"Yağmursuzluk, yağmur duâsı ve namazının vaktidir."

molla_zehra

Well-known member
Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid'alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergah-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Hem böyle umumi musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.

(Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s. 33)

***

Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?

Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlahidir, faydası uhrevidir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevî ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.

Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.

(Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s. 31)

...

Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkàt-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.

Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.

(Bediüzzaman, Sözler, s. 287)
 

tuncerr

Active member
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir ; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
özge ' Alıntı:
Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.

özge ' Alıntı:
Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid'alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergah-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Birinci suâl: Bu zelzelenin maddî musîbetinden daha elîm, mânevî bir musîbeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me'yusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek, dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki: Ramazân-ı Şerîfin terâvih vaktinde, kemâl-i neş'e ve sürur ile, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübârek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde câzibedarâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi. ( Sözler - Ondördüncü Sözün Zeyli)

_________________________________________________

Soru

"... ayni lezzetinde elemi gösterip hissini mağlup etmektir" Bu cümle ne demektir ve bu cümleye örnek verebilir misiniz?


Cevabımız

Değerli Kardeşimiz;

Nefsin ve hissiyatın gözleri kördür. Hazır bir dirhem lezzeti; ileride batmanlarla lezzetlere ve ücretlere tercih eder. bu sebepten dolayı insanlar; nefsin, hissiyatın hoşuna giden muamelat, lezzet ve sefahetle beslenmek isterler.

Aklen ve fikren; yapılanların yanlış olduğu kabul edildiği halde, fiilen ve muamele cihetiyle yanlışta inatlaşabilirler. İşte; Müslümanların fikren ve itikat açısından sağlam olup, fiil ve amel cihetiyle günahlara girmesinin esas sebebi, kör hissiyatlarına ve nefsin bu meyillerine malup olmalarından ileri gelmektedir.

Mesela alkolün ve sigaranın vücuda, topluma, aileye, sağlığa, ahlaka, akla ve maddeye ciddi manada zararı olduğu halde; bu meselenin akıl, mantık ve tecrübe açısından; zararı ispat edildiği herkes tarafından kabul edildiği halde; yanlışta bu kadar ısrar edilmesinin sebebi; nefsin ve hissin akıbeti görmemesi ve zahiren lezzetli gördüğü meselelere körü körüne saplanması demektir.
İşte muazzez üstadımız bu gibi yanlışların önünü almak, nefsin ve kör hissiyatın tasarrufunu engellemek açısından iki yol takip ediyor.

1- Fikren ve mantıken ispat yolu ile bu meselelerin mahsurlu olduğunu iki kere iki dört eder gibi ispat ederek kökünü kazıyor.

2- Bu lezzetlerde, muamelelerde, sefahette ve haramlarda bizzat musibetin, belanın, şerrin ve elemin bulunduğunu delillerle anlatıyor.

Bu gibi haram muameleleri zehirli bala benzetiyor. Zahiren zevk ve lezzet verse de; hem içerisinde hem de istikbalde o lezzetlerin vereceği elemleri, imtihanları ve musibetleri nazara vererek fiilen de o günahlardan bizleri uzaklaştırıyor.

Mesela gençliğini zahiri zevklerle kötüye kullananların başına gelecekleri sıralarken; hastanelerden, hapishanelerden ve mezaristanlardan örnekler veriyor. Zevk dahi olsa, maksadının aksiyle yenilen tokatları sayarak insanı korkutuyor. Hatta helal dahi olsa “ zevali lezzet elemdir.” İfadesiyle akıbetini nazara vererek, ciddi manada ikazda bulunuyor.

Bu gün ise; bütün musibetlerin hastalıkların ve ızdırapların altında suiistimallerin ve haram muamelelerin bulunduğu tesbit edilmiştir. İşte hazır cezalar, elemler ve dehşetli neticelerin nazara verilmesi; insanlar üzerinde daha çabuk, tesirli ve koruyucu vazife ifa etmektedir.

Cehennem azabı olduğu halde; ehli imanın ibadette lakayıt olması, fakat aynı insanların polisten korkarak emniyet kemerlerini takması ve ona daha ziyade itina etmelerinin esas sebebi de bu sırdır. Yani dünyada ceza ve müeyyide peşin ve hazır olduğundan, insanı daha fazla dikkate ve ihtimama sevk ediyor.
Bu mesuliyetlerin hem fikren, hem ahiret açısından hem de dünyadaki musibetleri açısından, vahim neticelerini nazara vermek en müessir yoldur. Bunlar içinde hataların ve yanlışların, dünyevi netice ve elemleri, insan üzerinde daha ciddi tesir icra ediyor.

Cenab-ı hak kur-an’ı kerimde, ehli isyanı hem dünyada hem de ukbada cezalarla ikaz etmektedir. Kısas ve mahkemelerin verdiği dünyevi cezalar; hazır ve peşin bir muamele olduğundan, insanların hissine ve hevesine en müessir ceza bu dünyevi cezadır. İşte risale-i nur kur-an’ın tarzında gittiği için kör hissiyatın ve nefsi emarenin önüne; önce dünyada lezzetlerdeki aynı elemi gösteriyor. Nefsin önüne set çekiyor. Ahiretteki mahrumiyet boyutuyla, kötü meyillerin damarlarını koparıyor. Fikir ve itikat açısından da manevi bir atmosfer oluşturuyor.

İsyanların ve günahların ahirette ve cehennemde mesullerinin başlarına getireceği şekavet ve dehşetli musibetin bir benzerinin de; dünyada dahi gerçekleşeceğine ve onların dehşetine çekilen dikkat insanlarda ciddi manada müessir oluyor. Yani ahiret hesabından ziyade; günahların ve isyanın dünyada göstereceği elemleri, musibetleri ve dehşetleri bizzat nazara vermek irşadın en büyük unsurlarındandır. İşte bunların en güzel ve külli misalleri ise; hastaneler, hapishaneler ve kabristanlardır.


Selam ve dua ile...
 
Üst