayrağını dikerler, Sâni-i Zülcelâlin antika san’atını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da-acı düvelek denilen nebâtat gibi-saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer’ eder, Fâtır-ı Zülcelâlin zikir ve tesbihini kesretli lisanlarla söylettirmeye çalışırlar. Ve hâkezâ, kıyas et.

Fâtır-ı Hakîm ve Kadîr-i Alîm, kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.
Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.

Dördüncü kısım insandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melâikeye benzer, hem hayvânâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında, Rububiyetin dellâllığında meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. Fakat insanın şerîre ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyâta mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.
Öyle ise insanın iki maaşı var: Biri cüz’îdir, hayvanîdir, muacceldir. İkincisi




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)</td><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi üstün sanatıyla yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Alîm: herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>abesiyet: faydasızlık ve gayesizlik</td><td>amel: iş, fiil</td></tr><tr><td>câmi’: toplayıcı, kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>cüz’î: az, küçük, ferdî (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>dellâllık: ilancılık, rehberlik</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>hademe: hizmetçi</td><td>hayvanî: canlıya ait (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hayvânât: hayvanlar</td><td>haz: zevk, hoşlanma</td></tr><tr><td>hilâf: ters, zıt</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>hâkezâ: bunun gibi</td><td>ihata: kuşatma, içine alma</td></tr><tr><td>iştihalı: fazla arzulu ve istekli</td><td>kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kesretli: çok (bk. k-s̱-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>marifet: Allah’ı bilme, tanıma (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>mazhar: sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>muaccel: peşin, hemen verilen</td><td>mühim: önemli</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>tabiat: canlı cansız varlıklar, maddî alem; materyalist düşünce (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>taife: topluluk, grup</td><td>tavzif etmek: görevlendirmek</td></tr><tr><td>tedenniyât: alçalmalar, gerilemeler</td><td>terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler</td></tr><tr><td>tesbih/tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td><td>tevcih etmek: yöneltmek</td></tr><tr><td>teçhiz etmek: donatmak</td><td>teşhir etmek: sergilemek</td></tr><tr><td>ubûdiyet-i külliye: geniş kapsamlı kulluk (bk. a-b-d; k-l-l)</td><td>zer’ etmek: ekmek, dikmek</td></tr><tr><td>zikir: Allah’ı anma</td><td>zât: kendisi</td></tr><tr><td>şerîr: şerli, kötülük yapan</td><td>şümul: kapsamlılık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 479

melekîdir, küllîdir, müecceldir. Şimdi, insanın vazifesiyle maaşı ve terakkiyat ve tedenniyâtı, geçen yirmi üç adet Sözlerde kısmen geçmiştir. Hususan On Birinci ve Yirmi Üçüncüde daha ziyade beyan edilmiş.

Onun için şurada ihtisar ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamürrâhimînden, rahmet kapılarını bize açmasını ve şu Sözün tekmiline tevfikini refik eylemesini niyaz ile kusurumuzun ve hatamızın affını talep ile hatmediyoruz.

BEŞİNCİ DAL

Beşinci Dalın Beş Meyvesi var.

BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest nefsim, ve ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlıka müteveccih olacak. Halbuki, halktan havf ise elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir.
Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir belâdır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed âyinesi olan bâtın-ı kalble sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Erhamürrâhimîn: merhametlilerin en merhametlisi olan Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Samed: Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah (bk. ṣ-m-d)</td><td>alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>bahis: konu</td><td>beliyye: belâ</td></tr><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>bâtın-ı kalb: kalbin içi</td></tr><tr><td>cihaz: organ, duyu</td><td>câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>derc: yerleştirme</td><td>dünyaperest: dünyaya aşırı derecede düşkün</td></tr><tr><td>dünyevî: dünya ile ilgili</td><td>elîm: elemli, acılı</td></tr><tr><td>fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)</td><td>fıtrî: yaratılışla ilgili olan (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>hariç: dışında</td><td>hatmetmek: bitirmek, son vermek</td></tr><tr><td>havf: korku</td><td>hususan: özellikle</td></tr><tr><td>ihtisar etmek: kısaltmak</td><td>istilâ etmek: kuşatmak</td></tr><tr><td>istirham: merhamet dileme (bk. r-ḥ-m)</td><td>istiskal: soğuk muameleyle hoşlanmadığını göstermek, küçümsemek</td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küllî: geniş ve kapsamlı (bk. k-l-l)</td><td>mahbup: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>mecâzî: gerçek olmayan (bk. c-v-z)</td><td>melekî: melek gibi, meleğe ait (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>merhamet: acıma, şefkat (bk. r-ḥ-m)</td><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>musibet: felaket, dert</td><td>mâşuk: aşık olunan</td></tr><tr><td>müeccel: sonraya bırakılan</td><td>müteveccih: yönelmiş</td></tr><tr><td>nazar: bakış, görüş (bk. n-ẓ-r)</td><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nefisperest: nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan (bk. n-f-s)</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>niyaz: duâ, istek</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>perestiş: tapma derecesinde aşırı değer verme</td><td>rabıta: bağ</td></tr><tr><td>rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)</td><td>refik: arkadaş (bk. r-f-ḳ)</td></tr><tr><td>sakil: ağır</td><td>sanem-misal: put gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>sebeb-i vücud: varlık sebebi (bk. s-b-b; v-c-d)</td><td>tahkir etmek: aşağılamak</td></tr><tr><td>talep: isteme (bk. ṭ-l-b)</td><td>tedenniyât: alçalmalar, gerilemeler</td></tr><tr><td>tekmil: tamamlama (bk. k-m-l)</td><td>terakkiyat: yükselmeler, ilerlemeler</td></tr><tr><td>tevfik: muvaffakiyet, başarı</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âlet: araç, vasıta</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>şehvânî: şehvetle ilgili</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına mufarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta azîm bir lezzet vardır.

Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesabına olduğu için, mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.

Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu hercümerç âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur.
Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.
Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki: Ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>akarib: akrabalar, yakınlar</td></tr><tr><td>alâkadar: alakalı, ilgili</td><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>deveran: dönüş</td><td>elem: acı, keder</td></tr><tr><td>elîm: elemli, acılı</td><td>evvelâ: öncelikle</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>havf: korku</td><td>havfullah: Allah korkusu</td></tr><tr><td>hercümerç: karışıklık, dağınıklık</td><td>iltica etmek: sığınmak</td></tr><tr><td>kalb-i insan: insan kalbi</td><td>kararında: yerinde</td></tr><tr><td>kasavet: sıkıntı, keder</td><td>kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lem’a: parıltı</td></tr><tr><td>leziz: lezzetli</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahsus: has, özgü</td></tr><tr><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td><td>mufarakat: ayrılma (bk. f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>muhabbetullah: Allah sevgisi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>mühim: önemli</td><td>müteellim: elemlenme, acı çekme</td></tr><tr><td>mütelezziz: lezzetlenen</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi, canı (bk. n-f-s)</td><td>nihayetsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>nikmet: azap, ceza; nimetin tersi</td><td>rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>rahmet-i ilâhiye: Allah’ın rahmeti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)</td><td>rağmına: zıddına, inadına</td></tr><tr><td>refakat: arkadaşlık (bk. r-f-ḳ)</td><td>saadet: mutluluk</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak</td><td>sine: göğüs, kalb</td></tr><tr><td>tahkir etmek: aşağılamak</td><td>tevcih etmek: yöneltmek</td></tr><tr><td>tezellül: alçalma</td><td>zilletsiz: alçalmadan</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>ıztırap: aşırı elem, sıkıntı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 481

sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine mâbud ve mahbup yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemâldir—zira kemâl zâtında sevilir—yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir; ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat’î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin yahut acımalısın veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem’acıkla iktifa eder. Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa ettiğin ve saadetleriyle mes’ut olduğun mevcudâtın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi bir Mahbûb-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır—tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın, hem kemâl-i mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, Hüve’yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sûiistimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hurilerle



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeyi üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Hüve: O, Allah</td></tr><tr><td>Mahbûb-u Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından sevilen Allah (bk. ḥ-b-b; e-z-l)</td><td>Rahmânü’r-Rahîm: dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>acz: acizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>adavet: düşmanlık</td></tr><tr><td>ahbap: sevgililer, dostlar (bk. ḥ-b-b)</td><td>alâkadar: alakalı, ilgili</td></tr><tr><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td><td>ene: ben</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>gark etmek: boğmak</td><td>hayriyet: hayırlılık (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>huri: Cennet kızı</td><td>iktifa etmek: yetinmek</td></tr><tr><td>iltifat: lütufla hitap ve muamele etme</td><td>intifa etmek: faydalanmak, yararlanmak</td></tr><tr><td>kat’î: kesin </td><td>kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl-i mutlak: her yönüyle mükemmel (bk. k-m-l; ṭ-l-ḳ)</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lem’acık: küçük parıltı</td></tr><tr><td>mahbup: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td><td>mahiyet: asıl, esas, nitelik</td></tr><tr><td>meftun: düşkün, tutkun</td><td>menfaat: çıkar, kişisel yarar</td></tr><tr><td>menfaat-i nefsiye: nefsin menfaatleri (bk. n-f-s)</td><td>menşe: kaynak</td></tr><tr><td>mes’ut: mutlu</td><td>mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>muhabbet-i gayr-ı meşrua: dine uygun olmayan sevgi (bk. ḥ-b-b; ş-r-a)</td></tr><tr><td>muhabbet-i zâtiye: Allah’ın zâtını sevme (bk. ḥ-b-b)</td><td>musibet: belâ, sıkıntı</td></tr><tr><td>mutmainne olmak: nefsin iyilikle kötülüğü ayırt eden, huzur ve sükûna ermiş, faziletlerle donanmış mertebesi (bk. n-f-s)</td><td>mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>mütelezziz: lezzetlenen</td><td>naks: eksiklik</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td><td>nefsî: nefisle ilgili (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sınırsız</td><td>nisbet: ölçü (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>rububiyet: rablık (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sarf etmek: harcamak</td></tr><tr><td>sûistimal: kötüye kullanma</td><td>sıfat: özellik, vasıf (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>tahtında: altında</td><td>tâbi: bağlı, uyan </td></tr><tr><td>vahşet: ürküntü, yalnızlık</td><td>zerre: atom, en küçük parça</td></tr><tr><td>zira: çünkü</td><td>zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zât: öz</td><td>zıddiyet: karşıtlık, mübayenet ve farklılık</td></tr><tr><td>âyinedarlık: aynalık</td><td>şedit: şiddetli</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 482

müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni senin cismanî hevesâtına ihzar eden; ve sair esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsânâtını o Cennette sana müheyyâ eden; ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbûb-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbûb-u Ezelînin kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ
blank.gif
1

İKİNCİ MEYVE: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız.
Çünkü, ey nefis, hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle, bütün mat’umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.
Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.

Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem‑i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.
Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.


[NOT]Dipnot-1 “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:31.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)</td><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Mahbûb-u Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve bütün yaratılmışlar tarafından sevilen Allah (bk. ḥ-b-b; e-z-l)</td><td>Rezzak: bütün canlıların rızıklarını veren Allah (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>cismanî: vücutla alakalı</td><td>câmi’: kapsamlı, içine alan (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)</td><td>daire-i mümkinat: imkân alemi; yaratılanların tamamının teşkil ettiği âlem (bk. m-k-n)</td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>fermân-ı ezelî: ezelî buyruk (bk. e-z-l)</td><td>fethetmek: açmak</td></tr><tr><td>habîb: sevgili (bk. ḥ-b-b)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hassasiyetli: duyarlı, hassas</td><td>hayr-ı mahz: sırf hayırdan ibaret (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>hazine-i ihsan ve kerem: iyilik ve bağış hazinesi (bk. ḥ-s-n; k-r-m)</td><td>hevesât: hevesler, arzular</td></tr><tr><td>ihsânât: iyilikler, bağışlar (bk. ḥ-s-n)</td><td>ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)</td></tr><tr><td>insaniyet-i kübrâ: en büyük insanlık (bk. k-b-r)</td><td>ittibâ etmek: uymak</td></tr><tr><td>iştiha: iştah, fazla istek ve arzu </td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>letâif: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)</td><td>mat’umât: yenecek şeyler</td></tr><tr><td>mesken: ev, mekân (bk. s-k-n)</td><td>mide-i insaniyet: insanlık midesi, insanî değerlerle doyan mide</td></tr><tr><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td><td>mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika: sonradan verilecek olan mükafatın başlangıcı (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>muvazzaf: vazifeli</td><td>mânevî: mânâya ait (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>müheyyâ etme: hazırlama</td><td>müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>netice-i nimet-i sabıka: geçmişte verilmiş nimetin sonucu (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nisbet: ölçü, oran (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>rahmet: merhamet, şefkat, ihsan (bk. r-ḥ-m)</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)</td><td>sıfât-ı mukaddese: mukaddes sıfatlar (bk. v-ṣ-f; ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>tagaddî etmek: beslenmek</td><td>tecellî-i muhabbet: sevginin yansıması (bk. c-l-y; ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td><td>zerre: atom, maddenin en küçük parçası</td></tr><tr><td>âlem-i mülk ve melekût: varlığın dış ve iç yüzü (bk. a-l-m; m-l-k)</td><td>şamil: içine alan, kapsayıcı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 483

Sonra, imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenâhi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.

Yani, cismâniyetin itibarıyla küçük, zayıf, âciz, zelil, mukayyet, mahdut bir cüzsün. Onun ihsanıyla, cüz’î bir cüzden, küllî bir küll-ü nuranî hükmüne geçtin. Zira, hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle hakikî külliyete; ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nuranî bir külliyete; ve marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

İşte, ey nefis, sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem “Niçin duam kabul olmadı?” diye nazlanıyorsun.

Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen daima rahmet ve keremine iltica et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰ لِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعوُنَ
blank.gif
1

Eğer desen: “Şu küllî, hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”

Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikadla. Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”
İşte, hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet


[NOT]Dipnot-1 “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle—ancak bununla ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” Yûnus Sûresi, 10:58.[/NOT



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>alâmet: işaret</td><td>cismâniyet: bedenle, maddî vücutla ilgili oluş</td></tr><tr><td>cüz: parça (bk. c-z-e)</td><td>cüz’iyet: parça olma hali, küçüklük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>cüz’î: fert, birey (bk. c-z-e)</td><td>derece-i sadakat: bağlılık derecesi (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>ferman: emir, buyruk</td><td>gayr-ı mütenâhi: sonu olmayan</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)</td><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>iktidar: güç, kuvvet (bk. ḳ-d-r)</td><td>iltica etmek: sığınmak</td></tr><tr><td>insaniyet: insanlık</td><td>itikad: inanç</td></tr><tr><td>kerem: cömertlik, ikram, bağış (bk. k-r-m)</td><td>kâfi: yeterli</td></tr><tr><td>küll-ü nuranî: nurlu bir küll, bütün varlıklarla ilgisi olan bir kapsamlılık (bk. k-l-l; n-v-r)</td><td>külliyet: büyüklük, genellik (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>küllî: kapsamlı, insanlık gibi bir tür hükmünde (bk. k-l-l)</td><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td></tr><tr><td>mahdut: sınırlanmış</td><td>mahz-ı fazl ve kerem: cömertlik ve ikramın ta kendisi (bk. f-ḍ-l; k-r-m)</td></tr><tr><td>makbul: kabul görmüş, değer ve itibar sahibi</td><td>marifet: Allah’ı bilme, tanıma (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>misil: benzer, eşdeğer (bk. m-s̱-l)</td><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>muhit: herşeyi içine alan, kuşatan </td><td>mukabele etmek: karşılık vermek</td></tr><tr><td>mukayyet: kayıt altında, bağlı</td><td>mükellef: yükümlü</td></tr><tr><td>mütehakkimâne: zorbaca (bk. ḥ-k-m)</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>niyaz: dua, yalvarma, yakarma</td></tr><tr><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>raiyet: halk</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>seyyidim: efendim</td><td>sofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)</td></tr><tr><td>takdim etmek: sunmak (bk. m-s̱-l)</td><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ulvî: yüce</td><td>zelil: hor, hakir</td></tr><tr><td>zira: çünkü</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dördüncü Söz - Sayfa 484

olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında “Ettahiyyâtü lillâh” der. Yani, “Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.” İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.

Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Meselâ, kavun, kalbinde, nüveler suretinde bin niyet eder ki, “Yâ Hâlıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.” Cenâb-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır”
blank.gif
1
şu sırra işaret eder.

Hem
سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَرِضَاۤءَ نَفْسِكَ وَزِنَةَ عَرْشِكَ وَمِدَادَ كَلِمَاتِكَ وَنُسَبِّحُكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ اَنْبِيَاۤئِكَ وَاَوْلِيَاۤئِكَ وَمَلٰۤئِكَتِكَ
blank.gif
2

gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti şu sırdan anlaşılır.

Hem nasıl bir zabit bütün neferâtının yekûn hizmetlerini kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de, mahlûkata zabitlik eden ve hayvânat ve nebâtâta kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki eden insan,
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
blank.gif
3
der, bütün halkın ibadetlerini ve istiânelerini kendi namına Mâbûd-u Zülcelâle takdim eder.



[NOT]Dipnot-1 bk. el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6:291.

Dipnot-2
“Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca ve kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamdinle Seni her türlü noksandan tenzih ederiz.” (Müslim, Zikir: 79; Ebû Dâvud, Vitir: 24; Tirmizi, Daavât: 103; Nesâî, Sehv: 94; Müsned, 1:258, 353, 6:325, 430.)
Bütün peygamberlerinin, evliyalarının ve meleklerinin tesbihatlarıyla Seni kusurdan tenzih ederiz.

Dipnot-3
“Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.” Fatiha Sûresi, 1:5.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Mâbûd-u Zülcelâl: sonsuz haşmet ve heybet sahibi ve herşeyin kendisine ibadet ettiği Allah (bk. a-b-d; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>amel: iş, fiil, davranış</td></tr><tr><td>bilfiil: fiilen, gerçekte (bk. f-a-l)</td><td>biçare: çaresiz</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>hayvanât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hediye-i ubûdiyet: kulluk hediyesi (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hususî: özel</td></tr><tr><td>istiâne: yardım dileme</td><td>itikad: inanç</td></tr><tr><td>kabil: kabiliyetli</td><td>küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>liyakat: layık olma</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) </td></tr><tr><td>mevcudât-ı arziye: dünyadaki varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mü’min: inanan (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>nakış: işleme, dokuma (bk. n-ḳ-ş)</td><td>nam: ad</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>neferât: askerler, erler</td></tr><tr><td>nüve: çekirdek</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tahiyye: selam, hediye (bk. ḥ-y-y)</td><td>takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>telâkki etmek: kabul etmek</td><td>tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>umum: bütün</td><td>yekûn: bütün, toplam</td></tr><tr><td>zabit: subay</td><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>şükr-ü küllî: umumî ve kapsamlı bir şükür (bk. ş-k-r; k-l-l)</td></tr></tbody></table>
 
Üst