"Üstad bana elleriyle yemek yedirdi"

molla_zehra

Well-known member
Risale-i Nur hizmetinde büyük emekleri olan Çalışkanlar ile Bediüzzaman her zaman özel olarak ilgilenmişti. O hanedanın mensuplarından Abdullah Çalışkan’ın kızı Şükran Çalışkan küçük bir kız çocuğuyken annesini ve ablasını kaybedince, Üstad küçük Şükran’ı teselli için evinde ağırlamış, kendi elleriyle yemek yedirmişti. Yıllar sonra Şükran Hanım babasını da kaybedince, “Şükran üzülmesin, o bana babasının emanetidir, ben ona bakmakla mükellefim” demişti.

Şükran Çalışkan, 1944 yılında Emirdağ’a sürgün edilen Üstad Bediüzzaman’a sahip çıkan Çalışkanlar Hanedanından Abdullah Çalışkan’ın küçük kızı. Yedi yaşında iken annesini, iki sene sonra da ablasını kaybeder. Babası Abdullah, küçük Şükran’ın ağıtını bir türlü dindiremez. Sonunda kızını teselli çaresini, bir sokak ötede bulunan Üstad Bediüzzaman’a göndermekte bulur. Yıllar sonra Merhum İhsan Çalışkan’ın eşi olan Şükran Hanımı Eskişehir’deki evinde ziyaret edip, tatlı hatıralarını dinledik.

“Hiç kimseye benzemiyordu”
Şükran Hanım’ı ziyaret ettiğimizde ilk önce Üstad’ı nasıl tanıdığını sorduk. Şükran Hanım bir anda daldı ve yaklaşık altmış yıl öncenin hatıralarını adeta tekrar yaşıyormuş gibi bize aktarmaya başladı:
“Annem vefat etmişti. Annemden iki sene sonra da ablam vefat etti. Ben yedi yaşındaydım. Üstad 45 yaşındaydı. Vefat eden ablam da Üstad’ı çok severdi. Bir gün geldi, ‘Baba bugün bir hoca gördüm’ dedi. ‘Baba, hiç kimseye benzemiyordu. Üzerinde cübbe vardı, başında sarığı vardı. Ama diğer hocalarınkine benzemiyordu. Çok nurlu idi. Sırtında seccadesi, elinde şemsiyesi vardı. Hamınlar dikkatli baktığında şemsiyeyi indiriyordu. Ben gidip önünü kesecek oldum, ayıbıma geldi.’ Babam, ‘Aferin kızım, büyük zatların önü kesilmez!’ dedi.
“Ablamın anlattıkları bende Üstad’ı görme arzusu uyandırmıştı. Allah’a şükür bir gün dileğim gerçekleşti ve gittim.“

“Kimse teselli edemiyordu”
Bir Kurban bayramı günüdür. Abdullah Efendi, ikinci hanımına yemek yapmasını söyler. Yemekleri tepsiye dizip küçük Şükran’ın eline verir, Üstad’a gönderir. Niyeti Şükran’ın bir nebze teselli bulmasıdır.
“Annemin vefatının ikinci senesinde ablam da ahirete göçtü. Aklıma geldikçe bana çok dokunuyordu. Babam evlenmişti. Bunalıma girmiştim. Sokakta arkadaşları gördükçe dayanamıyordum. Bir kurban bayramı günü idi. Babam beni teselli edemiyordu. ‘Seni hoca efendiye göndersem gider misin?’ dedi. ‘Giderim’ dedim. Üvey anneme, ‘Annesi bir yemek hazırla da Şükran götürsün!’ dedi. Hazırladı. Güzel köfte yaptı, yoğurt, baklava vardı, kalaylı tabakların içine koyup tepsiye yerleştirdi, üzerine beyaz peçete örtüp verdi. ‘Başını bağla, abdestini al git’ dedi.
“Babam, ‘Çok dikkatli ol, yalnız sensin, en ufak hareket ve konuşmaları kaydet!’ dedi. Ev de yakın. Gittim, tam kapının karşı hizasına, baktım kilit asılı. ‘Daha gelmemiş!’ dedim geri döndüm. Evin köşesine babam çıkmış, ‘Ne oldu?’ dedi. ‘Kilit asılı daha gelmemiş’ dedim. Biraz daha durduk. ‘Hadi kızım git!’ dedi. ‘Peki, baba!’ dedim, verdiler tepsiyi, yine gittim. Biraz gidince karşıdan kapı kapalı görünüyor döndüm. ‘Ne oldu?’ dedi. ‘Kapalı’ dedim. ‘Kızım bir daha git!’ dedi babam. Vakit iyice daraldı. Tekrar gittim, yine kapalı. Baktım, birden kapı aralandı. Üstad eliyle beni çağırıyor.”

Üstad’ın tesellisi
“Üstad beni çağırıyor ama kapıda zincir var, onun üzerine de kilit vardı. Bitişikte Sabri amca vardı. Anahtarı ondan alıp açmamı söyledi. ‘Sabri Amca hocanın kapı anahtarı sizdeymiş, kapıyı açacaksın’ dedim. ‘Kızım hoca yok ki, kıra gitmişti. Gelmedi, gelse araba kapıda durur’ dedi. ‘Gelmiş evde’ dedim. Adam kapıyı açtı ama şok oldu, ‘gir’ dedi bana. Üstad ona, ‘Sen kapıyı ardından kilitle!’ dedi. Babam, ‘her şeye dikkat et’ demişti, ilk dikkatimi çeken, abdeste hazır vaziyette, kolları paçaları sıvalı olmasıydı. Ayaklarında takunya vardı. Yürüdük, bahçeden geçip, merdivenlerden yukarı çıktık. Ayaklarını çıkardı. Ben de çıkardım. Merdivenin başına gelince, birden büyük büyük kediler ‘miyav’ diye üzerime doğru geldiler. Korktum. ‘Korkma!’ dedi. Onlara, ‘Siz geri çekilin. Rızkınızı verdim, sizi doyurdum!’ dedi. Bunun üzerine kediler odanın köşesine çekilip sıralandılar. Sanki fotoğraf çektirecekler. Tepsiyi aldı elimden masanın üzerine koydu. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
‘Sen beni aradın bulamadın.’
‘Evet efendim.’
‘Ben o zaman kabristandaydım. Senin babanın, annenin adı ne?’
‘Abdullah ve Ayşe.’
‘Siz kaç kardeşsiniz?’
‘Ablam öldü, üç kaldık.’
‘Ablanın adı ne?’
‘Sıddıka Güngör.’
‘Senin adın ne?’
‘Şükran’
‘Gel!’ dedi, ‘Ablan annesiyle dargındı!’
“Ablanı annenle barıştırdım”
Üstad Hazretleri Şükran’ın ablasının annesine dargın olduğunu söyleyince, Şükran’ın gözleri dalar. Yıllar öncesi gözlerinin önünden geçer. Ama Üstad nereden biliyordu ablasının dargınlığını? Bu soruya cevap veremez ama Üstad’ı dinlemeye devam eder:
“Gerçekten annem öldükten sonra, bizi yatırırlar, ablamla babam konuşurdu. Ben de yorganın içinde dinlerdim. Ablam, ‘Baba ben anneme darıldım. Bizi çok seviyordu da neden bıraktı gitti?’ derdi. Babam da, ‘Evladım, ölüm Allahın emri, takdir-i ilahidir, onun elinde değil ki kalmak, herkesin vakti gelince gider’ derdi. Ablam, ‘Direnseydi ölmeseydi’ derdi. 14 yaşında bir çocuk tabi. Babam onu teselli ederdi. Üstad benim daldığımı görünce şöyle dedi:
‘Ablanı merak mı ettin? Sen bizi neden bırakıp gittin, diye darılıyor, konuşmuyor, annesine naz ediyordu. Ben de annesinin elini öptürdüm, barıştırdım. Şimdi bayram ediyorlar. Onlar üç kardeş annesiyle oradalar, siz de üç kardeş babanızla buradasınız. Niye bu kadar üzülüyorsun?’
Ben tekrar hüngür hüngür ağlamaya başladım.
‘Ağlama! Ablan ve annen rahat, onlar akrabalarla orada rahatlar’ dedi.
“Bir eliyle çenemi tuttu, diğer eliyle gözlerimin yaşını sildi. Dolaba uzandı badem ezmesi aldı ve ‘İyi olur ye!’ diyerek bana verdi. Elinde badem ezmesiyle böyle bana bakıyor, ‘ağlama’ diyordu. Onu yiyince içimden bütün üzüntüm gitti, bir ferahlık geldi.”

“Adı Kemal değil Kamil olsun”
Şükran Üstad’ın evinde geçirdiği o gün çok farklı hallere şahit olur. Hiçbirine anlam veremez. Tek bildiği şey, son derece üzüntülü halde gittiği o mütevazi evde birden bire ferahladığını, her türlü hüznünün silinip gittiğidir. Üstad’ın teselli etmek için söylediği sözler üzerine bir de elleriyle yemek yedirmesiyle küçük Şükran’ın yıllardır gülmeyen yüzü tebessüm etmeye başlar, o güzel insanın şefkatiyle bütün acılarından sıyrılır.
“Evden getirdiğim yemekleri aldı ve ‘Gel bunları tabaklara boşaltalım’ dedi. Mutfağa gittik. O sırada kedilere baktım aynı yerde duruyorlar, hiç kıpırdamamışlar. Köfteyi tabağa boşaltırken bir köfte aldı bana verdi. ‘Ye bunu!’ dedi. Köfteleri tabağa boşalttı. Sonra yoğurdu, önceden içinde yoğurt bulunan bir kaba boşalttı. Başka tabağı yoktu. Getirdiğim bütün yemeklerden evinde zaten vardı. Yeni yemekleri eskilerinin üzerine koyuyordu. Yoğurdu tabağa koyarken ağzıma iki kaşık yoğurt verdi. ‘Temizdir, ye!’ dedi. Tatlıya baktı. ‘Bundan yokmuş!’ dedi. O da güldü, ben de güldüm. Baklava idi.
“Öylece duran kedilerin önünden tekrar geçip odaya gittik. ‘Bak ağlamak, üzülmek yok’ dedi. Tekrar kardeşlerimin ve benim adlarımızı sordu:
‘Senin adın ne?’
‘Şükran.’
‘Sen Şükriye’sin. Evet evet, sen Şükriye’sin. Kardeşinin adın ne?’
‘Kemal.’
Üstüne basa basa, ‘Kamil, Kamil’ dedi.
‘Öbürünün adı neydi?’
‘Gönül’ dedim. Başını salladı onu kabul etti.
‘Ağlamak yok!’ dedi, ‘Üzülmeyeceksin, ablan annen rahat!’ dedi.”



_________________________________________________“Eve badem şekeri gönderdi”
“Ben de ‘Ağlamayacağım’ dedim. Badem ezmeleriyle dolu kutuyu eline aldı. Bir kâğıt yırttı, badem ezmelerinden sayarak içine koymaya başladı. ‘Bu senin ayak kiran, bu da evdeki hakkın’ dedi. Benim için iki tane koydu. ‘Bu Kamil’in, bu annenin, bu da öbür kardeşinin’ dedi. Bir tanesi de elinde, düşünüyor, böyle alıyor, koyuyor, alıyor, koyuyor. ‘Efendim bir tanesi fazla’ dedim. ‘Şimdiki annen yiyecek’ dedi. ‘Annem için de bıraktınız’ dedim. ‘Hayır dedi bunu da annen yiyecek’ dedi. Düşündü, düşündü koydu. ‘İkisini sen yiyeceksin, ikisini annen yiyecek!’ dedi. Sonra oradaki bir ağabeye, ‘Çocuğu geçir’ dedi. ‘Çok selam söyle, ağlamak yok’ dedi. Merdivenlerden inerken gözüm yine kedilere takıldı. Aynı yerde kıpırdamadan duruyorlardı.”

“Keramet sonradan anlaşıldı”
“Bu arada babam beni çok merak etmiş. Çünkü normalde yanında çok kalınmıyor. Babam, ‘Kızım nerede kaldın?’ deyince, ‘Baba ancak şimdi işim bitti’ dedi. ‘Ne işin olacak ki? Bu kadar kalınır mı, rahatsız edilir mi? Gel buraya bakalım, ne yaptın, ne konuştun?’ Üstad’ın nasıl şekerleri paylaştırdığını anlatarak, ‘Şeker getirdim’ dedim. Babam ben anlattıkça seviniyor, bağırıyor. ‘Kurban olayım hocam, her şeyi bilirsin, görürsün’ diyor. Çünkü annem hamileymiş, ona iki şeker vermesi karnındaki bebek içinmiş. ‘Kızım ne yaptın ne ettin? Nasıl buldun ne yapıyordu? Hepsini anlat!’ dedi. Ben de her şeyi anlattım. Babam sonra abdest aldı geldi. ‘Şükran bir daha gel anlat!’ dedi. Ölümüne kadar akşam sabah devamlı bana o günü anlattırdı.”

“Babam Üstad’ın bedeline vefat etti”
Üstad’ın manevi mertebesini bilen ve büyük bir sevgi ve hürmetle kendisine bağlı olan Abdullah Çalışkan, bir Kurban Bayramı günü hastalanıp Üstad bedeline ahirete göçer. Şükran Hanım babasının hastalığı sırasında ilginç hadiselere şahit olur:
“Babam hasta olduğu zaman bile, Üstad’ı ziyaretimi anlattırır, büyük zevkle dinlerdi. Kendi kendine, ‘Ey koca üstadım, Ceylan’a sahip çıktığın gibi benimkilere de sahip çıkacak mısın?’ derdi. Kurban bayramı arifesiydi. Akşam ve yatsı namazlarına gitti, bayram şekerlerimizi almış getirdi. Epey konuştuk. Gece rahatsızlandı. Üç gün baygın yattı. Komşuları çağırdım, ‘Babama bir şey olmuş gelin kendinde değil’ dedim. Geldiler, baktılar, bir türlü ayıkmıyor. Kendinden hiç haberi yok. Ertesi gün bayram ama bizim akrabalar gelmiyorlar. Akrabamız Zeki geldi. ‘Zeki, babamın kardeşleri neden hiç gelmiyor, bakmıyorlar?’ dedim. ‘Şükran’ dedi, ‘Hoca Efendi de çok hasta olmuş, onunla meşgul oluyorlar!’ Meğer aynı anda Üstad da fenalaşmış.”

“Hastalığının farkında değildi”
“Üç gün geçti. Baktım kalkmış oturmuş. ‘Baba sen iyileştin mi?’ dedim. Öyle sevindim ki. ‘Ne oldu ben hasta mıyım? Burada yatmıyordum, bayram olacaktı, olmadı mı?’ dedi. O kadar kendinden geçmiş ki, bir şeyden haberi yok. Anlattım, böyle böyle oldu dedim. ‘Üç gündür namaz kılmadım mı?’ dedi. ‘Namaz kılmam lazım. Demek bayram da yapamadınız ha!’ dedi. Biraz kendine geldi. Kardeşim doktor getirdi. Geliyor bakıyor, konuşturuyorlar. Zehirlenmekten şüpheleniyorlar. ‘Niye zehirlensin, aynı yemekten biz de yedik’ diyoruz. Elli gün geçti aradan, hiç yemek yemiyordu. Ölümüne yakındı, bir gün, ‘Baba yine mi bir şey yemeyeceksin?’ dedim. ‘Kızım o yemeklerin üzerine ben nasıl yiyeyim. Anan çok güzel yemekler yapmış, tepsinin üzerine de o güzel kaplarla koymuş ne güzeldi!’ dedi. Rahmetli annemden bahsediyordu. ‘Baba nelerdi, kim getirdi?’ diye sordum. ‘Anan getirmiş’ dedi, ‘çok da güzeldi. Hepsinden de yedim. Ama o çorba çok güzeldi. O çorbadan olursa yine yerim’ diye tebessüm ederek anlattı.”

“Şükran bana emanettir”
Elli gün geçer ve Abdullah Çalışkan vefat eder. Şükran Hanım, babasının ölümüyle birlikte çok sarsılır. Onu teselli eden ise yine Üstad olur. Şükran’ı kendisine manevi evlat kabul eden şefkatli Üstad, Şükran Hanım evleninceye kadar kendi evladı gibi onunla ilgilenir, her gün yiyecek bir şeyler gönderir:
“Babam vefat edince ben kendimden geçmiştim. Üstad, kardeşim Halil’i çağırttı. Halil gitmiş. ‘Ablan neden çok ağlıyor. Üzülmesin, babanız onu bana emanet etti. Ben varım. Eğer o gece baban ölmeseydi ben vefat edecektim. Şimdiden sonra size bakmakla ben mükellefim’ demiş Halil’e. Bana da yarım ekmek içine zeytin koyup bal sürmüş göndermiş.
“O günden sonra her gün bir şeyler gönderdi. Üstad’ın gönderdiği teselli lokmalarını Zübeyir Ağabey, Mustafa Acet veya Mehmet Amcam getiriyordu. Mustafa Acet, ‘Şükriye’ derdi. ‘Bugünlük tayininiz bu kadar.’ Hiç aksatmadan, kurabiye, şeker veya ekmeğin arasına bir şeyler koyup gönderirdi. Öyle oluyordu ki, bazen çıldırasım geliyordu. Bir bakıyordum, onun gönderdikleri gelince, bir lokma yedim mi sakinleşiyordum. Ta ki evlenene kadar tayinat devam etti.”

İHSAN ATASOY
 
Üst