Huseyni
Müdavim
Hüseyin Özdemir
Osmanlı Devleti, sadece ülkemizde değil dünyada, artan bir ilgi ile incelenmektedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivine beş-altı sene önce üç-beş araştırmacı gelip gitmekte iken, bugün yerli ve yabancı araştırmacılarla dolup taşmaktadır. Çok geniş topraklarda, çok kültürlü bir toplum yapısı ile altı asır gibi uzun bir süre dünya medeniyetine çok büyük katkısı olmuştur Osmanlının. Adaleti, hoşgörüsü, vakıfları ve Ahi teşkilatları ile oluşturduğu dengeli sosyal yapısının çok daha iyi anlaşılması belki de dünyanın geleceği açısından çok önemlidir. Çünkü çağımızda hakim olan Kapitalizm, Komünizm ve Faşizm gibi ideoloji ve sistemler dünya dengelerini iyice bozmuş, iki dünya savaşını netice vermiştir.
Osmanlı Devletinin,—özellikle gelişme döneminin—adalet, hoşgörü, maddeten ve manen dengeli insan ve toplum yapısı açısından ilgi uyandıran, günümüzde de örnek olabilecek bir idare-sosyal yapısı vardır. Fakat gerileme döneminden itibaren bu yüksek değerlerin ve dengelerin yavaş yavaş bozulmaya başladığını, Ortaçağı kapatıp Yeniçağı açan bir milletin özellikle iktisadi olarak “Ortaçağlaşma” gibi bir zihniyet yapısı içersine düştüğünü görmekteyiz. Tarihi öğrenmekten bir amaç ibret almaksa, geçmişi doğrusu ve yanlışı ile olduğu gibi ortaya koymak gereklidir. Türkiye’de bu konuda ifrat ve tefrit vardır. Bir yanda Batıcılık adına—Batının anlamaya çalıştığı—Osmanlının değerlerini göremeyenler olduğu gibi, diğer yanda Osmanlıyı en ufak bir tenkide bile tahammül edemeyenler vardır. Osmanlı devletinin bir çok güzelliklerine hayran olduğumu belirttikten sonra, iktisaden geri kalışındaki zihniyet yapısı üzerinde duracağım.
Ortaçağda iktisadi zihniyet ve Avrupa da reform, rönesans hareketi
1071 zaferinden sonra Anadolu’ya yayılan Türk halkının çoğunluğunu göçebe Oğuzlar teşkil etmekteydi. İktisadi hayat hayvancılığa, yaylacılığa dayanıyordu. Gerek göçebe hayatı yaşayanlardan, gerekse fethedilen yerlere iskan politikası ile zorunlu göçe tabi tutulanlardan, tekke, cami, medrese ve bunları yaşatan vakıflar yoluyla, birer Türk şehri teşekkül ettiriliyordu. Esnafa, Ahi Teşkilatına dayanan iktisadi faaliyetlerle aynı zamanda o yerlerin şehirleşmesi ve Türkleşmesine çalışılıyordu.
13. asırda Anadolu, Ege, Marmara tamamen Türklerin egemenliğine geçtiğinde, Sinop ve Antalya, önemli ticaret limanları haline gelmişti. Ticaret, Orta Anadolu’ya doğru sarmıştı. Türk dokumacılığı Bizans dokumacılığından üstün duruma gelmişti. Batılı tüccarlar, Bizans’ın Rum ve Hıristiyan mezhepli aha-lisini sömürüyordu. İstanbul’un fethi ile İtalya’nın ticaret kolonileri çekip gittiler. Bizans’ın tüccarları da bu sömürü ve gasp-lardan kurtularak daha emniyetli bir iş ha-yatına girdiler. Çiftçileri köleliğe zorlayan, Bizans aristokrasisi yok oldu; fakat Türkler, yeni rejimde, askerliğe ve memuriyete sürüklendiler. İtalyan ticaret kolonilerinin de gitmesiyle emniyete kavuşmuş bir tüccar sınıfı türedi. Fakat bunların çoğunu Hıristiyan ve Yahudiler teşkil ediyordu. Bunlar devamlı kuvvetlenmekte idi.1
Gelişme döneminde iktisadi hayatın endüstri kolları olarak tarım, hayvancılık, küçük el sanatları, zenaat, demircilik, dericilik, dokumacılık, çinicilik, gemi ve silah yapımını sayabiliriz. Bu ürünlerin bir kısmı Avrupa’ya ve Arap ülkelerine de satılabilmekteydi. 16. ve 17. yy.da Osmanlı’da sanayi Batı’dan üstün idi. Baharat, ipek ve kürk ticaretini Osmanlı elinde tutuyordu. Kervansarayların, ticaretin güven ve selametle yapılmasında pek çok katkısı vardı.
Gerek Batı’da, gerekse Osmanlı Devleti’nde, Ortaçağda, her bakımdan hakim olan zihniyet, ekonomi dışı değerlere dayanıyordu. Başta, büyük toprak mülkiyeti ve toprağa dayalı hakimiyet şekli, yine toprağa dayalı bir rütbe ve mansıp silsilesi vardı. Toprağa dayalı kalındığı sürece, paranın ve genellikle menkul değerlerin ikinci planda olduğu, aynî iktisat şekli geçerli idi. Müteşebbis olarak, küçük işletme ve esnaf loncaları vardı.2
İnsanlığın henüz dünyevileşmediği, paranın sadece bir araç olduğu, idealizmin ve ahlak ilkelerinin çok üstün olduğu bir dönemdi, Ortaçağ. İktisadi ilişkilerde güven unsuru ve dengeli davranış hakimdi. Yani ihtiyaç kadar üretim yapılmaktaydı. Ve üretici, malını satacağından emindi. Büyük bir kazanç hırsı olmadan, herkes kendine bir gelir temin etmekteydi. Usta-çırak ilişkilerinde ekonomik faktörlerden çok, dini ve moral faktörler hakimdi.3
Ortaçağdan sonra, Yeniçağla birlikte Avrupa ve Osmanlı’da, iki farklı zihniyet gelişmişti. Avrupa’da İtalyan Leonardo da Vinci. İngiliz Thomas More gibi entelektüellerin öncülüğünde düşünce alanında, “Rönesans” gerçekleştirilmiş ve Antik düşüncenin yeniden dirilişiyle, uygarlığın yeniden doğuşu amaçlanmıştı. Bunun sonucunda maddeci düşünce, ideal düşüncenin yerine geçmişti, para artık ön plandaydı. Böylece zenginleşme hırsı, kazanç hırsı ve lüks ihtiyaçlar önemli hale gelmişti.4
Daha sonra, bilindiği gibi Luther, yeni bir Hıristiyanlık yorumu getirmiştir. “Allah, zengini sever” diye zenginliği teşvik ettiği ve mistik, skolastik bir kilise taassubuna karşı çıktığı için, iktisatçılar Kapitalizmi onunla başlatırlar. Neticede 15. yy.da ticari Kapitalizm gelişmiştir. İlk kapitalistler, Avrupa’nın gangsterleri olmuştur. Afrika’nın, Amerika’nın tabii kaynaklarını Avrupa’ya taşımışlar ve kölelerin kanı üzerinden zengin olmuşlardır. 1830’lardan itibaren ise Avrupa’da, sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Avrupa, maddeten çok güçlenip dünyayı etkisi ve sömürgesi altına almıştır. Bu arada gelişen Pozitivizm, maddi çıkar hırsıyla birlikte manevi değerleri birer birer yıkmıştır. Kısaca, Avrupa’nın materyalist medeniyeti insanlığın maddi-manevi dengesini bozmuş, bütün değerlerinden koparmış, tüketim ve eğlenceyle avunan bir insan tipi yetiştirmiştir. Kapitalizm, iktisaden de küçük bir sömürü sınıfı doğurmuş, büyük insan kitlelerini sefalete sürüklemiştir. Batı medeniyeti heves, his, heva, rekabet ve tahakküm üzerine yürüyen bir mahiyet almıştır. Bu bakımdan da mensuplarının saadetini temin edememiş, bunalımlara ve ihtilallere sebebiyet vermiştir. Bu hususiyetleri ile insanın yaşama şartlarını ve ihtiyaçlarını ağırlaştırıp çoğaltmıştır. Moda ve buna benzer alışkanlıklarla zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruret derecesine çıkarmış ve böylece israf kapısını açmıştır. Maddi meşguliyetler içinde boğduğu insanı, manen ihmal ve huzursuz etmiştir. İnsanın en mühim yönü olan dini ve manevi ha-yatıyla ve moral ihtiyaçlarıyla ilgilenmemiş, adeta esir duruma getirmiştir. Bunun içindir ki; “medeniyetteki maksud-u hakiki olan, istirahat-i umumi ve saadet-i hayatiye bozulmuştur.”5 Çünkü, “İnsandaki kuvve-i akliye, Sâni (Allah) tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvveler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler o külli akıldan istifade etsinler.”6
Osmanlı Devleti, sadece ülkemizde değil dünyada, artan bir ilgi ile incelenmektedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivine beş-altı sene önce üç-beş araştırmacı gelip gitmekte iken, bugün yerli ve yabancı araştırmacılarla dolup taşmaktadır. Çok geniş topraklarda, çok kültürlü bir toplum yapısı ile altı asır gibi uzun bir süre dünya medeniyetine çok büyük katkısı olmuştur Osmanlının. Adaleti, hoşgörüsü, vakıfları ve Ahi teşkilatları ile oluşturduğu dengeli sosyal yapısının çok daha iyi anlaşılması belki de dünyanın geleceği açısından çok önemlidir. Çünkü çağımızda hakim olan Kapitalizm, Komünizm ve Faşizm gibi ideoloji ve sistemler dünya dengelerini iyice bozmuş, iki dünya savaşını netice vermiştir.
Osmanlı Devletinin,—özellikle gelişme döneminin—adalet, hoşgörü, maddeten ve manen dengeli insan ve toplum yapısı açısından ilgi uyandıran, günümüzde de örnek olabilecek bir idare-sosyal yapısı vardır. Fakat gerileme döneminden itibaren bu yüksek değerlerin ve dengelerin yavaş yavaş bozulmaya başladığını, Ortaçağı kapatıp Yeniçağı açan bir milletin özellikle iktisadi olarak “Ortaçağlaşma” gibi bir zihniyet yapısı içersine düştüğünü görmekteyiz. Tarihi öğrenmekten bir amaç ibret almaksa, geçmişi doğrusu ve yanlışı ile olduğu gibi ortaya koymak gereklidir. Türkiye’de bu konuda ifrat ve tefrit vardır. Bir yanda Batıcılık adına—Batının anlamaya çalıştığı—Osmanlının değerlerini göremeyenler olduğu gibi, diğer yanda Osmanlıyı en ufak bir tenkide bile tahammül edemeyenler vardır. Osmanlı devletinin bir çok güzelliklerine hayran olduğumu belirttikten sonra, iktisaden geri kalışındaki zihniyet yapısı üzerinde duracağım.
Ortaçağda iktisadi zihniyet ve Avrupa da reform, rönesans hareketi
1071 zaferinden sonra Anadolu’ya yayılan Türk halkının çoğunluğunu göçebe Oğuzlar teşkil etmekteydi. İktisadi hayat hayvancılığa, yaylacılığa dayanıyordu. Gerek göçebe hayatı yaşayanlardan, gerekse fethedilen yerlere iskan politikası ile zorunlu göçe tabi tutulanlardan, tekke, cami, medrese ve bunları yaşatan vakıflar yoluyla, birer Türk şehri teşekkül ettiriliyordu. Esnafa, Ahi Teşkilatına dayanan iktisadi faaliyetlerle aynı zamanda o yerlerin şehirleşmesi ve Türkleşmesine çalışılıyordu.
13. asırda Anadolu, Ege, Marmara tamamen Türklerin egemenliğine geçtiğinde, Sinop ve Antalya, önemli ticaret limanları haline gelmişti. Ticaret, Orta Anadolu’ya doğru sarmıştı. Türk dokumacılığı Bizans dokumacılığından üstün duruma gelmişti. Batılı tüccarlar, Bizans’ın Rum ve Hıristiyan mezhepli aha-lisini sömürüyordu. İstanbul’un fethi ile İtalya’nın ticaret kolonileri çekip gittiler. Bizans’ın tüccarları da bu sömürü ve gasp-lardan kurtularak daha emniyetli bir iş ha-yatına girdiler. Çiftçileri köleliğe zorlayan, Bizans aristokrasisi yok oldu; fakat Türkler, yeni rejimde, askerliğe ve memuriyete sürüklendiler. İtalyan ticaret kolonilerinin de gitmesiyle emniyete kavuşmuş bir tüccar sınıfı türedi. Fakat bunların çoğunu Hıristiyan ve Yahudiler teşkil ediyordu. Bunlar devamlı kuvvetlenmekte idi.1
Gelişme döneminde iktisadi hayatın endüstri kolları olarak tarım, hayvancılık, küçük el sanatları, zenaat, demircilik, dericilik, dokumacılık, çinicilik, gemi ve silah yapımını sayabiliriz. Bu ürünlerin bir kısmı Avrupa’ya ve Arap ülkelerine de satılabilmekteydi. 16. ve 17. yy.da Osmanlı’da sanayi Batı’dan üstün idi. Baharat, ipek ve kürk ticaretini Osmanlı elinde tutuyordu. Kervansarayların, ticaretin güven ve selametle yapılmasında pek çok katkısı vardı.
Gerek Batı’da, gerekse Osmanlı Devleti’nde, Ortaçağda, her bakımdan hakim olan zihniyet, ekonomi dışı değerlere dayanıyordu. Başta, büyük toprak mülkiyeti ve toprağa dayalı hakimiyet şekli, yine toprağa dayalı bir rütbe ve mansıp silsilesi vardı. Toprağa dayalı kalındığı sürece, paranın ve genellikle menkul değerlerin ikinci planda olduğu, aynî iktisat şekli geçerli idi. Müteşebbis olarak, küçük işletme ve esnaf loncaları vardı.2
İnsanlığın henüz dünyevileşmediği, paranın sadece bir araç olduğu, idealizmin ve ahlak ilkelerinin çok üstün olduğu bir dönemdi, Ortaçağ. İktisadi ilişkilerde güven unsuru ve dengeli davranış hakimdi. Yani ihtiyaç kadar üretim yapılmaktaydı. Ve üretici, malını satacağından emindi. Büyük bir kazanç hırsı olmadan, herkes kendine bir gelir temin etmekteydi. Usta-çırak ilişkilerinde ekonomik faktörlerden çok, dini ve moral faktörler hakimdi.3
Ortaçağdan sonra, Yeniçağla birlikte Avrupa ve Osmanlı’da, iki farklı zihniyet gelişmişti. Avrupa’da İtalyan Leonardo da Vinci. İngiliz Thomas More gibi entelektüellerin öncülüğünde düşünce alanında, “Rönesans” gerçekleştirilmiş ve Antik düşüncenin yeniden dirilişiyle, uygarlığın yeniden doğuşu amaçlanmıştı. Bunun sonucunda maddeci düşünce, ideal düşüncenin yerine geçmişti, para artık ön plandaydı. Böylece zenginleşme hırsı, kazanç hırsı ve lüks ihtiyaçlar önemli hale gelmişti.4
Daha sonra, bilindiği gibi Luther, yeni bir Hıristiyanlık yorumu getirmiştir. “Allah, zengini sever” diye zenginliği teşvik ettiği ve mistik, skolastik bir kilise taassubuna karşı çıktığı için, iktisatçılar Kapitalizmi onunla başlatırlar. Neticede 15. yy.da ticari Kapitalizm gelişmiştir. İlk kapitalistler, Avrupa’nın gangsterleri olmuştur. Afrika’nın, Amerika’nın tabii kaynaklarını Avrupa’ya taşımışlar ve kölelerin kanı üzerinden zengin olmuşlardır. 1830’lardan itibaren ise Avrupa’da, sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Avrupa, maddeten çok güçlenip dünyayı etkisi ve sömürgesi altına almıştır. Bu arada gelişen Pozitivizm, maddi çıkar hırsıyla birlikte manevi değerleri birer birer yıkmıştır. Kısaca, Avrupa’nın materyalist medeniyeti insanlığın maddi-manevi dengesini bozmuş, bütün değerlerinden koparmış, tüketim ve eğlenceyle avunan bir insan tipi yetiştirmiştir. Kapitalizm, iktisaden de küçük bir sömürü sınıfı doğurmuş, büyük insan kitlelerini sefalete sürüklemiştir. Batı medeniyeti heves, his, heva, rekabet ve tahakküm üzerine yürüyen bir mahiyet almıştır. Bu bakımdan da mensuplarının saadetini temin edememiş, bunalımlara ve ihtilallere sebebiyet vermiştir. Bu hususiyetleri ile insanın yaşama şartlarını ve ihtiyaçlarını ağırlaştırıp çoğaltmıştır. Moda ve buna benzer alışkanlıklarla zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruret derecesine çıkarmış ve böylece israf kapısını açmıştır. Maddi meşguliyetler içinde boğduğu insanı, manen ihmal ve huzursuz etmiştir. İnsanın en mühim yönü olan dini ve manevi ha-yatıyla ve moral ihtiyaçlarıyla ilgilenmemiş, adeta esir duruma getirmiştir. Bunun içindir ki; “medeniyetteki maksud-u hakiki olan, istirahat-i umumi ve saadet-i hayatiye bozulmuştur.”5 Çünkü, “İnsandaki kuvve-i akliye, Sâni (Allah) tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvveler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler o külli akıldan istifade etsinler.”6