NÜKTELER…
EŞEĞİN SESİ
Mevlana Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine: “Allah (c.c.) Kur’an-ı Mecid’inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.” Buyuruyor? “O kadar hayvanın içerisinden eşeğin seçilmesinin hikmeti nedir?” diye sordu.
Talebeleri, bu meselenin açıklamasını kendisinden rica ettiler. Mevlana:
-“Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tesbihi, iniltisi vardır. Mesela devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir. İnsanların tesbihi zikri olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır. Halbuki biçare eşek sadece iki vakitte anırır. Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında.
Demek ki eşek, şehvetinin ve boğazının esiridir. Gönlünde Allah’a ait bir dava, bir sevda bulunmayan, sadece midesini ve şehvetini düşünene birisinin sesi Allah katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.”
AKREBİN HÜNERİ
Akrep, ırmağın kenarında dolaşıyordu. Bir kaplumbağa yanına geldi ve:
-Burada ne yapıyorsun? Dedi. Akrep:
-Irmağın öte yanına geçmek için bir çare arıyorum. Benim, bütün kavmim ve çocuklarım ırmağın öte yakasında, cevabını verdi.
Kaplumbağa yardım etmek istedi. Şefkatinden onu sırtına aldı ve yüzmeye başladı. Irmağın ortasına geldiğinde akrebin ısırmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtına iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa:
-Ne yapıyorsun? Diye sordu. Akrep:
-Hünerimi gösteriyorum, dedi. Sen bana iyilik ettin, şefkatini gösterdin. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat ancak budur.
Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı ve akrebin işini bitirdi.
İnsanın nefsi kötülüğü ister. Kötü nefsin öldürülmesinde ihmal gösterilmemeli, o diri bırakılmamalıdır. Çünkü o akreptir ve fırsatını bulunca insanın manevi hayatını öldürmek için mahiyetinin gereğini yapacaktır.
ANLAYIŞSIZ RAKİP
Yahya bin Muaz Hazretleri:
-Hasmının anlayışlı olması kişinin şansınadır. Benim hasmımın hiç anlayışı yok, buyurdu.
-Senin hasmın kim? Dediler.
-Nefsim, dedi. Onun hiç anlayışı yok. Ona kalsa, dünyada tadacağı geçici zevkleri, ileride elde edeceği ebedi cennet nimetlerine tercih edecek.
İnsanın en can alıcı hasmı nefsidir. Hz. Mevlana’ya göre, Allah’ın yarattığı şeyler içinde en ahmak olanı odur. Zira hep kendi zararını ister.
Ona karşı gafil olmaya, mücadeleyi bırakmaya gelmez.NEFİS
Nefis, ateş gibidir. Yakıcılığı ve zararlılığı her zaman mevcuttur. Bu nefis, İslamiyet sobasıyla kuşatılırsa, ondan istifade edilir. Yani o halde nefis, insan için terakki vasıtası olur.
Nefsini yenerek tahkiki iman kazanan kimse, ateş ortasında fidan yetiştirmiş gibidir.
KURT KOYUNA, NEFİS DÜNYAYA SALDIRIR
Yahya bin Muaz’dan:
-Nefis dünyalık bir şeye rastladığı zaman, sanki bir kurt, ıssız bir yerde, bir koyuna rastlamış gibi olur.
Kurdun koyunu yeme isteği ne ise, nefsin de o dünyalığı elde etme hırsı aynıdır.
-Nefsinin arzuları peşine takılan kimse, dünyada da ahirette de sıkıntı ve azap çeker.
Dünyada çektiği, onları elde etmek içindir.
Ahirette çekeceği ise, onların hesabını vermek içindir.NEFSE
İTİMAD EDİLMEZ
Ebu’l Hasan Büşenci, bir gün yıkanmak için banyoda bulunduğu sırada, hizmetçisini çağırdı. Kapı arkasından gömleğini uzatıp “bunu falan fakire veriniz” buyurdu.
Hizmetçi, “Peki efendim” diyerek, gömleği götürüp fakire verdi. Daha sonra da Ebu’l Hasan’a:
-Efendim bunu dışarı çıkınca söyleyemez miydiniz? Banyoda iken söylemenizin sebebini anlayamadım. Diye sordu. Ebu’l Hasan, cevaben şu açıklamayı yaptı:
-O hayırlı düşünce, hatırıma orada iken geldi. Dışarıya çıkıncaya kadar, nefsimin beni bu düşünceden caydırmasından çekindim. Nefsime çok kısa zaman da olsa, itimad edemedim
NAR
DÜŞKÜNLÜĞÜ
İbrahim Havas (raimehullahu) anlatıyor: Bir gün Likam dağında idim. Bir nar ağacı gördüm, canım çekti. Ondan bir nar kopararak yardım, ekşiymiş, elimden attım ve yoluma devam ettim. Az ileride birini gördüm, yere serilmiş ve üzerine arılar üşüşmüştü.
Adama selam verince “aleyküm selam ya İbrahim” diye cevap verdi. “Beni nereden tanıyorsun” diye sordum. “Allah’ı tanıyanlara hiçbir şey saklı değildir” karşılığını verdi. Ona “anlaşılan Allah ile münasebetin var, şu arıları kurtarmasını ondan istesene” diye takıldım.
Bana şu cevabı verdi, “ben de senin Allah ile münasebetin olduğunu sanıyordum. Asıl kendin, nar düşkünlüğünden seni kurtarmasını istesene! Nar düşkünlüğünün acısını insan ahirette çeker, oysa arı sokmasının acısı dünyadadır. Öte yandan arı sokması vücudu incittiği halde azgın arzular, iğnelerini kalbe batırırlar.”
Bana ağır, fakat faydalı bir ders veren adamı kendi haline bırakarak yoluma devam ettim.
CİHETLER İÇİNDE DUYDUĞUN BU SES
Sıtma ve karın ağrısından müteessir olan, sivrisinek ve arının ısırmasına karşı korunamayan, haşmeti içinde âciz senin, bu girift bilmecelere karşı istinat noktan ne olmalı? Kabir kapısında sönen hayat şûlesi mi? Hayır, hayır.. Batıp giden, cihan sultanlığı da olsa, gelecek korku ve endişelere karşı merhem olamaz. Öyleyse nedir muhtaç olduğun şey ? Nedir için için özlediğin halde izine tesadüf edemediğin cevher? Hayat her cihetiyle senin için serap... Heyhat baştan başa ıstırap. Yollar kıvrım kıvrım ve yokuş; her şey sana tuzak kurmuş, her taraf sana yabancı.
Geldiğin yeri bilmediğin için, gideceğin yeri görmediğin için, gözyaşlarını ceyhun et. O deryada boğul; belki aradığını bulursun. Acaba yollar sana karşı neden bu kadar vefasız? Yok yok.. Günah, yolların değil; sen yolunu yitirdin.. Kâlbine biber ekilip, beynin, cesedine yedirildiği günden beri.. Kamışın şekere karıştırılıp şerbetten tecahül edildiği günden beri... Sonra dünyanın taşını, toprağını, demirini senin beline yükleyenler, seni öz cevherinden uzaklaştırıp âdeta maddeleştirdiler. Kâlbinin derisini yüzüp ayaklarına çarık ve ayak derilerini de taçlarda sorguç diye kullandılar.
Sen yüzüstü emeklemeyi ve ayakların vazifesini ellere göndürmeyi ma'rifet saymaya başladın. Ve en korkuncu bütün hadiselere kendi şahsî dünyandan baktığın için, he rşeyi arzularının rengine boyanmış buldun. Nefis, despot duygular dolu bir âsi.. Sen onların şevkiyle şehvet dolu kombinezonlar çizen robot boyacı... Orucun demhanede; iftarın meyhanede; bayramın puthanede; iradesiz ve oluşların zebunu zavallı mahlûk oldun. Ama gözlerin önünde solan renkler, yokluğa doğru sürüklendiğinden acılaşan zevkler, uykunu kaçırıp seni hayata geldiğine bin pişman ettiğinden; sence hiçlikten ibaret olan ölüm sonrasını düşünmemek için, içinin ağlamasına rağmen eğlence ve sefahet yerlerinden teselli dilenmeğe başladın. Heyhat! O yara çok derin. Yuf sana! Bu derman pek ma'nâsız...
"Bir geçmiş zamanı beyhude yad etme, Bir gelecek zaman için botuna feryad etme, Geçmiş gelecek, bütün bunlar masal hep,Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.” diyen maddeci şair; senin ruh perişaniyetini istenenin üstünde tasvir edip kâlbindeki ebed arzusunu işlemez hâle getirmek istiyor. Ama sen bir madde yığını değilsin; kâinattaki ma'nâları içinde toplayacak kadar geniş bir istidada sahip kutup varlık ve oluşun çekirdeğisin. Semalar tahtın.. Sidre kemerin.. Arş, sende bir örtü veya sendeki Arş'ın Arşı... Sen şimdi bu ideal ülkeden çok uzaklarda bulunuyorsun. Gözlerini bağlayan başıbozuk kuvvetler, bazınıza düşman olarak silâhı ile tepetaklak kovulmanıza sebep oldular. Şimdi vahşet sahrasında âfâkî zevklerin tesiriyle mahmur ve ıstırap hecelemektesin. Günün daraldığı zaman yatar, acılar yüklendiği zaman yer ve içersin. Ah! Bunların bütün dertlere derman olacağını sanmak ne büyük hüsran! Emeller sende sonsuz, elemler tepe tepe omuzlarında.. Lezzetlerden mahrum kalış ve ebedî zevkleri elde edemeyiş elemi...Yâ gidip de geri gelmeyenlerin, içinde meydana getirdiği burkuntular? Bunları inkâr edebilir misin? Gittikleri yere sen de gideceksin ve bir daha geri dönmeyeceksin.
Cihetler içinde duyduğun bu ses, sanki sana cihetsizlikten geliyor. Burası vatan değil. Dünya bir uğrak.. Sen burada kimsesiz.. Sen burada öksüz ve garibsin. Kendine bir yâr ara ve bu perde perde gurbetten kurtul. Dâvanın hâlledilmiş şekli iki kelimede: Sen gurbettesin...
KALBİN HASTALIĞI
Nefsini bırak! Ve ondan uzaklaş!.. Nisbî olarak kendine izafe ettiğin mülkten ayrıl!.. Hepsini Allah'a teslim et!.. Ve kalbin kapısında bekçi ol!.. Allah'ın "gönlüne sakla" dediklerini içeri al ve: "alma" dediklerini kalbine sokma!.. Kötü istekleri kalbinden çıkardıktan sonra bir daha yaklaştırma!.. Bu şeytanî arzuları kalbden çıkarmak: her halde ona uymamak ve daima muhalefet etmekle olur.
Allah'ın iradesi dışında bir şey isteme! Ondan başka bir şey istemek, boş bir temennidir... Akılsızlıktır. Sakın böyle bir hevese düşme!.. Telef olursun... Helak olursun!.. Hakkın merhametinden uzak kalırsın...
Sonuna kadar Allah'ın emirlerini tut! Sonuna kadar yasak ettiği şeylerden kaç!.. Sonuna kadar onun kaderine teslim ol!.. Yarattığı şeylerden hiçbirini ona ortak yapma... Şirk koşma!..isteğin, arzun, şehvetin, hepsi O'nun yarattıklarıdır, ..isteme! Kötü arzularına kapılma! Şehvete düşkün olma!.. Tâ ki müşrik olmayasınL
Ayetten: "Bir kimse Rabbine kavuşmayı istiyorsa, yarar iş yapsın. Rabbi için yaptığı ibadetlere şirk katmasın."
Şirk, yalnız putlara tapmak değildir. Kendi şahsî arzu ve isteklerinde tesir görerek, uyman da bir nevi şirk ve putperestliktir. Dünya ve onun meramdan, âhiret ve onun nimetlerinden herhangi birine gönül kaptırarak, seni yaratanın sevgisini değil, bunlardan herhangi birinin sevgisini üstün tutarsan, şirk etmiş olursun.. Bunlardan herhangi birine kapılman, gizli şirktir. Bunun için, daima sakın; onlara yanaşma, kork, emniyet etme. Gafil olma!.. Her şeyi iyice tahkik et!.. Ancak bu hâlle rahata kavuşursun... Kendini hiçbir hâl ve makama sahip yapma!.. Ama bir makama sahip bulunuyorsan bırakıp da kaçma!.. Sana mânevi bir vazife verilirse ve bir makama çıkarılırsan herhangi birini seçme! Çünkü Allah-ü Teâlâ her an bir iş yapar!.. Tağyir eder, tebdil eder... Âyetten: "Kişi ile kalbi arasında gelip geçeni o idare eder."
Uçsuz bucaksız bir varlık bul, kendini muayyen ölçülere kaptırma. Muayyen bir çerçeve içerisinde kalırsan, doğruluğunu haber verdiğin yanlış olabilir. Kalacağını haber verdiğin nesne bakarsın ki kaybolmuş... Hakkın iradesine tâbi ol ve hiçbir şeye karışma!.. Keşif ve keramet nevinden sayarak bir şeyler söylersin; ama aksi olunca utanır, rüsvay olursun... Sana bu hâlde yine bir vazife düşer: bu ' hâlini saklamak.,. Ve senden başkasına bunları duyurmamak... işte bu, tam sebat ve beka hâlidir. Bunların Allah (c.c.) tarafından sana bir hediye olarak verildiğini bil... Bu hâle şükür etmek için O'ndan yardım iste... Başkasına göstermemek için ört... Eğer bu hâller gider de yerine başka bir hâl gelirse, üzülme; onda da çeşitli bilemediğin nimetler gizlidir... İlim vardır... İrfan, marifet vardır; ayıklığım artırır ve edep terbiye öğretir sana... Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
- "Biz hiçbir âyeti, ondan daha iyisini veyahut benzerini getirmemek şartıyla değiştirmeyiz... Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?"
Allah'ın kudretini küçük görme!.. Takdir ve tedbirde onu itham etme... Onun vaadinin doğruluğundan şüpheye düşme... Hazret-i Peygamberi (s.a.v.) kendine örnek al... O büyük insana inen ve mushaflarda yazılan, dillerde okunan bazı âyetler kaldırıldı... Bazısı değişti, yerine başka âyet geldi... Biraz önce haber verdiğinin aksini az sonra söyledi. Ama bu hâl zahirde böyle oldu. Öbür yönünü ancak Allah'la kendi arasında bir iş olarak kabul ederiz.
İşte yukarıda anlatılan hale işaret ederek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
- "Kalbimde değişik haller olur; bu yüzden her gün yetmiş defa istiğfar ederim."
Diğer rivayette: "Yüz defa" ?
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz daima hâl değiştirirdi. Bir hâlden diğer bir hâle geçer ve olgunluğa doğru ilerlerdi. Gayb âleminin hazinelerine ererdi. Çeşitli mânevi süslerle süslendi. İşte Peygamber (s.a.v.) Efendimiz böyle yükselirdi. Her yükseldikçe bir evvelkinin noksanlığını anlar; mahdut bir hâlde kalmayı bir noksan sayar, istiğfar ederdi.
Böylece kendisi yaptığı gibi Ashabına da istiğfar telkin ederdi... Çünkü istiğfar ve tevbe hâlinde bulunmak kulun vazifesidir. İnsana en çok yakışan şey, istiğfar ve tevbe etmektir. Bütün kötülükleri bir daha yapmamak şartıyla bırakmak babası Âdem'den (a.s.) Peygamberimize (s.a.v.) ondan da bize veraset yolu ile geldi... Ki Âdem aleyhisselâmın her yanını zulmet kaplamıştı; işte o zaman istiğfar etti, sonra karanlık açıldı, her yanı nur kapladı; kurtuldu. Çünkü o bir zamanlar ahdi unuttu. Dar-ı Selâm'da daimi kalacağını, Rahman ve Mennan olan Allah, kendisini Cennetten çıkarmayacağım sandı...
Melekler kendisini daima selâmlar, öğmelerle geleceğini tahmin etti. Böylece nefsine uydu ve herşeyi unuttu... İş değişti... O güzel süslerden sonunda, saltanat gitti. Derecesi düştü... O nurlu âlem aniden karanlığa gömüldü... Önceki safiyet bozuldu.
Böylece her şey elinden alındıktan sonra işin nereden geldiğini anladı... İçinde bulunduğu büyük safiyeti düşündü... İtiraf yolunu tuttu... Unuttuğunu, hata işlediğini itiraf etti. Kendi kendine istiğfar telkin etti:
- "Yarabbi, biz nefsimizi kötüledik, kirlettik, bizden mağfiretini, merhametini esirgersen, sonumuz fena olur../'
Bu tevbe ve itirafa karşı kendisine hidayet yolları göründü. Nasıl işler yapacağı bildirildi,.. Ve o tevbedeki gizli marifet nurları ve bundan evvel kendisine keşfolunmayan iyilikleri öğretildi. Ve neticede şuna kani oldu:
- "Bütün kaybettiğim hâller bana tevbe yolu ile açılacaktır."
Her şey değişti... İstek şimdi başka oldu. Hâl başka hâl oldu artık... Büyük bir saltanat geldi. İlk önce dünyada bir velâyet-i kübrâ; sonrası da âhi-rette... Dünya kendine ve evlâdına yer oldu. Ahi-ret ise ebedî bir yuva... Ve sonsuz bir sığınak...
Ey mümin! Senin için Hazret-i Âdem ve Hazre-ti Peygamber (s.a.v.) de dostluk ve muhabbet için iyi âdetler var.. Herhalde hatanı bil, tevbe et.NEFİS VE HÂLLERİ
Bu kadar külfetler içerisinde varlığını gösteren yalnız Allah-ü Teâlâ'dır. Bundan sonra nefsin gelir. Muhatap olarak meydanda da sen varsın.
Nefis; başta Allah'ın zıttıdır. Halbuki her şey sahiplidir. Böyle olduğu için nefis, hem yaratılış itibariyle hem de mülk olarak Allah'ındır... Bu arada nefse boş iddia ve arzu, bir de kötülükleri ile sevinmesi kalır...iş böyle olduğuna göre, sen, Hakka uyarak nefsine muhalefet edersen; Allah için nefsine hasım olmuş olursun... Allah-ü Teâlâ Davud'a (a.s.) şöyle buyurdu: - "Ya Davud, ben daimi kuvvetinim, bu kuvvetim nefsine düşman 'olarak ibadete vermeye çalış."
Ey mümin, eğer sen de böyle yapar ve bu hâlde kalırsan, kulluğun ve Allah'a karşı olan bağlılığın doğru olur... Rızkın ne ise... Rahat, güzel, hoş olarak gelir; aziz ve mükerrem olursun. Ve her şey sana hizmet etmeye başlar. Sana tazim ederler, hürmet ederler.. Çünkü onlar Yaradanıma bağlıdır. Sen ise O'nun sevgili kulusun.. Onları Hakk yaratmıştır.. Onlar da bunu ikrar etmektedirler. Nasıl ki Allah-ü Teâlâ bunu şu âyetlerde haber vermiştir:
- "Allah'ı teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, lâkin siz onların teşbihini anlayamazsınız
- "Göğe ve yere isteyerek veya zorla geliniz..' diye buyurdu. Onlar da dediler:
- "İsteyerek geldik.."
İbadetin başı nefse muhalefet etmektir. Allah-ü Teâlâ buyurdu:
- "Nefsine uyma; nefs seni Allah yolundan ayırır."
Davud'a da şöyle buyurmuştur:
- "Ey Davud, nefsini bırak, çünkü o daima münazaa çıkarır."
Bayezid-i Bis taraf den (r.a.) bir rivayet vardır. Bayezid manâ âleminde tecell-i ilâhiye nail olur ve sorar:
- "Yarabbi, sana nasıl gelinir?" Şu cevabı alır:
- "Nefsini bırak da gel..." Bayezid der ki:
- "Nefsimi bıraktım, yılan soyunduğu gibi ben de nefsimden soyundum.. Her hayrın ve her güzelliğin onu bırakmakta olduğunu gördüm..."
Eğer takva halinde isen, nefsine daima muhalefet et!. Halkın varlığını kalbinden çıkar... Onlardan herhangi bir şey bekleme. Onlara minnet etme. Onlara güvenme, onların elindeki dünyalığa göz atma.. Onların iyiliği seni sevindirmesin, kötülükleri de gücendirmesin. Onların hediyesini, sadakasını, zekâtını, adaklarım bekleme. Onlardan ümidini kes.. Ne şekilde olursa olsun onlardan bir şey bekleme... Şayet senin mal, mülk sahibi bir adamın varsa, sakın mirasına konmak için ölümünü isteme.
Halkı hakikaten kalbinden çıkar. Onları kâh açılan kâh kapanan bir kapı bil. Onları meyvesi bazen var bazen de yok olan ağaçlar gör.. Bu işlerin hepsini bir faile bağla.,. Ve bir müdebbirin tedbiri kabul et... Bu fail ve müdebbirin de Allah olduğuna inan ki muvahhid olasın.
Bu anlattığımız şeyleri kabul etmekle beraber kulların çalışmasını da inkâr etme... Sonra cebriye mezhebine girmiş olursun... Her ikisini de birleştirirsen cebriye mezhebinden kurtulursun. Allah'ın yardımı olmadan onların işi tamam olmayacağını iyi bil... Allah'ı unutarak onlara tapma... Bunların yaptığı Allah'ın işinden ayrıdır; deme... Hakkı inkâr etmiş olursun.. Allah, gücü kuvveti verir, kullar da yapar, de.. Nasıl ki ceza ve sevap babında yazılan kitaplar da bunu ifade ederler..
Bu hükümlerde Allah'ın emri ne ise ona bağlan.. Bunlardan haddi aşmayarak kısmetin ne ise onu al. Allah'ın hükmü, sana ve bütün mahlûkata kendi verdiği hükümle olur.. Sakın sen hakim olmaya kalkmayasın.. Halbuki sen de onlar gibi kader-i ilâhînin çizgisi dahilindesin. Kader ise karanlıktır. Karanlığa lamba ile gir. Bu lamba da Allah'ın kitabı ve Peygamberin (s.a.v.) sünnetidir. Sakın bu ikisinden ayrılma.. Eğer bir hatıra kalbine gelirse ve sıkışık bir durumda kalırsan, onu derhal kitap ve sünnet ölçüsüne vur.. Meselâ zina etmek, gösteriş yapmak gibi şeylerden olduğunu görürsen, facir ve fasiklerle birleşmek gibi şeyler olursa -ki bunlar haramdır- sakın yapma.. Derhal bu gibi düşünceleri bırak.. Bunlardan başka haram şeyler olursa, hemen ört., kaç.. Kabul etme; amel etme... Bu gibi şeylerin şeytan tarafından sana haürlauldığını bil..
O sana gelen hatıranın mubah olan arzulardan evlenmek, yemek, içmek nev'inden bazı şeyler., yine yapma.. İhtimal ki aklın ermediği bazı kötülükler onda gizlidir. Meselâ bakarsın sana bir fikir gelir:
- "Bu müşkülün için falan yere git; oradaki falan zata arz et..."
Halbuki senin o zata ihtiyacın yoktur.. Belki de senin ilmin, irfanın daha üstündür.. Bunları da onunla anlıyorsun. Burada biraz dur... Hemen oraya koşma.. Bazen de kendi kendine dersin:
- "Herhalde bu Allah tarafından bir ilhamdır, bununla amel edeyim.."
Hayır bunu da yapma! Bu işte de hayırlısını bekle... Bunun Hakk tarafından olduğunu anlamak için o ilhamın sana tekerrür halinde gelmesi lâzımdır.. Yahut sana o işi yapmak için mânevi bir emir verilir; o zaman yaparsın. Allah için bilgi sahibi olanlara bu gibi şeylerde bazı alâmetler zuhur eder; bunu da ancak akıllı veliler ve ebdal zümresi bilir... Niçin, acaba bu yolda hissiyatına göre hareket ve hâlini yukarıdaki gibi bir salih kişiye gidip anlatman sana yasaktır, bilir misin? Çünkü sert onun sonu nereye varır bilemezsin.. Ondaki fitneyi, helaki, mekri sezemezsin. Belki de büyük bir imtihan geçiliyorsun. Hak sende tam tecellisini gösterinceye kadar sabret.. Hak fiili kendini gösterdiği ve seni istediği yere götürdüğü zaman fitne sana karşı gelse de bir şey yapamaz.
Çünkü Hak seni muhafazası altına almıştır. Kendi yaptığı işle seni mesul tutup bir belâya veya fitneye çarptırmaz.. Ancak belâ, sen kendi mevhum varlığını ortaya koyup keyfîne göre hareket ettiğin zaman gelir... *
Velayet hâli olan hakikate erdiğin zaman hevana, nefsanî arzularına uyma.. Tamamen Hakkın emirlerine uy.. Bu emirlere uymak da iki kısma ayrılır.
Birinci kısım: Aç kalmayacak kadar gıda almak ki, bu nefsin hakkıdır. Bunun dışında kalan keyfî şeyleri terketmektir. Farzları daima eda etmeli, gizli ve aşikâr günahları terk etmelisin.
ikinci kısma gelince: Ki bu manevî emirlerdir, Allah-ü Teâlârmn kuluna herhangi bir işi yapması veya yapmaması için emir vermesidir; bu da ancak hakkında şer'î bir hüküm olmayan mubah şeylerde olur. Yani, şunu anlatmak istiyoruz: Hakkında haramdır; yahut helâldir gibi kesin hükümler olmayan şeylerde bu emir makbuldür. Kul o işi yapmakla yapmamak arasında muhayyerdir.. Buna; mubah ismi verilmiştir. Hakikaten kendini Allah'a ve emirlerine veren bu gibi şeyleri emir almadan yapmaz. Emir bekler, emredilirse yapar. Aksi hâlde çekinir. Bunları yapmakla, çalışması durması Allah için olur. Şeriatta olanı ona göre yapar; olmayanı da vicdanından duyduğu emirle yaparsa, tam ehl-i hakikatten olur. Eğer vicdanî bir duygusu yoksa ve yalnız uhurata tâbi oluyorsa..bu da çok beğenilen teslimiyet hâlidir... güzeldir... *
Büyük insanların düşüncesi beğlerin sultanıdır. Hürmet ederler. Ve halkın efendisidir, ona tâbi olurlar. O efendiler Rahman'ın halifeleridir.. Allah'ın gözdesi, dostu, sevgilisi olmuşlardır.. Onlara selâm olsun..
Bunlara uymak, kendini bırakmakla olur.. Bunlara uymak için gücü kuvveti terk etmek yerinde olur.. Dünya ve âhirete ait sende hiçbir arzu olmamalı. Malikin kulu olmalısın. Mümkün değil... Allah'ın emirlerine uymalısın, şahsî arzularına de-
Süt anasının emzirdiği çocuk gibi ol.. Yıkayıcının elindeki ölüye benze. Doktorun önüne serilen hasta gibi ol...
Bu anlatılan şeyleri sakın yanlış anlama. Bunlar, emir ve yasakların haricindeki şeylere aittir.. Şer'î hükümlere uyman ve tamamıyla tatbik etmen lazımdır.. Aksi halde manevî âlemden hiç nasib alamazsın..
Doğruyu en çok bilen ve o yola hidayet eden Allah'tır...
NEFSÎN İKİ HALİN
efsin iki hali vardır. Üçüncüsü yoktur. Biri belâ, diğeri afiyet...
İnsanlar, başına bir belâ geldiği zaman bağırır, çağırır. Durmadan Allah 'ı şikâyet eder. Güya Allah'a darılır. Her şeye itiraz eder. Hakkı töhmet altına almak ister. Ne sabır bilir ne de bir nasihatçıya uyar. Yalnız kendi aklına göre Allah'a (Hâşâ) eş bulma yoluna girer, bir uygunsuz hareket yolu bulur, öylece gider.
Afiyet haline gelince, ondan daha iyisi yoktur. Güler, oynar, sevinir. Ve hemen zaman kaybetmeden şehvet yollarına koşar. Hiç biriyle yetinmez. Biri eskiyince yenisini aramaya koyulur. Yemek beğenmez. İçkilerin her çeşidini sofrada bulundurur. Evinde hanımını da hemen savar; onun da yenisini arar. Evini de beğenmez, onun da iyisini aramaya başlar. Binek işi de onca çok mühimdir. Bu bapta çok titiz davranır. ,
Daima günün en iyi şeylerini ister. Elinde hazır olan her şeye ayıp bulur; hemen yenisini tedarik etmeye başlar. Böylece bütün rahatını kendi eliyle kaçırır. Bilmez ki her şey kendisi için değildir. Buna akıl erdiremeden iyi şeylerin peşine düşer.
İşte bu haller insanı yorar. Elde mevcut şeylere razı olmamak, insanı her çeşit güçlüğe sürükler. Sonu gelmeyen eziyet, içinden çıkılması mümkün olmayan felâketler bundan sonra başlar. Dünyalığı var; rahat etmesi gerekirken eliyle keyfini kaçırır. Dünyası böyle geçer.
Bundan sonra öbür âlemin işi başlar. Ölür, sorguya çekilir, hesap veremez. Çünkü düzenli hiçbir iş tutmamıştır. Bazıları şöyle der:
- Öbür âlemin ve buranın en çok cefâsını çekenler, kendilerine ait olmayanı isteyenlerdir. Ve yapamayacakları işin peşinden koşanlardır.
Bir insan düşünelim; bir zamanlar her türlü maddî sıkıntı onun manevî durumunu da bozmuştur. Bu halinde yalnız belânın gitmesini ister. Yalnız bunun için Allah'a yalvarır. Bir gün duası kabul olunur; her çeşit .darlık zail olup gider. Tabiî olarak bir genişlik başlar. Bundan sonra, o zat, evvelce düştüğü bütün sıkıntıyı unutur. Sanki hiç sıkıntı görmemiştir ve sanki hep genişlik içinde Ömrünü geçirmiştir. Allah'ı unutur, kulluk etmez. Her çeşit günah yollarını seçer. Bu adamın hali nasıl olur? Elbette ki:
-"İyi olur” Denemez. Tam tahmin edildiği gibi olur. Dünyada israfın yolunu tuttuğu için her şeyi az zamanda biter; yine darlığa düşer. Ve artık eski halini de bulamaz; böylece sürünerek ölür gider. Bununla da bitse iyi; öbür âlemde bir de hesabını vermek vardır.
Eğer bu insan belâdan kurtulduğu zaman derhal ibadet ve taat yolunu tutmuş olsaydı bir daha eski haline düşmezdi. Elinde bulunanla yetinip gayrisini bulmak için onları bir yana itmemiş bulunsaydı Ömrü rahat içinde geçerdi. Dünyası hoş olurdu. Ahireti ise onun çok daha üstünde rahatlık verirdi... Öbür âlemin en güzel şeylerine kavuşurdu.
Dünya ve âhiret, selameti isteyen sabırlı olmalıdır; elinde bulunanla yetinmeyi adet eden rahattır. Daima Allah'ın vergisine şükür edenin nimeti artar.
İnsan fani varlıklara dayanmamak. Onların elindekini unutmak ve Hakk'a ihtiyacı için dua etmelidir. Ve Allah'ın emri üzerine çalışarak her şeyini kazanmalıdır. İşte böylece eğer darda ise, dua
ederek kurtuluşunu O'ndan beklemelidir. İnsanların kurtarması ne kadar sürer, birinden ne kadar iyilik görülürse görülsün devamı beklenemez. Bir zaman gelir her iki taraf da bundan usanır. İyilik eden vermekten; kabul eden de minnet altında kalmaktan bıkar. Ama Allah böyle mi? O, usanmaz, daima iyilik eder, dünyada herkese iyilik eder. Kafir kullarının dahi rızkını kesmez. *
Yeri gelmişken; şunu da söylemek yerinde olur:
Allah'ın verdiğini iyiye kullanmak şarttır. Bunun icabı budur. Mahzurları yukarıda belirtilmesine rağmen bir daha söylemek iyi olur. Bu sebeple helalin hesabı, haramın azabı olduğunu hatırlatmak lâzım gelir.
Her şeyin iyi tarafını görmek en iyi sidir. Yoksullukta güzellik olabilir. Bazı zahmetli işlerin sonunda iyi olmaları muhtemel. Bazı hastalıklarda şifa vardır. Şunu da unutmamak iyi olur ki Allah'ın emri kesindir. O'nun emri başka şeylere benzemez. O'nun içindir ki bu yolda çok dikkat gerek. O'nun her iradesi mutlaka yerine gelir. İtiraz etmekle hikmet değişmez, emri geri alınmaz: "Q, her neye ol., demeyi murad ederse.. O olur./'
Hakkın her işi hikmettir. Her emrinde fayda vardır. Şu da var ki Allah, hiçbir zaman insanların zararını istemez. Söz buraya kadar gelmişken bir daha ilk sözleri tekrar etmek iyi olur. Gerçi tekrar değildir, ama sözün baş tarafında belirtilenlere benzediği için böyle diyoruz. Söylemek istediğimiz şudur: En yerinde ve insana yakışan iş, razı olma melekesine sahip olmak ve teslim haline ermektir. Bundan sonra ibadet gelir ki onun hakkında bir diyeceğimiz yoktur. Çünkü her Müslüman onun ne demek olduğunu bilir.
İbadet sadece kulluk ermektir. Ötesi yine teslim halidir.. Yani kader ne ise onu gözetmekten ve ona uymaktan başka kurtuluş yoktur. Bundan sonrası kader bahsi ile ilgilidir ki incelemek iyi olmaz. Çünkü O, bir ilahî sırdır. Ona kolayca akıl ermez... Bu bapta tavsiyemiz: Yalnız bir sükûttan ibarettir. Çünkü bu ince mesele ancak duygu ve halle sezilir, ilim yoluyla bilinmez:
- Bu iş nasıl oluyor; neden ve ne. zaman olacak?
Gizli gözler yerinde olmaz. Kaderin iç nizamını kurcalamak bir nevi şirke benzer. Ve Allah'ı töhmet gibi olur. Bu sözümüz îbn-i Abbas'tan (r.a.) rivayet olunan bir Hadis-i Şerife istinad eder. Bunu okursak mesele daha iyi anlaşılır.
İbn-i Abbas (r.a.) şöyle diyor:
- "Bir gün ben Resûlallah'ın (s.a.v.) ardındaydım. Yürüyorduk. Bana döndü ve:
- "Ey Allah'ın kulu, Allah'a iyi sarıl; O'nu bırakma. Bu gayreti içinde saklarsan Hak'da seni esirger. Bu duyguyu taşıdığın müddet Allah'ı kendine yakın bulursun. Bir şey isteyecek olursan O'ndan iste. Yardım ihtiyacını O'na arzet. Yazılan yazılmış ve kalem kurumuştur. Olacak şeyler de olur.
Bütün insanlar bir araya gelse; ilahî bir hüküm yoksa, sana fayda sağlayamazlar. Ve eğer kaderinde yazılı değilse; bütün insanlar sana zarar vermeye gelseler, yapamazlar. Eğer kendinde kuvvet görüyorsan, iyilik yap ve doğru çalış. Kötülüğe meylin varsa sabırlı olmaya çabala... Yapmamaya gayret et. Hayrın çoğu sabırdadır. Şunu da bil ki yardım, sabırlılara olur. Darda kalmışlar genişliğe çıkarlar. Her sıkıntının sonunda bir ferahlık vardır.,,
İşte her mümine lâzım olan odur ki: Bu Hadis-i Şerifi kalbinde bir ayna gibi saklaya, işini gücünü buna göre ayarlaya ve böylece çalışa. İşte son nefesine kadar böyle gide. Allah'ın rahmet ve inayeti sayesinde dünya ve âhiretle böylece güçlüklerden salimola; vesselam.
NEFİSLE CENK VE ŞEKLİ
Muhalefet kılıcı ile nefsini her öldürdükçe Allah, onu yeniden diriltir. Dirilince yine senden birçok şeyler istemeye, seninle nizaa tutuşur. Kötülük kanatlarını açar; yine uçmaya başlar. İşte., bu sırada sana yine cihad düşer. Nefis ölmez; sen sağ oldukça o da olur. Yalnız o İslah olur.
İşte sen, onu İslah etmeye çalışacaksın. Ve bu yolda sana mükâfat verilecek. İman sahibinin daimî vazifesi nefsi yenmektir.. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:
- "Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz."
Bunu bir muharebe dönüşünde söylemişti. Bu büyük sözler, nefisle mücadelenin devamlı olduğunu ve nefsin yok olmayacağını anlatmak istemişti. En büyük ibadet ve en güç iş, nefisle uğraşmaktır. Daima onunla mücadele yolunda olmak gerektir. Çünkü Allah-ü Teâlâ da buna işaret olarak şöyle buyurdu:
- "Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et."
Emir, Peygamber (s.a.v.) Efendimizedir. Dolayısıyla bütün ümmete.. Buradaki ibadetin manâsı, nefse karşı olmaktır. Kaldı ki bütün hayırlar da nefse karşı olmakla başlar. Daima onun zıddını, istemediğini yapmak lâzımdır.
Burada bir soru akla gelir ve söylenebilir:
- Neden Peygambere (s.a.v.) bu hitap vaki oluyor? Peygamberin (s.a.v.) nefsi İslah olmuştu, onun hevası yoktu. Allah-ü Teâlâ o büyük Peygamber (s.a.v.) için şöyle buyurdu:
- "O, boştan konuşmaz. Onun her sözü bir ilahî vahiydir."
Ne buyurulur?...
Buna cevap olarak şunları söylerim:
- "Allah bu emrini İslam yolunun istikrarı için buyurmuştur. Bununla dini emirler önünde Peygamberle (s.a.v.) ümmetten birini eşit göstermek ve İslami emirler karşısında herkesin aynı olduğunu anlatmak istemiştir.
Sonra Peygamberimizde (s.a.v.) nefse karşı manevî bir kuvvet vardır. Bunu ona Allah vermiştir. Bu kuvvetin varlığı önünde nefsin ve şahsi arzuların hiçbir kötülüğü Peygamberi (s.a.v.) şaşırtanı az. Fakat diğer müminler böyle değildir. Onlar daima cihadla nefse karşı gelmeye mecburdurlar. Resul (s.a.v.) bu yolda bir gayret sarfetmese dahi işleri daima nefsin arzusu hilafına olur.
İman sahibi, daima yalın kılıç olmalıdır. Taa ölünceye kadar nefsin karşısında bir muhafız gibi beklemelidir. Onun kötülüğe atılmasına meydan Vermemelidir.
Her iman sahibi, Allah'ın huzuruna çıktığı zaman kılıcı nefsin kanına batırılmış olmalı. İş bu hal, o imanlı insanı cennete götürür. Aliah-ü Teâlâ Hazretleri bir ayetinde şöyle anlatır:
- "Bir kimse Yaradanın saltanatından çekinir, nefsine uymazsa onun yeri cennettir."
Cennet adıyla bildirilen mekan, kudsî bir yerdir. Oraya yalnız iman sahipleri girer. Oraya bir defa giren sonuna kadar kalır; bir daha çıkarılmaz. Tekrar dünyaya gönderilmek, başka bir yere nakil gibi şeyler akla gelmez. Orada güzelliklere sınır yoktur. Her an yenisi gelir. Her nefes bir ilkinin daha güzeli, daha hoşu zuhur eder. Bunların önü, sonu, tükeneceği yoktur. Bu güzellikler, dünyada her an ve her gün yapılacak nefisle mücadelenin karşılığıdır.
Kafir ve içi bozuk olan münafıklara gelince, onlar da bunun tersine en güç felâketlere uğrarlar. Çünkü onlar, hiçbir kötü işe karşı durmadılar, nefislerine uydular; şeytanlara bağlandılar. Küfür, şirk, her türlü kötülüğü işlemekten çekinmediler. Neticede küfür üzerine Ölüp gittiler. Buna ceza
olarak öbür alemde onlara azap çeşitleri hazırladı. Cehennem zaten bunlar için hazırlanmıştır, Cenab-ı Hak iman sahiplerini ihtar için şöyle buyuruyor:
- "Kafirler için hazırlanan ateşten kendinizi koruyun."
İman sahipleri, cennette sonuna kadar kalacakları gibi imansızlar da bu cehennemde sonuna kadar kalacaklardır. Orada, dünyada yaptıkları kötülükler yüzünden en çetin azaplara uğrayacaklardır. Derileri dökülerek, yerine yeni deri bitecek, azapları böylece tattırılacak. Bu hususu anlatan ilahî sesi dinleyelim:
- "Onların derileri çürüdükçe-yanıp harap oldukça yeniden derilerim değiştireceğiz."
İşte bu cefa, onlara dünyada yaptıklarının cezasıdır. Her an çekinmeden dünyanın kötülüğünü yaptılar. Nefislerine, şeytanlarına kapılarak yapmadıkları rezalet kalmadı. Öbür alemin de azabını böylece göreceklerdir. Azabın, cefanın benliklerine işlemesi için her an eriyen, çürüyen derilerinin yerine yenisi getirilecektir. Cennet ehli ise her an o alemin iyi şeyini alacakları için daima güzelliklerin amiline gelince onu da:
- "Bu iman sahiplerinin dünyada yaptıkları nefse karşı cihaddır." Deriz. Dünyada ne yapıldı ise öbür âlemde o görülür.
Bu mevzu ile ilgili Hadis-i Şerif şöyledir:
- "Dünya, âhiretin ekeneğidir.
HAZRET-İ ÖMER İLE SARHOŞ ADAM
İslâm'ın ikinci halifesi Hazret-i Ömer, sabahlara kadar sokak sokak gezer, idaresini üzerine aldığı halkın huzur içinde istirahat edip etmediklerini araştırırdı. Yine böyle teftiş gecelerinden birindeydi. Medine sokaklarında sessizce gezerken ileride hiç beklemediği bir gürültü işitti. Merakla yaklaştı, dikkatle baktığında, bir sarhoşun gelip geçenlere münasebetsizce sözler söyleyip rahatsız ettiğini gördü. Resûlüllah'ın şehri Medine'de adam hem âyetin emrine karşı gelerek içki içmiş, hem de sarhoş halde sokağa çıkıp mes'ûliyetini üzerine aldığı mü'minleri rahatsız etmişti. Bu hâl, Allah'ın emrine açıkça isyandı. Allah'a isyan edenin hasmı ise Halife Ömer'di.
Bu sebeble meşhur gazabına yine bürünmüş. Öfkesini kullanmanın zamanı geldiğine inanmıştı. Elindeki kırbacını hızla kaldırıp sarhoşun başına yıldırım gibi indirmeyi düşünüyordu. Nitekim kamçısını havaya yukan kaldırırken sarhoşun hakaretti sözlerine muhatap olmaya başladı.
Adam, şahsını hedef almış, bizzat kendisine hakarette bulunmuştu. Hızla havaya kalkan kamçı bu defa yavaşça yere indi, sarhoşun başında şaklamaktan vazgeçmiş oldu.
Şaşıran sarhoş, sormadan edemedi:
— Sen kimsin ki, önce beni kırbaçlamak istedin, sonra da vazgeçtin?
Hazret-i Ömer cevap verdi: — Ben Allah'ın emirlerini tatbik etmekle vazifeli halife Ömer'im!
— Peki öyle ise neden kırbaçlamaktan vazgeçtin beni? Halifenin cevabı, fevkalâde düşündürücüydü:
— Ben önce Allah için kaldırmıştım kırbacımı. Tam o sırada sen şahsıma hakaretler savurdun. Birden nefsimin galeyana gelmesine, öfkelenmeme sebeb oldun. Baktım ki Allah için kaldırdığım kırbacım, nefsim için inecek. Nefsime yaptığın hakaretinden dolayı seni kırbaçlamış olacağım.
Halife sözünü şöyle tamamladı:
— Halbuki ben, Allah için hiçbir şeyden gözümü kırpmam, ama nefsim için bir karıncayı dahi incitemem, bir kuşun bile benden korkup uçmasına razı olamam!
Bu cevaptan sonra ortalığı bir sessizlik almıştı. Müslümanların halifesi neticeyi şöyle bağladı:
—Uzat elini, seni doğruca Kadı Şüreyh'e götüreyim.
Durumunu ona anlat, adaletin hükmünü ondan gör. Bundan sonra seni ben cezalandıramam. Zira nefsimin hisse almasından korkarım!
NEFSİ KINAMAK
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, bu makam nefsi uyarmak ve kınamaktır. Çünkü nefis öyle yaratılmıştır ki, o hayırdan kaçar, şerre ve kötülüğe eğilir. Nefsin tabiatı, huyu tembelliktir. Şehvet sevmektir. Sana da, onu bu sıfatlardan düzeltmen ve yola getirmen emrolunmuştur.
Bu halleri kişi, kimi zaman ona kızarak, kimi lütufla, yumuşak davranarak, onu okşamakla, kimi fiille, kimi sözle başarır. Çünkü nefsin tabiatı öyle yaratılmıştır ki, eğer bir işte kendi hayrını görmese onu istemez. Hayrını görürse, zahmeti de olsa zahmete sabır gösterir. Lâkin gönlün en büyük şeddi, cehalet ve gaflettir. Bundan ötürü onu uykudan uyandırmalısın sen! Onun önüne parlak bir ayna koymalısın. Şüphesiz ki, o aynaya bakınca orada ne görürse onu kabul eder.
Bundan ötürü Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:"Nefsinize öğütte bulunu ki, mümin olanlara öğüt, fayda verir." (Zâriyât Sûresi: 55)
Senin nefsin de başkalarının nefsi cinsindendir. Böylece kendine önce öğütte bulun, Ondan sonra azarla. Hem de hiç bir zaman azarlamanı ve sitemini eksik etme. Ve ona şöyle demelisin:
"Ey nefis! Zekilik ve akıllılık iddiasındasın! Eğer bir kişi sana: "Ahmak, aptal!" dese kızarsın. Oysa sende daha aptal kim var ki?.. Ömrünü beyhude nesnelerle geçirmektesin.
Senin haline örnek şudur ki, bir asker şehrin kapısında durup onu yakalamak ve götürüp öldürmek için beklemiş olsa, o kişi ise şehirde oyun ve eğlence ile meşgul olsa, ondan daha ahmak kim vardır? Ey nefis! Asker dediğimiz gerçekte ecelin askeridir. Şehrin kapısında seni beklemektedir. Seni alıp gidinceye kadar yerinde durmaya ahdetmiştir. Cehennemi ve Cenneti senin için yaratmışlardır. Belki seni bugün oraya iletirler. Eğer bugün iletmezlerse bunu sen olmuş bil. Çünkü ölüm kimseye vâde vermez: Akşam gelirim, yarın gelirim, ya da kışın gelirim, yazın gelirim! demez. Belki bütün kişileri ansızın bastırır.
Hattâ en kuvvetli olduğun bir vakitte gelip yakalar. Ona hazırlanmazsan bundan daha büyük ne ahmaklık olur? Ey nefis! Yazık sana! Eğer senin işlediğin günahtan Hak Teâlâ görmez sanırsan sen kâfir olursun. Eğer gördüğünü biliyor, buna inanıyorsan, gayet cesur, hayâsız bir kişisin ki, Hak Teâlâ'nın bildiğinden ulanmaz, korkmazsın.Ey nefis! Yazık sana. Eğer senin hizmetçin dik kafalılık, serkeşlik edip buyruğunu tutmazsa nasıl kızarsın?
Sen Hak Teâlâ'nın hışmından nasıl emniyette olabilirsin? Hak Teâlâ'nın azabına takat getireceğini sanıyorsan, parmağını yanar kandile tul. Veya sıcak , güneşin altında otur, ya da bir hamamın en sıcak halvetinde bir saatçık dur. O zaman çaresizliğini, takatsizliğini, güçsüzlüğünü gör. Sen şöyle mi sanırsın ki, ne iş işlersen seni öndün ötürü sorumlu [utmayacaklar?.. Eğer bu inançta isen her anda 124.000 peygambere kâfir olursun. Hattâ hepsini yalancı saymış, inkâr etmiş bulunursun. Hak Teâlâ şöyle buyurur:
"Günah İşleyen günahının cezasını çekecektir." (Nisa Sûresi: 123) Ey nefis Yazıklar olsun sana! Eğer: "Allahü Teâlâ Rahimdir, Kerîmdir, Bağışlayıcıdır!" dersen, niçin dünyada yüzbinlerce kişiyi açlık, susuzluk, hastalık zahmetine uğratır?.. Niçin tarlasını ekmeyenlere ürününü vermez? Ya sen, şehvetlerine kavuşmak, bir avuç akçeyi bir arada toplamak için yeryüzünde olan bulun hileleri işlersin! Her çareye baş vurursun! Niçin o kadar çalışıp çabalar da oturup:
— Allah Rahimdir, Kerîmdir. Benim rızkımı ve istediklerimi zahmetsiz verir! demezsin?..
Ey nefis! Yazıklar olsun sana! Eğer sen:
—Doğru söylüyorsun! Amma, zahmet çekmeğe gücüm yok! Takat getirmeyi bilemiyorum! dersen, demek ki, az bir zahmetle daha büyük zahmetlerin önlenmesi gerektiğini ve âhiretteki sıkıntılardan kurtulmak için de dünyada sıkıntıya katlananın farz olduğunu bilmiyorsun! Bugün bu kadar zahmete katlanamazsan, yarın Cehennemin zahmetine, mezelletine ve lanetine nasıl takat getirebilirsin? Buna nasıl dayanabilirsin?
Ey nefis! Yazıklar olsun sana! Niçin para kazanmada bu kadar çok acı ve zillet çekiyor, vücudunun sağlıkta olması ün cahil bir hekimin sözü ile bütün şehvetlerinden geri kalıyorsun da Cehennemin hastalıktan ve fukaralıktan daha zor olduğunu bu kadar bilmiyorsun? Âhirette geçecek zaman, dünya Ömründen uzundur.
Ey nefis! Yazıklar olsun sana! Eğersen:
-Benim fikrim şudur ki, sonra tevbe ederim, iyi amelleri işlerim, dersen şunu bilmelisin ki, tevbe edinceye kadar ölüm sana erişir. Elinde hasret ve pişmanlıktan başka bir şey kalmaz.
Eğer sen:
- Yarın tevbe etmek, bugünkü günden daha kolaydır! dersen bu, cehaletindendîr. Her ne yolda tevbeni geriye bıraksan, daha da çok zorluğa uğrarsın, ölüm yaklaşınca, bu hal, yokuş dibinde ata arpa vermeğe benzer. Bunun da ata hiç bir faydası olmaz. Senin de müşkülün şu kişi gibi olur ki, ilim öğrenmeye gider, fakat haylazlık, tembellik eder.
Sonra da:
— Şehrime döneceğim gün o ilmi öğrenirim! der.
Fakat o kişi bilmez ki, ilim Öğrenmek çok zaman ister. Senin nefsin bu kadar zamandan beri habislik öğrenmiştir. Onu mücahede potasında eritmek gerektir. Tâ ki, saf ve pak bir hale gelsin. Emniyet, muhabbet ve marifet derecelerine erişsin. Ve yolun bütün dar geçitlerini açsın. Çünkü ömür kaybolup gider. Zaman olmadan bu kadar hali nasıl tahsil edersin?
Niçin ihtiyarlıktan önce gençliği ve hastalıktan önce sağlığı ve işten önce istirahat!, ölmezden Önce yaşamayı ganimet bilmezsin?.. En nefis! Ey benlik! Yazıklar olsun sana! Niçin yaz olunca kış İhtiyaçlarını hazırlarsın ve geciktirmezsin? Hak Teâlâ'nın keremine güven göstermezsin!..
Cehennemin soğuk kışın şiddetinden eksik değildir. Ve Cehennem sıcaklığı yaz sıcaklığından eksik değildir. Mevsimlerde hiç kusur göstermezsin de âhiret ve kıyamet günü hiç bir hazırlıkta bulunmazsın! Yoksa sen, bunlara inanmaz, iman getirmez misin? Kendi içindeki bu küfrü kendi kendinden mi saklıyorsun? Bu da senin ebedî helakine sebeptir. Yazıklar olsun sana ey nefis!
Marifetin nuruna bürünüp ona sığınmadan ölümden sonra şehvet ateşinin canını yakmasından korunup konulabileceğini sanan kişi, şu kimse gibi olur ki, vücudunu örtmeden seher zemherisinin kendisine dokunmayacağım sanır.
Hak Teâlâ'nın fazlı ve keremi şundadır ki, kışı yarattığı zaman sana elbise edinmekte hidayet kıldı. Elbiseyi yaranı Elbise yapmaya yarayan şeyleri yarattı. Hak Teâlâ'nın fazileti, elbise giymeden de soğuğu def eyler. Buna rağmen elbise tedarikinde bulunursun da ya niçin marifet nuruna bürünerek cehennem ateşinden korunmayı düşünmezsin?..
Yazıklar olsun sana ey nefs! Sen sanma ki, günahkârlığın seni Hakk Teâlâ'ya muhalif hareket elliğinden ve Hak Teâlâ'yı kızdırdığından ötürü azaba, ukubete çeker ve:
— Benim günahlarımdan Hak Teâlâ'ya ne ziyan olur? deme!
Hal, sandığın gibi değildir. Belki Cehennem ateşi senin gönlünün içinde yanar Senin şehvetinden doğar. Nitekim hastalık, senin bedenine, zehirli şeyler yediğinden ve başka ziyan verici şeyler yaptığından ileri gelir. Hekimin kendisine kızmasından gelmez. Hekimin hükmüne, özlerine uymamaktandır bu. Yazıklar olsun sana ey nefis! Senin bu halın şundan başka bir şey değildir ki, dünyanın nimetlerine ve lezzetlerine kendini kaptırmışsın.
Ve sen candan ve gönülden dünyanın âşıkı ve vurgunu olmuşsundur. Cehennem'e ve Cennet'e iman getirmezsin de ölüme İnanırsın, ona îman getirirsin. Oysa Ölüm her şeyi senden geri alır. Ve onların elinde alınması ve ayrılığıyla gönlün yanar, tutuşur. Çaresiz bir kişi haline düşersin. Sen ne kadar dilersen dile, dünya sevgisini gönlünden istediğin kadar sağlam kıl!.. Dünya ayrılığının elem ve acısı onunla olan dostluğun kadar çok olur. Yazıklar olsun sana ey nefsim! Dünyaya neden yaklaşır durursun?. Eğer bütün dünyayı sana verseler, doğudan batıya kadar senin olsa, bütün yaratıklar sana secde kılsa, bil ki az zaman sonra sen de onlar da, hepiniz toprağa gireceksiniz.
Sizi kimse anmaz olur. nitekim geçmiş padişahları kimse hatırlamaz. Nerde kaldı ki, dünyada sana sadece mal verseler, başka bir şey vermeseler, o da bin türlü belâ ve mihnetlerle olur. Ve sen ebedî olan Cennet'i bunlar gibi değersiz şeylere satar, durursun! Öyleyse yazıklar olsun sana ey nefis! Eğer bir kişi, kıymetli ve son derece dayanıklı bir mücevherini verip bir kırık saksı parçasını satın alsa o kişinin aptallığına, ahmaklığına ne kadar gülersin. Dünya da kırılması yakın bir saksıdır. Onu kırılmış bil. Kırılmış olarak tanı. Ebedi olan mücevheri, Cenneti de kaybettiğini bil! Böylece dünyadan sana, hasret, pişmanlık ve azabdan başka birse kalmadı bil!.."Bunlar gibi kınamaları, azarlamaları hitapları kendi nefsine yönelterek onun için gereken hakkı yerine getirmeli, nasihat, öğüt önce kişinin kendisine yapılmalıdır.
NEFİS MUHASEBESİ
"Ey îmân edenler! Siz (önce) kendinize bakın, siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, yaptıklarınızı size haber verecektir." (Maide Suresi: 105).
"Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzurumuza tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mu'minun Suresi: 115).
"Çünkü: O'nun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır. İnsan hiç bir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, dediklerini zabteden (bir melek) hazır bulunmasın." (KM Suresi: 17-18).
"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Ve tartılmadan önce kendinizi tartınız." (Hadîs-i şerif meali).
"İnsanlar amelleri ile bana gelirken siz ise (hayırlı bir amel işlemeden sadece) neseplerinizle gelmiş olmayasınız." (Hadîs-i şerif meali).
Ummandan birer katre olarak yukarıda zikredilen âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler biz Müslümanlara başta kendimizi sık sık hesaba çekmemizi, hasenat ile seyyiâtımızı tartmamızı, fayda ile zararlarımızı muvâzene etmemizi emrediyor ve bizi devamlı bir teyakkuza, intibaha ve âhiret hazırlığına davet ediyorlar. r Öyle ise bizler, haftada hiç olmazsa bir defa, içinde bulunduğumuz hâlin muhasebesini yapmalıyız. Acaba biz niçin yaşıyoruz?
Gün geçtikçe âhiret hesabına kârda mıyız zararda mıyız? Biz niçin bu hizmette bulunuyor ve görünüyoruz? Menfaat elde etmek için mi? Meşhur olmak için mi? Boş olduğumuz için mi? Başka yerde iş bulamadığımız veya başkaları bizi kabul etmediği için mi? Başka bir ise yaramadığımız için mi? Yoksa bunlardan hiç birisi değil de; gençliğimizi ve ömrümüzü İslâm terbiyesi ile, iffet, namus ve itaat dairesinde sarfetmeyi istediğimizden mi?
Ve bu zemin ve imkânın ise en güzel sekliyle bu mübarek evlerde olduğunu gördüğümüzden mi? Yani Yüce Allah'ın rızâsı için mi?
Bizim hem okumaktan hem neslin maddî-ma'nevî refah ve saadetine yönelik bir hizmet içerisinde bulunmaktan maksat ve gayemiz Yüce Allah'ın rızâsını kazanmak olmalıdır. Yüce Allah'ı memnun etmek özellikle iki şeye bağlıdır: Ne/sin terbiyesi ve neslin ıslâhı. Yani İslâm’ın, terbiye adına getirdiği prensipler dahilinde şuurlu ve faziletli bir nesil meydana getirmek.
Günümüzde çevremize baktığımızda bu çerçeve dahilinde hareket edip kendilerini şuurlu ve faziletli olarak yetiştiren insanların ekserisinin bu nur irfan dairesinde olduğunu görüyoruz. Öyle ise bizler de fırsat kaçırmadan bu hizmette yerimizi almalıyız. Evet, biz nefsimizi ve neslimizi terbiye ve ıslah ederek şuurlandırmak suretiyle Allah'ın yüce dînine hizmet etmek ve bu vesile ile O'nun hoşnutluğunu kazanmak istiyoruz. Bu ise en güzel bir şekilde bu nur dairesinde gerçekleştiğinden bu hizmette bilerek bulunuyor ve aşkla, şevkle çalışıyoruz.
Evet, biz bu anlayışla bu hizmetin içinde yer almışız ve almalıyız.
2-Sen Önce Kendine Bak
Ey nefsim! Sen önce kendi acıklı hâline bak! Her türlü söz, hareket ve davranışlarını dâima âyet ve hadislerin imbiklerinden geçir. En büyük meşgalen kendi kusurlarını azaltmak olsun. Başkalarının ayıp, hata ve kusurlarına bakma. Sen Önce kendi kusurlarını gör. Aksi taktirde kendini unutursun da, kusur ve noksanlarını göremez ve onları telâfi edemezsin.
Neticede dâima noksan olur ve devamlı kusurlu kalırsın ve âleme de mudhike ve mazkara olursun. Bir defa şunu kat'iyyetle bilmelisin ki, senin başkalarında gördüğün kusur ve noksanlar ekseriyet itibariyle sende vardırlar. Çünkü, o kusurlar sende olmasaydı onları arkadaşlarında göremezdin, görsen de onları iyiye yorumlardın. Bunun sırrı şudur ki, kişi etrafına gözlüğünün rengiyle bakar. Yani kendisi nasılsa, fikri, zihni ve hayali ne ile meşgul ise, etrafını öyle görür. Nitekim kibirli ve gururlu olan kimse çevresini kibirli ve gururlu, mütevazî olan kimse de çevresini mütevazî olarak görür.
Cimri olan çevresini cimri ve tembel olan çevresini tembel olarak görür. Cömert olan çevresini cömert, çalışkan olan da çevresini çalışkan olarak görür ve Öyle kabul eder.
3- Aman Kendine Dikkat Et
Ey nefsim! Maddî-ma'nevî kirlerden ve tehlikelerden şiddetle kaçın, onlardan titizlikle korun, gelecek zarar ve tehlikelere karşı dâima dikkatli ol! Çevreni kontrol ermeden adımını atma ve işin erbabına danışmadan bir işe girişme. Bir mes'eleyi araştırmadan o mes'ele hakkında ileri geri konuşma. Yoksa başına iş açarsın. Her konuşulanı dinleme ve her duyduğunu söyleme. Yoksa başın derde girer. Zararı ve cezası kesin olan mes'elelere karşı tavır koymak şöyle dursun, şüpheli şeylere karşı bile dikkatli ve tedbirli ol. Tâ ne halde, ne de istikbalde başın ağrımasın ve uykuların kaçmasın. Dâima rahat ve huzurlu olasın.
4- Genişlik Halinde Şükret, Darlık Halinde Sabret
İnsan yaşadığı müddetçe, pek çok devrelerden geçer, muhtelif hallere uğrar ve değişik seviyelerde bulunur. Fakat insan, içtimaî hayatta bulunduğu makama göre değil, bulunduğu makamın hakkını vermekle değer kazanır,
Öyle ise, sen er'likten genelkurmay başkanlığına kadar bütün rütbelerde muhatabının seviyesine göre vaziyetini alacak ve o an için gerekli olan hâli takınacaksın. Zîrâ, sen sadece emir veren olamazsın. Bazen emir verdiğin gibi, bazen de emir alırsın. Öyle ise yerinde pasa, yerinde er, yerinde âmir, yerinde memur olmalısın. Ve bulunduğun hâlin ve seviyenin özelliğini takınmalı ve hakkını vermelisin.
Senin öncü kuvvetlerin veya seni takdim edenlerin olmayacak. Hatta sana sergi, masa ve mikrofon hazırlayan da bulunmayacak. Senin, sana ait eşyayı taşıyan ve senin adına imza atan birisi de olmayacak.
Sen bazen sual etme mevkiinde, bazen cevap verme makamında, bazen de hem sual eden hem de cevap veren durumunda olacaksın.
Meselâ: Bir ziyafet tertip edeceksin, öyle ki; gerekirse bu ziyafetin hazırlanmasında tertipçilik vazifesini sen görmelisin.
İnsanların çağrılmasında çağırma vazifesini sen yapmalısın, yemeğin hazırlanmasında ahçılık görevini sen üstlenmelisin. Misafirlerin istikbal edilip ağırlanmasında teşrifatçılık ve misafirperverlik vaziyetini sen takınmalısın. ,
Misafirlere bir kısım hak ve hakikatlerin duyurulmasında tebliğ ve irşâd vazifesini sen deruhte etmelisin. Gerektiğinde çocukla çocuk, ihtiyarla da ihtiyar olmalısın. Halk içinde onlardan bir fert olarak, âlimlerle oturup kalkmada da onlara karşı anlayışlı bir muhatap ve ünsiyetli bir arkadaş olarak arz-ı endam etmelisin. Gariblerin ve kalbi kırıkların yanında ise garibler ve kalbi kırıklar gibi davranmalısın.
Bütün bunlarda, esas itibariyle senin aslî hüviyetinde bir değişiklik yoktur. Sen hep aynısın; o da, bir âciz, bir zavallı, bir garib ve bir fakir... Ancak bulunduğun hâlin ve yerin durumuna göre o makama münâsip cilvelere ve zahirî tezahürlere mazhar olursun. İşte bu değişik görüntüler bulunduğun hâlin hakkını vermenin ifadesidir. Adetâ bir su gibi... Şartlara göre bazen câmid, bazen mâyı bazen, de buhar olan bir su gibi... Esasen her üç halde de su yine sudur. Sadece aldığı vaziyet değişmiştir. Çünkü; o şartlar dahilinde başka türlüsü olamaz.
Öyle ise, yüksek makamlarda bulunduğunda kendini beğenip kibre girmemelisin. Düşük mevkilerde bulunduğunda da mahzun olup ye'se düşmemelisin. Özellikle da'vâ arkadaşlarına karşı hiçbir zaman kaşlarını çatıp yüzünü ekşitmemelisin ve bilmelisin ki, onların sana değil, senin onlara minnet borcun vardır. Çünkü, seni aralarına tenezzülen almışlar ve lütfen seni arkadaşlığa kabul etmişler. Öyle ise haddini bilip şuna-buna darılmamalısın. İtirazvârî neden ve niçinlerle kaderi tenkit etmemelisin. ,
Hem bilmelisin ki, mazhar olduğun kemâlât ve mehaşin hep mevhibedir. İkrâm-ı İlâhî, fazl-ı Rabbani veya imtihan-ı Sübhânîdir ki bakalım şükür mü edeceksin, nankörlük mü edeceksin? Mâruz kaldığın düşük ve sevimsiz vazifeler ise hep meksûbedir. Onlar senin kâbiliyetsizliğine bakar. Yani sana verilen istidat
çekirdeklerini münasip şartlar altında iyi terbiye edemediğinden ve onları güzel yetiştiremediğindendir. Öyle ise, bu gibi vaziyetlerde meydana gelen sevimsiz ve üzücü halleri ve hâdiseleri hep kendinden bilmelisin.
Hem bilmelisin ki, senden sana yalnız noksanlık, acizlik ve kusur vardır. Fakat unutma, bütün bu noksan hallerin telâfisi mümkündür. O da kibir ve iddiayı bırakıp tazarrû ve niyazda bulunmaktır. Öyle ise bir elin yukarılarda Hakk'a karşı dua ve niyazda; diğer elin yerde da'vâ arkadaşlarınla istişarede bulunmalısın. Ve yine bilmelisin ki, herkese nasib olmayan bir fazîlet, her iki cihanın huzur ve saadetinin temini ve mâdenidir. Binaenaleyh bu iki kanatlı mi'râc ve vasıtaya bin. Mele-i a'lânın sakinlerine doğru yüksel git...
YETER ARTIK, YETER
Bunca senedir gönlünce keyfince yaşadın. Gününü gün ettin ve şimdi eli boş olarak, ömür sermayesi tükenmiş bir vaziyette ve hayatın yansını harcamış ve geçirmiş bir durumdasın. Fakat hâlâ gönül eğlencesindesin. Yeter artık.
Defalarca, Yüce Âlemden "Kulum" iltifat ve hitabıyla çağrıldın. Senin bu türlü bir iltifata karşı iki büklüm olmuş vücudun ve ruhunla nefsin hoşuna giden şeylerden istiğna ederek, tozu toprağı göze sürme diye çekeceğine sunardın ve bataklığa saplananlar gibi; lehviyyâta daldın ve hâlâ da balıklamasına dalmaya devam ediyorsun. Boğulup kalmana çok az kaldı. Yeter ar-tik.
Sana cadde-i kübrâ gösterildi. En doğru yola iletildin. O yolun erkânını öğretenlerle hayâlen sohbete kaç defa, ama kaç defa mazhar kılındın. Öyle ki, bazen kendinden geçiyordun. Bir başka âlemle dudak dudağa, göz göze geldiğin, ses tonundan da yüz çizgilerinden de belliydi. O âlemle temasa geçince hâlin başka oluyordu. Ciddî bir tevazu ve mahviyyet içinde kendinden geçiyordun. Bazen o kadar ileri gidiyordun ki, o sohbetin verdiği lezzeti dilini çıkarıp dudaklarını yalamakla ifâde ediyordun.
Fakat ne oldu ise bir seneden beri oldu. Kimin nazarı veya bedduası isabet etti, bilmem. Hayır hayır. Ne nazar, ne de beddua isabeti... Belki en büyük düşmanın olan nefsine ve şeytanına tavız vermen, seni bu hâle getirdi. Öyle ki, artık o sohbetten mahrumsun. O âlemle temasa geçemiyorsun.
Ah keşke bununla kalsaydın. Senin hem dünyanı, hem de ukbânı berbat eden ve edecek olan şeytanî âlemin içine girdin.Şâyet henüz girdiğin bu kötü âlemden en yakın bir zamanda yıldırım süratiyla gerisin geriye çıkmayıp takva kalesine girmezsen; bu kötü âlemin uğursuz kapılan senin üzerine kapanıp mıhlanacak ve sen bir daha oradan çıkamayacaksın. Dön geriye, çabucak çık oradan; inad edip durma. Yeter artık.
Ya bu hâle ne diyeceksin? Bu neyin nesidir?! Hayâline gelir mi idi hiç, yirmi sene sonra perhizini bozacağın?
Hani gözünün üstünde hiç mi hiç kaşın yoktu? Hani küçüklüğünde karşı cinsin, onlardan kaçınıyorsun diye seni kınamıştı. Hani senelerce bir def acık olsun bakmadın da karşıdakini nerede ise sinirinden çatlatacaktın. Hani bakmaz ve konuşmaz diye tanınıyordun. Ve hani haram yemez-içmez, fuzulî gezmez, mâlâyâni konuşmaz diye ün salmıştın.
Şimdi ise bak elin yazmaya bile varmıyor. Amma akşama defterin dürülecek ve yarın da hesabın görülecek, merak etme. Ama şimdi ise fırsat kolluyorsun eğlence yerlerine gitmeye, kadınların seslerini duymaya, vücut hatlarını görmeye, haramı tatmaya, haramı yemeye ve haramla doymaya... Hayâlen onlarsız yasayamaz oldun. Ve nerede ise hakkında kader kitabının sebkat edip eşkiyaların defterine kaydolmanla karşı karşıyasın. Gel vazgeç böyle nefsânî, şeytanî ve hayalî vesveselerden.
Vazgeç; hem "ne zamana kadar zâilât-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyât-ı dâimeden tegâfül edeceksin", yeter artık.
Hâlâ vicdanın tefessüh etmemiş olacak ki, ettiğin haltların akabinde mahzun oluyor ve için için kan ağlıyorsun. Biliyorum belki de günaha girmektense ölümü tercih ediyorsun.
"Rabbim, günaha gireceksem beni ö/dür daha iyi diyorsun ve her günahın arkasında, sende binlerce nedamet ofları ve yüzünde pişmanlık çizgileri beliriyor. Amma buna rağmen yine kötü âdetlerine devam ediyorsun. Yarın bu pişmanlığı da yitirir ve kendini haklı görmeye ve mazeret uydurmaya başlarsın. Ne yapıyorsun ben-î âdem, vazgeç bu sevdadan! Yeter artık!
Mubah şeylerle yetinmelerini, haram şeylerden kaçınmalarını şimdiye kadar binlerce insana, hem de çırpınarak duyurmaya çalıştın. Fakat bu anlattıkların nerede! Sen nerede! "Eynesserâ minessüreyya."
Senin gibilerinin dudaklarının ateşten makaslarla kesileceğini daha bu sabah sen söylüyordun. Şimdi ise bu vaziyetin nedir? Nasıl dayanacaksın bu ateşe? Ve nasıl dayanacaksın seni dinleyen ve tanıyanların nefret ve lanetlerine?
Ne olursun gel aklını başına al! Şu anlattıklarını tatbik et veya yapabildiklerini anlat. Ve illâ yeter artık; Allah'dan utan da, bari dilini kes!
Yahu her şey bir tarafa. Değersiz bir iyilikte bulunduğun kimsenin sana karşı yaptığı en küçük saygısızlığını unutamıyor ve afvedemiyorsun. Ya seni yoktan yaratan, sana ruh veren, seni îmân ve İslâm şerefiyle aziz kılan, sana yüce dostları sevdiren, ruhunu ve bedenini en güzel cihazlarla donatan, hem de verdiklerinin birisinin bile olmayışında, yüzlerce noksanlık ve binlerce zarar meydana gelecek olan şu güzel sureti ve sîreti sana veren Yüce Yaratıcı'ya karşı kulluğunu her halükârda ve en ağır şartlar altında bile göstermen lazım gelirken; farzlarını ihmal ve haramlarını irtikab ediyorsun.
Yüce Mevlâ'ya karşı böylesine bir saygısızlık ayıp değil de nedir? Ne olursun, aklını başına al da, öyle düşün, inhiraflarda bocalayıp istikâmetten kaçtığın yeter artık!
Ümid ederim; bu senin için bir ders olur. Zaten tutunacağın ve bel bağlayacağın hiçbir amelin kalmadı. Ya yoktu veya olanı sen silip süpürdün ve neticede iflas ettin. Artık dakikaların aleyhinde işliyor. Gel, Ramazan-ı Şerifin şu son gecelerini özellikle Kadir gecesini fırsat bilerek ve feyzinden istifâde ederek kendine gelip bir silkiniver.
Kendini Yüce Rahman'ın rahmet deryasına atıver. Hem de oradan çıkmamacasına. Orada Rahmetenlil âlemin olan Şerefli Elçi'yi (s.a.v.) ve yüce dostları bulacaksın. Onlardan birisinin eteğine tutunuver. Merak etme, mutlaka sâhil-i selâmete çıkar ve kurtulursun; hem de tertemiz olarak. Belki de hiçbir şey olmamış gibi. Haydi gel; bu kadar direttiğin yeter artık!
Dön Yüce Allah'a Dal rahmet deryasına Tutun O yüce su/tana Ulaş kalbî itminana Ve er; ebedî rıdvâna...
Ve artık,
YETER BUNLAR SANA.