ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺭَﺏِّ ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﻣِﻦْ ﻫَﻤَﺰَﺍﺕِ ﺍﻟﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ ٭ ﻭَﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﺭَﺏِّ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻀُﺮُﻭﻥِ
"Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, yanımda bulunmalarından Sana sığınırım." (Mü'minûn sûresi, 23/97-98)
Ey vesvese hastalığına tutulmuş insan! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete... Önem verdikçe şişer; önem vermezsen söner. Onu büyük görürsen büyür; küçük görürsen küçülür. Korkarsan ağırlaşır, hasta eder; korkmazsan hafifler, gizli kalır. İçyüzünü bilmezsen devam eder, yerleşir; bilirsen, onu tanırsan gider. Öyleyse şu musibetli vesvesenin pek çok çeşidinden yalnız sıkça görülen beşini söyleyeceğim. Belki sana da bana da şifa olur. Çünkü vesvese öyle birşeydir ki, cehalet onu davet eder, ilim uzaklaştırır. Onu tanımazsan gelir, tanırsan gider.
Birincisi - Birinci Yara
Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpeden, çirkin ve kötü sözlere döner. Çirkin sözlerdekine benzer bazı pis suretleri ve edebe aykırı çirkin halleri tasvir eder, hayal ettirir. Kalbe "Eyvah!" dedirtir, insanı ümitsizliğe düşürür. Vesveseli adam da zanneder ki, kalbi Rabbine karşı edepsizlikte bulunuyor. Müthiş bir telâş ve heyecan duyar. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi şudur:
Bak ey vesveseye düşmüş biçare insan! Telâş etme, çünkü senin hatırına gelen kötü sözler ve haller gerçek değil, hayaldir. Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, o kötü sözleri ve halleri düşünmek de onları söylemek ve yapmak değildir. Zira mantıkça hayal etmek, hüküm yerine geçmez. Kötü sözü söylemek ise hükümdür. Bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değildir. Çünkü kalbin, onlardan müteessir olur, üzülür, kederlenir. O çirkin sözler belki şeytanın, kalbe yakın olan ve "lümme-i şeytani" denilen yuvasından gelir. Vesvesenin zararı, insanın onu zararlı zannetmesi ve kalben ondan zarar görmesidir. Çünkü insan, hükümsüz bir hayali hakikat vehmeder. Şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, kendinden zanneder. Zarar ettiğini düşünüp zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği budur.
İkincisi
Mânâlar kalbden çıktığı vakit, bir sureti olmadığı halde hayale girer, orada surete bürünürler. Hayal, her vakit bir sebep perdesi altında suretleri bir nevi dokur. Önem verdiği şeyin suretini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse o sureti ona ya giydirir, ya takar, ya bulaştırır veyahut da perde yapar. Eğer mânâlar çirkinlikten arınmış ve temiz, suretler pis ve rezil ise temiz mânâlar pis suretleri giymez, fakat onlara temas eder. Vesveseli insan, bu teması, mânâların sureti giymesiyle karıştırır. "Eyvah" der, "Kalbim ne kadar bozulmuş! Bu sefillik, nefsimin bu açgözlülüğü beni Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardan edecek!" Şeytan onun bu damarından çok faydalanır. Bu yaranın merhemi şudur:
Dinle ey biçare! Nasıl ki, karnının içindeki pislik, senin namazın şartlarından ve adabından olan dış temizliğine tesir etmez ve onu bozmaz. Aynen öyle de, mukaddes mânâların pis suretlere komşuluğu onlara zarar vermez. Mesela, sen Allah'ın ayetlerini tefekkür ediyorsun. Birden bir rahatsızlık, bir iştah ya da ihtiyaç gidermek gibi zaruri bir hal şiddetle hislerine dokunuyor. elbette hayalin, bunun çaresine bakacak ve o ihtiyacını gidermek için lâzım olan şeyleri bulacak, onlara uygun süflî suretleri dokuyacak ve gelen mânâlar bu suretlerin ortasından geçecek. Bunda ne sakınca ne pislenmek ne zarar ne de tehlike vardır. Asıl tehlike, dikkatini buna yoğunlaştırmak, zarara düştüğünü zannetmektir.
Üçüncüsü
Varlıklar arasında bazı gizli münasebetler bulunur. Hatta hiç ummadığın şeyler arasında münasebet bağları vardır. Bunlar, ya hakikaten mevcuttur ya da hayalin, meşgul olduğu işe göre o bağları yapmış, o şeyleri birbirine bağlamıştır. Şu münasebet sırrıyle, bazen mukaddes bir şeyi görmek, pis bir şeyi hatıra getirir. Beyan ilminde ifade edildiği gibi, "Dış dünyada uzaklık sebebi olan zıtlık, hayalde yakınlık sebebidir." Yani, iki zıt şeyin suretlerinin bir araya gelmesine vasıta olan şey, hayalî bir münasebettir. Zıtların bu münasebetle hatıra gelmesine "tedâi-yi efkâr" (bir düşüncenin başka düşünceleri çağrıştırması) denir. Mesela, sen namazda, münâcât esnasında, Kâbe'nin karşısında, Cenâb-ı Hakk'ın huzurundayken, O'nun ayetlerini tefekkür ettiğin sırada, şu çağrışımlar tutup seni en uzak, rezil, boş ve faydasız düşüncelere sevk eder. Böyle düşünceler aklından gitmiyorsa sakın telâşlanma! Farkına vardığın anda dön, "Aman, ne kusur ettim!" deyip sebebini araştırarak üzerinde durmaki, o zayıf münasebet dikkatinle kuvvet kazanmasın. Zira sen üzüldükçe, önem verdikçe o zayıf, küçük hatırlayışların alışkanlığa döner, hayalî bir hastalık olur. Korkma, bu kalbî bir hastalık değildir. Şu tür hatırlayışlar çoğunlukla irade dışıdır. Bilhassa asabî ve hassas insanlarda daha çok görülür. Şeytan bu çeşit vesvesenin madenini çok işletir. Bu yaranın merhemi şudur:
Çağrışımlar çoğu kere irade dışıdır. Bunda insanın mesuliyeti yoktur. Hem çağrışımda zıt şeyler birbirine yakın olabilir, fakat temas edip karışmazlar. Onun için fikirlerin mahiyeti birbirine geçmez, zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile ilham meleğinin kalb taraflarında birbirine yakın olmaları ve günahkârlar ile hayırlı kimselerin aynı mekânda bulunmaları zararsızdır. Aynen öyle de, çağrışımların sevkiyle istemediğin pis hayaller gelip temiz fikirlerinin içine girse, kasten olmadıkça ve zarar ettiğin zannıyla onlarla fazla meşgul olmadığın sürece sana zarar vermezler. Bazen de kalb yorulur. Fikir, eğlenmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulup pis şeyleri önüne serper, sürer.
Dördüncüsü
Amelin en iyi şeklini aramaktan doğan vesvesedir. Takva zannıyla bu arayış arttıkça vesvese
şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, insan amelin daha makbulünü ararken harama düşür. Bazen bir sünneti araması, bir vacibi terk ettirir. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, onu tekrar eder. Bu hal sürdükçe de büyük ümitsizliğe düşer. Şeytan şu halinden faydalanarak insanı yaralar. Bu yaranın iki merhemi var:
Birinci Merhem: Bu gibi vesvese, Mutezile mezhebindekilerde olabilir. Çünkü onlar şöyle der: "İlahî emir ve yasaklara mevzu olan fiiller ve şeyler, ahiret itibarı ile ya kendi zâtında güzel ya da kendi zâtında çirkindir. Yani ya bizzat güzel olduğu için emredilmiş ya da bizzat çirkin olduğundan yasaklanmıştır. Demek, eşyada ahiret ve hakikat noktasından güzellik ve çirkinlik zâtidir (kendindendir), ilahî emir ve yasak ona tâbidir." Bu mezhebe göre, işlediği her amelde insana şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim, hakikatteki zâti güzelliğine uygun oldu mu?"
Hak mezhep olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat ise der ki: "Bir şey, Cenâb-ı Hak emrettiği için güzel; O yasakladığı için çirkin olur." Demek, güzellik emirle ve çirkinlik ise yasakla bir hakikat olarak ortaya çıkar. Güzellik ve çirkinlik, amelden sorumlu kulun bilmesine bakar ve ona göre yerleşir. Bunlar, görünüşte ve o amelin dünyaya bakan yüzünde değil, ahirete bakan yüzündedir. Mesela, namaz kıldın veya abdest aldın ama sen hiç farkında olmadan, aslında namazını veya abdestini bozacak bir sebep varmış. Şu halde senin namazın ve abdestin hem sahih hem güzeldir. Mutezile mezhebindekiler ise der ki: "O ibadet hakikatte fena ve kusurludur fakat kabul edilir. Çünkü bilmiyordun, özrün var." Öyleyse Ehl-i Sünnet mezhebince, görünüşte dinin kaidelerine uygun şekilde işlediğin amelin hakkında, "Acaba sahih oldu mu?" deyip vesvese yapma! Fakat "Kabul olmuş mudur? de, gururlanma, ameline güvenme!
İkinci Merhem: Dinde zorluk yoktur, ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ Madem dört mezhep haktır ve madem istiğfarı gerektiren "kusurlarını idrak etmek -böyle vesveseli kimse için- gurura sebep olan "amelini güzel görme" ye tercih edilir. Yani vesveseli insanın, amelini güzel görüp gurura girmektense onu kusurlu sayıp istğfar etmesi makbuldür. O halde, vesveseyi at! Şeytana de ki: "Şu hal bir zorluktur. Hakikatini bilmek güçtür, dendeki kolaylığa zıttır. ﺍَﻟﺪِّﻳﻦُ ﻳُﺴْﺮٌ ٭ ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ (Din kolaylıktır. - dinde zorluk yoktur.)
esasına ters düşer. Şu amelim elbette bir hak mezhebine uygun olur. Bu bana yeter. Hem en azından aczimi itiraf ederek, ibadeti lâyıkıyla yerine getiremediğimden, istiğfar ve yakarış ile Cenâb-ı Hakk'ın merhametine sığınıp kusurumun affedilmesi ve noksan amelimin kabulü için acizliğimin ve küçüklüğümün şuurunda olarak bir duaya vesiledir."
Beşincisi
İmana dair meselelerde şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli insan, bazen hayal etmekle düşünmeyi birbirine karıştırır. Yani, hayale gelen bir şüpheyi aklına girmiş zannedip inancının zarar gördüğünü düşünür. Bazen de kendi kurduğu bir şüpheyi, imana zarar veren bir şüphe zanneder. Hem bazen tasavvur ettiği bir şüpheyi, aklıyla tasdik ettiğini sanır. Yine bazen küfürle ilgili bir mesele hakkında düşünmeyi küfür sayar. Yani dalâletin sebeplerini anlamak için bir mesele üzerinde fikir yürütmeyi, onu araştırmayı ve tarafsızca değerlendirmeyi imana ters zanneder. İşte şeytanın telkinlerinin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah! Kalbim bozulmuş, inancım zayıflamış!" der. O haller çoğu kere irade dışı olduğundan ve insan onları kendi sınırlı iradesiyle düzeltemediğinden ümitsizliğe düşer. Bu yaranın merhemi şudur:
Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, onu vehmetmek de küfür değildir. Dalâleti tasavvur etmek dalâlet olmadığı gibi, onun hakkında düşünmek de dalâlet değildir. Çünkü hayal etmek, vehmetmek, tasavvur etmek ve düşünmek; akılla tasdikten, kalbin bir şeye teslim olmasından farklıdır, başkadır. Bunlar bir derece serbesttir, insanın cüzî iradesini pek dinlemez. Dinî sorumluluk altına çok girmez. Tasdik ve teslim ise öyle değildir, bir ölçüye tâbidir. Hem nasıl ki, bunlar tasdik ve teslim değildir; aynen öyle de, şüphe ve tereddüt de sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede akla ve kalbe yerleşirlerse, o vakit onlardan bir tür hakiki şüphe doğabilir. Hem tarafsızca değerlendirme veya insaf namına deyip diğer şıkkı lüzumlu göre göre öyle bir hale gelir ki, insan, iradesi dışında ondan taraf olur. Üzerine vacip olan "hakkın tarafında yer alma" esası kırılır. O da tehlikeye düşer. Zihnine, onu düşmanın veya şeytanın lüzumsuz bir vekili yapacak bir hal yerleşir.
Bu çeşit vesvesenin en mühimi şudur: Vesveseli adam, bir şeyin aslında mümkün olması ile onun zihinde mümkün görülmesini birbirine karıştırır. Yani bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen de mümkün ve muhtemel zanneder. Halbuki kelâm ilminin kaidelerindendir ki: Zâtî imkân, kesin bilgiye aykırı değildir, zihnen zaruri olan bilgilere ters düşmez. Mesela, şu dakikada Karadeniz'in sularının çekilmesi, zâtında mümkündür ve zâtî imkân ile muhtemeldir. Halbuki güzümüzle görüyor gibi, o denizin yerinde olduğuna hükmediyoruz, bunu şüphesiz biliyoruz. O ihtimal ve zâtî imkan, bizde şüphe uyandırmıyor, kesin bilgimize zarar vermiyor. Mesela, güneşin bugün batmaması veya yarın doğmaması da zâtında mümkündür. Halbuki bu ihtimal, güneşin batıp doğacağına dair kesin bilgimize zarar vermez, şüphe düşürmez. İşte bunun gibi, zâtî imkân yönünden gelen vehimler, mesela iman hakikatlerinden olan, dünya hayatının sona ereceğine ve ahiret hayatının başlayacağına dair kesin inancımızı zayıflatmaz.
ﻻَ ﻋِﺒْﺮَﺓَ ِﻟْﻼِﺣْﺘِﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺮِ ﺍﻟﻨَّﺎﺷِﺊِ ﻋَﻦْ ﺩَﻟِﻴﻞٍ
yani " Bir delilden kaynaklanmayan ihtimalin hiç kıymeti yoktur." diye ifade edilen meşhur hüküm, hem kelâm hem de fıkıh ilimlerinin yerleşmiş kaidelerindendir.
Eğer dersen ki, " Müminlere bu derece zarar ve sıkıntı veren vesvese hangi hikmetten dolayı bize belâ olmuştur?"
Cevap: Aşırıya varmamak ve üstün gelmemek şartıyla vesvesenin aslı, uyanıklığa ve araştırmaya sebeptir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, gevşekliği yok deder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu imtihan dünyasında, şu müsabaka meydanında bize bir teşvik kamçısı olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Şeytan onu insanın başına vuruyor Şayet çok incitirse, Hakîm ve Rahîm Rabbimize şikâyet etmeli "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demeliyiz.
Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
ﺭَﺏِّ ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﻣِﻦْ ﻫَﻤَﺰَﺍﺕِ ﺍﻟﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ ٭ ﻭَﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﺭَﺏِّ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻀُﺮُﻭﻥِ
"Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, yanımda bulunmalarından Sana sığınırım." (Mü'minûn sûresi, 23/97-98)
Ey vesvese hastalığına tutulmuş insan! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete... Önem verdikçe şişer; önem vermezsen söner. Onu büyük görürsen büyür; küçük görürsen küçülür. Korkarsan ağırlaşır, hasta eder; korkmazsan hafifler, gizli kalır. İçyüzünü bilmezsen devam eder, yerleşir; bilirsen, onu tanırsan gider. Öyleyse şu musibetli vesvesenin pek çok çeşidinden yalnız sıkça görülen beşini söyleyeceğim. Belki sana da bana da şifa olur. Çünkü vesvese öyle birşeydir ki, cehalet onu davet eder, ilim uzaklaştırır. Onu tanımazsan gelir, tanırsan gider.
Birincisi - Birinci Yara
Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpeden, çirkin ve kötü sözlere döner. Çirkin sözlerdekine benzer bazı pis suretleri ve edebe aykırı çirkin halleri tasvir eder, hayal ettirir. Kalbe "Eyvah!" dedirtir, insanı ümitsizliğe düşürür. Vesveseli adam da zanneder ki, kalbi Rabbine karşı edepsizlikte bulunuyor. Müthiş bir telâş ve heyecan duyar. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi şudur:
Bak ey vesveseye düşmüş biçare insan! Telâş etme, çünkü senin hatırına gelen kötü sözler ve haller gerçek değil, hayaldir. Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, o kötü sözleri ve halleri düşünmek de onları söylemek ve yapmak değildir. Zira mantıkça hayal etmek, hüküm yerine geçmez. Kötü sözü söylemek ise hükümdür. Bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değildir. Çünkü kalbin, onlardan müteessir olur, üzülür, kederlenir. O çirkin sözler belki şeytanın, kalbe yakın olan ve "lümme-i şeytani" denilen yuvasından gelir. Vesvesenin zararı, insanın onu zararlı zannetmesi ve kalben ondan zarar görmesidir. Çünkü insan, hükümsüz bir hayali hakikat vehmeder. Şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, kendinden zanneder. Zarar ettiğini düşünüp zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği budur.
İkincisi
Mânâlar kalbden çıktığı vakit, bir sureti olmadığı halde hayale girer, orada surete bürünürler. Hayal, her vakit bir sebep perdesi altında suretleri bir nevi dokur. Önem verdiği şeyin suretini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse o sureti ona ya giydirir, ya takar, ya bulaştırır veyahut da perde yapar. Eğer mânâlar çirkinlikten arınmış ve temiz, suretler pis ve rezil ise temiz mânâlar pis suretleri giymez, fakat onlara temas eder. Vesveseli insan, bu teması, mânâların sureti giymesiyle karıştırır. "Eyvah" der, "Kalbim ne kadar bozulmuş! Bu sefillik, nefsimin bu açgözlülüğü beni Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardan edecek!" Şeytan onun bu damarından çok faydalanır. Bu yaranın merhemi şudur:
Dinle ey biçare! Nasıl ki, karnının içindeki pislik, senin namazın şartlarından ve adabından olan dış temizliğine tesir etmez ve onu bozmaz. Aynen öyle de, mukaddes mânâların pis suretlere komşuluğu onlara zarar vermez. Mesela, sen Allah'ın ayetlerini tefekkür ediyorsun. Birden bir rahatsızlık, bir iştah ya da ihtiyaç gidermek gibi zaruri bir hal şiddetle hislerine dokunuyor. elbette hayalin, bunun çaresine bakacak ve o ihtiyacını gidermek için lâzım olan şeyleri bulacak, onlara uygun süflî suretleri dokuyacak ve gelen mânâlar bu suretlerin ortasından geçecek. Bunda ne sakınca ne pislenmek ne zarar ne de tehlike vardır. Asıl tehlike, dikkatini buna yoğunlaştırmak, zarara düştüğünü zannetmektir.
Üçüncüsü
Varlıklar arasında bazı gizli münasebetler bulunur. Hatta hiç ummadığın şeyler arasında münasebet bağları vardır. Bunlar, ya hakikaten mevcuttur ya da hayalin, meşgul olduğu işe göre o bağları yapmış, o şeyleri birbirine bağlamıştır. Şu münasebet sırrıyle, bazen mukaddes bir şeyi görmek, pis bir şeyi hatıra getirir. Beyan ilminde ifade edildiği gibi, "Dış dünyada uzaklık sebebi olan zıtlık, hayalde yakınlık sebebidir." Yani, iki zıt şeyin suretlerinin bir araya gelmesine vasıta olan şey, hayalî bir münasebettir. Zıtların bu münasebetle hatıra gelmesine "tedâi-yi efkâr" (bir düşüncenin başka düşünceleri çağrıştırması) denir. Mesela, sen namazda, münâcât esnasında, Kâbe'nin karşısında, Cenâb-ı Hakk'ın huzurundayken, O'nun ayetlerini tefekkür ettiğin sırada, şu çağrışımlar tutup seni en uzak, rezil, boş ve faydasız düşüncelere sevk eder. Böyle düşünceler aklından gitmiyorsa sakın telâşlanma! Farkına vardığın anda dön, "Aman, ne kusur ettim!" deyip sebebini araştırarak üzerinde durmaki, o zayıf münasebet dikkatinle kuvvet kazanmasın. Zira sen üzüldükçe, önem verdikçe o zayıf, küçük hatırlayışların alışkanlığa döner, hayalî bir hastalık olur. Korkma, bu kalbî bir hastalık değildir. Şu tür hatırlayışlar çoğunlukla irade dışıdır. Bilhassa asabî ve hassas insanlarda daha çok görülür. Şeytan bu çeşit vesvesenin madenini çok işletir. Bu yaranın merhemi şudur:
Çağrışımlar çoğu kere irade dışıdır. Bunda insanın mesuliyeti yoktur. Hem çağrışımda zıt şeyler birbirine yakın olabilir, fakat temas edip karışmazlar. Onun için fikirlerin mahiyeti birbirine geçmez, zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile ilham meleğinin kalb taraflarında birbirine yakın olmaları ve günahkârlar ile hayırlı kimselerin aynı mekânda bulunmaları zararsızdır. Aynen öyle de, çağrışımların sevkiyle istemediğin pis hayaller gelip temiz fikirlerinin içine girse, kasten olmadıkça ve zarar ettiğin zannıyla onlarla fazla meşgul olmadığın sürece sana zarar vermezler. Bazen de kalb yorulur. Fikir, eğlenmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulup pis şeyleri önüne serper, sürer.
Dördüncüsü
Amelin en iyi şeklini aramaktan doğan vesvesedir. Takva zannıyla bu arayış arttıkça vesvese
şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, insan amelin daha makbulünü ararken harama düşür. Bazen bir sünneti araması, bir vacibi terk ettirir. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, onu tekrar eder. Bu hal sürdükçe de büyük ümitsizliğe düşer. Şeytan şu halinden faydalanarak insanı yaralar. Bu yaranın iki merhemi var:
Birinci Merhem: Bu gibi vesvese, Mutezile mezhebindekilerde olabilir. Çünkü onlar şöyle der: "İlahî emir ve yasaklara mevzu olan fiiller ve şeyler, ahiret itibarı ile ya kendi zâtında güzel ya da kendi zâtında çirkindir. Yani ya bizzat güzel olduğu için emredilmiş ya da bizzat çirkin olduğundan yasaklanmıştır. Demek, eşyada ahiret ve hakikat noktasından güzellik ve çirkinlik zâtidir (kendindendir), ilahî emir ve yasak ona tâbidir." Bu mezhebe göre, işlediği her amelde insana şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim, hakikatteki zâti güzelliğine uygun oldu mu?"
Hak mezhep olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat ise der ki: "Bir şey, Cenâb-ı Hak emrettiği için güzel; O yasakladığı için çirkin olur." Demek, güzellik emirle ve çirkinlik ise yasakla bir hakikat olarak ortaya çıkar. Güzellik ve çirkinlik, amelden sorumlu kulun bilmesine bakar ve ona göre yerleşir. Bunlar, görünüşte ve o amelin dünyaya bakan yüzünde değil, ahirete bakan yüzündedir. Mesela, namaz kıldın veya abdest aldın ama sen hiç farkında olmadan, aslında namazını veya abdestini bozacak bir sebep varmış. Şu halde senin namazın ve abdestin hem sahih hem güzeldir. Mutezile mezhebindekiler ise der ki: "O ibadet hakikatte fena ve kusurludur fakat kabul edilir. Çünkü bilmiyordun, özrün var." Öyleyse Ehl-i Sünnet mezhebince, görünüşte dinin kaidelerine uygun şekilde işlediğin amelin hakkında, "Acaba sahih oldu mu?" deyip vesvese yapma! Fakat "Kabul olmuş mudur? de, gururlanma, ameline güvenme!
İkinci Merhem: Dinde zorluk yoktur, ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ Madem dört mezhep haktır ve madem istiğfarı gerektiren "kusurlarını idrak etmek -böyle vesveseli kimse için- gurura sebep olan "amelini güzel görme" ye tercih edilir. Yani vesveseli insanın, amelini güzel görüp gurura girmektense onu kusurlu sayıp istğfar etmesi makbuldür. O halde, vesveseyi at! Şeytana de ki: "Şu hal bir zorluktur. Hakikatini bilmek güçtür, dendeki kolaylığa zıttır. ﺍَﻟﺪِّﻳﻦُ ﻳُﺴْﺮٌ ٭ ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ (Din kolaylıktır. - dinde zorluk yoktur.)
esasına ters düşer. Şu amelim elbette bir hak mezhebine uygun olur. Bu bana yeter. Hem en azından aczimi itiraf ederek, ibadeti lâyıkıyla yerine getiremediğimden, istiğfar ve yakarış ile Cenâb-ı Hakk'ın merhametine sığınıp kusurumun affedilmesi ve noksan amelimin kabulü için acizliğimin ve küçüklüğümün şuurunda olarak bir duaya vesiledir."
Beşincisi
İmana dair meselelerde şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli insan, bazen hayal etmekle düşünmeyi birbirine karıştırır. Yani, hayale gelen bir şüpheyi aklına girmiş zannedip inancının zarar gördüğünü düşünür. Bazen de kendi kurduğu bir şüpheyi, imana zarar veren bir şüphe zanneder. Hem bazen tasavvur ettiği bir şüpheyi, aklıyla tasdik ettiğini sanır. Yine bazen küfürle ilgili bir mesele hakkında düşünmeyi küfür sayar. Yani dalâletin sebeplerini anlamak için bir mesele üzerinde fikir yürütmeyi, onu araştırmayı ve tarafsızca değerlendirmeyi imana ters zanneder. İşte şeytanın telkinlerinin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah! Kalbim bozulmuş, inancım zayıflamış!" der. O haller çoğu kere irade dışı olduğundan ve insan onları kendi sınırlı iradesiyle düzeltemediğinden ümitsizliğe düşer. Bu yaranın merhemi şudur:
Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, onu vehmetmek de küfür değildir. Dalâleti tasavvur etmek dalâlet olmadığı gibi, onun hakkında düşünmek de dalâlet değildir. Çünkü hayal etmek, vehmetmek, tasavvur etmek ve düşünmek; akılla tasdikten, kalbin bir şeye teslim olmasından farklıdır, başkadır. Bunlar bir derece serbesttir, insanın cüzî iradesini pek dinlemez. Dinî sorumluluk altına çok girmez. Tasdik ve teslim ise öyle değildir, bir ölçüye tâbidir. Hem nasıl ki, bunlar tasdik ve teslim değildir; aynen öyle de, şüphe ve tereddüt de sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede akla ve kalbe yerleşirlerse, o vakit onlardan bir tür hakiki şüphe doğabilir. Hem tarafsızca değerlendirme veya insaf namına deyip diğer şıkkı lüzumlu göre göre öyle bir hale gelir ki, insan, iradesi dışında ondan taraf olur. Üzerine vacip olan "hakkın tarafında yer alma" esası kırılır. O da tehlikeye düşer. Zihnine, onu düşmanın veya şeytanın lüzumsuz bir vekili yapacak bir hal yerleşir.
Bu çeşit vesvesenin en mühimi şudur: Vesveseli adam, bir şeyin aslında mümkün olması ile onun zihinde mümkün görülmesini birbirine karıştırır. Yani bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen de mümkün ve muhtemel zanneder. Halbuki kelâm ilminin kaidelerindendir ki: Zâtî imkân, kesin bilgiye aykırı değildir, zihnen zaruri olan bilgilere ters düşmez. Mesela, şu dakikada Karadeniz'in sularının çekilmesi, zâtında mümkündür ve zâtî imkân ile muhtemeldir. Halbuki güzümüzle görüyor gibi, o denizin yerinde olduğuna hükmediyoruz, bunu şüphesiz biliyoruz. O ihtimal ve zâtî imkan, bizde şüphe uyandırmıyor, kesin bilgimize zarar vermiyor. Mesela, güneşin bugün batmaması veya yarın doğmaması da zâtında mümkündür. Halbuki bu ihtimal, güneşin batıp doğacağına dair kesin bilgimize zarar vermez, şüphe düşürmez. İşte bunun gibi, zâtî imkân yönünden gelen vehimler, mesela iman hakikatlerinden olan, dünya hayatının sona ereceğine ve ahiret hayatının başlayacağına dair kesin inancımızı zayıflatmaz.
ﻻَ ﻋِﺒْﺮَﺓَ ِﻟْﻼِﺣْﺘِﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺮِ ﺍﻟﻨَّﺎﺷِﺊِ ﻋَﻦْ ﺩَﻟِﻴﻞٍ
yani " Bir delilden kaynaklanmayan ihtimalin hiç kıymeti yoktur." diye ifade edilen meşhur hüküm, hem kelâm hem de fıkıh ilimlerinin yerleşmiş kaidelerindendir.
Eğer dersen ki, " Müminlere bu derece zarar ve sıkıntı veren vesvese hangi hikmetten dolayı bize belâ olmuştur?"
Cevap: Aşırıya varmamak ve üstün gelmemek şartıyla vesvesenin aslı, uyanıklığa ve araştırmaya sebeptir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, gevşekliği yok deder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu imtihan dünyasında, şu müsabaka meydanında bize bir teşvik kamçısı olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Şeytan onu insanın başına vuruyor Şayet çok incitirse, Hakîm ve Rahîm Rabbimize şikâyet etmeli "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demeliyiz.
Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.