müdavim
Üye Sorumlusu
(Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkıfından)
İkinci noktanın İkinci Mebhası
Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbirşey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki:
"Ben saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i san'atı, kendimce âhireti düşünmemekte ve Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevkettim ve ediyorum."
Elcevap: Biz dahi Kur'an namına diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklını başına al. Ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen, hasaretin o kadar büyük olur ki; tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:
Birisi: Ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur.
sh: » (G: 106)
Diğeri: Kur'an-ı Hakimin târif ettiği saadetli yoldur. işte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözler'de hususan "Küçük Sözler"de gördün ve anladın. Şimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla.
Şöyle ki:
Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaif ve âciz beline yükletir.
Çünkü: İnsan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaif... nihayet dereced muhtaç, fakir... hadsiz musibetlere mâruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp kabrin zulümatına yalnız olarak gider.
Hem müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır. Ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu-boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden, cehennem azabını çeker.
sh: » (G: 107)
Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için ehl-i dalâlet, iptal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, yâni kabre yakın olduğu vakit birden hisseder.
Çünkü: Cenâb-ı Hakka hakikî abd olmazsa; kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarıile şu fırtınalıdünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanlarıhayatına karşıtehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.
Hem bu vaziyette iken insaniyet itibariyle nev-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı; bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zat'ın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvâli onu daime iz'aç eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâûnu, tufanı, kahtu galâsı, fena ve zevali ona gayet müz'iç ve karanlıklı bir musibet suretinde onu tâzib eder.
Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde kuyuya girmiş iki kardeşin müvazene-i halinde
sh: » (G: 108)
denildiği gibi: Nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde; nezahetli, tatlı, nâmuslu, hoş, meşrû bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayr-ı meşrû ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü, ehl-i nâmus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder. Onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmağa başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânasız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ...
Böyle bir şahıs; nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır.
Öyle de:
Su-i ihtiyarından neş'et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divaneliğiyle: Sâni-i Hakîmin şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve Cilve-i Esmâ-ı İlâhiyyeyi tazelendiren masnûatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve firâk-ıebedî vâveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektûbât-ı Samedâniyye olan şu mevcudat sahifelerini
sh: » (G: 109)
mânasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulûmât-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli ise hakikî ahbablara visal dâveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor. hem mevcudatı, hem Cenâb-ı Hakkın esmâsını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiç bir cihette merhamete lâyık değildir.
İkinci noktanın İkinci Mebhası
Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbirşey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki:
"Ben saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i san'atı, kendimce âhireti düşünmemekte ve Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevkettim ve ediyorum."
Elcevap: Biz dahi Kur'an namına diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklını başına al. Ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen, hasaretin o kadar büyük olur ki; tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:
Birisi: Ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur.
sh: » (G: 106)
Diğeri: Kur'an-ı Hakimin târif ettiği saadetli yoldur. işte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözler'de hususan "Küçük Sözler"de gördün ve anladın. Şimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla.
Şöyle ki:
Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaif ve âciz beline yükletir.
Çünkü: İnsan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaif... nihayet dereced muhtaç, fakir... hadsiz musibetlere mâruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp kabrin zulümatına yalnız olarak gider.
Hem müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır. Ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu-boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden, cehennem azabını çeker.
sh: » (G: 107)
Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için ehl-i dalâlet, iptal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, yâni kabre yakın olduğu vakit birden hisseder.
Çünkü: Cenâb-ı Hakka hakikî abd olmazsa; kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarıile şu fırtınalıdünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanlarıhayatına karşıtehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.
Hem bu vaziyette iken insaniyet itibariyle nev-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı; bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zat'ın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvâli onu daime iz'aç eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâûnu, tufanı, kahtu galâsı, fena ve zevali ona gayet müz'iç ve karanlıklı bir musibet suretinde onu tâzib eder.
Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde kuyuya girmiş iki kardeşin müvazene-i halinde
sh: » (G: 108)
denildiği gibi: Nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde; nezahetli, tatlı, nâmuslu, hoş, meşrû bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayr-ı meşrû ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü, ehl-i nâmus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder. Onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmağa başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânasız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ...
Böyle bir şahıs; nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır.
Öyle de:
Su-i ihtiyarından neş'et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divaneliğiyle: Sâni-i Hakîmin şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve Cilve-i Esmâ-ı İlâhiyyeyi tazelendiren masnûatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve firâk-ıebedî vâveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektûbât-ı Samedâniyye olan şu mevcudat sahifelerini
sh: » (G: 109)
mânasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulûmât-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli ise hakikî ahbablara visal dâveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor. hem mevcudatı, hem Cenâb-ı Hakkın esmâsını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiç bir cihette merhamete lâyık değildir.