Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Eğitim ve Kültür
Bunları Biliyormusunuz
Tarihden Bir Yaprak
Türk-İslam Tarihinin Konjonktürel Yorumu
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 229980" data-attributes="member: 27"><p><strong>Pür fazilet çağının genel özellikleri </strong></p><p><strong></strong></p><p> Bu çağda, özellikle “öncü azınlık” kadroları olan Sahabe ve Tabiinin ileri derecede bir iman, şevk, hamiyet, adalet, şefkat, hikmet, marifet, iktisad, muhabbet, tesanüd... nitelikleriyle maksimum düzeyde donatıldıkları görülür. </p><p></p><p></p><p> Bu dönemde; toplumu peşinden sürükleyen kadroları oluşturan bireylerde son derece güçlü ve sarsılmaz bir iman, Allah’ın hükmünü hakim kılma sürecinde ileri derecede bir şevk ve hamiyet duygusu vardır. Aynı şekilde bu kadronun sosyo-ekonomik hayatta geliştirdiği mekanizmalar da yüreklerindeki iman ve hamiyete paralel mekanizmalardır. İktisadî hayatta üretimde "hikmet ve kudsiyet", bölüşümde "adalet" ve “hakkaniyet”, tüketimde "iktisad" ve “riyazet”, toplumsal ve ferdî ilişkilerde “şefkat”, "muhabbet”, “tesanüd” ve “uhuvvet", entellektüel hayatta “ilim” ve "marifet" ilkeleri ve bu ilkeler istikametinde geliştirilen mekanizmalar hayatın vazgeçilmez kurumlarıdır. O zaman Sahabi ve Tabiin kadrolarının inşa ettiği çağa aynı zamanda, iman çağı, kahramanlık çağı, şefkat çağı, adalet çağı, bilgi çağı ve refah çağı da demek mümkündür. </p><p></p><p></p><p> <strong>İman çağı </strong></p><p><strong></strong></p><p>Gerçekten Sahabe ve Tabiinde akıl almaz bir iman gücü görülmektedir. Bu “kudsîler ordusu”nun tüm plan, karar ve davranışları sadece Allah rızasına endekslenmiştir. Allah rızasına ulaşmak için veremiyecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Herşeylerini bırakıp Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde de, koskoca evrensel iki imparatorluğun mirasına konduklarında da dünyaya bakış açıları ve yaşantı tarzlarında fazla bir değişiklik olmamıştır. Batı'da yaygın olan, devlet için asilzadenin kanı, tüccarın parası ve papazın duası, anlayışı yerine, gerektiğinde hem kanlarını, hem paralarını, hem de dualarını verebilmişlerdir. Günlük yaşantılarında ileri derecede bir riyazet, İslamın inkişafı için mal ve canlarını esirgemeden sarf, tüm zayıf ve güçsüzlere aşırıya varacak ölçüde bir şefkat ve merhamet, insanlık tarihinin başka dönemlerinde görülmemiş bir adalet ve hakka riayet, insanın mantığını çatlatacak bir doğruluk ve dürüstlük ve bitmez tükenmez bir ubudiyet aşkı ve ilim öğrenme merakı... Sahabenin belli başlıca özellikleri olmuştur. </p><p></p><p></p><p> Siyer kitaplarında Sahabe çevresinin iman gücü ile ilgili tarihin altın olayları diyebileceğimiz binlerce olay zikredilir. Biz bu seriden burada bir kaçını zikredelim: </p><p></p><p></p><p> Gerçekten Sahabe ve Sahabenin öğrencileri niteliğinde olan Tabiin kadroları Risalet Çevresi’nden öyle bir imanî ders almışlardı ki, bu dünyanın geçiciliği, faniliği onları kesinlikle kandıramıyor, kendine bağlayamıyordu. Ebedî ve Sermedî hayatın önem ve anlamlılığını iliklerine kadar hissetmişler, tüm niyet, karar ve davranışlarını ebedî hayata yönelik olarak belirlemişlerdi. Ebedî hayatın cazibesine kapılarak içtenlikle hayat boyu şehid olma arzusu taşımış, şehid olarak ölmeleri için sürekli Allah'a yalvarmışlardır. </p><p></p><p></p><p> Enes b. Malik anlatıyor: "Amcam Enes B. Nadr (ra) Bedir savaşında bulunmadığı için peygamberimize: </p><p></p><p>-Ya Rasulallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunmadığım için üzgünüm. Eğer Cenab-ı Allah müşriklerle savaşmayı bana nasib ederse benim ne yapacağımı görecektir’ derdi. </p><p></p><p></p><p> Uhud Savaşı olduğunda savaşa katıldı. Savaşın belli bir anında Müslümanların kaçıp savaş alanını boş bıraktıklarını görünce, Müslümanları kasdederek : </p><p></p><p> - Allah'ım, ben bunların yaptıklarından dolayı özür dilerim, diyerek kendi kendine kızıyor ve koşarak savaş alanına doğru ilerliyordu. Karşısına Sa’d b. Muâz (ra) çıktı. </p><p> Ona : </p><p></p><p> - Yâ Sa'd, bugün Cenneti satın alma günüdür. Nadr’ın Rabbine yemîn ederim ki, ben şu anda Uhud Dağı tarafından cennetin kokusunu alıyorum, diyerek düşmanın içine daldı. </p><p></p><p></p><p> Enes savaş sonunda ölüler arasında bulunduğunda vücudunda seksen küsür yara sayılmıştı. Müşrikler gözlerini oymuş, burun ve kulaklarını kesmiş ve onu o kadar tanınmaz hale getirmişlerdi ki kimse tanıyamadı. Ancak kızkardeşi onu parmak uçlarından tanıyabildi. (Kandehlevî, c.I, s.631). </p><p></p><p></p><p> <strong>Fedakârlık çağı </strong></p><p><strong></strong></p><p> Onların fazilet ve kahramanca davranışları sadece savaş alanlarına mahsus davranış değildi, diğer alanlarda da faziletli davranış konusunda insan soyunun ulaşabileceği en maksimum seviyeyi yakalamışlardı. Bu konuda belki en anlamlı gösterge kişinin en sevdiği malını feda edebilmesi göstergesidir. Sahabenin bence en dikkate değer yönlerinden biri de en değerli varlıklarını hiç bir maddi karşılık beklemeden Allah yolunda hibe edebilmeleridir. Öyle ki, bir zamanların aristokrat davranışlı uzun mesafe tüccarları, mallarını-mülklerini Allah yolunda harcayarak zamanla giyecek elbise ve yiyecek ekmeğe bile muhtaç duruma düşmüşlerdi. Bir zamanlar Mekke’nin büyük ticaret burjuvazisine mensup insanlar evlerinde yiyecek bir şey bulamayarak günlerce aç kaldıkları oluyordu. </p><p></p><p></p><p> Hz. Ömer (ra) anlatıyor: </p><p></p><p> “Bir gün Peygamber(sav) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden "Eğer Ebu Bekir'i geçeceğim bir gün varsa bu gündür" dedim ve servetimin yarısını hibe etmek için getirdim. Efendimiz bana : </p><p>- Sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın ya Ömer? diye sordu. </p><p> - Getirdiğim kadar da onlara bıraktım, dedim. Sonra Ebû Bekir geldi, ve getirdiği serveti peygamberimize teslim etti. </p><p> Efendimiz ona da : </p><p> - Ya Ebû Bekir sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın? dedi. Ebû Bekir : </p><p> -Ben onlara Allah ile peygamberini bıraktım, ya Rasulallah, dedi. Ebû Bekir servetinin tümünü getirmiş hibe ediyordu. 0 zaman kalbimden "imkânı yok, ben Ebû Bekir'i hiç bir zaman geçemem" dedim.” (Kandehlevî, C.II, s. 258) </p><p></p><p></p><p> <strong>Aksiyon çağı </strong></p><p><strong></strong></p><p> Sahabade öyle bir eylem ve atılım gücü vardı ki bunların yaşadığı çağa boydan boya aksiyon ve eylem çağı demek mümkündür. Peygamber(sav) hayatta iken yoktan bir devlet kurulmuş ve önemli bir toprak parçası İslam devletinin sınırları arasına katılmıştı. Gerçekten Medine şehrinin bir kısmında küçük bir site-devleti halinde başlayan bu devlet kısa bir müddet içinde bütün Arap Yarımadasını, Filistin ve Irak'ın güney kısımlarını içine aldı. </p><p></p><p></p><p> Hz. Peygamber(sav) in ölümü sırasında Sahabeler Bizans ve İran ile harp halinde bulunuyordu. O dönemde Bizans ve Sasanî imparatorlukları dünyanın iki büyük imparatorluğu idi-ler; halbuki Arapların, gıpta edilecek bir şeyleri olmadığı gibi askerî teçhizat ve maddî kaynaklardan da mahrum bir avuç müminden başka bir şey değildi-ler. </p><p></p><p></p><p> Çok erken bir dönem sayılabilecek Hz. Ömer (r.a.) zamanında bile (634-44) müslümanlar Trablus'dan Belh'e (Afganistan'da) ve Ermenistan'dan Sind’e (Hindistan'da) ve Gücerat’a kadar hükümlerini yürütüyorlardı. Halefi Hz. Osman (r.a.) zamanında (644-56) Dongola'nın aşağısında Nubia'ya hakimi oldular; bir taraftan da (İspanya'da) Endülüs'ün bir kısmını feth ettiler; şarkta Ceyhun nehrini geçtiler ve Çin'den bazı yerleri kopardılar. Kıbrıs, Rodos ve Girit İslâm memleketlerinden birer parça haline geldi. Hatta Bizanslılara karşı savunma savaşları sırasında Konstantiniyye o zamanlar ilk müslüman hücumuna şahit oldu. Hz. Peygamber(sav)’in vefatından onbeş sene ya geçmiş ya geçmemişti ki müslümanların doğuda ve batıda yayılmaları Atlantik'ten Pasifik sahillerine kadar uzanmıştı ve fethedilen sahalar bütün Avrupa kıtası kadar geniş idi. Bu yıldırım fütuhatında şayan-ı hayret olan şey fethedilen memleketler ahalisinin hiçbir surette memnuniyetsizlik göstermemeleridír. Bu, şu vakıa ile ispat edilir ki müslümanlar ilk defa olarak kendi aralarında iç harplerle çekişmeye başladıkları zaman hiçbir tarafta ayaklanma olmadı. </p><p></p><p></p><p> Sahabe aynı performansı gerek fizikî çevresine gerekse sosyal ve beşerî çevresine gösterdiği şefkatla da ispat etmiştir. </p><p></p><p></p><p> <strong>Şefkat çağı </strong></p><p><strong></strong></p><p> Sahabenin malî ve bedenî fedakârlıkları kadar diğer önemli ve şanlı bir vasıfları da yüreklerinde taşıdıkları engin şefkatti. Her bir Sahabede değişik düzeyde olsa da tüm Sahabede İlahi rahmet ve merhametin azami ölçüde tecelli ettiği görülmektedir. Bu şefkat sadece yakın çevreye ve akrabaya yönelen bir acıma ve sahip çıkma duygusu değil, aynı zamanda en yakın sıhri çevreden en uzak beşerî çevreye, ehl-i dünyadan ehl-i küfre, sadık dosttan azılı düşmana, nazik bir çiçekten muhteşem ormanlara, zavallı bir hayvancıktan güçlü develere kadar uzanan muazzam bir şefkatti. İlahi rahmetin açılımı dünya ölçeğinde en geniş mânâda Sahabede gerçekleşiyordu. </p><p></p><p></p><p> Sahabelerin kısa bir zaman dilimi içinde dünyanın önemli bir bölümünü fethederek egemenlikleri altına almalarının en önemli nedenlerinden biri onların doğrudan insan fıtratına yönelmeleri, insan fıtratında potansiyel olarak mevcut bulunan duyguları açığa çıkarmaları ve geliştirmeleridir. Sahabeler günlük ve pratik hayatlarında ilk önce kendileri İslamın ilkelerini eksiksiz yaşayarak diğer insan bireylerinin yüreklerinde mevcut olan Kadir-i Mutlak bir Allah'a inanma ve sığınma duygusu, insanlar arasında kardeşlik ve arkadaşlık duygusu, sadece "bugün"ü değil, aynı zamanda "büyük hesap günü"nü düşünerek hareket etme duygusu, birey ve toplumlar arasında adalet ve hakkaniyet ilkelerine uyma duygusu, samimi ve dürüst olma duygusu, şefkatli ve merhametli olma duygusu, çalışma-kazanma duygusu, okuma, dinleme ve öğrenme duygusu... gibi tüm duygularını uyararak yeniden canlandırmış ve geliştirmişlerdir. Sahabe sadece zahiri siyasi hakimiyet kurma peşinde olmamış, belki bu amacı en gerilere atarak ilk planda insanların gönüllerini ve akıllarını kazanmayı düşünmüştür. Dolayısıyla şiddet kullanarak toplumlara dehşet salıp onların zorla teslim olmalarını sağlama yerine mümkün olduğu kadar sevgi, şefkat, adalet ve kardeşlik duygularıyla yaklaşmışlardır. Son derece soyut bir iddia gibi algılanabilecek yukarıdaki yaklaşımımızı Mekke'nin Fethi sürecinde Hz. Peygamber'in izlediği strateji ve politikalar net bir şekilde isbat eder niteliktedir. Profesör Hamidullah'a dayanarak Mekke'nin fethi olayını biraz da geriplanını dikkate alarak kısaca inceleyelim: </p><p></p><p></p><p> Bilindiği gibi Peygamberimiz sahabelerle birlikte kendi anayurdu olan Mekke'den Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Medine'de kısa süre içinde oranın diğer toplumlarıyla bir site-devleti inşa etti. Önünde en önemli proje, can düşmanı olan Mekke müşriklerini dize getirebilmek ve bu yolla Allah'ın mesajını dünya insanlığına iletmekti. Hz. Peygamber, bu önemli siyasi projeyi adım adım gerçekleştirme yolunu benimsemiştir. İlk olarak Kureyşlileri iktisadî baskı altına alarak, onları belli andlaşmalar imzalamaya zorlamak, ikinci olarak uzun dönemde kendi askerî gücünü arttırarak kendi savunmasını yapabilmekti. Hz. Peygamber(sav), tevhid, adalet, şefkat, hikmet'e dayalı toplumsal yapının oluşturulmasının sadece "davet"le mümkün olamıyacağını, aynı zamanda güçlü bir savunma gücünün de gerekli olduğunu biliyordu. Tevhidi hakim kılmak için anti-tevhid unsurlara öyle bir zamanda darbeyi indirmeliydi ki, düşmanın artık savunmaya imkânı kalmamalı idi. Özellikle Kabe’nin kansız bir şekilde ele geçirilebilmesi için hem çok yüksek düzeyli bir askerî ve siyasî strateji hem de güçlü bir savunma mekanizması gerekliydi. Hz. Peygamber bütün stratejisini bu şekilde dizayn etti. </p><p></p><p></p><p> Mekke sakinlerinin geçim kaynağı büyük çoğunlukla yaz aylarında yaptıkları kervan ticaretiydi. Hz. Peygambere göre, düşmanın çıkarlarına en anlamlı darbe kervan ticaretinin engellenmesi suretiyle vurulabilirdi. Medine'ye hicreti müteakip dört ay geçmemişti ki Hz. Peygamber(sav) kuzeyde, Medine'den geçip Mısır ve Suriye'ye giden Mekkelilerin ticaret yolunu seyr-ü sefere kapamak için teşebbüse geçti. İlk olarak Mekkelilerin kullandığı yol güzergâhında bulunan aşiretlerle anlaşmalar düzenleyerek kendi siyasi blokuna katmak oldu. Hz. Peygamber(sav) Medine'nin batısında oturan Yanbû'nun komşusu olan kabilelerle ittifak anlaşmaları akdetti. Bu arazî kesiminde Mekkelilerin sık sık aştıkları yollar bulunmaktaydı. Bu tür politikalarla artık Hz. Peygamber, Kureyşlilerin Necd üzerinden geçerek Irak'a varmalarına bile mani olabilecek bir güç hâline gelmişti. Bu güzergâh Mekkeliler tarafından sık sık kullanılırdı. Düşmana zarar vermek gayesiyle onun cenup ticaret yolları üzerine de küçük askerî birlikler sevkedilmiştir. Bu istikamette tertip edilen askerî seferlerden birine Abdullah b. Cahş kumanda ediyordu; kendisi Tâif yakınındaki Nahle mevkiini vurmuştur. Bir müddet sonra, bir diğeri 624 senesinde, Qarada mıntıkasına gönderilmiş ve Mekkelilerden 100.000 dirhem kıymetinde gümüş ele geçirmişlerdir. Hendek savaşından sonra miladi 627 yılında Müslüman nüfûz ve tesiri Necd havalisinden doğudaki Yemame bölgesine kadar uzaklara yayılmıştı. Yemame Kureyşlilerin bütün hububat ithalâtını yaptıkları bir tahıl anbarı durumundaydı. Yemame mıntıkası hakimi Sumâme b. Usal, Hz. Peygamberin(sav) teşvikleri ile hububat ihracını durdurur durdurmaz, tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Mekke'de kıtlık baş göstermiştir. Bu kıtlıkla Hz.Peygambere önemli bir fırsat doğmuş oluyordu. Mekke’deki fakir-fukaranın kalbinin kazanılması için önemli bir fırsattı bu. Nitekim, Hz. Peygamber bu kıtlık üzerine 500 altın dinar tutarında bir meblağı Mekkenin fakirlerine sarfedilmek üzere göndermişti. Hz. Peygamber bir taraftan karşılıksız yardımlarla Mekkelilerin kalplerini kazanmaya çalışıyor, diğer taraftan da Mekke yönetimini abluka altına almaya çalışıyordu. Anlaşıldığına göre Mekkeliler ilk etapta Hz. Peygamberle anlaşmaya zorlanmak isteniyordu. Gerçekten kısa zamanda Mekke'nin dört bir yanı, kuzeyi de, batısı da, hattâ güneyi da Müslüman kabilelerinin sâkin oldukları bölgeler haline gelmişti. Bu strateji kısa zamanda meyvesini vermiş, az sonra ünlü Hudeybiye anlaşması yapılmıştı. (Ocak 628). Kuzeyde Hayber bölgesi, bu tarihten iki ay sonra, İslâm Devletine boyun eğmek zorunda kaldı (M. 628). Ancak, bir yıl geçmişti ki Mekkeliler, bu Hudeybiye anlaşmasını bozdular; her ne kadar pişman oldularsa da artık iş işten geçmişti. Sonra Medine'ye bir heyet göndererek Hudeybiye anlaşmasını yenilemek istediler. Hz. Peygamber(sav) bunu yenilemek taraftarı değildi. Tabiatıyla Mekkeliler, Müslümanların her an mukabele-i bilmisil yapacaklarından endişeleniyorlardı; sonra artık yalnızdılar, yardımına güvenecekleri kimseleri kalmamıştı. </p><p></p><p></p><p> Kureyşlilerin en zayıf anında Hz. Peygamber darbeyi indirmeyi planlıyordu ve tam şimdi o fırsat doğmuştu: </p><p></p><p> Bir askerî sefer için geniş hazırlıklar yapılmağa başlandı. Fakat Hz. Peygamber(sav), niyet ve kararının ne tarafa olduğunu hiç kimseye açıklamadı. Bu sır, o kadar titizlikle saklandı ki, Hz. Ebû Bekir gibi seçkin bir kimse bile, kızı Hz. Ayşe'nin evine gittiğinde, ondan bu seferin ne tarafa olduğunu sorması üzerine Hz. Ayşe, babası Hz. Ebû Bekir'e bu hususta yeter bir bilgi verememiştir. Diğer Müslümanlar da tabiatıyla aynı şekilde atlatılmışlardı. Aynı zamanda, az sonra göreceğimiz gibi toplanan gönüllü askerler onbin kadar olmuşlardı. </p><p></p><p></p><p> O devirde onbin kişilik bir ordu, görülüp alışılmış bir şey değildi. Düşman haber alma teşkilâtı veya dostlarından bunu gizlemek, saklamak da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını mevzu bahis olamaz; zira düşmanla arasındaki mesafe on iki gün gibi uzak bir mesafedir. Bunun için Hz. Peygamber (sav) her şeyden evvel Medine'den bütün çıkışları durdurdu. İstihbârat teşkilâtı o kadar verimli çalışıyordu ki; ahmak bir Müslüman olan Hâtib b. Ebî Balta'a Mekke'ye gizli bir haber gönderme teşebbüsünde bulundu. Bu haberi götüren, Medine'nin hemen yakınında kolayca yakalandı. Mektupta, şunlar yazılı idi : “Burada büyük hazırlıklar yapılıyor; herhalde Mekke'yi düşünüyorlardır”. Bu mektuba el koydular, fakat Hz. Peygamber(sav) mektubu götüreni yolunda serbest bıraktı. Bu sırada bazı şaşırtmalar vermek zarûreti de vardı. İbn Sa'd'ın eserinde, yazılı olduğu veçhile Hz. peygamber(sav) Ebû Qatâde'nin kumandasında bir askerî birliği Medine’nin tam kuzey kesiminde, üç günlük mesafede bulunan “İdam” mevkiine gönderdi. Böylece herkes, Hz. Peygamberin(sav) bu bölgeye gitmek istediğini ve bu “İdam” seferinin bunun keşif kısmı olduğunu düşünecekti; bu suretle şâyiaların merkezi sikleti bu yöne çevrilecekti. </p><p></p><p></p><p> Hz. Peygamber(sav), fiilen bu büyük sefere çıkarken, sadece gideceği yeri değil, aynı zamanda ordusunun hakiki büyüklük ve kuvvetini de saklamak istemiştir. İşte, bu sebeple, tarihçi Ya'qûbî'ye nazaran Hz. Peygamber(sav), beklenen birçok gönüllünün Medine de toplanmalarını değil de, ancak Mekke’ye doğru hareketinde yol boyunca kabilelerinin bulundukları yerlerden geçtikçe kendisine iltihak etmelerini emretti. Bu strateji o kadar muvaffak oldu ki Kureyşliler, Müslüman ordusunun Mekke civarındaki dağlar arkasına ordugâhlarını kuruncaya kadar onların harekete geçtiklerine dair zerre kadar bir haber elde edememişlerdir. Bundan başka, tam Mekke’ye hareket edeceğine yakın, Medine-Suriye yolu üzerinde bulunan Batn İdam'lıları cezalandırmak için kuvvetli bir askerî birliği harekete geçirmişti; bu planla dikkatleri başka noktalara çekmek, gizli ajanları şaşırtmak ve herkeste, Hz. Peygamberin(sav) Medine kuzeyindeki düşmanlarından birine sefere gittiği intibaını uyandırmak istiyordu. Darbe tesirini daha da arttırmak gayesiyle İslâm Ordusu Mekke'yi kuşatınca Hz. Peygamber, o gece her askerin bir ateş yakmasını emretti. 10.000 ateş bütün bir gece yakılması daha büyük, daha fazla sayıda insanın yemeklerini pişirdikleri intibâını veriyordu. Mekkelilerin en önde gelen reisi Ebû Süfyan, gece müslüman öncü birlikler tarafından yakalanarak Hz. Peygambere getirildi. Ebu Süfyan ise Mekke ahalisinin evlerine kapanmaları, silahlarını terketmeleri, yahut Kabe civarına toplanmaları veyahut da Ebu Süfyan’ın kendi evine kapanmalarını temin etmesi karşılığında hem kendisine hem de diğer Mekkelilere zarar verilmeyeceği hususunda halkı ikna etmek üzere serbest bırakıldı. </p><p></p><p></p><p> Bu sırada, Mekke'de tecrübeli ve nüfûz sahibi bir kimse bulunmuyordu : Ebû Cehil ölmüş, Hâlid b. Velîd ve Amr b. As Müslüman olmuşlar, Ebû Süfyan müslümanların eline esir düşmüştü. Şayet hâlâ varsa, müttefiklere yardım için haber gönderecek kadar da vakit kalmamıştı. İkrime (Ebû Cehil'in oğlu) gibi bazı genç kumandanlar, şüphesiz bazı mukavemet hareketlerine kalkıştılar. Onlara kendi kılanlarına mensup kimseler yardım ediyorlardı. Ateşin bir kumandanı olan Hâlid b. Velîd'in idaresindeki Müslüman askerî birliklerle İkrime'nin kuvvetleri arasında bazı sokak çatışmaları cereyan etmiştir. Bununla birlikte büyük ekseriyetle Mekkeliler, Ebû Süfyan'ın almış olduğu teminata ve onlara tavsiye ettiği şeylere ve sulh yoluyla ve kan dökülmeksizin icrâ edilecek bir işgâl vaadine inanıyorlardı. </p><p></p><p></p><p> Ebû Süfyan, şayet derhal kuvvetlerini teşkîl edip mukavemete kalkışsa bile, bu onun için çok geç bir davranış olacaktı. Zira Hz. Peygamber(sav), kendi birliklerini fiilen Mekke'ye doğru harekete geçirip, şehrin iyice yakınlarını tamamen işgâl etmeden evvel, onun İslâm ordusu karargâhını terk etmesine müsade etmedi. Ebû Süfyan'ın gönüllülerini toplayıp harekete geçmesi veya yakınlardaki müttefiklerine yardım için bir haber göndermek ve onların yardımlarını talep etme artık imkânsız denecek kadar zordu. O inanıyordu ki, böyle bir mukavemet hareketi neticesiz ve son derece faydasızdı; tarihçiler tarafından nakledilmiş olan, onun karısı ile bu meseleyi ciddi şekilde tartıştığı ve karısını da iknaya çalıştığı yönündedir. Hasımlarının mukavemet edilmez kuvvetlerine bir de onların inanılmaz merhamet ve şefkatlerinin eklenmesi bu çok nâzik anda Mekkeliler üzerinde o kadar derin tesir bıraktı ki, onların İslâma karşı beslemekte oldukları kin ve düşmanlık hisleri bir anda yepyeni bir kalıba dökülerek son derece olumlu bir tarza dönüşmüş oldu. </p><p></p><p></p><p> Hz. Peygamberin planları aşama aşama gerçekleşiyordu. Sıra kan dökülmeden Mekke’ye girmeye gelmişti. </p><p></p><p></p><p>Mekke fiziki yapı olarak her tarafı dağlarla çevrili bir vadide kurulu bir şehirdir. Şehri, kuzey-güney istikametinde kateden bir tek ana yol vardır; bu ana geçide iki talî yol bağlanırdı. İslam Ordusunun büyük kısmı, aralarında Hz. Peygamber(sav) olduğu halde kuzey istikametinden ilerledi. Yukarı Şehir denen yer bu tarafta yer almaktadır. Diğer bir askerî birlik Zübeyr b. Avvâm idaresinde Kadâ' yolu yönünden ilerleyerek düşmanın deniz sahiline, Vadî Fâtıma yoluyla kaçmasına mâni oluyordu. Diğer bir büyük askerî birlik, şehre güneyden girdi ve Aşağı Şehir denen mıntıkayı işgal etti. Muhtemelen bu bir süvari kıtasıydı, çünkü diğer ordu birlikleriyle aynı zamanda birlikte şehre girebilmek için bunların çok çabuk şehrin etrafınan dolaşmaları îcap etmektedir. Diğer bir birlik de Hacûn yolu üzerinden şehre girmiştir. Bunlar aynı zamanda Cidde'ye olduğu kadar Yemen istikametinde de düşmanın kaçış yolunu kapamakla vazifeliydiler. </p><p></p><p></p><p> Böyle, dört bir taraftan harekâtta bulunan bir orduda Başkumandanın olup bitenlerden haberdar olma ve her şeyi tam ve lâyıkıyla elde tutması hususunda hakikaten fevkalâde mâharet ve teşkilâtçılığı görülüyordu. Hz. Peygamber(sav) yeni tâlimatlar vermenin ve müdahalelerde bulunmanın lüzumlu olduğu yerlerde derhal işi ayarlıyordu. Şehrin işgalinin son safhalarına doğru subaylarından birinin, kendi emrindeki askerlere, biraz sonra “mağrur Mekke'nin başının öne düşeceği ve şehrin yağma edileceğine” dâir imâda bulunması haberi hemen Hz. Peygamber(sav)’e ulaştı, meseleyi öğrenir öğrenmez, Hz. Peygamber: “Hayır! Mekke'nin şeref ve haysiyeti asıl bugün artacak. Madem ki orada İslâmın kıblesi mevcuttur; bu yüzden her ne suretle olursa olsun onun kudsiyetine tecavüz edilmeyecektir” diyerek o subayı derhal kumandanlıktan aldı ve bu vazifeyi başka bir kimseye verdi. Bunun üzerine şehirde sulh, sükûn ve nizam işini sağlamak üzere umumî bir tebliğ yayınlandı. </p><p></p><p></p><p> Hz. Peygamber şimdi doğum yeri olan bu şehre muzaffer bir kumandan olarak dönüyordu. Arkada ve hatıralarda hemşehrileri tarafından reva görülmüş maddî ve mânevî ağır ıstıraplarla dolu tam sekiz sene vardı. Şimdi ise, zafer kazanmış bir ordunun başındaydı; buna rağmen tavır ve hareketleri hiç de mağrur bir kumandan gibi değildi. İbn Hişâm'ın anlattığı gibi O, çekingen bindiği devenin sırtında sık sık secdeye kapanıyor, lütfettiği bütün bu şeylerden dolayı Tek olan Allaha şükrediyordu. </p><p></p><p></p><p> İşgâli takip eden günde sulh, sükûn ve asayiş şehre hâkim olunca Hz. Peygamber, cemaatla kılınan namaza imamlık etti; bu durum, şehirdeki putperestler tarafından merakla ve yakından izlendi. Namazdan sonra, Kâbe etrafındaki sahada toplanmış olan hemşehrilerine bir hitabede bulundu ve bunlara, gerek kendisine ve gerekse ashâbına neler yapıklarını hatırlattı ve onların ne kadar haksızlık ve adaletsizlik yapmış olduklarını anlattı. Son olarak, onlara artık kendisinden ne bekleyip, ümit ettiklerini sordu. Kısa bir duraklamadan sonra devam etti : </p><p></p><p> “Bugün, artık hiçbir şeyden mes'ûl değilsiniz. Gidiniz, hepinizi hür addediyorum” diyerek umumi af ilan etti. </p><p></p><p></p><p> Beklenmedik bu af üzerine Mekke'nin havası birden değişti ve akşama doğru bütün halk baskısız ve dayatmasız kendiliğinden İslamı kabul etti. Onlar hiçbir şeyi böylesine derin, böylesine samimî bir şekilde kabul etmemişlerdi. Hem onlar, şimdi mağlûp edilmiş ve işgâl altına girmiş bir memleketin ahâlisi değiller, haklar ve vazifeler konusunda, zaferi kazananlarla tamamen eşit düzeydeydiler. Bu muhteşem manzarayı tamamlayan aşağıdaki olay da o ölçüde anlamlı ve çarpıcıdır: Hz. Peygamber, henüz yukarıda zikrettiğimiz hutbesine başlamamıştı. Müezzin Bilâl-i Habeşî (R.A.), Kâbenin damına çıkmış namaz için ezan okuyordu. Ezan sesini duyan Mekkeli bir putperest olan Attâb b. Esîd arkadaşlarından birinin kulağına eğildi ve: </p><p></p><p> “Allaha şükür ki babam şimdi hayatta değil; şayet o, şu siyahînin mukaddes Kâbenin damına çıkıp anırdığını işitseydi buna katiyen tahammül edemezdi” dedi. Biraz sonra, Aff-ı Umuminin ilân edildiğini işiten aynı Attâb, galeyana geldi ve anî olarak ileri fırladı. Hz. Peygambere(sav) yaklaşarak: </p><p></p><p> “Ben Esîd'in oğluyum, Allah’dan başka Allah olmadığını ve senin de onun elçisi olduğunu tasdik ederim” diyerek heyecanlı bir şekilde müslüman olduğunu ilan etti. Hz. Peygamber de ona: “Pek âlâ; seni Mekke vâlisi yaptım” diyerek mukabelede bulundu. Hz.Peygamber Mekke’de bir garnizon bile kurmadan askerlerini Medine'ye çekmiş ve Mekke'nin idaresini henüz İslâmı yeni kabul etmiş Attab’a bırakmıştı. Hz.Peygamber sonradan bu politikasından dolayı aslâ pişmân olmayacaktır. Çünkü kendiliğinden İslamı seçen bu insanlar biraz sonra yine kendiliğinden birer İslam kahramanı olacaklardır. (Hamidullah, 1972, 122 vd) </p><p></p><p></p><p> Engin bir şefkat ve merhamet duygusuna sahip olmak sadece Hz. Peygamberin vasfı değil, aynı zamanda onun arkadaşlarının da temel vasfı idi. Bilindiği gibi insanın şefkat ve merhamet duygusunu kaybettiği alan savaş alanıdır. Bundan dolayı ayrı bir savaş hukuku vardır. İlginçtir ki normal zamanlarda lduğu gibi sahabe savaş alanında da merhametli ve şefkatlidir. Hz. Ebû Bekir’in savaşa gönderirken komutanlara verdiği talimatı izleyelim. </p><p></p><p></p><p> El-Müseyyeb’den: </p><p> “Ebû Bekir (R.A) Şam tarafına asker gönderirken başlarına Yezid b. Ebî Süfyan, Amr b. Âs ve Şürahbil b. Hasene'yi tayin etti. Asker hareket ettiği zaman komutanlarla birlikte Seniyetü'l Veda’ya kadar yaya yürüyüp onları uğurladı. Onlar da : </p><p> - Ey Resûlallah'ın halîfesi, biz biniciyiz, sen yaya gidiyorsun, böyle olmaz, dediler. </p><p> Ebu Bekir (R.A) : </p><p> - Ben Allah yolunda attığım adımları çoğaltmak için yürüyorum dedi. </p><p> Sonra onlara şu tarihi talimatı verdi: </p><p> </p><p>"Size Allah'dan korkmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda gaza ediniz. Ve Allah'ın Varlık yahut da Birliğini inkâr edenlerle savaşınız. Şübheniz olmasın ki Allah dîninin yardımcısıdır. Ganîmet mallarından hıyanet etmeyiniz, kimseye zulmetmeyiniz, korkmayınız, bozgunculuk yapmayınız. Size verilen emirlere uyunuz ve Allah'ın izni ile düşmanla karşılaştığınız zaman onları üç yoldan birini seçmeye davet ediniz. Kabul ederlerse siz de kabul edip onlardan vazgeçiniz: Önce onları müslüman olmaya davet ediniz, buna icâbet ederlerse kabul edip onlardan vazgeçiniz. Sonra onlara kendi yerlerini terkederek muhâcirlerin yurduna gelmelerini teklif ediniz, eğer gelirlerse muhacirlerin sahip bulunduğu hak ve vazifelere sahip olacaklarını onlara söyleyiniz. Şayet müslüman olup da kendi yurtlarında kalmak isterlerse o zaman diğer müslüman Araplar gibi, Allah'ın müminlere farz kıldığı İslâmî hükümlerin onlar hakkında da yürütüleceğini, fey ve ganîmetlerden onlara bir şey verilmeyeceğini onlara bildiriniz. Eğer müslüman olmak istemezlerse o zaman cizye vermelerini onlara teklif ediniz, kabul ettikleri taktirde yine de kabul edip onlardan vazgeçiniz. Şâyet bunu da kabul etmezlerse o zaman Allah'tan yardım dileyerek onlarla savaşın ve sakın hiç bir yerde hurmalıkları, meyve ağaçlarını kesip yakmayın, hayvanları öldürmeyin, mâbedleri yıkmayın, ihtiyar, çocuk ve kadınlara dokunmayınız. Kendilerini mâbedlere bağlayan kimselere de rastgeleceksiniz, onları da kendi hallerinde bırakınız. Ayrıca, şeytana hizmet maksadıyla başlarının ortasını tıraş eden birtakım insanları da göreceksiniz onları gördüğünüzde Allah’ın izni ile hemen boyunlarını vurunuz," (Kandehlevî, c.I, s.263-64). Sahabe kesinlikle insanlar arasında dehşet salarak ve onların kanını dökerek onları zorla müslüman yapma yolunu seçmedikleri gibi, böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. </p><p></p><p></p><p> <strong>Hürriyet ve şurâ çağı </strong></p><p><strong></strong></p><p> Gerçekten de Pür Fazilet Çağı’nda yöneticiler sosyo-ekonomik hayatı tanzim ederken keyfî ve despotik bir şekilde davranmamış, tersine, toplum ekseriyetinin görüş ve eğilimine önem vermişlerdir. Böyle bir siyasal ortamda nefsini ve toplumu ilgilendiren konularda fertler kendini hür hissetmiştir. Bir defasında Hz. Ömer evliliklerde mehir miktarlarının aşırı yüksekliğini önlemek amacıyla mehir miktarına bir sınır getirmek istedi. Bu politikasını mescidte hutbede halka açıkladı. Arkada oturan bir kadın ise bir ayet-i kerimeye dayanarak mehir miktarının sınırlanamayacağını, herkesin kendi gücüne göre istediği kadar verebileceğini hatırlattı. Bu haklı eleştiri üzerine Hz. Ömer: "Kadın isabet etti, Ömer yanıldı" diyerek sınırlama işinden vazgeçti. </p><p></p><p></p><p> Aynı şekilde yine Hz. Ömer bir konuşmasında: "Ey müslümanlar! doğru yolda olduğuma inandığınız müddetçe beni destekleyin, doğruluktan saptığım zaman da çekinmeden ikaz edin" deyince mescidin arka saflarında oturan bir genç: "Ya Ömer doğru yoldan saparsan seni kılınçlarımızla hak yola getiririz" diye gürledi. Bu gencin cesaret ve duyarlılığı Hz. Ömer'in çok hoşuna gitti.(Büyük İslam Tarihi, c.II, s.185-186). </p><p></p><p></p><p> Pür Fazilet Çağı’nda politikalar toplumu oluşturan kesimlerin temsilcilerine danışılarak istişare yoluyla belirlenmeye çalışılmıştır. Politikaların belirlenmesi ve uygulanması konusunda herkesin eleştiri ve katkısı istenmiş, haklı ve yapıcı katkı ve eleştirilerden hemen yararlanma yoluna gidilmiştir. Yönetim makamlarının bir tahakküm ve emir makamı olmayıp, tersine bir hizmet makamı olduğu derinden hissedilmiştir. Nitekim Hz.Ali'nin zamanındaki bir valiye gönderdiği mektup kamuoyunun ne kadar önemli olduğunu vurgulama açısından önemli bir belgedir. Kitabü'l Haraç'ın sonuna alınan mektupta Hz. Ali valisine: </p><p></p><p></p><p> "...Sen vaktiyle nasıl senden evvelki valilerin icraatını gözden geçiriyordun; halk da şimdi senin icraatını gözetecek. O zaman senin onlar hakkındaki söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimin salih olduğunu ancak Allah'ın kendi kulları lisanından söylettiği sözlerle anlaşılır." </p><p></p><p></p><p> Dikkat edileceği gibi Hz. Ali, yöneticilerden Allah'ın razı olmasını vatandaşın memnun ve hoşnut olmasına bağlıyor. Vatandaşın iyi dediği yöneticiyi Allah da iyi olarak kabul ediyor. Vatandaşın razı ve hoşnut olmadığı yöneticiden Allah da razı ve hoşnut olmuyor. Hz. Ali devam ederek: </p><p></p><p>"...Ben kudret-i Kâmile (tam güç) sahibiyim, emrederim, itaat ederler" deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini za'fa uğratmak ve (dolayısıyla) felakete yaklaşmaktır". diye tavsiyede bulunur. O zaman ne yapmak gerekir? Yapılması gerekeni yine Hz. Ali(ra)'den dinleyelim: </p><p></p><p> "...Umurun (politikaların) içinde öylesini ihtiyar et (tercih et) ki en mutavassıtı (dengelisi), adl (adalet) itibarıyla en şamili (kapsamlısı) olsun; sonra halkın rızasını en cami (kapsayıcı) bulunsun. Zira ammenin (kamuoyunun) hoşnutsuzluğu eşhasın (şahısların) rızasını hükümsüz kılar."</p><p></p><p> </p><p>Dikkat edileceği gibi Hz.Ali (ra)’ın düşüncesinde kamuoyunu dışlayan, sadece yöneticinin kendinin veya dar bir çevrenin heva ve hevesini dikkate alan bir politika gayrimeşrû olarak kabul edilmiş ve yöneticiler bu yönde uyarılmıştır. </p><p></p><p></p><p> Benzer tamimler diğer büyük halifeler tarafından da neşredilmiş, bu konuda mümkün olduğunca ısrar edilmiştir. </p><p></p><p></p><p> Yöneticiler kişi hukuk ve güvenliğini mahalli idarecilere karşı yine kişilerin yardımıyla korumaya çalışıyordu. Gönderilen tamimlerle her ne suretle olursa olsun hakkı çiğnenen, hürriyeti engellenen kimselerin doğrudan halifeye gelip şikayette bulunması imkânı sağlanmıştı. Hakkı veya hürriyeti engelleyen en büyük eyalet valisi ve kumandanı bile olsa mutlaka cezalandırılır, vatandaşa karşı işlediği suçun bedeli ödetilirdi. Bir konuşmasında Hz. Ömer: "Ey insanlar! sizi yönetmek üzere tayin ettiğim bir yöneticiden eza-cefa görürseniz hemen bana bildirin. Allah'a yemin ederim ki, öyle bir yöneticiden hemen hakkınızı alır ve ona kısas uygularım." deyince büyük sahabe ve yenilmez kumandan Amr b.As ayağa kalkarak: "Ey mü'minlerin emiri! valilerden biri bir vatandaşı incitirse gerçekten kısas uygular mısınız?" diye sordu. Hz. Ömer: "Elbette uygularım, Hz. Peygamber hac mevsiminde valilerini toplayıp onları hesaba çekmez miydi? Vallahi ben de onlara teker teker hesap sorarım" diye cevap verdi. </p><p></p><p></p><p> Gerçekten Hz. Ömer hac mevsiminde tüm valileri toplar halkın huzurunda onları hesaba çekerdi, bu hesaptan dolayı valiler vatandaşa sıkıntı çektirmekten şiddetle çekinirdi. (Büyük İslam Tarihi, c.II, s.179.) </p><p></p><p></p><p> Gerçekten de bu çağ açık tartışmanın, yapıcı eleştirinin, kollektif karar almanın (icmâ) en geniş anlamda gerçekleştirildiği bir çağ olmuştur. Her türlü keyfî ve despotik eğilim, kitleleri adam yerine koymama tutumu bu çağda şiddetle karşı çıkılan şeytanî bir davranış olarak algılanmıştır. Bu cephesiyle de saadet asrı inananların önemli bir modeli niteliğindedir. </p><p></p><p></p><p> <strong>Riyazet çağı </strong></p><p><strong></strong></p><p> Sahabe çevresinin bir diğer "hikmet"li tarafı tüketimde "riyazi" bir tüketim kalıbını benimsemeleridir. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve döküm-saçım yaşantı Sahabe çevresinin tanımadığı yaşantı şeklidir. Başta Hz. Peygamber olmak üzere genellikle Sahabe ve Tabiin çevresi her şeylerini bırakıp Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde de büyük imparatorlukların hazinelerine el koyduklarında da tıka basa karınlarını doyurmamışlardır. </p><p></p><p></p><p> İbn-i Abbas (ra)’ın rivayet ettiği şu olayı izleyelim: </p><p> “Bir gün Ebû Bekir sıcağın en şiddetli bir zamanında mescide geldi. Onu gören Ömer de geldi ve Ebû Bekir'e: </p><p> - Bu saatte evden niçin çıktın? diye sordu, Ebû Bekir : - Vallâhi bu saatte evden çıkmamın sebebi, şiddetli açlığımdan başka bir şey değildir, dedi. </p><p> Ömer de : </p><p> - Vallahi ben de aç olduğum için evden çıktım, dedi. Derken Rasûlalah(sav) de geldi ve onlara: </p><p> - Bu saatte dışarıda ne işiniz var? diye sordu, </p><p> - Yâ Rasulallah, vallâhi bizi bu saatte evden çıkaran, karnımızın aç olmasından başka bir şey değildir, dediler. </p><p> Hz. Peygamber: </p><p> - Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, benim de evden çıkmamın sebebi bundan başka bir şey değildir, kalkın Ebâ Eyyûb-i Ensârî'nin evine gidelim, dedi. </p><p> Ebâ Eyyûb (ra) her gün Peygamber Efendimize yemek veya süt getirirdi. 0 gün ise gecikmiş, bir şey getirmeden hurmalığa çalışmaya gitmişti. Nebi(sav) ve arkadaşları kapısına vardıkları zaman hanımı: </p><p> -Allah’ın peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safa geldiler, dedi. </p><p> Peygamberimiz : </p><p> - Ebâ Eyyûb nerede? diye sorarken hurmalıkta olan Ebâ Eyyûb Peygamber Efendimizin sesini duyup koşarak geldi ve : </p><p> - Allah'ın Peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safâ geldiler. Ey Allah'ın Peygamberi, sen bu saatte hiç gelmezdin? dedi. </p><p> Peygamber Efendimiz : </p><p> - Doğrudur, dedi. Bunun üzerine Ebâ Eyyûb tekrar bahçeye dönerek içinde kuru, yaş ve daha olgunlaşmamış hurmaların üç çeşidi de bulunan bir salkım hurma getirdi ve : </p><p> - Yã Rasûlallah, her üç çeşidinden de yiyesiniz diye bunu getirdim. Size bir hayvan keseceğim, dedi. </p><p> Efendimiz: </p><p> - Keseceksen bâri sütü olanlardan kesme, dedi. Bunun üzerine o da bir oğlak keserek hanımına : </p><p> - Çabuk bize yemek yap, dedi. Oğlağın yarısını pişirip diğer yarısını kebab etti. Yemek hazırlanıp Peygamber Efendimizin önüne konulunca, Efendimiz bir parça eti bir ekmeğin üzerine koyarak Ebâ Eyyûb'a : </p><p> - Bunu Fâtıma'ya götür. Zîra birkaç gündür böyle bir şey bulamamıştır, dedi. </p><p> Ebâ Eyyûb da onu alıp Fâtıma'ya götürdü. Peygamber Efendimiz be arkadaşları yemeği yiyip doyunca, Efendimizin gözleri yaşararak: </p><p> - Ekmek, et ve çeşitli hurmalar. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki bunlar, kıyâmet gününde hesabını vereceğimiz nimetlerdir, dedi ve bu sözünden ashâbın endişelendiğini görünce de : </p><p> - Ancak, böyle şeyleri bulup yemeye başladığınız zaman : "Bismillah" deyiniz ve yiyip doyduğunuz zaman da : "Bizi doyuran ve lâyık olmadığımız nîmetleri bize ihsan eden Allah'a hamdolsun,' deyiniz. Zîra bu, yeterli gelen bir karşılıktır, dedi. (Kandehlevî. C.I, s.385-386) </p><p> Sahabe yeniden diriliş sürecinde tüm servetini Allah yolunda sarf etmişti. Maddi sıkıntıları çalışıp kazanmamaktan değil, tersine her şeylerini tevhid’in yeniden ihyası için harcamalarındandı. Bu nitelikleriyle tevhidî mesajı her tarafa ulaştırmaya çalışıyorlardı. Bu esnada da aç ve elbisesiz kalabiliyorlardı. Bu bağlamda insanın mantığını çatlatacak şu olayı zikredelim: </p><p> Hz. Ömer’in oğlu anlatıyor: Bir gün Rasûlullah(sav) oturmuş arkadaşları ile konuşuyordu. Ebû Bekir (ra) da yanındaydı. Ebû Bekir'in üstünde yalnız bir abâ (basit bir giysi) vardı. Derken Cibrîl (as) indi ve Peygamberimize Allah'ın selâmını ilettikten sonra : </p><p> - Yâ Rasûlallah, Ebû Bekir'in üstündeki, yakaları birbiriyle bağlı olan bu giysi nedir? dedi. </p><p> Peygamber Efendimiz : </p><p> - Ya Cibrîl, Ebu Bekir Mekke'nin fethinden önce bütün malını benim yolumda harcadı, dedi. </p><p> Cibrîl : </p><p> - Cenâb-ı Alllah tarafından kendisine selâm söyle ve de ki: Cenâb-ı Allah, Ebû Bekir bu hâli ile benden hoşnud mudur, yoksa değil midir? diye soruyor, dedi. </p><p> Peygamber Efendimiz de Ebû Bekir'e dönüp : </p><p> - Yâ Ebû Bekir, Cibrîl gelmiş, Allah'ın selâmını sana iletir, Cenâb-ı Allah; "Ebû Bekir bu fakir hâli ile benden hoşnud mu değil midir diye soruyor," diyor, dedi. </p><p> Bunun üzerine Ebû Bekir ağlayarak: </p><p> - Ben Rabbime nasıl darılırım? Ben Rabbimden hoşnudum, ben Rabbimden hoşnudum, dedi.” (Kandehlevî. C.I, s.407-8) </p><p> Sahabenin riyazeti pasif ve yokluğa dayanan bir riyazet değil, aksine, doğrudan aktif riyazetti. Sadece herşeylerini Allah yolunda harcadıkları zaman değil, aynı zamanda ellerinin altında yığın yığın altın ve gümüş birikimi varken de aynı riyazeti yaşıyorlardı. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’la ilgili şu olayı izleyelim: </p><p> Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor :Abdullah b. Ömer'in yemeği ne kadar çok olursa olsun, kendisiyle birlikte yiyenleri buldukça kendisi doyasıya yemezdi. Bir gün İbn-i Mutıy ona uğrayıp da onu zayıf görünce Safiyye (ra)’ya: </p><p> - İyi yemekler yapıp ona yedirseydiniz belki biraz düzelirdi, dedi. Safiyye : </p><p> - Biz yapıyoruz. Fakat kendisi -evin içinde olsun, dışarıda olsun- kimi bulursa mutlaka çağırıp ona yedirir de kendisi aç kalır, dedi. Bunun üzerine İbn-i Mutıy, Abdullah'a ; </p><p> - Yâ Ebâ Abdirrahman! Niçin böyle yapıyorsun? Biraz kendine bak, dedi. </p><p> Abdullah : </p><p> - Sekiz yıldır ben -bir defa olsun- doyasıya yemek yemezdim. Şimdi de ömrümden bir merkebin su içimi kadar bir zaman kalmışken karnımı doyurmak mı istiyorsun? dedi.(A.g.e., C.II, s.448). </p><p> Sonuç olarak Sahabe çevresinin sahip olduğu iman ve atılım gücü, adalet ve şefkat anlayışı, hürriyet ve şura yaklaşımı, riyazet ve iktisat vasfı bunların yeni bir İslam medeniyeti kurmalarına ortam hazırlamış ve insanlığa fazilete dayalı anlamlı bir medeniyet armağan etmelerini mümkün kılmıştır. </p><p> Ancak Sahabe çevresinin fiziki olarak bu dünyadan ahirete göç etmeleri, geride kalanların ise aynı duyarlılık ve dinamizmi gösterememeleri İslam toplumlarının yeniden bunalıma düşmelerine, arkasından da çöküntüye maruz kalmalarına neden olmuştur.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 229980, member: 27"] [B]Pür fazilet çağının genel özellikleri [/B] Bu çağda, özellikle “öncü azınlık” kadroları olan Sahabe ve Tabiinin ileri derecede bir iman, şevk, hamiyet, adalet, şefkat, hikmet, marifet, iktisad, muhabbet, tesanüd... nitelikleriyle maksimum düzeyde donatıldıkları görülür. Bu dönemde; toplumu peşinden sürükleyen kadroları oluşturan bireylerde son derece güçlü ve sarsılmaz bir iman, Allah’ın hükmünü hakim kılma sürecinde ileri derecede bir şevk ve hamiyet duygusu vardır. Aynı şekilde bu kadronun sosyo-ekonomik hayatta geliştirdiği mekanizmalar da yüreklerindeki iman ve hamiyete paralel mekanizmalardır. İktisadî hayatta üretimde "hikmet ve kudsiyet", bölüşümde "adalet" ve “hakkaniyet”, tüketimde "iktisad" ve “riyazet”, toplumsal ve ferdî ilişkilerde “şefkat”, "muhabbet”, “tesanüd” ve “uhuvvet", entellektüel hayatta “ilim” ve "marifet" ilkeleri ve bu ilkeler istikametinde geliştirilen mekanizmalar hayatın vazgeçilmez kurumlarıdır. O zaman Sahabi ve Tabiin kadrolarının inşa ettiği çağa aynı zamanda, iman çağı, kahramanlık çağı, şefkat çağı, adalet çağı, bilgi çağı ve refah çağı da demek mümkündür. [B]İman çağı [/B] Gerçekten Sahabe ve Tabiinde akıl almaz bir iman gücü görülmektedir. Bu “kudsîler ordusu”nun tüm plan, karar ve davranışları sadece Allah rızasına endekslenmiştir. Allah rızasına ulaşmak için veremiyecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Herşeylerini bırakıp Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde de, koskoca evrensel iki imparatorluğun mirasına konduklarında da dünyaya bakış açıları ve yaşantı tarzlarında fazla bir değişiklik olmamıştır. Batı'da yaygın olan, devlet için asilzadenin kanı, tüccarın parası ve papazın duası, anlayışı yerine, gerektiğinde hem kanlarını, hem paralarını, hem de dualarını verebilmişlerdir. Günlük yaşantılarında ileri derecede bir riyazet, İslamın inkişafı için mal ve canlarını esirgemeden sarf, tüm zayıf ve güçsüzlere aşırıya varacak ölçüde bir şefkat ve merhamet, insanlık tarihinin başka dönemlerinde görülmemiş bir adalet ve hakka riayet, insanın mantığını çatlatacak bir doğruluk ve dürüstlük ve bitmez tükenmez bir ubudiyet aşkı ve ilim öğrenme merakı... Sahabenin belli başlıca özellikleri olmuştur. Siyer kitaplarında Sahabe çevresinin iman gücü ile ilgili tarihin altın olayları diyebileceğimiz binlerce olay zikredilir. Biz bu seriden burada bir kaçını zikredelim: Gerçekten Sahabe ve Sahabenin öğrencileri niteliğinde olan Tabiin kadroları Risalet Çevresi’nden öyle bir imanî ders almışlardı ki, bu dünyanın geçiciliği, faniliği onları kesinlikle kandıramıyor, kendine bağlayamıyordu. Ebedî ve Sermedî hayatın önem ve anlamlılığını iliklerine kadar hissetmişler, tüm niyet, karar ve davranışlarını ebedî hayata yönelik olarak belirlemişlerdi. Ebedî hayatın cazibesine kapılarak içtenlikle hayat boyu şehid olma arzusu taşımış, şehid olarak ölmeleri için sürekli Allah'a yalvarmışlardır. Enes b. Malik anlatıyor: "Amcam Enes B. Nadr (ra) Bedir savaşında bulunmadığı için peygamberimize: -Ya Rasulallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunmadığım için üzgünüm. Eğer Cenab-ı Allah müşriklerle savaşmayı bana nasib ederse benim ne yapacağımı görecektir’ derdi. Uhud Savaşı olduğunda savaşa katıldı. Savaşın belli bir anında Müslümanların kaçıp savaş alanını boş bıraktıklarını görünce, Müslümanları kasdederek : - Allah'ım, ben bunların yaptıklarından dolayı özür dilerim, diyerek kendi kendine kızıyor ve koşarak savaş alanına doğru ilerliyordu. Karşısına Sa’d b. Muâz (ra) çıktı. Ona : - Yâ Sa'd, bugün Cenneti satın alma günüdür. Nadr’ın Rabbine yemîn ederim ki, ben şu anda Uhud Dağı tarafından cennetin kokusunu alıyorum, diyerek düşmanın içine daldı. Enes savaş sonunda ölüler arasında bulunduğunda vücudunda seksen küsür yara sayılmıştı. Müşrikler gözlerini oymuş, burun ve kulaklarını kesmiş ve onu o kadar tanınmaz hale getirmişlerdi ki kimse tanıyamadı. Ancak kızkardeşi onu parmak uçlarından tanıyabildi. (Kandehlevî, c.I, s.631). [B]Fedakârlık çağı [/B] Onların fazilet ve kahramanca davranışları sadece savaş alanlarına mahsus davranış değildi, diğer alanlarda da faziletli davranış konusunda insan soyunun ulaşabileceği en maksimum seviyeyi yakalamışlardı. Bu konuda belki en anlamlı gösterge kişinin en sevdiği malını feda edebilmesi göstergesidir. Sahabenin bence en dikkate değer yönlerinden biri de en değerli varlıklarını hiç bir maddi karşılık beklemeden Allah yolunda hibe edebilmeleridir. Öyle ki, bir zamanların aristokrat davranışlı uzun mesafe tüccarları, mallarını-mülklerini Allah yolunda harcayarak zamanla giyecek elbise ve yiyecek ekmeğe bile muhtaç duruma düşmüşlerdi. Bir zamanlar Mekke’nin büyük ticaret burjuvazisine mensup insanlar evlerinde yiyecek bir şey bulamayarak günlerce aç kaldıkları oluyordu. Hz. Ömer (ra) anlatıyor: “Bir gün Peygamber(sav) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden "Eğer Ebu Bekir'i geçeceğim bir gün varsa bu gündür" dedim ve servetimin yarısını hibe etmek için getirdim. Efendimiz bana : - Sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın ya Ömer? diye sordu. - Getirdiğim kadar da onlara bıraktım, dedim. Sonra Ebû Bekir geldi, ve getirdiği serveti peygamberimize teslim etti. Efendimiz ona da : - Ya Ebû Bekir sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın? dedi. Ebû Bekir : -Ben onlara Allah ile peygamberini bıraktım, ya Rasulallah, dedi. Ebû Bekir servetinin tümünü getirmiş hibe ediyordu. 0 zaman kalbimden "imkânı yok, ben Ebû Bekir'i hiç bir zaman geçemem" dedim.” (Kandehlevî, C.II, s. 258) [B]Aksiyon çağı [/B] Sahabade öyle bir eylem ve atılım gücü vardı ki bunların yaşadığı çağa boydan boya aksiyon ve eylem çağı demek mümkündür. Peygamber(sav) hayatta iken yoktan bir devlet kurulmuş ve önemli bir toprak parçası İslam devletinin sınırları arasına katılmıştı. Gerçekten Medine şehrinin bir kısmında küçük bir site-devleti halinde başlayan bu devlet kısa bir müddet içinde bütün Arap Yarımadasını, Filistin ve Irak'ın güney kısımlarını içine aldı. Hz. Peygamber(sav) in ölümü sırasında Sahabeler Bizans ve İran ile harp halinde bulunuyordu. O dönemde Bizans ve Sasanî imparatorlukları dünyanın iki büyük imparatorluğu idi-ler; halbuki Arapların, gıpta edilecek bir şeyleri olmadığı gibi askerî teçhizat ve maddî kaynaklardan da mahrum bir avuç müminden başka bir şey değildi-ler. Çok erken bir dönem sayılabilecek Hz. Ömer (r.a.) zamanında bile (634-44) müslümanlar Trablus'dan Belh'e (Afganistan'da) ve Ermenistan'dan Sind’e (Hindistan'da) ve Gücerat’a kadar hükümlerini yürütüyorlardı. Halefi Hz. Osman (r.a.) zamanında (644-56) Dongola'nın aşağısında Nubia'ya hakimi oldular; bir taraftan da (İspanya'da) Endülüs'ün bir kısmını feth ettiler; şarkta Ceyhun nehrini geçtiler ve Çin'den bazı yerleri kopardılar. Kıbrıs, Rodos ve Girit İslâm memleketlerinden birer parça haline geldi. Hatta Bizanslılara karşı savunma savaşları sırasında Konstantiniyye o zamanlar ilk müslüman hücumuna şahit oldu. Hz. Peygamber(sav)’in vefatından onbeş sene ya geçmiş ya geçmemişti ki müslümanların doğuda ve batıda yayılmaları Atlantik'ten Pasifik sahillerine kadar uzanmıştı ve fethedilen sahalar bütün Avrupa kıtası kadar geniş idi. Bu yıldırım fütuhatında şayan-ı hayret olan şey fethedilen memleketler ahalisinin hiçbir surette memnuniyetsizlik göstermemeleridír. Bu, şu vakıa ile ispat edilir ki müslümanlar ilk defa olarak kendi aralarında iç harplerle çekişmeye başladıkları zaman hiçbir tarafta ayaklanma olmadı. Sahabe aynı performansı gerek fizikî çevresine gerekse sosyal ve beşerî çevresine gösterdiği şefkatla da ispat etmiştir. [B]Şefkat çağı [/B] Sahabenin malî ve bedenî fedakârlıkları kadar diğer önemli ve şanlı bir vasıfları da yüreklerinde taşıdıkları engin şefkatti. Her bir Sahabede değişik düzeyde olsa da tüm Sahabede İlahi rahmet ve merhametin azami ölçüde tecelli ettiği görülmektedir. Bu şefkat sadece yakın çevreye ve akrabaya yönelen bir acıma ve sahip çıkma duygusu değil, aynı zamanda en yakın sıhri çevreden en uzak beşerî çevreye, ehl-i dünyadan ehl-i küfre, sadık dosttan azılı düşmana, nazik bir çiçekten muhteşem ormanlara, zavallı bir hayvancıktan güçlü develere kadar uzanan muazzam bir şefkatti. İlahi rahmetin açılımı dünya ölçeğinde en geniş mânâda Sahabede gerçekleşiyordu. Sahabelerin kısa bir zaman dilimi içinde dünyanın önemli bir bölümünü fethederek egemenlikleri altına almalarının en önemli nedenlerinden biri onların doğrudan insan fıtratına yönelmeleri, insan fıtratında potansiyel olarak mevcut bulunan duyguları açığa çıkarmaları ve geliştirmeleridir. Sahabeler günlük ve pratik hayatlarında ilk önce kendileri İslamın ilkelerini eksiksiz yaşayarak diğer insan bireylerinin yüreklerinde mevcut olan Kadir-i Mutlak bir Allah'a inanma ve sığınma duygusu, insanlar arasında kardeşlik ve arkadaşlık duygusu, sadece "bugün"ü değil, aynı zamanda "büyük hesap günü"nü düşünerek hareket etme duygusu, birey ve toplumlar arasında adalet ve hakkaniyet ilkelerine uyma duygusu, samimi ve dürüst olma duygusu, şefkatli ve merhametli olma duygusu, çalışma-kazanma duygusu, okuma, dinleme ve öğrenme duygusu... gibi tüm duygularını uyararak yeniden canlandırmış ve geliştirmişlerdir. Sahabe sadece zahiri siyasi hakimiyet kurma peşinde olmamış, belki bu amacı en gerilere atarak ilk planda insanların gönüllerini ve akıllarını kazanmayı düşünmüştür. Dolayısıyla şiddet kullanarak toplumlara dehşet salıp onların zorla teslim olmalarını sağlama yerine mümkün olduğu kadar sevgi, şefkat, adalet ve kardeşlik duygularıyla yaklaşmışlardır. Son derece soyut bir iddia gibi algılanabilecek yukarıdaki yaklaşımımızı Mekke'nin Fethi sürecinde Hz. Peygamber'in izlediği strateji ve politikalar net bir şekilde isbat eder niteliktedir. Profesör Hamidullah'a dayanarak Mekke'nin fethi olayını biraz da geriplanını dikkate alarak kısaca inceleyelim: Bilindiği gibi Peygamberimiz sahabelerle birlikte kendi anayurdu olan Mekke'den Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Medine'de kısa süre içinde oranın diğer toplumlarıyla bir site-devleti inşa etti. Önünde en önemli proje, can düşmanı olan Mekke müşriklerini dize getirebilmek ve bu yolla Allah'ın mesajını dünya insanlığına iletmekti. Hz. Peygamber, bu önemli siyasi projeyi adım adım gerçekleştirme yolunu benimsemiştir. İlk olarak Kureyşlileri iktisadî baskı altına alarak, onları belli andlaşmalar imzalamaya zorlamak, ikinci olarak uzun dönemde kendi askerî gücünü arttırarak kendi savunmasını yapabilmekti. Hz. Peygamber(sav), tevhid, adalet, şefkat, hikmet'e dayalı toplumsal yapının oluşturulmasının sadece "davet"le mümkün olamıyacağını, aynı zamanda güçlü bir savunma gücünün de gerekli olduğunu biliyordu. Tevhidi hakim kılmak için anti-tevhid unsurlara öyle bir zamanda darbeyi indirmeliydi ki, düşmanın artık savunmaya imkânı kalmamalı idi. Özellikle Kabe’nin kansız bir şekilde ele geçirilebilmesi için hem çok yüksek düzeyli bir askerî ve siyasî strateji hem de güçlü bir savunma mekanizması gerekliydi. Hz. Peygamber bütün stratejisini bu şekilde dizayn etti. Mekke sakinlerinin geçim kaynağı büyük çoğunlukla yaz aylarında yaptıkları kervan ticaretiydi. Hz. Peygambere göre, düşmanın çıkarlarına en anlamlı darbe kervan ticaretinin engellenmesi suretiyle vurulabilirdi. Medine'ye hicreti müteakip dört ay geçmemişti ki Hz. Peygamber(sav) kuzeyde, Medine'den geçip Mısır ve Suriye'ye giden Mekkelilerin ticaret yolunu seyr-ü sefere kapamak için teşebbüse geçti. İlk olarak Mekkelilerin kullandığı yol güzergâhında bulunan aşiretlerle anlaşmalar düzenleyerek kendi siyasi blokuna katmak oldu. Hz. Peygamber(sav) Medine'nin batısında oturan Yanbû'nun komşusu olan kabilelerle ittifak anlaşmaları akdetti. Bu arazî kesiminde Mekkelilerin sık sık aştıkları yollar bulunmaktaydı. Bu tür politikalarla artık Hz. Peygamber, Kureyşlilerin Necd üzerinden geçerek Irak'a varmalarına bile mani olabilecek bir güç hâline gelmişti. Bu güzergâh Mekkeliler tarafından sık sık kullanılırdı. Düşmana zarar vermek gayesiyle onun cenup ticaret yolları üzerine de küçük askerî birlikler sevkedilmiştir. Bu istikamette tertip edilen askerî seferlerden birine Abdullah b. Cahş kumanda ediyordu; kendisi Tâif yakınındaki Nahle mevkiini vurmuştur. Bir müddet sonra, bir diğeri 624 senesinde, Qarada mıntıkasına gönderilmiş ve Mekkelilerden 100.000 dirhem kıymetinde gümüş ele geçirmişlerdir. Hendek savaşından sonra miladi 627 yılında Müslüman nüfûz ve tesiri Necd havalisinden doğudaki Yemame bölgesine kadar uzaklara yayılmıştı. Yemame Kureyşlilerin bütün hububat ithalâtını yaptıkları bir tahıl anbarı durumundaydı. Yemame mıntıkası hakimi Sumâme b. Usal, Hz. Peygamberin(sav) teşvikleri ile hububat ihracını durdurur durdurmaz, tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Mekke'de kıtlık baş göstermiştir. Bu kıtlıkla Hz.Peygambere önemli bir fırsat doğmuş oluyordu. Mekke’deki fakir-fukaranın kalbinin kazanılması için önemli bir fırsattı bu. Nitekim, Hz. Peygamber bu kıtlık üzerine 500 altın dinar tutarında bir meblağı Mekkenin fakirlerine sarfedilmek üzere göndermişti. Hz. Peygamber bir taraftan karşılıksız yardımlarla Mekkelilerin kalplerini kazanmaya çalışıyor, diğer taraftan da Mekke yönetimini abluka altına almaya çalışıyordu. Anlaşıldığına göre Mekkeliler ilk etapta Hz. Peygamberle anlaşmaya zorlanmak isteniyordu. Gerçekten kısa zamanda Mekke'nin dört bir yanı, kuzeyi de, batısı da, hattâ güneyi da Müslüman kabilelerinin sâkin oldukları bölgeler haline gelmişti. Bu strateji kısa zamanda meyvesini vermiş, az sonra ünlü Hudeybiye anlaşması yapılmıştı. (Ocak 628). Kuzeyde Hayber bölgesi, bu tarihten iki ay sonra, İslâm Devletine boyun eğmek zorunda kaldı (M. 628). Ancak, bir yıl geçmişti ki Mekkeliler, bu Hudeybiye anlaşmasını bozdular; her ne kadar pişman oldularsa da artık iş işten geçmişti. Sonra Medine'ye bir heyet göndererek Hudeybiye anlaşmasını yenilemek istediler. Hz. Peygamber(sav) bunu yenilemek taraftarı değildi. Tabiatıyla Mekkeliler, Müslümanların her an mukabele-i bilmisil yapacaklarından endişeleniyorlardı; sonra artık yalnızdılar, yardımına güvenecekleri kimseleri kalmamıştı. Kureyşlilerin en zayıf anında Hz. Peygamber darbeyi indirmeyi planlıyordu ve tam şimdi o fırsat doğmuştu: Bir askerî sefer için geniş hazırlıklar yapılmağa başlandı. Fakat Hz. Peygamber(sav), niyet ve kararının ne tarafa olduğunu hiç kimseye açıklamadı. Bu sır, o kadar titizlikle saklandı ki, Hz. Ebû Bekir gibi seçkin bir kimse bile, kızı Hz. Ayşe'nin evine gittiğinde, ondan bu seferin ne tarafa olduğunu sorması üzerine Hz. Ayşe, babası Hz. Ebû Bekir'e bu hususta yeter bir bilgi verememiştir. Diğer Müslümanlar da tabiatıyla aynı şekilde atlatılmışlardı. Aynı zamanda, az sonra göreceğimiz gibi toplanan gönüllü askerler onbin kadar olmuşlardı. O devirde onbin kişilik bir ordu, görülüp alışılmış bir şey değildi. Düşman haber alma teşkilâtı veya dostlarından bunu gizlemek, saklamak da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını mevzu bahis olamaz; zira düşmanla arasındaki mesafe on iki gün gibi uzak bir mesafedir. Bunun için Hz. Peygamber (sav) her şeyden evvel Medine'den bütün çıkışları durdurdu. İstihbârat teşkilâtı o kadar verimli çalışıyordu ki; ahmak bir Müslüman olan Hâtib b. Ebî Balta'a Mekke'ye gizli bir haber gönderme teşebbüsünde bulundu. Bu haberi götüren, Medine'nin hemen yakınında kolayca yakalandı. Mektupta, şunlar yazılı idi : “Burada büyük hazırlıklar yapılıyor; herhalde Mekke'yi düşünüyorlardır”. Bu mektuba el koydular, fakat Hz. Peygamber(sav) mektubu götüreni yolunda serbest bıraktı. Bu sırada bazı şaşırtmalar vermek zarûreti de vardı. İbn Sa'd'ın eserinde, yazılı olduğu veçhile Hz. peygamber(sav) Ebû Qatâde'nin kumandasında bir askerî birliği Medine’nin tam kuzey kesiminde, üç günlük mesafede bulunan “İdam” mevkiine gönderdi. Böylece herkes, Hz. Peygamberin(sav) bu bölgeye gitmek istediğini ve bu “İdam” seferinin bunun keşif kısmı olduğunu düşünecekti; bu suretle şâyiaların merkezi sikleti bu yöne çevrilecekti. Hz. Peygamber(sav), fiilen bu büyük sefere çıkarken, sadece gideceği yeri değil, aynı zamanda ordusunun hakiki büyüklük ve kuvvetini de saklamak istemiştir. İşte, bu sebeple, tarihçi Ya'qûbî'ye nazaran Hz. Peygamber(sav), beklenen birçok gönüllünün Medine de toplanmalarını değil de, ancak Mekke’ye doğru hareketinde yol boyunca kabilelerinin bulundukları yerlerden geçtikçe kendisine iltihak etmelerini emretti. Bu strateji o kadar muvaffak oldu ki Kureyşliler, Müslüman ordusunun Mekke civarındaki dağlar arkasına ordugâhlarını kuruncaya kadar onların harekete geçtiklerine dair zerre kadar bir haber elde edememişlerdir. Bundan başka, tam Mekke’ye hareket edeceğine yakın, Medine-Suriye yolu üzerinde bulunan Batn İdam'lıları cezalandırmak için kuvvetli bir askerî birliği harekete geçirmişti; bu planla dikkatleri başka noktalara çekmek, gizli ajanları şaşırtmak ve herkeste, Hz. Peygamberin(sav) Medine kuzeyindeki düşmanlarından birine sefere gittiği intibaını uyandırmak istiyordu. Darbe tesirini daha da arttırmak gayesiyle İslâm Ordusu Mekke'yi kuşatınca Hz. Peygamber, o gece her askerin bir ateş yakmasını emretti. 10.000 ateş bütün bir gece yakılması daha büyük, daha fazla sayıda insanın yemeklerini pişirdikleri intibâını veriyordu. Mekkelilerin en önde gelen reisi Ebû Süfyan, gece müslüman öncü birlikler tarafından yakalanarak Hz. Peygambere getirildi. Ebu Süfyan ise Mekke ahalisinin evlerine kapanmaları, silahlarını terketmeleri, yahut Kabe civarına toplanmaları veyahut da Ebu Süfyan’ın kendi evine kapanmalarını temin etmesi karşılığında hem kendisine hem de diğer Mekkelilere zarar verilmeyeceği hususunda halkı ikna etmek üzere serbest bırakıldı. Bu sırada, Mekke'de tecrübeli ve nüfûz sahibi bir kimse bulunmuyordu : Ebû Cehil ölmüş, Hâlid b. Velîd ve Amr b. As Müslüman olmuşlar, Ebû Süfyan müslümanların eline esir düşmüştü. Şayet hâlâ varsa, müttefiklere yardım için haber gönderecek kadar da vakit kalmamıştı. İkrime (Ebû Cehil'in oğlu) gibi bazı genç kumandanlar, şüphesiz bazı mukavemet hareketlerine kalkıştılar. Onlara kendi kılanlarına mensup kimseler yardım ediyorlardı. Ateşin bir kumandanı olan Hâlid b. Velîd'in idaresindeki Müslüman askerî birliklerle İkrime'nin kuvvetleri arasında bazı sokak çatışmaları cereyan etmiştir. Bununla birlikte büyük ekseriyetle Mekkeliler, Ebû Süfyan'ın almış olduğu teminata ve onlara tavsiye ettiği şeylere ve sulh yoluyla ve kan dökülmeksizin icrâ edilecek bir işgâl vaadine inanıyorlardı. Ebû Süfyan, şayet derhal kuvvetlerini teşkîl edip mukavemete kalkışsa bile, bu onun için çok geç bir davranış olacaktı. Zira Hz. Peygamber(sav), kendi birliklerini fiilen Mekke'ye doğru harekete geçirip, şehrin iyice yakınlarını tamamen işgâl etmeden evvel, onun İslâm ordusu karargâhını terk etmesine müsade etmedi. Ebû Süfyan'ın gönüllülerini toplayıp harekete geçmesi veya yakınlardaki müttefiklerine yardım için bir haber göndermek ve onların yardımlarını talep etme artık imkânsız denecek kadar zordu. O inanıyordu ki, böyle bir mukavemet hareketi neticesiz ve son derece faydasızdı; tarihçiler tarafından nakledilmiş olan, onun karısı ile bu meseleyi ciddi şekilde tartıştığı ve karısını da iknaya çalıştığı yönündedir. Hasımlarının mukavemet edilmez kuvvetlerine bir de onların inanılmaz merhamet ve şefkatlerinin eklenmesi bu çok nâzik anda Mekkeliler üzerinde o kadar derin tesir bıraktı ki, onların İslâma karşı beslemekte oldukları kin ve düşmanlık hisleri bir anda yepyeni bir kalıba dökülerek son derece olumlu bir tarza dönüşmüş oldu. Hz. Peygamberin planları aşama aşama gerçekleşiyordu. Sıra kan dökülmeden Mekke’ye girmeye gelmişti. Mekke fiziki yapı olarak her tarafı dağlarla çevrili bir vadide kurulu bir şehirdir. Şehri, kuzey-güney istikametinde kateden bir tek ana yol vardır; bu ana geçide iki talî yol bağlanırdı. İslam Ordusunun büyük kısmı, aralarında Hz. Peygamber(sav) olduğu halde kuzey istikametinden ilerledi. Yukarı Şehir denen yer bu tarafta yer almaktadır. Diğer bir askerî birlik Zübeyr b. Avvâm idaresinde Kadâ' yolu yönünden ilerleyerek düşmanın deniz sahiline, Vadî Fâtıma yoluyla kaçmasına mâni oluyordu. Diğer bir büyük askerî birlik, şehre güneyden girdi ve Aşağı Şehir denen mıntıkayı işgal etti. Muhtemelen bu bir süvari kıtasıydı, çünkü diğer ordu birlikleriyle aynı zamanda birlikte şehre girebilmek için bunların çok çabuk şehrin etrafınan dolaşmaları îcap etmektedir. Diğer bir birlik de Hacûn yolu üzerinden şehre girmiştir. Bunlar aynı zamanda Cidde'ye olduğu kadar Yemen istikametinde de düşmanın kaçış yolunu kapamakla vazifeliydiler. Böyle, dört bir taraftan harekâtta bulunan bir orduda Başkumandanın olup bitenlerden haberdar olma ve her şeyi tam ve lâyıkıyla elde tutması hususunda hakikaten fevkalâde mâharet ve teşkilâtçılığı görülüyordu. Hz. Peygamber(sav) yeni tâlimatlar vermenin ve müdahalelerde bulunmanın lüzumlu olduğu yerlerde derhal işi ayarlıyordu. Şehrin işgalinin son safhalarına doğru subaylarından birinin, kendi emrindeki askerlere, biraz sonra “mağrur Mekke'nin başının öne düşeceği ve şehrin yağma edileceğine” dâir imâda bulunması haberi hemen Hz. Peygamber(sav)’e ulaştı, meseleyi öğrenir öğrenmez, Hz. Peygamber: “Hayır! Mekke'nin şeref ve haysiyeti asıl bugün artacak. Madem ki orada İslâmın kıblesi mevcuttur; bu yüzden her ne suretle olursa olsun onun kudsiyetine tecavüz edilmeyecektir” diyerek o subayı derhal kumandanlıktan aldı ve bu vazifeyi başka bir kimseye verdi. Bunun üzerine şehirde sulh, sükûn ve nizam işini sağlamak üzere umumî bir tebliğ yayınlandı. Hz. Peygamber şimdi doğum yeri olan bu şehre muzaffer bir kumandan olarak dönüyordu. Arkada ve hatıralarda hemşehrileri tarafından reva görülmüş maddî ve mânevî ağır ıstıraplarla dolu tam sekiz sene vardı. Şimdi ise, zafer kazanmış bir ordunun başındaydı; buna rağmen tavır ve hareketleri hiç de mağrur bir kumandan gibi değildi. İbn Hişâm'ın anlattığı gibi O, çekingen bindiği devenin sırtında sık sık secdeye kapanıyor, lütfettiği bütün bu şeylerden dolayı Tek olan Allaha şükrediyordu. İşgâli takip eden günde sulh, sükûn ve asayiş şehre hâkim olunca Hz. Peygamber, cemaatla kılınan namaza imamlık etti; bu durum, şehirdeki putperestler tarafından merakla ve yakından izlendi. Namazdan sonra, Kâbe etrafındaki sahada toplanmış olan hemşehrilerine bir hitabede bulundu ve bunlara, gerek kendisine ve gerekse ashâbına neler yapıklarını hatırlattı ve onların ne kadar haksızlık ve adaletsizlik yapmış olduklarını anlattı. Son olarak, onlara artık kendisinden ne bekleyip, ümit ettiklerini sordu. Kısa bir duraklamadan sonra devam etti : “Bugün, artık hiçbir şeyden mes'ûl değilsiniz. Gidiniz, hepinizi hür addediyorum” diyerek umumi af ilan etti. Beklenmedik bu af üzerine Mekke'nin havası birden değişti ve akşama doğru bütün halk baskısız ve dayatmasız kendiliğinden İslamı kabul etti. Onlar hiçbir şeyi böylesine derin, böylesine samimî bir şekilde kabul etmemişlerdi. Hem onlar, şimdi mağlûp edilmiş ve işgâl altına girmiş bir memleketin ahâlisi değiller, haklar ve vazifeler konusunda, zaferi kazananlarla tamamen eşit düzeydeydiler. Bu muhteşem manzarayı tamamlayan aşağıdaki olay da o ölçüde anlamlı ve çarpıcıdır: Hz. Peygamber, henüz yukarıda zikrettiğimiz hutbesine başlamamıştı. Müezzin Bilâl-i Habeşî (R.A.), Kâbenin damına çıkmış namaz için ezan okuyordu. Ezan sesini duyan Mekkeli bir putperest olan Attâb b. Esîd arkadaşlarından birinin kulağına eğildi ve: “Allaha şükür ki babam şimdi hayatta değil; şayet o, şu siyahînin mukaddes Kâbenin damına çıkıp anırdığını işitseydi buna katiyen tahammül edemezdi” dedi. Biraz sonra, Aff-ı Umuminin ilân edildiğini işiten aynı Attâb, galeyana geldi ve anî olarak ileri fırladı. Hz. Peygambere(sav) yaklaşarak: “Ben Esîd'in oğluyum, Allah’dan başka Allah olmadığını ve senin de onun elçisi olduğunu tasdik ederim” diyerek heyecanlı bir şekilde müslüman olduğunu ilan etti. Hz. Peygamber de ona: “Pek âlâ; seni Mekke vâlisi yaptım” diyerek mukabelede bulundu. Hz.Peygamber Mekke’de bir garnizon bile kurmadan askerlerini Medine'ye çekmiş ve Mekke'nin idaresini henüz İslâmı yeni kabul etmiş Attab’a bırakmıştı. Hz.Peygamber sonradan bu politikasından dolayı aslâ pişmân olmayacaktır. Çünkü kendiliğinden İslamı seçen bu insanlar biraz sonra yine kendiliğinden birer İslam kahramanı olacaklardır. (Hamidullah, 1972, 122 vd) Engin bir şefkat ve merhamet duygusuna sahip olmak sadece Hz. Peygamberin vasfı değil, aynı zamanda onun arkadaşlarının da temel vasfı idi. Bilindiği gibi insanın şefkat ve merhamet duygusunu kaybettiği alan savaş alanıdır. Bundan dolayı ayrı bir savaş hukuku vardır. İlginçtir ki normal zamanlarda lduğu gibi sahabe savaş alanında da merhametli ve şefkatlidir. Hz. Ebû Bekir’in savaşa gönderirken komutanlara verdiği talimatı izleyelim. El-Müseyyeb’den: “Ebû Bekir (R.A) Şam tarafına asker gönderirken başlarına Yezid b. Ebî Süfyan, Amr b. Âs ve Şürahbil b. Hasene'yi tayin etti. Asker hareket ettiği zaman komutanlarla birlikte Seniyetü'l Veda’ya kadar yaya yürüyüp onları uğurladı. Onlar da : - Ey Resûlallah'ın halîfesi, biz biniciyiz, sen yaya gidiyorsun, böyle olmaz, dediler. Ebu Bekir (R.A) : - Ben Allah yolunda attığım adımları çoğaltmak için yürüyorum dedi. Sonra onlara şu tarihi talimatı verdi: "Size Allah'dan korkmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda gaza ediniz. Ve Allah'ın Varlık yahut da Birliğini inkâr edenlerle savaşınız. Şübheniz olmasın ki Allah dîninin yardımcısıdır. Ganîmet mallarından hıyanet etmeyiniz, kimseye zulmetmeyiniz, korkmayınız, bozgunculuk yapmayınız. Size verilen emirlere uyunuz ve Allah'ın izni ile düşmanla karşılaştığınız zaman onları üç yoldan birini seçmeye davet ediniz. Kabul ederlerse siz de kabul edip onlardan vazgeçiniz: Önce onları müslüman olmaya davet ediniz, buna icâbet ederlerse kabul edip onlardan vazgeçiniz. Sonra onlara kendi yerlerini terkederek muhâcirlerin yurduna gelmelerini teklif ediniz, eğer gelirlerse muhacirlerin sahip bulunduğu hak ve vazifelere sahip olacaklarını onlara söyleyiniz. Şayet müslüman olup da kendi yurtlarında kalmak isterlerse o zaman diğer müslüman Araplar gibi, Allah'ın müminlere farz kıldığı İslâmî hükümlerin onlar hakkında da yürütüleceğini, fey ve ganîmetlerden onlara bir şey verilmeyeceğini onlara bildiriniz. Eğer müslüman olmak istemezlerse o zaman cizye vermelerini onlara teklif ediniz, kabul ettikleri taktirde yine de kabul edip onlardan vazgeçiniz. Şâyet bunu da kabul etmezlerse o zaman Allah'tan yardım dileyerek onlarla savaşın ve sakın hiç bir yerde hurmalıkları, meyve ağaçlarını kesip yakmayın, hayvanları öldürmeyin, mâbedleri yıkmayın, ihtiyar, çocuk ve kadınlara dokunmayınız. Kendilerini mâbedlere bağlayan kimselere de rastgeleceksiniz, onları da kendi hallerinde bırakınız. Ayrıca, şeytana hizmet maksadıyla başlarının ortasını tıraş eden birtakım insanları da göreceksiniz onları gördüğünüzde Allah’ın izni ile hemen boyunlarını vurunuz," (Kandehlevî, c.I, s.263-64). Sahabe kesinlikle insanlar arasında dehşet salarak ve onların kanını dökerek onları zorla müslüman yapma yolunu seçmedikleri gibi, böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. [B]Hürriyet ve şurâ çağı [/B] Gerçekten de Pür Fazilet Çağı’nda yöneticiler sosyo-ekonomik hayatı tanzim ederken keyfî ve despotik bir şekilde davranmamış, tersine, toplum ekseriyetinin görüş ve eğilimine önem vermişlerdir. Böyle bir siyasal ortamda nefsini ve toplumu ilgilendiren konularda fertler kendini hür hissetmiştir. Bir defasında Hz. Ömer evliliklerde mehir miktarlarının aşırı yüksekliğini önlemek amacıyla mehir miktarına bir sınır getirmek istedi. Bu politikasını mescidte hutbede halka açıkladı. Arkada oturan bir kadın ise bir ayet-i kerimeye dayanarak mehir miktarının sınırlanamayacağını, herkesin kendi gücüne göre istediği kadar verebileceğini hatırlattı. Bu haklı eleştiri üzerine Hz. Ömer: "Kadın isabet etti, Ömer yanıldı" diyerek sınırlama işinden vazgeçti. Aynı şekilde yine Hz. Ömer bir konuşmasında: "Ey müslümanlar! doğru yolda olduğuma inandığınız müddetçe beni destekleyin, doğruluktan saptığım zaman da çekinmeden ikaz edin" deyince mescidin arka saflarında oturan bir genç: "Ya Ömer doğru yoldan saparsan seni kılınçlarımızla hak yola getiririz" diye gürledi. Bu gencin cesaret ve duyarlılığı Hz. Ömer'in çok hoşuna gitti.(Büyük İslam Tarihi, c.II, s.185-186). Pür Fazilet Çağı’nda politikalar toplumu oluşturan kesimlerin temsilcilerine danışılarak istişare yoluyla belirlenmeye çalışılmıştır. Politikaların belirlenmesi ve uygulanması konusunda herkesin eleştiri ve katkısı istenmiş, haklı ve yapıcı katkı ve eleştirilerden hemen yararlanma yoluna gidilmiştir. Yönetim makamlarının bir tahakküm ve emir makamı olmayıp, tersine bir hizmet makamı olduğu derinden hissedilmiştir. Nitekim Hz.Ali'nin zamanındaki bir valiye gönderdiği mektup kamuoyunun ne kadar önemli olduğunu vurgulama açısından önemli bir belgedir. Kitabü'l Haraç'ın sonuna alınan mektupta Hz. Ali valisine: "...Sen vaktiyle nasıl senden evvelki valilerin icraatını gözden geçiriyordun; halk da şimdi senin icraatını gözetecek. O zaman senin onlar hakkındaki söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimin salih olduğunu ancak Allah'ın kendi kulları lisanından söylettiği sözlerle anlaşılır." Dikkat edileceği gibi Hz. Ali, yöneticilerden Allah'ın razı olmasını vatandaşın memnun ve hoşnut olmasına bağlıyor. Vatandaşın iyi dediği yöneticiyi Allah da iyi olarak kabul ediyor. Vatandaşın razı ve hoşnut olmadığı yöneticiden Allah da razı ve hoşnut olmuyor. Hz. Ali devam ederek: "...Ben kudret-i Kâmile (tam güç) sahibiyim, emrederim, itaat ederler" deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini za'fa uğratmak ve (dolayısıyla) felakete yaklaşmaktır". diye tavsiyede bulunur. O zaman ne yapmak gerekir? Yapılması gerekeni yine Hz. Ali(ra)'den dinleyelim: "...Umurun (politikaların) içinde öylesini ihtiyar et (tercih et) ki en mutavassıtı (dengelisi), adl (adalet) itibarıyla en şamili (kapsamlısı) olsun; sonra halkın rızasını en cami (kapsayıcı) bulunsun. Zira ammenin (kamuoyunun) hoşnutsuzluğu eşhasın (şahısların) rızasını hükümsüz kılar." Dikkat edileceği gibi Hz.Ali (ra)’ın düşüncesinde kamuoyunu dışlayan, sadece yöneticinin kendinin veya dar bir çevrenin heva ve hevesini dikkate alan bir politika gayrimeşrû olarak kabul edilmiş ve yöneticiler bu yönde uyarılmıştır. Benzer tamimler diğer büyük halifeler tarafından da neşredilmiş, bu konuda mümkün olduğunca ısrar edilmiştir. Yöneticiler kişi hukuk ve güvenliğini mahalli idarecilere karşı yine kişilerin yardımıyla korumaya çalışıyordu. Gönderilen tamimlerle her ne suretle olursa olsun hakkı çiğnenen, hürriyeti engellenen kimselerin doğrudan halifeye gelip şikayette bulunması imkânı sağlanmıştı. Hakkı veya hürriyeti engelleyen en büyük eyalet valisi ve kumandanı bile olsa mutlaka cezalandırılır, vatandaşa karşı işlediği suçun bedeli ödetilirdi. Bir konuşmasında Hz. Ömer: "Ey insanlar! sizi yönetmek üzere tayin ettiğim bir yöneticiden eza-cefa görürseniz hemen bana bildirin. Allah'a yemin ederim ki, öyle bir yöneticiden hemen hakkınızı alır ve ona kısas uygularım." deyince büyük sahabe ve yenilmez kumandan Amr b.As ayağa kalkarak: "Ey mü'minlerin emiri! valilerden biri bir vatandaşı incitirse gerçekten kısas uygular mısınız?" diye sordu. Hz. Ömer: "Elbette uygularım, Hz. Peygamber hac mevsiminde valilerini toplayıp onları hesaba çekmez miydi? Vallahi ben de onlara teker teker hesap sorarım" diye cevap verdi. Gerçekten Hz. Ömer hac mevsiminde tüm valileri toplar halkın huzurunda onları hesaba çekerdi, bu hesaptan dolayı valiler vatandaşa sıkıntı çektirmekten şiddetle çekinirdi. (Büyük İslam Tarihi, c.II, s.179.) Gerçekten de bu çağ açık tartışmanın, yapıcı eleştirinin, kollektif karar almanın (icmâ) en geniş anlamda gerçekleştirildiği bir çağ olmuştur. Her türlü keyfî ve despotik eğilim, kitleleri adam yerine koymama tutumu bu çağda şiddetle karşı çıkılan şeytanî bir davranış olarak algılanmıştır. Bu cephesiyle de saadet asrı inananların önemli bir modeli niteliğindedir. [B]Riyazet çağı [/B] Sahabe çevresinin bir diğer "hikmet"li tarafı tüketimde "riyazi" bir tüketim kalıbını benimsemeleridir. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve döküm-saçım yaşantı Sahabe çevresinin tanımadığı yaşantı şeklidir. Başta Hz. Peygamber olmak üzere genellikle Sahabe ve Tabiin çevresi her şeylerini bırakıp Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde de büyük imparatorlukların hazinelerine el koyduklarında da tıka basa karınlarını doyurmamışlardır. İbn-i Abbas (ra)’ın rivayet ettiği şu olayı izleyelim: “Bir gün Ebû Bekir sıcağın en şiddetli bir zamanında mescide geldi. Onu gören Ömer de geldi ve Ebû Bekir'e: - Bu saatte evden niçin çıktın? diye sordu, Ebû Bekir : - Vallâhi bu saatte evden çıkmamın sebebi, şiddetli açlığımdan başka bir şey değildir, dedi. Ömer de : - Vallahi ben de aç olduğum için evden çıktım, dedi. Derken Rasûlalah(sav) de geldi ve onlara: - Bu saatte dışarıda ne işiniz var? diye sordu, - Yâ Rasulallah, vallâhi bizi bu saatte evden çıkaran, karnımızın aç olmasından başka bir şey değildir, dediler. Hz. Peygamber: - Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, benim de evden çıkmamın sebebi bundan başka bir şey değildir, kalkın Ebâ Eyyûb-i Ensârî'nin evine gidelim, dedi. Ebâ Eyyûb (ra) her gün Peygamber Efendimize yemek veya süt getirirdi. 0 gün ise gecikmiş, bir şey getirmeden hurmalığa çalışmaya gitmişti. Nebi(sav) ve arkadaşları kapısına vardıkları zaman hanımı: -Allah’ın peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safa geldiler, dedi. Peygamberimiz : - Ebâ Eyyûb nerede? diye sorarken hurmalıkta olan Ebâ Eyyûb Peygamber Efendimizin sesini duyup koşarak geldi ve : - Allah'ın Peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safâ geldiler. Ey Allah'ın Peygamberi, sen bu saatte hiç gelmezdin? dedi. Peygamber Efendimiz : - Doğrudur, dedi. Bunun üzerine Ebâ Eyyûb tekrar bahçeye dönerek içinde kuru, yaş ve daha olgunlaşmamış hurmaların üç çeşidi de bulunan bir salkım hurma getirdi ve : - Yã Rasûlallah, her üç çeşidinden de yiyesiniz diye bunu getirdim. Size bir hayvan keseceğim, dedi. Efendimiz: - Keseceksen bâri sütü olanlardan kesme, dedi. Bunun üzerine o da bir oğlak keserek hanımına : - Çabuk bize yemek yap, dedi. Oğlağın yarısını pişirip diğer yarısını kebab etti. Yemek hazırlanıp Peygamber Efendimizin önüne konulunca, Efendimiz bir parça eti bir ekmeğin üzerine koyarak Ebâ Eyyûb'a : - Bunu Fâtıma'ya götür. Zîra birkaç gündür böyle bir şey bulamamıştır, dedi. Ebâ Eyyûb da onu alıp Fâtıma'ya götürdü. Peygamber Efendimiz be arkadaşları yemeği yiyip doyunca, Efendimizin gözleri yaşararak: - Ekmek, et ve çeşitli hurmalar. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki bunlar, kıyâmet gününde hesabını vereceğimiz nimetlerdir, dedi ve bu sözünden ashâbın endişelendiğini görünce de : - Ancak, böyle şeyleri bulup yemeye başladığınız zaman : "Bismillah" deyiniz ve yiyip doyduğunuz zaman da : "Bizi doyuran ve lâyık olmadığımız nîmetleri bize ihsan eden Allah'a hamdolsun,' deyiniz. Zîra bu, yeterli gelen bir karşılıktır, dedi. (Kandehlevî. C.I, s.385-386) Sahabe yeniden diriliş sürecinde tüm servetini Allah yolunda sarf etmişti. Maddi sıkıntıları çalışıp kazanmamaktan değil, tersine her şeylerini tevhid’in yeniden ihyası için harcamalarındandı. Bu nitelikleriyle tevhidî mesajı her tarafa ulaştırmaya çalışıyorlardı. Bu esnada da aç ve elbisesiz kalabiliyorlardı. Bu bağlamda insanın mantığını çatlatacak şu olayı zikredelim: Hz. Ömer’in oğlu anlatıyor: Bir gün Rasûlullah(sav) oturmuş arkadaşları ile konuşuyordu. Ebû Bekir (ra) da yanındaydı. Ebû Bekir'in üstünde yalnız bir abâ (basit bir giysi) vardı. Derken Cibrîl (as) indi ve Peygamberimize Allah'ın selâmını ilettikten sonra : - Yâ Rasûlallah, Ebû Bekir'in üstündeki, yakaları birbiriyle bağlı olan bu giysi nedir? dedi. Peygamber Efendimiz : - Ya Cibrîl, Ebu Bekir Mekke'nin fethinden önce bütün malını benim yolumda harcadı, dedi. Cibrîl : - Cenâb-ı Alllah tarafından kendisine selâm söyle ve de ki: Cenâb-ı Allah, Ebû Bekir bu hâli ile benden hoşnud mudur, yoksa değil midir? diye soruyor, dedi. Peygamber Efendimiz de Ebû Bekir'e dönüp : - Yâ Ebû Bekir, Cibrîl gelmiş, Allah'ın selâmını sana iletir, Cenâb-ı Allah; "Ebû Bekir bu fakir hâli ile benden hoşnud mu değil midir diye soruyor," diyor, dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir ağlayarak: - Ben Rabbime nasıl darılırım? Ben Rabbimden hoşnudum, ben Rabbimden hoşnudum, dedi.” (Kandehlevî. C.I, s.407-8) Sahabenin riyazeti pasif ve yokluğa dayanan bir riyazet değil, aksine, doğrudan aktif riyazetti. Sadece herşeylerini Allah yolunda harcadıkları zaman değil, aynı zamanda ellerinin altında yığın yığın altın ve gümüş birikimi varken de aynı riyazeti yaşıyorlardı. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’la ilgili şu olayı izleyelim: Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor :Abdullah b. Ömer'in yemeği ne kadar çok olursa olsun, kendisiyle birlikte yiyenleri buldukça kendisi doyasıya yemezdi. Bir gün İbn-i Mutıy ona uğrayıp da onu zayıf görünce Safiyye (ra)’ya: - İyi yemekler yapıp ona yedirseydiniz belki biraz düzelirdi, dedi. Safiyye : - Biz yapıyoruz. Fakat kendisi -evin içinde olsun, dışarıda olsun- kimi bulursa mutlaka çağırıp ona yedirir de kendisi aç kalır, dedi. Bunun üzerine İbn-i Mutıy, Abdullah'a ; - Yâ Ebâ Abdirrahman! Niçin böyle yapıyorsun? Biraz kendine bak, dedi. Abdullah : - Sekiz yıldır ben -bir defa olsun- doyasıya yemek yemezdim. Şimdi de ömrümden bir merkebin su içimi kadar bir zaman kalmışken karnımı doyurmak mı istiyorsun? dedi.(A.g.e., C.II, s.448). Sonuç olarak Sahabe çevresinin sahip olduğu iman ve atılım gücü, adalet ve şefkat anlayışı, hürriyet ve şura yaklaşımı, riyazet ve iktisat vasfı bunların yeni bir İslam medeniyeti kurmalarına ortam hazırlamış ve insanlığa fazilete dayalı anlamlı bir medeniyet armağan etmelerini mümkün kılmıştır. Ancak Sahabe çevresinin fiziki olarak bu dünyadan ahirete göç etmeleri, geride kalanların ise aynı duyarlılık ve dinamizmi gösterememeleri İslam toplumlarının yeniden bunalıma düşmelerine, arkasından da çöküntüye maruz kalmalarına neden olmuştur. [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Eğitim ve Kültür
Bunları Biliyormusunuz
Tarihden Bir Yaprak
Türk-İslam Tarihinin Konjonktürel Yorumu
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst