Bergüzar...

pendüender

Well-known member
Nazan BEKİROĞLU Kimdir?

(En başta benim Hocam:) )

3 Mayıs 1957 tarihinde Trabzon’da doğdu. İlk ve orta tahsilini aynı kentte yaptıktan sonra Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1979). Dört yıl lise öğretmenliği yaptı. KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girdi. (1985). Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü Halide Edib Adıvar’ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını tamamladı (1987). Aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Şair Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla doçent oldu (1995). 1998′den itibaren aynı fakültede açılan Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan BEKİROĞLU 4 mayıs 2001′de profesör olmuştur
Şehirli bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olan Nazan Bekiroğlu; kendi ifadesiyle “ehl-i kalem ve kelam” bir baba ile titiz ve oldukça eğitimli bir annenin,iki de ağabeyin ikliminde epey nazlanarak,korunarak,esirgenerek büyümüştür. Çocukluğunda Türkçesi bozulur diye sokak yasaklanmış ve arkadaşları seçilmiştir,bunun için konuşurken Karadenizliliği hiç hissedilmez. Bekiroğlu, Türk Edebiyatı dergisi röportaj yazarı Belkıs İbrahimhakkıoğlu’na verdiği bilgilerle,kendini ve (birbirini andıran) hikayeleriyle şiirlerini şöyle anlatmıştır.
Doğduğu ay (3 Mayıs), ruh dünyası ve ardından şiir ve hikayelerinde hep yer almıştır. Altı yaşına kadar oturdukları, konak yavrusu denilebilecek büyük evde yaşadıkları, hikayelerinin şuur altı malzemesini hazırlamıştır; “Çini dolap tutamakları, billur kapı kolları, vitraylardan süzülen efsunlu hava, kapı yanında açan filbahri çiçekleri, taş duvarlardan fışkıran yabani incir dalı, kocaman halının göbeğine düşen sarı ikindi güneşi, geceleri yatağa uzanan dalga sesleri ve bu seslerle karışan martı çığlıkları.” Bütün bunların izdüşümleri daha çocukluk yıllarında sanatkar ruhunu yoğuran dünyanın temelini teşkil etmişlerdir.
On dört yaşında babasının vefatıyla beraber ailenin ekonomik ve sosyal rengi değişir. Konaktan apartman dairesine geçiş yazarın içe dönük ruh yapısının teşekkülünde ve duyarlılığının şekillenmesinde etkili olmuştur. Daha sonra yüksek tahsil için aileden uzaklaşması bakışlarını dış dünyaya çevirmesini Anadolu’yu ve insanını tanıtmasını sağladı. Öğrencilik yıllarında halk edebiyatı ve Orta Asya estetiğinin peşinde idi. Bunu bir ölçüde ilk hikâyelerine de yansıttı. (Hava Hanım Öldü) . Gerek sanatkâr, gerekse akademik kişiliğinin gelişmesinde hocası Orhan Okay’dan teşvik ve destek gördü.
Kendi ifadesiyle, kendini asıl buluşu mezuniyet sonrası yıllara rastlar. 1979 yılında apartmandan tekrar eski, müstakil ve bahçeli bir eve taşınırlar. Böylece sanatkârımız, ruhunu harekete geçiren atmosfere yeniden kavuşur. Daha sonra bir İstanbul seyahatinde hayatına Osmanlı ve Topkapı girer ve bu saray giderek, adeta bir tutkuya dönüşür. Ama onu çeken Osmanlı’nın zaferleri ya da yenilikleri değildir. “Saray”ı özellikle insanî yanı ile yakalamaya çalışır.
Bekiroğlu, edebiyata ve özellikle şiire meraklı bir aileden geliyor. Baba ve anne şiiri duyan ve duyuran insanlar. Babası “Hedef” adlı bir mahallî bir gazetenin sahibiydi. Basılmamış roman denemeleri ve pek çok şiirleri bulunan, tarihe ve bilhassa Osmanlı tarihine meraklı bir zattı. Bekiroğlu “güzele ilgi duymayı” babasından öğrenmiştir. Okumayı, kendisine sevdiren babasıdır. “İçinde Bir Sızı Var” hikayesinde kahraman da babasıdır.
Bir zamanlar Tanpınar’ın etkisinde kaldığını şu anda bu etki üzerinden attığını söyler. Hayran olduğu Dostoyevski’den insan ruhunun labirentlerini vermesi bakımından etkilenir. Oscar Wilde’ın insan ruhunun evrensel prensipler doğrultusunda ve çok sade çizgilerle hikayeler yazmasından etkilenir. Nun Masalları döneminde Oscar Wilde gibi hikayeler yazmak ister. Nun Masalları’nın sade görünümünde onun etkisinin olduğunu söyler. Mustafa Kutlu’dan teknik anlamda geleneğe yaslanması yönünden etkilenir. Sezai Karakoç’tan geleneğin dönüştürülerek bugün nasıl kullanılabileceğini öğrendiğini söyler.
Şiir, hikâye, deneme ve incelemeleri Dolunay, Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Kayıtlar, Yedi İklim, Dergâh mecbuaları ve Zaman Gazetesi’nde yayınlanan Bekiroğlu’nun eserleri:
Nun Masalları (Öykü; Dergâh Yayınları, 1997)
Şair Nigâr Hanım (İnceleme; İletişim Yayınları, 1998)
Halide Edib Adıvar (İnceleme; Şule Yayınları, 1999)
Mor Mürekkep (Deneme; İyiadam Yayınları, 1999)
Yusuf İle Züleyha / Kalbin Üzerine Titreyen Hüzün (Şark Mesnevîsi, Timaş Yayınları, 2000)
Mavi Lâle (Deneme, İyiadam Yayınları, 2001)
İsimle Ateş Arasında (Roman, Timaş Yayınları, 2002)
Cümle Kapısı (Deneme, Timaş Yayınları, 2004)(TYB 2003 Yılı Deneme Ödülü)
Cam Irmağı Taş Gemi (Hikaye, Timaş Yayınları, 2006) (TYB 2006 Yılı Hikaye Ödülü)
Lâ: Sonsuzluk Hecesi (Roman-Mesnevi, Timaş Yayınları, 2008)



Kırmızı

Uhrevi ışığı sızdırmak mavinin bahtında yazılı olsa da dünyevî saltanat kırmızınındır.

Çünkü kırmızıya düşen rol bağırmak, çağırmak ve kışkırtmaktır bu dünyada. O kadar bağırır ki kırmızı sonsuzca uzanan yemyeşil tarlalar üzerinde bir tek gelincik açsa göz onca yeşili bırakır, gidip o kırmızıya takılır.

Olgun meyveler, açmış çiçekler pembeden bordoya, kırmızıdır büyük ölçüde. Kıpkırmızı olmasalar da kızıl tilki, kızıl sincap, narbülbülü, kardinal kuşu, kırmızı tavuk bir yanından kırmızıya bulaşmıştır. Kırmızı dokunduğu her şeyi doğaya katar. Fakat kırmızının nüfusu yoğun olsa da yüzölçümü dardır. O, geniş alanlardan çok küçük lekeler, sınırlı yüzeylerdedir. Hayat geniş kırmızıya tahammül edemez çünkü. Dörtte üçü mavi olan Dünyanın sularının, göklerinin ve ışığının renginin bir an için kırmızı olduğunu düşünmek bile bir kıyamet dehşeti uyandırıverir. Hayatı kışkırtan, enerjisi yüksek, etkisi yoğun kırmızı kararı aşınca, bereketin hayat saçan mavi Dünyası artık bir asit ve çöl gezegenidir.

Çok uzaktan fark edildiği için kırmızı dikkat çekmek için kullanılır. Kırmızı ışıkta durulur. Kırmızı kart dur'dur. Tehlikeler, ağır hava koşulları, öfkeli sular kırmızı bayrakla tanımlanır. Yoğun enerjisiyle tekinsizliğin rengi de kırmızıdır. Savaşın, ateşin rengidir o. Şeytanla ilişkilendirilir açıkça. Kırmızı arabalar kazalara daha çok karışır. Renkleri ayırt edemez boğa, onu çileden çıkaran matadorun elindeki kumaşın dalgalanışıdır. Öyleyse saldırı kırmızı, intikam kıpkırmızıdır.

Uhrevi olan her şeyin bir parça kırmızıyla kırılır kanatları. Kırmızı, dünyalıdır. Tene dokunmuş aşkta dünya evinin ruhsatı kırmızıdır. Beyaz gelinlikten geriye bir kırmızı kuşak kalır. Tutkunun, öfkenin, tenselliğin, saldırganlığın rengidir ama aynı anda çocukluğun şuursuz merakıyla rugan pabuçlar, kırmızı başlıklar, elma şekerleri arasında masumiyetin de rengi kırmızıdır.

Olumsuz kırmızılar kadar olumlu kırmızılar da vardır. Bizans'ta kırmızı mürekkebin manası o kadar yüksektir ki sadece ayrıcalıklılar tarafından kullanılır. Ortaçağ boyunca erguvan kırmızısı renklerin en değerlisi, kilisenin rengidir. Papa, kardinaller, piskoposlar kırmızı giyer. Çünkü zamanında peygamberliği inkâr edilen İsa'ya, ironi edercesine giydirilen kaftan erguvan kırmızısıdır, onun dökülen kanı kırmızıdır. Osmanlının meyvesi, bereketin timsali nar kırmızı, Osmanlı lâlesi kırmızıdır. 19. asırdan bu yana Türkiye'nin bayrağı beyaz ay-yıldızın zemininde kırmızıdır.

Cesaret ve fedakârlık kırmızı olduğu için dünya göklerinde kırmızı bayraklar dalgalanır. Kimi bayraklar bütünüyle kırmızıyken kiminde kırmızı ufak bir dokunuştur ve ki bu kırmızılar birbirinden farklıdır. Kimi bayrağın kırmızısı cesareti, kanı, kendini feda etmeyi temsil ederken kimi ülkelerin bayrağında kırmızı güneş, iyimserlik, ümit, çiçektir. Kiminde başlangıçtan beri vardır kiminde sonradan görmedir. Bolşevik devriminden sonra Rusya imparatorluğunun mavi-kırmızı-beyaz bayrağından geriye sadece kırmızı kalır. Üstelik onun da başına orak ve çekiçle birlikte kızıl yıldız kondurulmuştur. Çünkü bütün devrimlerin rengi kırmızıdır. Kimi ülkeler bayrağını kırmızıya çevirirken Ruvanda, bayrağından kırmızıyı kaldırır çünkü o büyük katliamdan sonra kan görmeye tahammülü kalmamıştır.

Kırmızı, kırmızıdır işte. Çini ustasının mercan kırmızısı babadan oğula geçememiştir, sırdır. Nakkaşı çileden çıkarınca, Benim Adım Kırmızı'dır. Julien Sorel'in maddiyat ve maneviyat arasında bölünmüş kimliği Kırmızı ve Siyah sembolizminde kapağa yazılır. Dante, Beatrice'i ömrü boyunca iki kez görmüştür hepi topu. İlkinde her ikisi de dokuz yaşındadır ve kızın sırtında kan kırmızısı giysiler vardır. Dünyada güzellik pahalı, lâl kırmızı, yârin dudağından getirilmiş karanfil kırmızıdır. Edebiyatta gül kırmızı, kan kırmızı öyleyse aşk da kırmızıdır. Belki bu yüzden aşkın bitebildiğini görüp de buna tahammül edemeyen Anna'nın kendisini bir tren istasyonunda rayların üzerine fırlattığı gün kolundaki minik çanta kırmızıdır.



15 Nisan 2012, Pazar/Nazan Bekiroğlu/ZAMAN
 

pendüender

Well-known member
İskender PALA Kimdir???


08 Haziran 1958 Yılında Uşak'ta doğdu. Cumhuriyet İlkokulu ve Kütahya Lisesi'nde öğrenim gördü. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi. 1983 yılında Divan edebiyatı dalında doktor, 1993 yılında doçent ve 1998 yılında profesör oldu.

Ortaokul ve liseler için Türkçe ve Edebiyat ders kitapları yazdı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde çalıştığı yıllarda Osmanlı Deniz tarihiyle ilgili araştırmalarda bulundu ve bir kısmını kitaplaştırdı. Divan edebiyatının halk kitlelerince anlaşılabilmesi için edebiyat ve sanat dergilerine yönelik vulgarize denemeler, hikayeler, fıkralar ve edebiyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebi makaleler yayımladı.

"Divan Şiirini Sevdiren Adam" olarak tanınan İskender Pala, İstanbul Kültür Üniversitesi'nde öğretim üyesidir.



Ödülleri

1989 - Türkiye Yazarlar Birliği dil ödülü
1990 - AKDTYK Türk Dil Kurumu ödülü
1996 - Türkiye Yazarlar Birliği inceleme ödülü
2001 - Aydınlar Ocağı Kayseri Şb. Yılın Edebiyat Adamı ödülü, YTB Uşak Halk Kahramanı ödülü
2003 - "Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk" Yılın Romanı Ödülü


Eserleri

Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü
Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi
Akademik Divan Şiiri Araştırmaları
Divan Edebiyatı
Atasözleri Sözlüğü
Müstesna Güzeller
Şairlerin Dilinden
Aşina Güzeller
Ah Mine’l-Aşk
Efsane Güzeller
Kudemanın Kırk Atlısı
Kırklar Meclisi
Şiirler Şairler Meclisler
Şi’r-i Kadim
…Ve Gazel Yeniden
Perişan Gazeller
Peri-şan Güzeller
İki Dirhem Bir Çekirdek
Ayine
Gözgü
Tavan Arası
Kahve Molası
Güldeste
Gül Şiirleri
Hayriyye
Hilye-i Saadet
Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk
Kadılar Kitabı
Kırk Güzeller Çeşmesi
Kitab-ı Aşk
Kırk Ambar
Mir'at
Leyla ile Mecnun
Dört Güzeller
Katre-i Matem
Mevlid
İki Darbe Arasında​

vE oD....

OD

isimli kitabı ile okuyucularına yeni bir macera içine sürüklüyor.Kitabın genel konusu Yunus Emre ve aşk ağırlıklı bir konusu var.”Od” nedir ? Bu insanlardan bir tanesi de tarihimizin en önemli isimlerinden olan Yunus Emre dir.Yunus Emre bizlere gerçek aşkı anlatan şiirleriyle adeta ders vermektedir.İSKENDER PALA bu kitabında gerçek aşk ile kavrulan bir aşığın hikayesini okuyacaksınız bu kitapta. Bir çırpıda okuyabileceğiniz bu eser çok yalın bir dil ile yazılmış. Yalınlığın altında ise derin bir konu size eşsiz bir anlatımla aktarılıyor.Aşkı en iyi yaşayanlardan ve onu yaşatanlardan birisini konu alan bir kitap.

Yunus Emre’den Bir Yazı;

Biliyorum,

“Biz bu ilden gider olduk,

kalanlara selam olsun,” demişti…

Yine Biliyorum,

“Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun.” Demişti…

Ve Sevgili’ye gittiği o geceden sonra adının dilden dile,

Aşkının gönülden gönüle dolaştığını da biliyorum…

Şimdilerde ona kimisi Âşık Yunus, Miskin Yunus…

Derviş Yunus…Varsın onu da desinler.

Ve Türk yurtlarında, onu en çok “Bizim Yunus” diye çağırırlar.

Biliyorum…

Ten fânidir, can ölmez

Çün, gitti geri gelmez

Ölür ise ten ölür

Canlar ölesi değil

Her yazdığı romanla yüz binlerin kalbini feth eden İskender Pala yeni romanı OD ile yeniden okurlarını selamlıyor. Od bir Yunus Emre romanı. Gök kubbemizin her zaman parlayan ve hep çok sevilen, şiirleri gönülden gönüle dolup dilden dile dolaşan Yunus Emre, bu kez ODun ana kahramanı. İskender Palanın ilim ve kültür adamı olmasının yanında, yazar kişiliğinin imbiğinden geçirilerek aşkın tahtına bir kez daha oturtuluyor. 13. yüzyılın her bakımdan kavruk ve yanıp yıkılan ortamına Yunus Emrenin gelişi tarihi atmosfer içerisinde hakiki anlamına kavuşturuluyor. Yıkıntılar ve yangınlar içinden bir gönül ve bir insanlık anıtının inşa edilişi cümle cümle anlatıyor ve elbette kalbe dokuna dokuna yol alıyor. Romanın her sayfasında Yunusun hamlıktan saflığa geçişi okunuyor. Biliyorum, Biz bu ilden gider olduk, kalanlara selam olsun, demişti; Yine Biliyorum, Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun. Demişti; Ve Sevgiliye gittiği o geceden sonra adının dilden dile, Aşkının gönülden gönüle dolaştığını da biliyorum. Şimdilerde ona kimisi Âşık Yunus, Miskin Yunus; Derviş Yunus;Varsın onu da desinler. Ve Türk yurtlarında, onu en çok Bizim Yunus diye çağırırlar. Biliyorum; Ten fânidir, can ölmez Çün, gitti geri gelmez Ölür ise ten ölür Canlar ölesi değil

Kitap Hakkında; Roman, Molla Kasım ile başlıyor. Yunus Emre’nin şiirlerinde karşılaştığımız Molla Kasım, Yunus’la birlikte kendisini de zamanın terazisinde tartıyor. “OD”, 13. yüzyılın karmaşasında Anadolu’yu sabır, aşk ve inanç mayasıyla kuranların da hikâyesi bir bakıma. Gönül erleri, aşkla yoğrulurken Anadolu’yu da yoğuruyorlar. Hacı Bektaş Veli, Mevlânâ, Yunus Emre, Barak Baba, Temür Alp Ata, Satı Nine, Tapduk Emre… Dahası, Hasan Sabbah’ın adamları, Moğollar, Haçlılar, Dervişler, Abdallar… İnsan insana, zaman zamana, ses sese, aşk aşka, kılıç kılıca karşı. Bazen ayrı, bazen bir. Anadolu varlığı elmas bir mücevher haline gelinceye değin süren çalkantı, döne dolana Yunus’u var ediyor. Romanda Yunus Emre’nin Yunus Emre olmasında Hacı Bektaş ve Mevlânâ’nın yankılarını da buluyoruz. Yunus Emre’nin Sitare, diğer ismiyle Elif’e duyduğu aşk da önemli bir yer tutuyor romanda. Yunus, Sitare’sini erken yaşta yitirir. Ebedi aşk, ilahi aşkın eşiği Sitare’nin gözleri, elleri ve sesindedir. Oradan şiire gidecektir Yunus Emre. Dağlar ile taşlar ile çağırmanın sırrına erecektir. Yunus, romanda çok sevdiği oğlunu da kaybeder. Yazar, Yunus’un acısıyla zamanın ve coğrafyanın acısını birleştiriyor “OD”da.

Haçlı istilacıları, Moğol askerleri, hırsızlar, uğursuzlar, Alamut fedaileri Anadolu’yu bir mezar soyguncusu gibi deşer dururken, alttan alta gönlün ve aşkın saati büyük insanlık düşüncesine doğru çalışmakta, zemberekler gerilmekte, güneş büyük doğuşuna hazırlanmaktadır. Anadolu bozkırlaşırken mana erlerinin sayısı artmaktadır. Zulüm ve acı kol gezerken aşk ve şiir yeşermektedir. İskender Pala, Yunus adında garip bir kişinin hikâyesini anlatırken, o garip, yalın ve sıradan hikâyenin, geleceğin kuruluşunda oynadığı kritik rolü de işaretlemiş oluyor. Yunus ile birlikte sadece bir büyük şiir gelmez, büyük bir insanlık fikri de gelir. “Ben gelmedim kavga için…” diyen şair, sadece kendi gönlünü kurmaz, gelecekteki insanlığın da gönlünü kurabilecek şiirler yazar.

İskender Pala, yeni kitabı ‘OD, Bir Yunus Romanı’ ile okuru 13. yüzyıl Anadolu topraklarında şehirden şehre, dergahtan dergaha, gönülden gönüle savuruyor.

Bütün suç Molla Kasım’ınmış meğer. E kendisi itiraf etti işte; açık seçik söyledi, af diledi. ‘Beğenmedim yaktım’, ‘Beğenmedim suya attım’ dedi. ‘Eğer iki bin küsur şiir kaybolduysa; suçlusu benim.’

Sonra kendini affettirmek için oturup bir kitap yazdı. Açık açık da ekledi: ‘Şimdi anlatacağım şeyleri yaşamamış olsaydım, Bizim Yunus’u anlatan bu kitap size ulaşmayabilir, bunun yerine Yunus’un iki bin kadar şiirini daha okuyor olabilirdiniz.’ Tam da böyle dedi.

Molla Kasım’ın ‘Bizim Yunus’ dediği, bizim ‘Yunus Emre.

Ve belki de asıl soru şu; Yunus, ne kadar Bizim Yunus gerçekte? Yazar İskender Pala ‘OD’u yazmasaydı, Molla Kasım’ın dilinden Yunus’u anlatmasaydı, pek çok kişi için ‘Aşkın aldı benden beni/ Bana seni gerek seni’ diyen ozan belki de hep ‘Yunus Emre’ olarak kalacak, ‘Bizim Yunus’ olmayacak, olamayacaktı. Oysa İskender Pala’nın satırlarından sonra Yunus Emre benim için ete kemiğe büründü ve derviş Yunus, ‘dünya kokulu Yunus’ geldi, evimin başköşesine, yüreğimin en derinine oturuverdi.



Sevgiliye duyulan aşk, ölüp giden oğulun acısı, bir diğer oğula duyulan özlem, kararsızlıklar, vicdan azapları, Yunus’u Yunus yapan dergah eğitimleri ve nihayet ilahi aşkı arayışı anlatan sayfalarda, Yunus’un derviş Yunus oluşunun destansı bir anlatımıyla iç içeyiz. İskender Pala ‘OD’da savaş, istila, ölüm ateşiyle ‘kavrulan’ ruhları, Anadolu derviş dergahlarında avutup, örselenen yürekleri buralarda tedavi ederken dergahlardayız işte. Bakmayın siz Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Tapduk Emre dergahlarına Yunus’un varıp çile doldurmasına; asıl okurdur o eşiklerden içeri adım atan, satırlarda.

‘Ben derken sen demenin yüceliğine doğru yapılan yolculuğa’ Yunus’la birlikte çıkan da okurdur, ‘Anadolu bozkırında birinin külünün diğerini ısıttığı zamanlarda, madde ile mana dengesini’ kurma telaşını duyan da. İçimizdeki Yunus, İskender Pala’nın kelimeleriyle dile geliyor. Yunus’unmuş gibi görünen sorular bizim aslında, arayış da, yakarış da bizim. Pala, kendine has anlatımıyla romanına tasavvufi bir değer katmış. Üstelik anlattığı dönemdeki Anadolu topraklarının coğrafyasını, topluluklarını, kavimlerini, gelenek, göreneklerini de paylaşmış.

Kitabın göz önündeki kahramanı Yunus Emre iken gizli kahraman hep Anadolu ve Anadolu insanı olmuş. Moğal istilacılarının (OD’daki Çekikgözler), Haçlıların ve Bizans’ın arasında var olma savaşı veren Anadolu insanı. Ama dikkat, ‘OD’ bir biyografi kitabı değil, hayır.

Bakmayın siz Yunus’un ‘Derviş koyundan yavaş gerek’ demesine; içinizde onun 80 küsur yıllık yaşamını son sürat okuyup öğrenme arzusu doğuyor. An geliyor ‘Sesi kısıp, sözü yükseltme’ telaşına düşüyorsunuz, an geliyor ‘Ben ağlarım yane yane/ Aşk boyadı beni kane/ Ne akilim ne divane/ Gel gör beni aşk neyledi’ diyen derviş Yunus’un sevgiler arasında tercih yaparken yaşadığı ıstdırapla kendi içinizde hesaplaşıyorsunuz.

Kitabın bence bir gizli kahramanı daha var; o da sizsiniz sevgili okur. Şaşırmayın, Yunus’un kendisini anlattığı her kelimede, her sınanışta kendinizi bulmanız mümkün. Bunun için kitabı belki birkaç kere okumak gerekebilir, her okuyuşta yeni bir yanınızı, duygunuzu, inancınızı keşfedebilirsiniz. Bu topraklarda asırlar boyu sürüp giden yaşamları ve kavgaları bir ozanın hayatı üzerinden bir kere daha gözden geçirmek, günümüzü anlamaya ve doğru değerlendirmeye yardımcı da olabilir.

İskender Pala’nın kelimeleriyle Yunus’un peşinde, bozkırın çalkantısında savrulurken bir de bakmışsınız, ‘Dünyayı kendimden esirgediğim sanılmasın, hayır, kendimi dünyadan esirgeme çabasına düştüm’ diyen Bizim Yunus’un elinden tutuvermiş, onun şiirlerini topladığı ‘Risaletü’n Nushiyye’nin sayfalarına yönelmişsiniz.

YUNUS’UN KAÇ ŞİİRİ VAR?

Yunus Emre’nin kaç şiiri olduğu hep tartışılmıştır. Bu tartışmaya kitapta Pala’nın kelimeleriyle Yunus bizzat şöyle son veriyor:

- Hey azizler azizi Yunus Emre’m, şiirleriniz?
- Sevgili için söylenmiş sözlerdir, sevgiliye hediyedir.
- Kaç adettir hiç bilir misiniz?
- Sevgiliye gidecek hediyeyi saymak yakışık almaz, öyle değil mi?

Kitaptan ilk cümle:

Her bilenden ziyade bilen bulunur. Bunu tecrübeyle öğrendim. Her şeyi bildiğimi zannettiğim zamanlar da artık geride kaldı. Ne var ki, eski bilgiçliğim ağır bir bedel ödememe neden oldu ve bu yüzden tarih benim adımı ‘her şeye karışan çokbilmiş bir ukala’ olarak kaydetti. Oysa size anlatacağım o günün hikayesinden sonra hayata ve eşyaya bakışım değişmişti. O günden sonra bildiğimi unuttum, unutarak yeniden bildim. Bilgi ile hikmetin, malumat ile irfanın ayrımına vardım ve geri kalan hayatımı asla bilgiçlik taslayarak yaşamadım.
OD – BiR YUNUS ROMANI-İskender PALA
 
Son düzenleme:
Üst