Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nur Külliyatı
Risale-i Nur’da Osmanlı ve Tarih Yorumu
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 231713" data-attributes="member: 27"><p><strong>Rüyada bir hitabe </strong></p><p><strong></strong></p><p>Meâli ve hatırda kalan elfazı aynendir. </p><p></p><p> 1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: </p><p></p><p> Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi: </p><p></p><p> <span style="color: blue">“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.” </span></p><p></p><p>Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki: </p><p></p><p> <span style="color: blue">“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de re-yin var. Fikrini beyan et.” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p>Ayakta durup dedim: </p><p></p><p>“Sorun, cevap vereyim.” </p><p></p><p> <span style="color: blue">Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?” </span></p><p></p><p>Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i haya-tımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmi-yenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i (<img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_42.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />) muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i (<img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_43.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, ge-niş istikballe mübadele eden kazanır.” </p><p></p><p><span style="color: blue">Birden meclis tarafından denildi: “İzah et.” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p> Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki edi-yor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, hem ehl-i imânın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik.” </p><p></p><p><span style="color: blue">Tekrar biri sordu: “Musibet, cinayetin ne-ticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiili-nizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p>Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâ-miyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât. </p><p> “Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yal-nız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_44.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /></p><p> “Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.” </p><p></p><p> <span style="color: blue">Yine biri dedi: “Bir âmir, hatayla felâkete atmışsa?” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p> Dedim: “Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.” </p><p></p><p> Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti. </p><p></p><p> Aynı gün, pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîler dediler: </p><p></p><p><span style="color: blue">“Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p>Dedim: “<img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_45.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />” </p><p></p><p> “Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz. </p><p></p><p></p><p> “Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir. Menfîye kapılan harf gibi: <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_46.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> yahut <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_47.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /> tarif edilir. Demek bütün ha-rekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Ba-husus, menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur. </p><p></p><p>“Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer. İsim gibi <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_48.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />’dir. Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müspet ve zaafına inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.” </p><p></p><p> <span style="color: blue">Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p> Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.” </p><p></p><p><span style="color: blue">Denildi: “Nasıl anlarız?” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p>Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir. </p><p></p><p></p><p>“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir. </p><p></p><p></p><p> “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.” </p><p></p><p> <span style="color: blue">Dediler: “İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?” </span></p><p><span style="color: blue"></span></p><p>Dedim: “Düşmanların onlara şiddet-i hücu-mundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların ha-senesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşma-nına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır. </p><p></p><p></p><p> “Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.” </p><p></p><p></p><p> <strong>Rüyanın zeyli </strong></p><p><strong></strong></p><p> Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti. </p><p></p><p><strong>İşte Hint,</strong> düşman zannederek, halbuki pe-derini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. </p><p></p><p> <strong>İşte Tatar, Kafkas, </strong>öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. </p><p></p><p> <strong>İşte Arap,</strong> yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. </p><p></p><p> <strong>İşte Afrika,</strong> biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. </p><p></p><p> <strong>İşte âlem-i İslâm,</strong> bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. </p><p></p><p> Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_49.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />(Bundan ders alın!). </p><p></p><p> <p style="text-align: right"><em><span style="color: red">Sünühat, s. 55-73. </span></em></p> <p style="text-align: right"></p><p></p><p></p><p> <strong>Hutuvât-ı Sitte </strong></p><p><strong></strong></p><p> <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_50.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /></p><p></p><p>Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. </p><p></p><p></p><p> Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor. </p><p></p><p></p><p> BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir: </p><p></p><p>“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.” </p><p> Şu vesveseye karşı demeliyiz: </p><p></p><p></p><p> Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızâdâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek—neûzü billâh—İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir. </p><p></p><p></p><p> Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka se-bebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız. </p><p></p><p></p><p> İKİNCİ HATVESİ: Der ve dedirtir: </p><p></p><p> “Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?” </p><p></p><p> Şu vesveseye karşı deriz: </p><p></p><p>Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir. </p><p></p><p></p><p> Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öp-mek değil, temas etmek de İslâmiyete adâvet et-mek demektir. </p><p></p><p></p><p> ÜÇÜNCÜ HATVESİ: Der veya dedirtir: </p><p></p><p> “Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.” </p><p></p><p> Bu vesveseye karşı deriz: </p><p></p><p> Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlâd-ı nâmeşruunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat bir hayat-ı sefilâneyi bize bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümanca-sına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız! </p><p></p><p></p><p> DÖRDÜNCÜ HATVESİ: Der veya dedirtir: </p><p></p><p> “Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar—ki Anadolu’daki sergerdeleridir—mak-satları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değil-dir.” </p><p></p><p> Şu vesveseye karşı deriz: </p><p></p><p>Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir etmez. Çünkü maksut, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz. </p><p></p><p></p><p> Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksatların hakikatini tağyir edemez. </p><p></p><p></p><p> BEŞİNCİ HATVESİ: Der: </p><p></p><p> “İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde çıktı.” </p><p></p><p> Şu vesveseye karşı deriz: </p><p></p><p>Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bam başkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâmın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a, İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hodendişâne fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hattâ en fâcir bir adam da, yalnız ism-i Hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir. </p><p></p><p></p><p> ALTINCI HATVESİ: Der ki: </p><p></p><p> “Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?” </p><p></p><p> Şu vesveseye karşı deriz: </p><p></p><p> En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor. </p><p></p><p></p><p> Evvela: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı …… gibi… </p><p></p><p></p><p> Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul etmez. Muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eskisi gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun!* </p><p></p><p>Salisen: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki suretledir: </p><p></p><p> Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı elleri-mizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısa-sen sana telef ettirmektir. </p><p></p><p></p><p> İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez. </p><p></p><p> Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz. </p><p></p><p> Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, …… milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb, öylelerin kalbidir ki, hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kàbil görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhal ender muhaldir. </p><p></p><p> Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyâ-net etse yakarım, yıkarım!” </p><p></p><p>Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek, veya bir cemaatte ona muzır biri varsa cemaati ifnâ etmek, her vakit kendinde selâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş! Acaba, bütün millet bir kalbde—hem münafık, hançer-i zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir kalbde—ittifakından daha muhal ne var? </p><p></p><p></p><p> Şeytan gibi hasis hisleri, fena ahlâkları teşci ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men etmekle beraber, muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez pençeli; ekseriyeti kazanmak için, imhayı esas program yapmış, iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi silâhtan tecrit ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız! </p><p></p><p></p><p> O hasım, gösterdiği kin ve husumet harpten neş’et etme değildir. Harpten olsaydı, tabiî mağlûbiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın, uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler, inşaallah daha aldanmaz. </p><p></p><p><img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_51.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /></p><p></p><p> Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-ı cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret… </p><p></p><p></p><p> Hem darb-ı mesel olmuş: “Keçi kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder. Boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat… </p><p></p><p></p><p> Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. </p><p></p><p></p><p> Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi, fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün burudetli husumet-i kâfirânesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir. </p><p></p><p></p><p> Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet, izzet-i İslâmiyetin tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir. </p><p style="margin-left: 20px"><p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Sünühat, s. 97-106.</em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> </p><p>Yirmi sene evvel tabedilen Sü-nuhat risalesinde, hakikatli bir rüyada, âlem-i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhani bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevi meclis demiş ki: “Bu Alman mağlubiyetiyle ne-ticelenen bu harpte, Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?” </p><p></p><p></p><p> Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslam, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. inayet-i İlahiyeyle onların muhafazası için kader mağlubiyetimize fetva verdi.” </p><p></p><p></p><p> Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihata getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu. </p><p></p><p></p><p> Gelen cevap, manevi cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel manevi suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslama, mevki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslamın selameti <span style="color: black">için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.” </span><p style="margin-left: 20px"> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Kastamonu Lahikası, s. 19. </em></span></p> </p><p><strong></strong></p><p><strong>Hakikatli Bir Lâtife </strong></p><p><strong></strong></p><p>Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temiz-leyemez.” </p><p style="margin-left: 20px"><p style="text-align: right"><em><span style="color: red">Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 143.</span> </em></p> </p><p><strong></strong></p><p><strong>YEDİNCİ RİCA </strong></p><p></p><p> Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden,Haşiye21 bir nur, bir teselli, bir rica aradım. <p style="margin-left: 20px"> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Lem’alar, s. 229.</em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> </p><p>Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin mânevî azametine işareten, koca Van Kalesinin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm. </p><p style="margin-left: 20px"><p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Lem’alar, s. 249.</em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em></em></span></p> </p><p>Eski Said bir hiss-i kable’l-vukû ile, iki acîb hâdiseyi hissetmiş; fakat, rüyâ-i sâdıka gibi, tâbire muhtaçmış. </p><p></p><p></p><p> Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah birşeye bakılırsa, kırmızı görünür; o da siyâset-i İslâmiye perdesiyle o hakîkate bakmış. Hakî-katin sûreti bir derece şeklini değiştirmiş. O hâzır büyük velî dahi o yanlışını görüp, o cihette şiddetle îtiraz etmiş. İşte o hakîkat iki kısımdır. </p><p></p><p></p><p>Birincisi: “Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak”; hattâ, hürriyetten evvel pekçok defa talebelere tesellî vermek için, “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” diyordu. İşte kırk sene sonra Risâle-i Nur o hakîkati kör gözlere dahi gösterdi. </p><p></p><p></p><p> İşte, Nûrun zâhiren kemiyeten dar cihetine bakmayarak, hakîkat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi sûretiyle, hem de siyâset nazarıyla bütün memleket-i Osmâniyede olacak gibi ifâde etmiş. O büyük velî, onun dar daireyi geniş tasavvurundan, ona îtiraz etmiş. Hem o zât haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü, Risâle-i Nur îmânı kurtarması cihetiyle, o dar dairesi, mâdem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi îmanla kurtarıyor; bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani, bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüyâ-i sâdıka gibi olan hiss-i kable’1-vukû ile, o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihâta edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş yüz sene sonra nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile, aynen o geniş daire, nur dairesi olacak, onun yanlış tâbirini sahîh gösterecek. </p><p></p><p></p><p> İkinci Hakîkat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbû kitâbetlerinde, İşârâtü’l-İ’câz’ın baştaki İfâde-i Merâmında ve sâir eserlerinde musırrâne ve mükerreren talebelerine diyordu ki: </p><p></p><p></p><p> “Hem maddî, hem mânevî büyük bir zelzele-i içtimâî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivâmı ve mücerred kalmamı gıpta edecekler” diyordu. Hattâ, hürriyetin birinci senesinde, İstanbul’da, Câmiü’l-Ezher’in Reis-i Ulemâsı olan Şeyh Bâhid Hazretleri (r.aleyh) İstanbul’da Eski Said’e sordu: </p><p></p><p><img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_52.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /></p><p></p><p> Said cevaben demiş: </p><p></p><p> <img src="http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_53.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" /></p><p></p><p> Yani, “Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?” </p><p></p><p> O vakit Eski Said demiş: </p><p></p><p> “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir. Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak,” Şeyh Bâhid’e söylemiş. </p><p></p><p>O allâme zât demiş: </p><p></p><p>“Ben de tasdik ediyorum.” Beraberinde gelen hocalara dedi: “Ben, bununla münâzara edip galebe edemem.” </p><p></p><p></p><p> Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır, Avrupa’dan daha dinden uzak... İkinci tevellüd de inşaallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emârelerle hem şarkta, hem garbda Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak. </p><p></p><p></p><p> Üçüncü Hakîkat: Hem Eski Said, hem Yeni Said; hem maddî, hem mânevî büyük bir hâdise, büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye, Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kable’1-vukû ile, Eski Said, mükerrer ve musırrâne haber veriyordu. Halbuki, o his ile nur meselesinin aksi ile gâyet geniş daireyi dar görmüş. Zaman, onu İkinci Harb-i Umûmi ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tâbir ediyor ki: </p><p></p><p></p><p> İkinci Harb-i Umûmi, beşere ettiği tahribât-ı azîme, gerçi çok geniştir; fakat, hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribâta nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye, mânen o İkinci Harb-i Umûmiden daha dehşetli olmasından, eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüyâ-i sâdıkasını tam tâbir ediyor ve o hiss-i kable’1-vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o mûteriz ehl-i velâyeti zâhiren haklı, fakat hakîkaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o velî zâtın îtirazını tam reddediyor. <p style="margin-left: 20px"> <p style="text-align: right"><span style="color: red"><em>Said Nursî </em></span></p> </p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 231713, member: 27"] [B]Rüyada bir hitabe [/B] Meâli ve hatırda kalan elfazı aynendir. 1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi: [COLOR=blue]“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.” [/COLOR] Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki: [COLOR=blue]“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de re-yin var. Fikrini beyan et.” [/COLOR] Ayakta durup dedim: “Sorun, cevap vereyim.” [COLOR=blue]Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?” [/COLOR] Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i haya-tımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmi-yenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i ([IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_42.gif[/IMG]) muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i ([IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_43.gif[/IMG]) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, ge-niş istikballe mübadele eden kazanır.” [COLOR=blue]Birden meclis tarafından denildi: “İzah et.” [/COLOR] Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki edi-yor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, hem ehl-i imânın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik.” [COLOR=blue]Tekrar biri sordu: “Musibet, cinayetin ne-ticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiili-nizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?” [/COLOR] Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâ-miyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât. “Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yal-nız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_44.gif[/IMG] “Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.” [COLOR=blue]Yine biri dedi: “Bir âmir, hatayla felâkete atmışsa?” [/COLOR] Dedim: “Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.” Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti. Aynı gün, pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîler dediler: [COLOR=blue]“Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” [/COLOR] Dedim: “[IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_45.gif[/IMG]” “Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz. “Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir. Menfîye kapılan harf gibi: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_46.gif[/IMG] yahut [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_47.gif[/IMG] tarif edilir. Demek bütün ha-rekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Ba-husus, menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur. “Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer. İsim gibi [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_48.gif[/IMG]’dir. Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müspet ve zaafına inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.” [COLOR=blue]Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.” [/COLOR] Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.” [COLOR=blue]Denildi: “Nasıl anlarız?” [/COLOR] Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir. “Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir. “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.” [COLOR=blue]Dediler: “İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?” [/COLOR] Dedim: “Düşmanların onlara şiddet-i hücu-mundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların ha-senesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşma-nına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır. “Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.” [B]Rüyanın zeyli [/B] Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti. [B]İşte Hint,[/B] düşman zannederek, halbuki pe-derini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. [B]İşte Tatar, Kafkas, [/B]öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. [B]İşte Arap,[/B] yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. [B]İşte Afrika,[/B] biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. [B]İşte âlem-i İslâm,[/B] bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_49.gif[/IMG](Bundan ders alın!). [RIGHT][I][COLOR=red]Sünühat, s. 55-73. [/COLOR][/I] [/RIGHT] [COLOR=red] [/COLOR] [B]Hutuvât-ı Sitte [/B] [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_50.gif[/IMG] Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor. BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir: “Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.” Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızâdâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek—neûzü billâh—İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir. Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka se-bebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız. İKİNCİ HATVESİ: Der ve dedirtir: “Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?” Şu vesveseye karşı deriz: Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir. Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öp-mek değil, temas etmek de İslâmiyete adâvet et-mek demektir. ÜÇÜNCÜ HATVESİ: Der veya dedirtir: “Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.” Bu vesveseye karşı deriz: Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlâd-ı nâmeşruunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat bir hayat-ı sefilâneyi bize bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümanca-sına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız! DÖRDÜNCÜ HATVESİ: Der veya dedirtir: “Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar—ki Anadolu’daki sergerdeleridir—mak-satları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değil-dir.” Şu vesveseye karşı deriz: Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir etmez. Çünkü maksut, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz. Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksatların hakikatini tağyir edemez. BEŞİNCİ HATVESİ: Der: “İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde çıktı.” Şu vesveseye karşı deriz: Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bam başkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâmın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a, İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hodendişâne fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hattâ en fâcir bir adam da, yalnız ism-i Hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir. ALTINCI HATVESİ: Der ki: “Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?” Şu vesveseye karşı deriz: En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor. Evvela: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı …… gibi… Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul etmez. Muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eskisi gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun!* Salisen: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki suretledir: Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı elleri-mizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısa-sen sana telef ettirmektir. İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez. Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz. Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, …… milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb, öylelerin kalbidir ki, hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kàbil görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhal ender muhaldir. Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyâ-net etse yakarım, yıkarım!” Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek, veya bir cemaatte ona muzır biri varsa cemaati ifnâ etmek, her vakit kendinde selâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş! Acaba, bütün millet bir kalbde—hem münafık, hançer-i zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir kalbde—ittifakından daha muhal ne var? Şeytan gibi hasis hisleri, fena ahlâkları teşci ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men etmekle beraber, muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez pençeli; ekseriyeti kazanmak için, imhayı esas program yapmış, iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi silâhtan tecrit ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız! O hasım, gösterdiği kin ve husumet harpten neş’et etme değildir. Harpten olsaydı, tabiî mağlûbiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın, uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler, inşaallah daha aldanmaz. [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_51.gif[/IMG] Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-ı cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret… Hem darb-ı mesel olmuş: “Keçi kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder. Boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat… Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi, fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün burudetli husumet-i kâfirânesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir. Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet, izzet-i İslâmiyetin tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir. [INDENT][RIGHT][COLOR=red][I]Sünühat, s. 97-106. [/I][/COLOR][/RIGHT] [/INDENT]Yirmi sene evvel tabedilen Sü-nuhat risalesinde, hakikatli bir rüyada, âlem-i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhani bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevi meclis demiş ki: “Bu Alman mağlubiyetiyle ne-ticelenen bu harpte, Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?” Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslam, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. inayet-i İlahiyeyle onların muhafazası için kader mağlubiyetimize fetva verdi.” Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihata getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu. Gelen cevap, manevi cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel manevi suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslama, mevki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslamın selameti [COLOR=black]için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.” [/COLOR][INDENT] [RIGHT][COLOR=red][I]Kastamonu Lahikası, s. 19. [/I][/COLOR][/RIGHT] [/INDENT][B] Hakikatli Bir Lâtife [/B] Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temiz-leyemez.” [INDENT][RIGHT][I][COLOR=red]Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 143.[/COLOR] [/I][/RIGHT] [/INDENT][B] YEDİNCİ RİCA [/B] Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden,Haşiye21 bir nur, bir teselli, bir rica aradım. [INDENT] [RIGHT][COLOR=red][I]Lem’alar, s. 229. [/I][/COLOR][/RIGHT] [/INDENT]Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin mânevî azametine işareten, koca Van Kalesinin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm. [INDENT][RIGHT][COLOR=red][I]Lem’alar, s. 249. [/I][/COLOR][/RIGHT] [/INDENT]Eski Said bir hiss-i kable’l-vukû ile, iki acîb hâdiseyi hissetmiş; fakat, rüyâ-i sâdıka gibi, tâbire muhtaçmış. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah birşeye bakılırsa, kırmızı görünür; o da siyâset-i İslâmiye perdesiyle o hakîkate bakmış. Hakî-katin sûreti bir derece şeklini değiştirmiş. O hâzır büyük velî dahi o yanlışını görüp, o cihette şiddetle îtiraz etmiş. İşte o hakîkat iki kısımdır. Birincisi: “Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak”; hattâ, hürriyetten evvel pekçok defa talebelere tesellî vermek için, “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” diyordu. İşte kırk sene sonra Risâle-i Nur o hakîkati kör gözlere dahi gösterdi. İşte, Nûrun zâhiren kemiyeten dar cihetine bakmayarak, hakîkat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi sûretiyle, hem de siyâset nazarıyla bütün memleket-i Osmâniyede olacak gibi ifâde etmiş. O büyük velî, onun dar daireyi geniş tasavvurundan, ona îtiraz etmiş. Hem o zât haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü, Risâle-i Nur îmânı kurtarması cihetiyle, o dar dairesi, mâdem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi îmanla kurtarıyor; bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani, bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüyâ-i sâdıka gibi olan hiss-i kable’1-vukû ile, o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihâta edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş yüz sene sonra nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile, aynen o geniş daire, nur dairesi olacak, onun yanlış tâbirini sahîh gösterecek. İkinci Hakîkat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbû kitâbetlerinde, İşârâtü’l-İ’câz’ın baştaki İfâde-i Merâmında ve sâir eserlerinde musırrâne ve mükerreren talebelerine diyordu ki: “Hem maddî, hem mânevî büyük bir zelzele-i içtimâî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivâmı ve mücerred kalmamı gıpta edecekler” diyordu. Hattâ, hürriyetin birinci senesinde, İstanbul’da, Câmiü’l-Ezher’in Reis-i Ulemâsı olan Şeyh Bâhid Hazretleri (r.aleyh) İstanbul’da Eski Said’e sordu: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_52.gif[/IMG] Said cevaben demiş: [IMG]http://www.koprudergisi.com/issues/065/images/065_53.gif[/IMG] Yani, “Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?” O vakit Eski Said demiş: “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir. Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak,” Şeyh Bâhid’e söylemiş. O allâme zât demiş: “Ben de tasdik ediyorum.” Beraberinde gelen hocalara dedi: “Ben, bununla münâzara edip galebe edemem.” Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır, Avrupa’dan daha dinden uzak... İkinci tevellüd de inşaallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emârelerle hem şarkta, hem garbda Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak. Üçüncü Hakîkat: Hem Eski Said, hem Yeni Said; hem maddî, hem mânevî büyük bir hâdise, büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye, Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kable’1-vukû ile, Eski Said, mükerrer ve musırrâne haber veriyordu. Halbuki, o his ile nur meselesinin aksi ile gâyet geniş daireyi dar görmüş. Zaman, onu İkinci Harb-i Umûmi ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tâbir ediyor ki: İkinci Harb-i Umûmi, beşere ettiği tahribât-ı azîme, gerçi çok geniştir; fakat, hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribâta nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye, mânen o İkinci Harb-i Umûmiden daha dehşetli olmasından, eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüyâ-i sâdıkasını tam tâbir ediyor ve o hiss-i kable’1-vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o mûteriz ehl-i velâyeti zâhiren haklı, fakat hakîkaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o velî zâtın îtirazını tam reddediyor. [INDENT] [RIGHT][COLOR=red][I]Said Nursî [/I][/COLOR][/RIGHT] [/INDENT] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Risale-i Nur Okuma ve Anlama
Risale-i Nur Külliyatı
Risale-i Nur’da Osmanlı ve Tarih Yorumu
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst