Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
İslamiyet
Kuran-i Kerim
Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre Kur’ân'ın Mucizeliğini Açıklama Metodu
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 229684" data-attributes="member: 27"><p><strong>Cevap: Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre Kur’ân'ın Mucizeliğini Açıklama Metod</strong></p><p></p><p><strong>Kur’ân nazmının mu’cizeliğini açıklama konusunda Bediüzzaman ile Zemahşeri arasında bir mukayese </strong></p><p><strong></strong></p><p> Kanaatıma göre, nazım nazariyyesinin âyetlere uygulanması konusunda Zemahşerî ile Bediüzzaman’ı karşılaştırma, Bediüzzaman’ın meânî ve beyan ilimlerini kullanarak Kur’ân nazmındaki harika vecihleri açıklamasını nakletmekle yetinmekten daha yararlı olacaktır. Bu mukayeseden maksadımız, Bediüzzaman’ın orijinallik ve istiklaliyetini, Kur’ân nazmının mu’cizeliğini idrak konusundaki derinliğini ve nazım nazariyesini âyetlere tatbik etmesindeki şümul ve ihatasını göstermektir. Misal olarak, Bakara Sûresinin ilk beş âyetini ele alalım. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Çünkü bir müfessir, tefsirinin ilk cüzlerinde fikrinin bütün yüklerini ortaya döker, bütün maharetini gösterirler. İkincisi: Çünkü Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz’da sadece Fatiha Sûresini ve Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini tefsir etmiştir. </p><p></p><p> İşte mukayeseye başlıyoruz: </p><p></p><p> "Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi... ve ülâike hümü'l-müflihûne" (Bakara Sûresi, 1-5) </p><p></p><p> Önce şu âyetlerin açıklamasına bakalım: </p><p></p><p>"Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi hüden lil müttekîne." </p><p></p><p>Gerek Zemahşerî ve gerekse Bediüzzaman, bu âyetlerin nazmındaki pek çok ifade sırlarını ortaya çıkarmışlardır. Her ne kadar ikisi de, bu nüktelerde ittifak ediyorlarsa da, bunları gerekçelendirmede ve açıklama üslubunda farklılık göstermişlerdir. Zemahşerî’ye göre, uzaklar için kullanılan bir ism-i işaret olan "zâlike" nin kullanılmasındaki sır, tamamlanmış bir söze işaret etmesidir. Onun için böyle bir kelama uzaklar için kullanılan zalike ism-i işaretiyle işarette bulunulmuştur. Zamehşerî, bu kelam uzak olmadığı halde neden, kendisine "zâlike" ile işaret edilebildiğini, müşarun ileyh olan “sûre” müennes olduğu halde neden müzekker bir ism-i işaret kullanıldığını açıklar. Bediüzzaman ise, "zâlike"nin ta’zim ve ehemmiyete işare ettiğini, Kur’ân’ın, mıknatıs gibi zihinleri kendisine çektiğine, hayale müracaat ettiğin takdirde gözler, arkasındakini görecek derecede tezahür ettiğine işaret eder. Lisan-ı haliyle, Kur’ân’ın doğruluğuna olan güvenine, hile ve zaaftan münezzeh olduğuna remzeder. Yine bu ism-i işaret, Kur’ân’ın mükemmelliğini ifade eden yüksek mertebesini gösterdiği gibi, emsallarinin yürüdükleri yoldan uzak olduğunu belirtmekle de bu iddiasının deliline ima eder. </p><p></p><p></p><p> Zemahşerî, "Zâlike'l-kitâbu" ın "Elif Lâm Mîm" ile olan münasebetini açıklar ve "Zâlike'l-kitâbu"ın şunu ifade ettiğini bilirtir: “Kamil kitab işte budur. Sanki diğerleri onun karşısında eksiktirler. Kitab ismine ancak bu layıktır.” </p><p></p><p></p><p> Bediüzzaman ise, ilave olarak “Kitab” tabirinin kullanılmasındaki sırrı keşfeder. Bu tabirin, Kur’ân’ın, okuma yazma ehli olmayan bir ümminin eseri olamayacağına işaret ettiğini belirtir. </p><p></p><p></p><p> Zemahşerî, "lâ raybe fîhi"deki zarfın takdim edilmemesinin sırrına değinip, bunu "lâ fîhi ğaulün" örneği ile açıklarken, Bediüzzaman’ın başka bir inceliği yakaladığını görüyoruz. O da, diğer zarf edatlarının değil de "fî" nin kullanılması ve "fîhi" deki zarfiyettir. Bu konuda şöyle der: “Ve keza zarfiyyeti ifade eden "fî" tabiri, Kur’ân’ın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile defedilebileceğine işarettir.” </p><p></p><p></p><p> Zemahşerî, "hüden lil müttekîne"in sırrını açıklar. Müttakîlerin zaten doğru yolda olduğunu, neden "hüden lil müttekîne" denilmediğini sorar ve cevabını verir. Ayrıca, masdarın "hüden" ism-i fail "hâdî" yerine kullanılmasının, masdarın nekre olarak getirilmesinin, ve "müttekîn" deki îcazın ve cümleler arasında atıf edatının bulunmamasının sırrını açıklar. Bediüzzaman da bu incelikleri vurgular. Fakat onları daha ziyada tafsil ve izah eder. </p><p></p><p>"Ellezîne yu'minûne bi'l-gaybi ve yukîmûne's-salâte ve mimmâ rezaknâhum yünfikûne"âyetine bakalım. </p><p></p><p> Zemahşerî, nahiv açısından âyetlerin makablleriyle olan münasebet sırrını açıklar ve “el-imânu bi’l-ğayb” ile nitelendirmesi üzerinde şu soruları sorur: “Acaba, müttakîleri keşf ve beyan etmek için mi gelmiş, yoksa "lil müttekîne" ile birlikte getirilerek onunkinden farklı bir mânâ mı ifade ediyor veya medih olsun diye mi getirilmiş?” Bu kaydın, beyan olma ihtimalini de, müstakil bir sıfat olma ihtimalini de ve mevsûf için bir medih olma ihtimalini de tek tek açıklıyor. Bediüzzaman da bu bu noktalar üzerinde duruyor. Ayrıca âyetin makabliyle münasebet inceliğini açıklarken, önceki âyetin Kur’ân’ın medhi olduğunu, bu âyetin ise müttakîleri methettiğini ve ikinci methin birincisinin neticesi olduğunu belirtir. Sonra da şöyle der: </p><p></p><p> "Ellezîne" ile "müttekîne" arasındaki münasebete gelince: </p><p> Bunların biri "tahliye" diğeri "tahliye" dir. </p><p> "Tahliye", tathir etmek ve temizlemektir. </p><p> "Tahliye" ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir. </p><p> Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir: </p><p> Birincisi, şirki terk, </p><p> İkincisi, maâsiyi terk, </p><p> Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir. </p><p> "Tahliye" ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur. </p><p> A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır. </p><p> A’mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır. </p><p> A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.” </p><p></p><p>Bediüzzaman Zemahşerî’den fazla olarak "mü'minune" yerine "ellezîne yu'minûne" nin tercih edilmesindeki sırrı açıklayarak şöyle diyor: "mü'minune" kelimesine bedel, fiil sigasiyle "yu'minûne" fiilinin tercihi, İman fiilini hayal nazarına gösterip, keyfiyetin tasvir edilmesine ve harici delillerin tecellisiyle iman istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işarettir.” </p><p></p><p></p><p> Yine Bediüzzaman ziyade olarak "yukîmûne's-salâte" ifadesindeki muzari’ sigasının sırrını açıklayarak şöyle der: “Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve Âlem-i İslâma yayılmış olan o intibah-ı rûhânîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.” </p><p></p><p></p><p> Zemahşerî, ve "mimmâ rezaknâhum yünfikûne" da rızkın azamet nûn’u olan "nâ" ya isnad edilmesindeki sırrı, kendi i’tizal mezhebi yararı doğrultusunda açıklar. Ayrıca, tab’îz ifade eden "min" tabirinin ve fiilin faline takdiminin sırrını açıklar. Oysa Bediüzzaman, âyetin nazmındaki sırları daha üstün bir şümul ve ihatayla açıklayarak asrındaki problemlerin çözümü doğrultusunda incelikler ortaya çıkarır. Zekât müessesesiyle, çağımız medeniyetindeki iktisadî ve ictimâ’î nazariyelere karşı meydan okur. Daha sonra şunları kaydeder: </p><p></p><p>“Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır: </p><p></p><p> “1) Sadakayı vermekte israf etmemesi. Tâ ki, zelil ve çaresiz olarak muhtaç duruma düşmesin. Bunu tab’îz mânâsına gelen ‘min’ ifade ediyor. </p><p></p><p>“2) Başkasından alıp başkasına vermek sûretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması. Bunu da, "mimmâ"nın takdim edilmesinden anlıyoruz. </p><p></p><p> “3) Minnetle in’amın bozulmaması. Bunu da ‘rızk’ın azamet "nun" una isnad edilmesi ifade ediyor. Çünkü veren Allah’tır. Kul ise bir vasıtadır. </p><p></p><p> “4) Fakir olmak korkusuyla sadakanın terkedilmemesi. Bunu da, rızkın azamet "nun"na isnadından anlaşılıyor. </p><p></p><p> “5) Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi. Bu da, fiilin mutlak bırakılmasından anlaşılıyor. </p><p></p><p> “6) Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarfetmesi lâzımdır. İşte "yünfikûne" maddesiyle, sadakanın zarurî ihtiyaçlara sarfedilmesi şartı getirilmiştir.” </p><p></p><p> Şimdi de şu âyet-i kerimeye bakalım: </p><p></p><p>"Vellezîne yu'minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne." </p><p></p><p> Zemahşerî, burada sözü edilen kimselerin, öncekilerin aynısı mı, yoksa başkaları mı olduğu sorusunu soruyor ve her iki ihtimale de cevap veriyor. “Vâv” ile atıf yapılmasındaki sırrı ve mânâsını açıklıyor. Yine, bunların öncekilerden farklı kimseler olması ihtimaline göre, bunlardın da müttakilerin kapsamına girip girmediklerini soruyor ve bunun atfe bağlı olduğunu söylüyor. Ayrıca, henüz Kur’ân’ın tamamı inmediği halde ünzile'deki geçmiş zaman sigası ile tabir edilmesindeki sırrı, "el-ahira" kelimesinin takdimindeki inceliği ve yu'minûne 'nun "hüm" zamirine bina edilmesindeki hikmeti açıklıyor. </p><p></p><p></p><p> Bediüzzaman ise bunlara ilave olarak şu incelikleri de beyan ediyor: "ellezîne" tabirinin kullanılması, hükmün medarı ve maksadın esasının iman sıfatı olduğuna işarettir. "yu'minûne" nin muzari’ gelmesi, nüzûl ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüd ettiğine işarettir. "mâ"daki ibhamın, iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın Hadîs gibi batınî ve Kur’ân gibi zahirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir. "ünzile" nin maddesi itibariyle, Kur’ân’a iman, Kur’ân’ın Allah’tan nüzûlüne iman demek olduğunu gösteriyor. Mazi siygasiyle gelmesi, henüz nâzil olmayanın nüzulu, nazil olanın nüzulu kadar muhakkak olduğuna işarettir. "aleyke" ye bedel, "ileyke"nin zikri, Resûl-i Ekrem’in teklif edilen risalet vazifesini cüz’-i ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna... işarettir. </p><p></p><p></p><p> Bediüzzaman yine, Zemahşerî’nin izahlarından ziyade olarak, "ve mâ ünzile min kablike"nin nazım inceliklerini açıklayarak şunları söylemiştir: “Bu cümlenin ma kabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütûb-u sabıkaya da iman ediniz.’ (...) Yahut o atf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey Ehl-i Kitab! geçmiş olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hz. Muhammed ile Kur’ân’a da iman ediniz.’ (...) Yine bu cümlede şöyle bir işaret vardır. Şöyle ki: ‘Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor. Evet, İslâmiyet mazî ile istikbali kanatları altına almıştır... (...)” Yine o cümlede, Ehl-i Kitabı imana teşvik vardır. Onlara bir ünsiyet, bir sühûlet gösteriyor. </p><p></p><p></p><p> Bediüzzaman, "ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne." cümlesindeki incelikleri açıklayan Zemahşerînin tesbitlerini teyit etmekle beraber, cümledeki atfın, "el-ahira" in başındaki lâm-ı ta’rifin, "el-ahira" tabirinin ve "yu'minûne"a bedel "yûkınûne" kelimesinin kullanılmasının sırrını da fazladan olarak açıklıyor. </p><p></p><p></p><p> "Ulâike alâ hüden mirrabbihim ve ülâike hümü'l-müflihûne." âyet-i kerimesine gelince, Zemahşerî, i’rab vecihlerini, "ulâike" ism-i şaretinin kullanılmasının sırrını, "alâ hüden"deki isti’lânın mânâsını, "hüden" nin nekire gelmesindeki inceliği, "ülâike"nin neden tekrar edildiğini, "ve ülâike hümü'l-müflihûne."un neden atıfla makabline bağlandığını, "hüm" fasıl zamirinin kullanılış sebebini, ve "hümü'l-müflihûne."un ma’rife gelmesinin sırrını açıklamıştır. </p><p></p><p></p><p> Bediüzzaman ise, aynı noktaları vurgulamakla beraber, ayrıca âyetin makabliyle vech-i ittisalını ve şu noktalara işaret eden "hümü'l-müflihûne."deki sırrı açıklıyor: Hidayetlerindeki halk ve tevfik Allah’tandır. Hidayet Rubûbiyyetin şe’nidir. Onları rızıklar terbiye ettiği gibi hidayetle de besliyor. Bediüzzaman, “el-müflihûn”deki mutlaklığın sırrını da, muhatapların tabaka tabaka olduklarını, herbirisinin felahın bir vechini istediğini söyleyerek açıklıyor. </p><p></p><p></p><p> Böylece, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın nazmı konusundaki derin idrakı ve bunu ne derece şumullü ve geniş bir biçimde zevkedip açıkladığı ortaya çıkıyor. Yine Bediüzzaman’ın, nazmın sırlarını açıklarken, yaşadığı asırda İslâmiyete cephe alan materyalist ve ladinî akımlara karşı İslâmiyet yararına bu inceliklerden istifade ettiği açıkça belli oluyor. Zemahşerî’nin bakış açısı ise, bu incelikleri mezhebi olan İ’tizal lehine kullanmak istemesi cihetiyle oldukça dar görünüyor. Bediüzzaman bu nükteleri açıklarken, sözlerinin daha iyi anlaşılması için, kolay ve açık tabirleri tercih ediyor. Yine, aynı âyette cümlelerin birbiriyle olan bağ ve münasebetlerine özellikle dikkat çekiyor. Böylece, sözkonusu cümlelerin kendi aralarında ve makablleri olan diğer âyetler arasındaki mükemmel tenasübü ve parlak uyumu gösteriyor. </p><p></p><p></p><p> Burada, Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid’in, İşârâtü’l-İ’câz tefsiri için yazdığı mukaddimede söyledikleri şu tesbitlere aynen katıldığımı belirtmek isterim: “Bediüzzaman, geçmiş müfessirlerin, nazm nazariyesini, tam bir tafsilatla Kur’ân’ın bütün sûre, âyet, lafız ve kelimelerini kapsayacak şekilde ve mütekamil bir bütün olarak uygulamadıklarını görmüş ve bir tefsir yazarak nazım nazariyesini detaylı bir biçimde tatbik etmek istemiştir.” </p><p></p><p></p><p> Allah, Zemahşeriye de, Bediüzzaman’a da ve bütün İslâm âlimlerine de rahmet eylesin.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 229684, member: 27"] [b]Cevap: Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre Kur’ân'ın Mucizeliğini Açıklama Metod[/b] [B]Kur’ân nazmının mu’cizeliğini açıklama konusunda Bediüzzaman ile Zemahşeri arasında bir mukayese [/B] Kanaatıma göre, nazım nazariyyesinin âyetlere uygulanması konusunda Zemahşerî ile Bediüzzaman’ı karşılaştırma, Bediüzzaman’ın meânî ve beyan ilimlerini kullanarak Kur’ân nazmındaki harika vecihleri açıklamasını nakletmekle yetinmekten daha yararlı olacaktır. Bu mukayeseden maksadımız, Bediüzzaman’ın orijinallik ve istiklaliyetini, Kur’ân nazmının mu’cizeliğini idrak konusundaki derinliğini ve nazım nazariyesini âyetlere tatbik etmesindeki şümul ve ihatasını göstermektir. Misal olarak, Bakara Sûresinin ilk beş âyetini ele alalım. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Çünkü bir müfessir, tefsirinin ilk cüzlerinde fikrinin bütün yüklerini ortaya döker, bütün maharetini gösterirler. İkincisi: Çünkü Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz’da sadece Fatiha Sûresini ve Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini tefsir etmiştir. İşte mukayeseye başlıyoruz: "Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi... ve ülâike hümü'l-müflihûne" (Bakara Sûresi, 1-5) Önce şu âyetlerin açıklamasına bakalım: "Elif Lâm Mîm. Zâlike'l-kitâbu lâ raybe fîhi hüden lil müttekîne." Gerek Zemahşerî ve gerekse Bediüzzaman, bu âyetlerin nazmındaki pek çok ifade sırlarını ortaya çıkarmışlardır. Her ne kadar ikisi de, bu nüktelerde ittifak ediyorlarsa da, bunları gerekçelendirmede ve açıklama üslubunda farklılık göstermişlerdir. Zemahşerî’ye göre, uzaklar için kullanılan bir ism-i işaret olan "zâlike" nin kullanılmasındaki sır, tamamlanmış bir söze işaret etmesidir. Onun için böyle bir kelama uzaklar için kullanılan zalike ism-i işaretiyle işarette bulunulmuştur. Zamehşerî, bu kelam uzak olmadığı halde neden, kendisine "zâlike" ile işaret edilebildiğini, müşarun ileyh olan “sûre” müennes olduğu halde neden müzekker bir ism-i işaret kullanıldığını açıklar. Bediüzzaman ise, "zâlike"nin ta’zim ve ehemmiyete işare ettiğini, Kur’ân’ın, mıknatıs gibi zihinleri kendisine çektiğine, hayale müracaat ettiğin takdirde gözler, arkasındakini görecek derecede tezahür ettiğine işaret eder. Lisan-ı haliyle, Kur’ân’ın doğruluğuna olan güvenine, hile ve zaaftan münezzeh olduğuna remzeder. Yine bu ism-i işaret, Kur’ân’ın mükemmelliğini ifade eden yüksek mertebesini gösterdiği gibi, emsallarinin yürüdükleri yoldan uzak olduğunu belirtmekle de bu iddiasının deliline ima eder. Zemahşerî, "Zâlike'l-kitâbu" ın "Elif Lâm Mîm" ile olan münasebetini açıklar ve "Zâlike'l-kitâbu"ın şunu ifade ettiğini bilirtir: “Kamil kitab işte budur. Sanki diğerleri onun karşısında eksiktirler. Kitab ismine ancak bu layıktır.” Bediüzzaman ise, ilave olarak “Kitab” tabirinin kullanılmasındaki sırrı keşfeder. Bu tabirin, Kur’ân’ın, okuma yazma ehli olmayan bir ümminin eseri olamayacağına işaret ettiğini belirtir. Zemahşerî, "lâ raybe fîhi"deki zarfın takdim edilmemesinin sırrına değinip, bunu "lâ fîhi ğaulün" örneği ile açıklarken, Bediüzzaman’ın başka bir inceliği yakaladığını görüyoruz. O da, diğer zarf edatlarının değil de "fî" nin kullanılması ve "fîhi" deki zarfiyettir. Bu konuda şöyle der: “Ve keza zarfiyyeti ifade eden "fî" tabiri, Kur’ân’ın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile defedilebileceğine işarettir.” Zemahşerî, "hüden lil müttekîne"in sırrını açıklar. Müttakîlerin zaten doğru yolda olduğunu, neden "hüden lil müttekîne" denilmediğini sorar ve cevabını verir. Ayrıca, masdarın "hüden" ism-i fail "hâdî" yerine kullanılmasının, masdarın nekre olarak getirilmesinin, ve "müttekîn" deki îcazın ve cümleler arasında atıf edatının bulunmamasının sırrını açıklar. Bediüzzaman da bu incelikleri vurgular. Fakat onları daha ziyada tafsil ve izah eder. "Ellezîne yu'minûne bi'l-gaybi ve yukîmûne's-salâte ve mimmâ rezaknâhum yünfikûne"âyetine bakalım. Zemahşerî, nahiv açısından âyetlerin makablleriyle olan münasebet sırrını açıklar ve “el-imânu bi’l-ğayb” ile nitelendirmesi üzerinde şu soruları sorur: “Acaba, müttakîleri keşf ve beyan etmek için mi gelmiş, yoksa "lil müttekîne" ile birlikte getirilerek onunkinden farklı bir mânâ mı ifade ediyor veya medih olsun diye mi getirilmiş?” Bu kaydın, beyan olma ihtimalini de, müstakil bir sıfat olma ihtimalini de ve mevsûf için bir medih olma ihtimalini de tek tek açıklıyor. Bediüzzaman da bu bu noktalar üzerinde duruyor. Ayrıca âyetin makabliyle münasebet inceliğini açıklarken, önceki âyetin Kur’ân’ın medhi olduğunu, bu âyetin ise müttakîleri methettiğini ve ikinci methin birincisinin neticesi olduğunu belirtir. Sonra da şöyle der: "Ellezîne" ile "müttekîne" arasındaki münasebete gelince: Bunların biri "tahliye" diğeri "tahliye" dir. "Tahliye", tathir etmek ve temizlemektir. "Tahliye" ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi, şirki terk, İkincisi, maâsiyi terk, Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir. "Tahliye" ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur. A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır. A’mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır. A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.” Bediüzzaman Zemahşerî’den fazla olarak "mü'minune" yerine "ellezîne yu'minûne" nin tercih edilmesindeki sırrı açıklayarak şöyle diyor: "mü'minune" kelimesine bedel, fiil sigasiyle "yu'minûne" fiilinin tercihi, İman fiilini hayal nazarına gösterip, keyfiyetin tasvir edilmesine ve harici delillerin tecellisiyle iman istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işarettir.” Yine Bediüzzaman ziyade olarak "yukîmûne's-salâte" ifadesindeki muzari’ sigasının sırrını açıklayarak şöyle der: “Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve Âlem-i İslâma yayılmış olan o intibah-ı rûhânîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.” Zemahşerî, ve "mimmâ rezaknâhum yünfikûne" da rızkın azamet nûn’u olan "nâ" ya isnad edilmesindeki sırrı, kendi i’tizal mezhebi yararı doğrultusunda açıklar. Ayrıca, tab’îz ifade eden "min" tabirinin ve fiilin faline takdiminin sırrını açıklar. Oysa Bediüzzaman, âyetin nazmındaki sırları daha üstün bir şümul ve ihatayla açıklayarak asrındaki problemlerin çözümü doğrultusunda incelikler ortaya çıkarır. Zekât müessesesiyle, çağımız medeniyetindeki iktisadî ve ictimâ’î nazariyelere karşı meydan okur. Daha sonra şunları kaydeder: “Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır: “1) Sadakayı vermekte israf etmemesi. Tâ ki, zelil ve çaresiz olarak muhtaç duruma düşmesin. Bunu tab’îz mânâsına gelen ‘min’ ifade ediyor. “2) Başkasından alıp başkasına vermek sûretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması. Bunu da, "mimmâ"nın takdim edilmesinden anlıyoruz. “3) Minnetle in’amın bozulmaması. Bunu da ‘rızk’ın azamet "nun" una isnad edilmesi ifade ediyor. Çünkü veren Allah’tır. Kul ise bir vasıtadır. “4) Fakir olmak korkusuyla sadakanın terkedilmemesi. Bunu da, rızkın azamet "nun"na isnadından anlaşılıyor. “5) Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi. Bu da, fiilin mutlak bırakılmasından anlaşılıyor. “6) Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarfetmesi lâzımdır. İşte "yünfikûne" maddesiyle, sadakanın zarurî ihtiyaçlara sarfedilmesi şartı getirilmiştir.” Şimdi de şu âyet-i kerimeye bakalım: "Vellezîne yu'minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne." Zemahşerî, burada sözü edilen kimselerin, öncekilerin aynısı mı, yoksa başkaları mı olduğu sorusunu soruyor ve her iki ihtimale de cevap veriyor. “Vâv” ile atıf yapılmasındaki sırrı ve mânâsını açıklıyor. Yine, bunların öncekilerden farklı kimseler olması ihtimaline göre, bunlardın da müttakilerin kapsamına girip girmediklerini soruyor ve bunun atfe bağlı olduğunu söylüyor. Ayrıca, henüz Kur’ân’ın tamamı inmediği halde ünzile'deki geçmiş zaman sigası ile tabir edilmesindeki sırrı, "el-ahira" kelimesinin takdimindeki inceliği ve yu'minûne 'nun "hüm" zamirine bina edilmesindeki hikmeti açıklıyor. Bediüzzaman ise bunlara ilave olarak şu incelikleri de beyan ediyor: "ellezîne" tabirinin kullanılması, hükmün medarı ve maksadın esasının iman sıfatı olduğuna işarettir. "yu'minûne" nin muzari’ gelmesi, nüzûl ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüd ettiğine işarettir. "mâ"daki ibhamın, iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın Hadîs gibi batınî ve Kur’ân gibi zahirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir. "ünzile" nin maddesi itibariyle, Kur’ân’a iman, Kur’ân’ın Allah’tan nüzûlüne iman demek olduğunu gösteriyor. Mazi siygasiyle gelmesi, henüz nâzil olmayanın nüzulu, nazil olanın nüzulu kadar muhakkak olduğuna işarettir. "aleyke" ye bedel, "ileyke"nin zikri, Resûl-i Ekrem’in teklif edilen risalet vazifesini cüz’-i ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna... işarettir. Bediüzzaman yine, Zemahşerî’nin izahlarından ziyade olarak, "ve mâ ünzile min kablike"nin nazım inceliklerini açıklayarak şunları söylemiştir: “Bu cümlenin ma kabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütûb-u sabıkaya da iman ediniz.’ (...) Yahut o atf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey Ehl-i Kitab! geçmiş olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hz. Muhammed ile Kur’ân’a da iman ediniz.’ (...) Yine bu cümlede şöyle bir işaret vardır. Şöyle ki: ‘Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor. Evet, İslâmiyet mazî ile istikbali kanatları altına almıştır... (...)” Yine o cümlede, Ehl-i Kitabı imana teşvik vardır. Onlara bir ünsiyet, bir sühûlet gösteriyor. Bediüzzaman, "ve bi'l-âhireti hüm yûkınûne." cümlesindeki incelikleri açıklayan Zemahşerînin tesbitlerini teyit etmekle beraber, cümledeki atfın, "el-ahira" in başındaki lâm-ı ta’rifin, "el-ahira" tabirinin ve "yu'minûne"a bedel "yûkınûne" kelimesinin kullanılmasının sırrını da fazladan olarak açıklıyor. "Ulâike alâ hüden mirrabbihim ve ülâike hümü'l-müflihûne." âyet-i kerimesine gelince, Zemahşerî, i’rab vecihlerini, "ulâike" ism-i şaretinin kullanılmasının sırrını, "alâ hüden"deki isti’lânın mânâsını, "hüden" nin nekire gelmesindeki inceliği, "ülâike"nin neden tekrar edildiğini, "ve ülâike hümü'l-müflihûne."un neden atıfla makabline bağlandığını, "hüm" fasıl zamirinin kullanılış sebebini, ve "hümü'l-müflihûne."un ma’rife gelmesinin sırrını açıklamıştır. Bediüzzaman ise, aynı noktaları vurgulamakla beraber, ayrıca âyetin makabliyle vech-i ittisalını ve şu noktalara işaret eden "hümü'l-müflihûne."deki sırrı açıklıyor: Hidayetlerindeki halk ve tevfik Allah’tandır. Hidayet Rubûbiyyetin şe’nidir. Onları rızıklar terbiye ettiği gibi hidayetle de besliyor. Bediüzzaman, “el-müflihûn”deki mutlaklığın sırrını da, muhatapların tabaka tabaka olduklarını, herbirisinin felahın bir vechini istediğini söyleyerek açıklıyor. Böylece, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın nazmı konusundaki derin idrakı ve bunu ne derece şumullü ve geniş bir biçimde zevkedip açıkladığı ortaya çıkıyor. Yine Bediüzzaman’ın, nazmın sırlarını açıklarken, yaşadığı asırda İslâmiyete cephe alan materyalist ve ladinî akımlara karşı İslâmiyet yararına bu inceliklerden istifade ettiği açıkça belli oluyor. Zemahşerî’nin bakış açısı ise, bu incelikleri mezhebi olan İ’tizal lehine kullanmak istemesi cihetiyle oldukça dar görünüyor. Bediüzzaman bu nükteleri açıklarken, sözlerinin daha iyi anlaşılması için, kolay ve açık tabirleri tercih ediyor. Yine, aynı âyette cümlelerin birbiriyle olan bağ ve münasebetlerine özellikle dikkat çekiyor. Böylece, sözkonusu cümlelerin kendi aralarında ve makablleri olan diğer âyetler arasındaki mükemmel tenasübü ve parlak uyumu gösteriyor. Burada, Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid’in, İşârâtü’l-İ’câz tefsiri için yazdığı mukaddimede söyledikleri şu tesbitlere aynen katıldığımı belirtmek isterim: “Bediüzzaman, geçmiş müfessirlerin, nazm nazariyesini, tam bir tafsilatla Kur’ân’ın bütün sûre, âyet, lafız ve kelimelerini kapsayacak şekilde ve mütekamil bir bütün olarak uygulamadıklarını görmüş ve bir tefsir yazarak nazım nazariyesini detaylı bir biçimde tatbik etmek istemiştir.” Allah, Zemahşeriye de, Bediüzzaman’a da ve bütün İslâm âlimlerine de rahmet eylesin. [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
İslamiyet
Kuran-i Kerim
Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre Kur’ân'ın Mucizeliğini Açıklama Metodu
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst