Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Blog
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Forumlar
Eğitim ve Kültür
Bunları Biliyormusunuz
Tarihden Bir Yaprak
Türk-İslam Tarihinin Konjonktürel Yorumu
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Huseyni" data-source="post: 229981" data-attributes="member: 27"><p><strong>Pür-fazilet çağından kısmî bunalım çağına </strong></p><p><strong></strong></p><p> Çevrenin tasallutu bertaraf edilip, İ’la-i Kelimetullah seviyesine çıkılarak, yüksek İslam medeniyeti kurulduktan sonra kitlelerin şan ve şeref noktasında tatmine ulaşmaları ve "İslamın izzetinin" maksimum düzeyde sağlanması Öncü Azınlık’ın ortadan kalkarak kitlelerin rehavet ve uyuşukluğa girmelerine neden olur. Bunun nedeni öncü kesimin çevreden meydan okumalara maruz kalmaması, içsel meydan okumalara da cevap verememesidir. Gerçekten daha önceki akıl almaz dinamizmi ile başdöndürücü başarılar sergileyen bu kesim belki biraz da zafer sarhoşluğu ile doyum noktasına ulaşır ve derin bir rehavete kapılır. Bu aşamadan sonra öncü azınlık yavaş yavaş "kuruma" sürecine girer. Bu kesimdeki duyarlılık ve dinamizmin kaybolması toplumda daha formel ilişkilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu aşamada bürokratikleşme ve kurumlaşma başlar ve yavaş yavaş hayatın tüm cephelerini tepeden tırnağa sarar. Toplumda riyazet yerine konfor ve lüks, cihad yerine rahat ve risksiz yaşantı, fedakârlık yerine bencillik, şefkat yerine kısmî de olsa zulüm yaygınlaşır. İktisadi hayatta reel sektörlerde canlılık ve dinamizm yerine kısa yoldan para kazanma ve spekülasyon, toplumda hakim olan unsurlar olur. Bilimsel hayatta orjinallik ve özgünlük yerini taklid ve şerhe terk eder. Sonuç olarak öncü azınlıktaki kurumaya bağlı olarak toplum mekanikleşmeye ve kurumsallaşmaya başlar.</p><p></p><p></p><p>Ancak bu dönemin temel özelliği, öncü kesimin eski etkinliğini yitirip, toplumu belirleme gücünü elinden kaybetmesi sürecinin başlamasıdır. Artık bu dönemden sonra herşeyini İ'la-i Kelimetullah için seferber edebilecek sevdalılar yavaş yavaş yerini, geniş ölçüde menfaat ve şan ve şeref için çalışan bireylere terketmeye başlar. Weber'deki karizmanın sıradanlaşması gibi toplumda bürokrasinin artması ve yaygınlaşmasıyla yaratıcı fonksiyon yerini bürokratik fonksiyona bırakır. Bu ortamda kitleler başka tatmin alanları bulmaya yönelerek, daha “inferior” ve basit amaçlar peşinde koşmaya başlarlar. Böylece, toplum, dinamizm ve enerjisini kaybederek düşüncede, eğilimde hareket ve davranışta bir gerileme dönemine girer. </p><p></p><p></p><p> İslam toplumları bağlamında bu süreç incelendiğinde şu genel eğilimler belirlenebilir: Bu safhada, bir önceki safhada kurulan kurumlar aynen devam eder. Şeklî olarak toplumun genel görüntüsü birinci safhadakiyle paralellik arzeder. Toplumsal ilişkiler, gelenek ve görenekler, fazilet dönemdeki gibi şeklî olarak İslami havası ve formunu korur; geriden bakıldığında toplumun tepeden tırnağa İslami bir toplum olduğu anlaşılır. Hatta bu dönemde kurumlardan bir çoğu yapısallaşma aşamasını yaşadığından bir önceki döneme göre görünüşte daha üstün olduğu izlenimini doğurur. Yine bu dönemde belki ilk dönemde bulunmayan veya bulunsa da sadece çekirdek halinde bulunan bazı bilim ve sanat dalları gelişmesini sürdürür, belkide zirve noktasına ulaşmış olabilir. Yine bu dönemde teknoloji ve bilimdeki ilerlemeler belli alanlarda daha da hız kazanmış olabilir. Bilgi birikimi artmış, bazı noktalar aydınlanmış, daha önce kurumsal hale gelmiyen bazı faaliyet alanları kurumsal hale gelmiş olabilir. Aynı şekilde bu dönemde refah artışı devam eder, hatta lükse ve konfora imkân verecek bir iktisadi ve ticari gelişme sözkonusu olabilir. Artık tüm faaliyetler belli kurum ve ilkeler etrafında yapılmaya başlanır. Bürokratikleşmenin artması ve yaygınlaşması fazilet ve dürüstlükten ziyade uzmanlığı önplana çıkarır. Yine Weber'in ifadesiyle "kalpsiz makinalar" toplumu yönetmeye başlar. Bu aşamadan sonra yönetici kesime Toynbee'nin ifadesiyle "Egemen Azınlık" hakim olur. Egemen Azınlık, geniş ölçüde faziletten, şefkatten, adaletten ve hikmetten uzak, otoriter, baskıcı, dayatmacı, lüks ve konfor içinde yaşayan, gelir ve servet dağılımında sadece belli kesimleri kollayan, geniş kitlelerin sefalet ve ızdırabına önem vermeyen bir yönetici kesimden oluşur. Irkçılık, imtiyazcılık, adam kayırmacılık, kavim kayırmacılık bu kesimin temel politikaları olur. Dayandığı kesimlerin lüks ve konfora dayalı yaşantısını garanti altına alabilmek için köylünün, esnafın, tüccar ve sanayicinin malını ve servetini gasp, vergi, ve baskı yoluyla ellerinden alır ve egemen kesime peşkeş çeker. Ekonomik olarak bazı kesimlerin ve sektörlerin gelişmesi ve ilerlemesi devam etse de toplum ekseriyetinin refah düzeyi giderek geriler ve kötüleşir. Vergi çeşidi ve oranları aşırı ölçüde arttırıldığından üreticilerde daha fazla üretme şevk ve gayreti azalır. Bilim tevhid-duyarlı niteliğini kaybederek çıkara, şöhrete, şirke hizmet etmeye başlar. Sanat fazilet ve hikmeti uyaracak yerde şehvet ve şöhreti kışkırtıcı niteliğe girer. Siyaset baskı, şiddet, şantaj, yalan ve çıkar üzerine bina edilir. </p><p></p><p></p><p> Öncü Azınlık'ın yerini Egemen Azınlık'a terk etmesiyle toplum da Egemen Azınlık'ın özlemleri doğrultusunda şekillenmeye başlar. Aslında bu aşamada toplum tüm hareket ve dinamizmini kaybetmiş, statik bir toplum haline gelmiştir. Bu aşamadaki toplum tam bir "dengeli toplum" niteliğini gösterir. Belli bir dönem kendi ölçülerine göre ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alanlarda dengeye gelmişler, herhangi bir baskın ihtiyaçları kalmamış, sıkıntıları asgari düzeye inmiştir. Bu açıdan değişmeye, yenilenmeye hiç mi hiç ihtiyaçları yoktur; hatta, buna karşıdırlar da. O toplum için en ciddi kötülük “değişme”dir. Çünkü, muhteşem bir geçmişe sahiptirler, o muhteşem geçmişi kuran ataları kendilerine muhteşem töreler, gelenekler, kurumlar ve sistemler bırakmıştır. O muhteşem kurumları, fikirleri, yaşayış tarzını bırakmak tek kelimeyle "zübbelik"ten başka bir şey değildir. </p><p></p><p></p><p> Bu sürece Emeviler (bazı yönetimler müstesna) ve 17. yüzyıldan sonra Osmanlı toplumu örnek olarak verilebilir. Sahabe ve Tabiin'in etkisi ve belirleyici fonksiyonunun azalmasıyla Emeviler'de siyasi, ekonomik, kültürel ve düşünce alanında tevhid-duyarlı olmayan gelişmeler yaşamıştır. Yönetimde ırkçı ve kavmiyetçi politikalar, ekonomide sömürü ve haksız iktisaplar, kültürde tevhid-dışı politikalar, bilimde marifet-dışı politikalar yavaş yavaş topluma hakim olmuştur. Toprak mülkiyetinde tekelleşme eğilimleri, ticarette faiz ve spekülasyon işlemleri, tüketimde lüks ve konfora dayanan yaşantı tarzları toplumda yaygınlaşmaya başlamıştır. (Duri, 1987, s.40). </p><p></p><p></p><p> Benzer şekilde üretici üzerine tarh edilen vergiler de zaman zaman yüksek oranlara ulaşmış, bu zulüm ünlü maliyeci İmam-ı Yusuf'un dikkatini çekmişti. Zamanın sultanı Harun'er-Reşid'e verdiği bir raporda vergi oranlarının yüksekliğinden, dikta rejiminin sakatlığından sözediyordu. Büyük müçtehid, vergilerin yüksek olması durumunda üreticilerin üretme istek ve arzularını kaybedeceğini, dolayısıyla toplam üretimin düşeceğini bu yolla da hazine gelirlerinin azalacağını çok erken bir tarihte rapor ediyordu. Aynı şekilde sulama altyapılarının (kanalların) önemli ölçüde işlemez durumda olduğu, büyük nehir ve kanalların çiftçiler tarafından ıslah edilmesinin mümkün olmadığı, bunu ancak devletin yapabileceğini ileri sürerek kanunun en önemli görevlerinden birinin de su yollarının işler tutmak olduğunu ifade ediyordu. </p><p></p><p></p><p> Benzer şekilde bilim ve düşünce alanında da ciddi ölçülerde tevhid-duyarlı ilkelerden uzaklaşılıyor, tevhid yerine tevhid-dışı düşünce ve paradigmalar ikame ediliyordu. Felsefi alanda Farabi ve İbn-i Sina gibi feylesoflar Aristo metafiziğini ve kozmolojisini İslami kılık altında İslam dünyasına taşıyor, tevhidî düşünceyi belli ölçüde zedeliyorlardı. Keza kelamî alanda Mutezile ekolü aklı önplana alarak kitabî çizgiden geniş ölçüde sapıyordu. Bu gelişmelere paralel şekilde sivil ve askeri bürokrasi baskı, zulüm, gasp, konfor ve lüks hastalıklarına yakalanıyordu. </p><p></p><p></p><p> İslam dünyasındaki Egemen Azınlık'taki lüks tutkusu, zulüm, dayatma, İslamın ruhundan uzaklaşma eğilimi, toprakta ve servette yığışma toplumsal huzurun bozulması, dolayısıyla huzur ve fazilet toplumunun yavaş yavaş şiddet ve zulüm toplumu olmaya doğru evrilmesine zemin hazırlamıştır. Nitekim sözkonusu gelişmelere paralel olarak İslam toplumlarında da sosyal huzursuzluk çok geçmeden uç vermeye başlamıştır. İslam toplumları bu dönemden sonra sık sık ayaklanma ve isyanlarla çalkalanmıştır. Şuttar ve Ayyarun ayaklanmaları, Zenci Ayaklanması, İsmailîlik ve Karmatilik ayaklanmaları etkisi derin ve yaygın olan ayaklanmalardı </p><p></p><p></p><p> <strong>Kısmî bunalım çağından kısmî çöküntü çağına </strong></p><p><strong></strong></p><p> İslam toplumlarında çöküntü sürecinin şöyle işlediği görülür: Öncü Azınlık'ın toplumu belirlemedeki etkisinin iyice azalıp toplum tevhid-duyarlı anlayış ve düşünceden uzaklaşarak ciddi bir karmaşa ve anarşi içine yuvarlandığı ortamda ruhunun derinliğinde "nifak", imansızlık, iffetsizlik, zulüm, ve "bozgunculuk" tohumları taşıyan bir kısım kişi ve topluluklar anti-tevhid bir zeminde buluşarak toplum fertlerine gizliden gizliye tevhid-dışı fikir ve düşünceler empoze etmeye başlarlar. Bozguncu kadro sadece basit ve geçici bir heves ve amaç peşinde değil, tersine son derece etkili ve kalıcı düşünce ve sistemlerin sahibidirler. Bu kadro fikir ve düşüncelerine çok samimi olarak bağlı hatta yeni fikirlerinin adeta "sevdalıları"dırlar. Birbiriyle irtibatları, birbiriyle yardımlaşma ve dayanışmaları en yüksek düzeydedir. Bu kesim son derece dinamik ve son derece fedakârdır. Toplumun genel dizayn ve teşkilatlanması İslami bir formda olsa da zihin ve düşünce dinamizmini kaybettiği için içten içe kurumaktadır. Bu defa yeni düşünce ve fikirleri bozguncu kadro üretmektir. Her yenide bir farklılık ve cazibe olduğundan yeni üretilen fikirler eski fikir ve düşüncelerden daha etkileyici olur. Toplumun büyük bir kesimi ilk dönemlerde henüz yeni fikirlerle ünsiyet kuramadığından gerçi bu fikirler "marjinal" kalarak sosyal hayatta dışlanır, hatta baskı altına alınır. Bununla birlikte bu düşünce ve eğilimlerin toplum katlarında artış ve yayılış trendi çok yüksek olur. Toplumun geneli tarafından gayr-i meşru olarak nitelenen bu fikirler zamanla bazı düşünen kesim tarafından da benimsenip savunulduğundan topluma yavaş yavaş intikal eder. Yayılış hızının yüksek olmasından belli bir süre sonra yeni düşünceler de toplum tarafından kabul edilip, kurumlaşarak resmîleşme eğilimine girer. Ancak, eski düşünce ve kurumlar da varlığını sürdürdüğünden toplumda ciddi bir eski-yeni çatışması yaşanmaya, dolayısıyla toplumsal homojenlik geniş ölçüde bozulma sürecine girer. Bir tarafta toplumun çok büyük bir ekseriyetini teşkil eden muhafazkârlar, diğer tarafta yeni düşünceyi savunan değişimci ve devrimci dinamik kesim. Bu iki kanat birbirlerini anlamadan, herhangi bir diyalog zemini aramadan çatışmalarını sürdürürken toplumların en ciddi dönemleri olan "Çatışma ve Bunalım Dönemi" yoğunlaşır ve hayata hakim olmaya başlar. </p><p></p><p></p><p> Sonunda toplumsal mekanizmaları ele geçirerek devrimci kesim Egemen Azınlık konumuna yükselir. Bunların belirlediği ve uygulamaya koyduğu sosyo-ekonomik politikalar imansızlık, iffetsizlik, zulüm, talan, israf, ırkçılık, ayrımcılık... gibi ilkelere dayanır. Toplum fertleriyle istişare etme, onların görüş ve eğilimlerine değer verme, toplumsal normları dikkate alarak politikaları onlara paralel belirlemeye çalışma gibi yaklaşımlar tarihe karışır. </p><p></p><p></p><p> Egemen Azınlık için herhangi bir sınırlama, sosyal norm, gelenek sözkonusu değildir. </p><p></p><p></p><p> Ekonomik hayat talan ve yağmaya dayanmaktadır. Çeşitli yollarla gelirin bir kısmı fakir kesimden alınmakta zengin kesime verilmektedir. Toplumun servetinin önemli bir bölümü ise, yabancı zenginlere transfer edilmektedir. </p><p></p><p></p><p> Siyasi hayat, yalan, şantaj ve iftira üzerine kurulmuştur. Ayrıca zulüm, işkence, baskı, sürgün ve zindan siyasi hayatın olağan unsurlarıdır. Sistemin, kitlelere gülümseyen hiç bir yönü yoktur. </p><p></p><p></p><p> İlk İslam toplumlarında kısmî-çöküntüye en güzel örnek, Abbasilerden başlayarak müslümanların siyasal ve kültürel olarak paramparça olmalarıdır. Sahabe ve Tabiin kadrolarının fiziki olarak ortadan kalkması ve onların yerini ikame edebilecek dinamik kadroların yetişmemesi toplumun hedefsiz ve amaçsız kalmasına neden olmuş, dolayısıyla toplum giderek doğru yoldan sapmıştır. </p><p></p><p></p><p> İslam toplumlarının ilk çöküntü dönemlerinde yönetimin dayatması daha fazla mezhebî alanda olmuştur. Mesela Fatımî yönetim Şii mezhebine mensup olduğu için Sünnî toplumu sürekli olarak baskı altına almış, onların kültür ve dini yaşantılarını değiştirmeye çalışmıştır. Aynı şekilde Mu’tezile yaklaşımını benimseyen yönetimler muhaliflerine şiddetli işkence uygulamış, toplumu tepeden tırnağa Mu’tezile fikirleri etrafında dizayn etmeye çalışmıştır. Şiilik, Haricilik, Mutezilelik... gibi radikal mezhep mensuplarının şiddete ve asimilasyona dayalı politikaları İslam dünyasının bölündükçe bölünmesine zemin hazırlamıştır. Tarih kitaplarındaki sözde ilk dönem İslam devletlerinin sıralanışı bile insana ürküntü verici niteliktedir: Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Büveyhoğulları, Ağleboğulları, Endülüs Emevi Devleti, İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Tahiriler, Saffariler, Taberistan Hanedanlığı, Şeddadiler, Yezidiler... Siyasal ve kültürel parçalanma İslam toplumlarının can ve mal güvenliğinin ortadan kalkmasına, her tarafta müslüman kanının oluk oluk akmasına neden olmuştur. Haçlıların Kudüs’ü ele geçirerek 70 bin müslümanı katletmeleri İslam toplumlarının hangi düzeyde bir çöküntünün içinde bulunduklarına açık bir delili olarak zikredilebilir. Daha sonraki dönemde Moğolların baştan başa İslam ülkelerini işgal edip tahrip etmesi de aynı çöküntünün başka bir tezahürü sayılabilir. İslam toplumlarının gerek birbiriyle çatışmaları sonucu oluşan anarşi ve kaos, gerek Haçlı Seferlerinin doğurduğu yıkım, gerekse Moğol işgalinin neden olduğu çöküntü müslüman bireyin moral ve manevi duygularını geniş ölçüde tahrip etmiştir. Bu çağlarda müslümanlar sefalet, rezalet ve esaret içine sürüklenmiştir. Onurunu, umudunu ve kendine güvenini geniş ölçüde kaybetmiştir. İslamın izzeti korunamamıştır. Bu dönemden sonraki dönemlerde yaşanan diriliş süreçleri bu dönemin tersine, onur, İzzet-i İslamiye, fütûhat alanlarında gerçekleşecektir. </p><p></p><p></p><p> <strong>Kısmî çöküntü çağından kısmî fazilet çağına </strong></p><p><strong></strong></p><p>İslam toplumlarında hayatın tüm cephelerinde çöküntünün dibe vurduğu safhada yeni bir diriliş meşalesi yakılır. Bu süreci şöyle özetleyebiliriz: Hatırlanacağı gibi, Risalet'in söz konusu olduğu dönemde çağa damgasını vuran Öncü Azınlık kurumu Sahabe çevresi idi. Ancak risalet süreli ve sınırlıdır. Yeniden peygamber gelmeyecektir. Bu süreçte ise peygamberî misyonu İslam uleması içinden gelen Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Bu aşamada Öncü Azınlık unsurunu Tecdid Çevresi diyebileceğimiz kadrolar oluşturur. Doğal olarak, Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Doğal olarak bunların inşa ettiği medeniyet veya çağ Sahabe Çevresi'nin inşa ettiği medeniyet ve çağ kalitesinde olmayacaktır. Bundan dolayı bunların inşa ettiği çağa "Kısmî Fazilet Çağı" adını veriyoruz. Tarihteki somut gelişmelere geçmeden önce Bediüzzaman'ın Müceddid ve fonksiyonu ile ilgili yaklaşımını kısaca inceleyelim: Bediüzzaman “Her yüz senede Cenab-ı Hak dini tecdid eden birini gönderir” (el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522) Hadis-i Şerifine dayanarak ümmetin çöküntüye girdiği dönemlerde Nebevi misyonu üstlenecek büyük müceddidleri gönderdiğini ve onların kadroları yoluyla ümmeti çöküntüden kurtardığını anlatır: </p><p></p><p></p><p> "Cenab-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (A.S.M) muhafaza etmiş.” </p><p></p><p></p><p> “Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyne's-semâ ve'1-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır." (Nursi, 1994, s.559) </p><p></p><p></p><p> Ancak çöküntüden fazilet dönemine uzanan tecdid süreci kısa dönemli değil, aksine uzun çağları kapsayan ve içinde yeni bir uygarlığı barındıran uzun dönemli bir hareket olduğundan tek bir müceddidle değil, birbiriyle dikey ve yatay entegrasyona girmiş birden fazla müceddid ve kadrolarıyla gerçekleştirilebilir. Zaten tek bir müceddidin ne ömrü ne kadrosu ne de kapasitesi böyle bir uygarlığı inşa etmeye yeterli gelemez. Aynı olaya Bediüzzaman da parmak basar: </p><p></p><p></p><p> "Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar,mânâ veri-yorlar.” </p><p></p><p></p><p> "Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazreti Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir." (Nursi, 1994, s.1641) </p><p></p><p></p><p> Zulmün, talanın, şehvetin, dinsizlik ve inkâr-ı uluhiyyetin yoğunlaştığı ve hayatın her tarafında yaygınlaştığı safhada buna tepkinin iki şekilde doğduğunu görüyoruz. Biri pasif tepki diyebileceğimiz "öz savunma"dır. Yani, sağlam ve asil ailelerin, köy cemaatlerinin hiç olmazsa çocuklarını bu felaketten korumak amacıyla gösterdiği tepkidir. Bu genellikle, kimseye hissettirmeden, hiç beklenmedik mekanlarda kültürün bazı önemli unsurlarının yeni nesle gizli gizli aktarılmasıdır. Veya, çok gizli bir teşkilat bünyesinde sınırlı sayıda bir topluluğun yine umulmadık, yönetimin şüphesini çekmeyecek mekanlarda toplantılar ve sohbetler yoluyla mevcut imanı koruma şeklindedir. Bu tip hareketler, genellikle toplum fertlerinin kendi kendini koruma faaliyeti olarak değerlendirilebilir. İkinci önemli tepki ise, çok sağlam, güçlü ve hedefi yüzyılları kapsayan, çok büyük dönüşümleri öngören bir harekettir. Hayatın iğrenç ve leşliğini göre göre, onun etkisini bütün benliğinde hissede hissede yetişen, fakat ruhunun derinliklerinde "fazilet", "adalet", "marifet", "iffet" "şevk", "hamiyet" ve "hikmet" bulunan bir "öncü azınlık" çok yüksek bir dinamizmle, inanılmayacak boyutta bir fedakârlıkla, akıl almaz düzeyde bir davaya bağlılık şuuruyla toplumu sefalet, rezalet, sefahet ve imansızlık hastalığından kurtarmak üzere seferber olmaları, gizliden gizliye toplumla buluşmaya çalışmaları şeklinde ortaya çıkar. Burada hemen şunu vurgulamak gerekir: Büyük medeniyetlerin temelini atabilecek büyük kabiliyet ve istidatlar ancak böyle ortamlarda ortaya çıkabilir. Yüksek düzeyde fedakârlık, davaya bağlılık, samimiyet, inanç, düşünce, tefekkür, faaliyet, ancak hayatın tüm yönlerinin kokuştuğu, leşleştiği, iğrençleştiği ortamlarda inkişaf edebilir. Çünkü bu ortamda, bu kabiliyetler leş hayatın iğrençliğini yaşamakta, onun sonuçlarından geniş ölçüde etkilenmekte, bütün yönlerini net bir şekilde görmekte ve hissetmektedirler. Kitaplardan okunma bilgiler veya anadan babadan duyma malumatlardan değil, bizzat tüm duygularıyla olayın içinde bulunmaktadırlar. Bu düşünceyi savunan, temsil edenlerin propagandalarına karşı kanma veya şüpheye düşme durumları tamamen ortadan kalkmakta; onların tüm sistemlerini akılları, kalpleri, mantıkları, ruhları, hayalleri ve tüm duygularıyla reddederek kendi "iyi"lerine ulaşmaktalar. Belki kendi adlarından şüphelenebilirler ama, bozguncuların dayattığı hayatın iğrençliğinden kesinlikle şüphelenmezler. Bu azınlık kendilerini bu davaya öyle adarlar ki, onların gözünde ne dünya makamı, hatta ne de cennet tutkusu bile yoktur. Dünya zevklerinden en meşrûları bile onların bilmediği şeylerdir. Aralarında görülmemiş bir kardeşlik ve yardımlaşma vardır. Sadece davada değil, aynı zamanda tüm duygu ve düşüncede de bütünleşmişlerdir. Neslin, bozguncuların cenderesinden kurtarılması, toplumun ayaklar altından alınarak yüksek ve onurlu bir düzeye çıkartılması ve en önemlisi İslamın izzetinin maksimum düzeyde gerçekleştirilmesi onlar için mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir özlemdir. Bu özlemin şiddeti o derece yüksektir ki, onun dışında gözleri hiç bir şeyi görmez. Bunlar: "Kur'anımız yer yüzünde cemaatsız kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur." diyecek kadar neslin kurtuluşunun ve İ'la-i Kelimetullah'ın sevdalıları. "Tecdid Çevresi" dediğimiz bu kadroda aynı zamanda engin bir şefkat ve muhabbet vardır. Aşağıda somut örneklerini göreceğimiz gibi bunların sahip olduğu şefkat ve muhabbet sadece yakın çevrelerine değil aynı zamanda başta müslümanlar olarak tüm masum insanlaradır. Şefkat ve muhabbetleri yine sadece lafta değil, aynı zamanda pratik hayattadır da. Geliştirdikleri kurumlarla zayıf, güçsüz, fakir, çaresiz ve hastalara karşılıksız yardımda bulunur ve onların kalplerini kazanırlar. Aynı zamanda bunlar avare ve boş gezen miskin takımından değil, aksine dünyayı imar ve inşa etmek için çalışma, şevk ve hamiyetiyle dolu olan insanlardır. Keza bunlar "mevcutla yetinme" himmetsizliği ve hamiyetsizliğinden arınmış, son derece ileri ve yüksek hedef ve vizyonların sahibidirler. Amaçları çağları ölçeğinde dünyada "süper" olmaktır. İşte bu yüksek dereceli özlem selinin önünde uzun dönemde durabilecek hiçbir set yoktur. </p><p></p><p></p><p> Çöküntü'den Kısmî Fazilet'e giden süreci şöyle tahmin edebiliriz: Yüksek düzeyde özlem yüklü olan bu azınlık, sefalet, onursuzluk, zulüm, şehvet, talan, inkâr-ı uluhiyyet setinin tabanını çalışma ve faaliyetleriyle yavaş yavaş aşındırmaya başlar. Doğal olarak bozguncu dediğimiz kesim farklı nitelikte kadrolar olabilir. Yabancı işgal güçleri olabileceği gibi, yabancı güçlerin adi bir misyoneri şeklinde düşünen ve yöneten yerliler de olabilir. Önemli olan niyet ve icraatlarıdır. Şefkat, adalet, iffet, hürriyet, iman ve çalışma şevk ve hamiyetine dayanmayan icraatlar bozguncu icraatlardır. Tevhid ve vahyin şekillendirdiği fıtratları tahrip eden her türlü düşünce, yaklaşım ve politika bozgunculara aittir. </p><p></p><p></p><p> Yüksek özlem düzeyine bağlı olarak geliştirilen ve son derece itina ile korunan kurumlar, kısa zamanda egemen kesimin kokuşmuş kurumları karşısından yüksek bir performans göstereceğinden toplum geniş ölçüde bu kurumlara rağbet etmeye; bu kurumların etrafında teşkilatlanmaya başlarlar. Hatta, egemen kesimin bir kısım şahsiyetleri bu kurumları ve bu kesimin ideallerini savunmaya başlarlar. Artık yenilikçilerin gerekli kadroları yetiştiğinden egemen kesimin sosyo-ekonomik düzenine açıktan ve yüksek perdeden eleştiriler yöneltmeye, sistemin temellerini sarsmaya başlarlar. Bu aşamada egemen kesim, büyük bir telaşa kapılarak elindeki "zinde güçleri" harekete geçirip, yenilikçilerin üzerine çullanmaya çalışır. Ancak, savunduğu ilke ve ideallerin elle tutulur tarafı kalmadığından; kendisiyle beraber hareket eden kadroların toplum nazarında talancı, soyguncu, bozguncu ve ahlak yoksunu olarak kabul edildiğinden, egemen kesimin saldırgan tutumu kamuoyunda nefretle karşılanır; toplum kurumları korumak için gözünü budaktan esirgemez bir duruma çıkar. Yenilikçiler ise, dev adımlarla yürümeye devam ederler. Etkinlikleri sadece ülke içiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda dünyanın önemli bir bölümünde teşkilatlanma hareketine başlarlar. Belli bir noktadan sonra, ümmet, yenilikçilerin arkasında yerini alır ve emirlerine amade olur. Yenilikçiler, yine sadece kendi vatandaşlarının değil, aynı zamanda tüm dünya müslümanlarının, hatta dünyadaki tüm mazlum milletlerin dertleriyle yakından ilgilenmeye çalışır. Öte yandan geliştirdiği yeni paradigmayla bilimde, teknolojide, kültürde yeni ve orjinal, alternatif dünya görüşü sunarlar. Bu kesim din ve ırk farkı sözkonusu olmadan büyük bir taraftar toplar. Son derece dinamik bir yapıda olan sosyo-ekonomik kurumlar bu paradigma içinde çalışmaya başlarlar. Arka arkaya yeni ve orjinal buluşlar; dünyanın genel problemlerinin çözümü için mantıklı ve tutarlı öneri paketleri üretmeye başlarlar. Toplumun önemli bir kesimi ise, yenilikçilerin arkasında yep yeni bir hayat tarzı yaşamaya başlarlar. Egemen kesim ise hâlâ direnmeye, kendilerinin ilerici, bunların gerici olduğunu tekrarlamaya devam eder ve fırsat buldukça zinde güçleri üzerlerine salmaya çalışır. Ancak, toplumsal mekanizmaların çok büyük bölümünün bu kesimin kontrolüne geçmesi, onları çaresiz ve güçsüz bırakır. Siyasi iktidarı ellerinde tutmaya devam etseler de toplum vicdanında mahkum olduklarından tüm çabaları boşa çıkar; ve giderek yalnızlığa ve izolasyona itilirler. Çıkış, davranış ve tavırları kitlelerin yoğun tepki ve öfkesini çektiğinden basit bir operasyonla yer altına çekilmek zorunda kalırlar. Yenilikçilerin nihai hedefleri henüz gerçekleşmemiştir. Nihai hedef, İ’la-i Kelimetullah'tır. Ancak, engellerden bir engel kalmıştır. Şimdi sıra, toplumu tepeden tırnağa İ’la-i Kelimetullah istikametinde dizayn et-meye ve seferber etmeye gelmiştir. Başta dünya müslümanları, daha sonra da diğer toplumlar adalete, hakka, iktisada, insanca muameleye kavuşturulmalıdır.Yeni dünya görüşünün öngördüğü ilkeler dünya ölçeğinde hayata geçirilmelidir. Bunun için ekonomide, sanatta, kültürde, bilim ve teknolojide süper olmak gerekmektedir. Yenilikçiler bu amaca ulaşmak için bütün sektörleri bu amaca yönelik seferber eder. Dünya ölçeğinde söz sahibi olmaya duyulan özlem bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu ideal doğrultusunda gerekli enerji ve kaynağın elde edilebilmesi için bütün ümmetin ve ümmete yakın toplumların tüm beşerî ve doğal kaynakları maksimum düzeyde değerlendirilerek seferber edilir. Özlemin yöneldiği istikamette yeni yeni ve orjinal kurumlar teşekkül eder ve hemen ümmet ekseninde süratle yaygınlaşır. Artık, iman, iktisat, adalet, sanat, bilim ve teknolojide yeni medeniyetin yapısı şekillenmeye başlamıştır. Toplumda büyük bir coşku, sonsuz bir heyecan vardır. Eskiyi hatırlatan her hareket, fikir ve eğilime tahammülü yoktur. Bundan dolayı eski tüfeklere karşı bir toplumsal baskı sözkonusu olmakta; onlar toplum dışına itilmektedir. </p><p></p><p></p><p> Öncü azınlık sonunda, içinde bilimi, sanatı, düşüncesi ve teknolojisi olan bağımsız bir uygarlık inşa eder. Tecdid Çevresi’ni oluşturan öncü azınlıklara burada Horasan Erenleri örneği verilecek, diğerleri başka çalışmalarda incelenecektir. </p><p></p><p></p><p> <strong>Kısmî fazilet çağı örneği: osmanlı toplumu (14-16.yy) </strong></p><p><strong></strong></p><p> Tarihte büyük ölçekli ikinci İslam medeniyetini Osmanlılar kurmuşlardır. Bu medeniyetin en bariz özelliği İzzet-i İslam'ı en kâmil anlamda sağlamasıdır. Çağının ölçeğinde bilimde, ekonomide, güzel sanatlarda, askeri alanda yüksek bir medeniyet inşa etmişlerdir. Özellikle İslamın izzetini korumak ve müslümanların can ve mal güvenliğini, namus ve şerefini koruyup, en yüksek düzeyde savunmak bakımından Osmanlı medeniyeti son derece parlak ve şanlı bir medeniyettir. Bilindiği gibi "Osmanlı Medeniyet Kuşağı" diyebileceğimiz coğrafî ve beşerî alan son derece geniş ve bereketli bir alandı. Yerkürenin tam merkezinde yirmi milyon kilometrekare civarında bir coğrafya parçası ve çağının şartlarına göre yoğun bir nüfus varlığı Osmanlı medeniyeti bünyesi içindeydi. Avrupa'da Viyana kapılarından Afrika'da Orta Afrikaya, Yemen'e, Kuzeyde Kafkaslar'a kadar uzanan muazzam bir toprak parçası. Bu coğrafya içinde yüzlerce etnik unsur, lisan, din, mezhep, kültür kaynaşmakta idi. Osmanlı medeniyeti bu son derece heterojen unsurları kendi kalıbı içinde eritmiş ve kendine özgü bir "Osmanlı Kültür Kuşağı" oluşturmuştu. Osmanlı, müslümanların yeniden dirilişini temsil ediyordu. </p><p></p><p></p><p> Burada bizim için önemli bir can alıcı soru soralım; Küçük bir uç beyliği nasıl oldu da yirmi milyon kilometrekare coğrafya parçasına sahip olabildi? Sınırlı bir insan gücü nasıl büyük devletleri ve orduları dize getirdi, egemenliği altına aldı? Oldukça kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde sınırlarını akıl almaz şekilde genişletti? Daha da önemlisi üçyüz atlıdan ibaret olduğu iddia edilen bir göçebe topluluk nasıl oldu da dünya çapında etkin, rasyonel, bilimsel, sosyal, siyasi, ekonomik, mali, askerî müesseseler kurabildi?. Bunları asırlarca yozlaşmadan ayakta tutabildi?. Ömer L. Barkan Hocanın ifadesiyle: " Selçuk-Bizans hududlarında yaşayan bir uç beyliğinin, diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihe, pek kısa bir zaman içinde tarihin seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline gelivermesi hadisesi..." sadece padişahların "dirayet ve şecaatine" verilerek anlatılamaz. Aynı şekilde sadece İlahi Lütuf ve İnayet'e dayanarak anlatmak da "Sünnetullah"a aykırıdır. O zaman bu olayın geri-planında başka dinamikleri aramak gerekir. Bir kere o günün insanında en azından Öncü Azınlık'ında cihanşumûl bir mefkûrenin olup olmadığı, varsa bu mefkûrenin gelişmesinde ve insanların düşünce dünyalarında yapısallaşmasında, belki bir özlem halinde kurumsallaşmasında belirleyici olan sosyal, siyasal, psikolojik, beşerî ve dini faktörler nelerdi, ve nasıl ortaya çıkmışlardı? Bu soruların birer birer cevaplanması, çeşitli cepheleriyle incelenmesi gerekir. Doğal olarak burada esas olarak incelenmsi gereken unsur inşa edici faktör olarak bireyin sosyo-pskolojik yönlerinin incelenmesidir. Bu konudaki sorulması gereken soru gayet basittir: iletişim imkânlarının henüz gelişmediği bir çağda Bilecik'te, Bursa'da, İstanbul'da, Edirne'de yaşayan sıradan bir insanı Üsküp, Varna, Bosna, Viyana önlerine sürükleyen içsel enerji nasıl ve hangi santrallarda üretilmişti? Balkanların bitmez tükenmez orman ve bataklıkları ve Afrika ve Orta Doğu'nun dayanılmaz çöllleriyle yıllarca boğuşmayı göze aldıran "kışkırtılmış özlem" neyeydi ve nasıl doğmuştu? Bütün bu soruları cevaplamak için burada önereceğimiz tez yine "Çevresel Tasallut" ve "Tecdid Hareketi" ve "Öncü Azınlık" kurumu olacaktır.</p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Huseyni, post: 229981, member: 27"] [B]Pür-fazilet çağından kısmî bunalım çağına [/B] Çevrenin tasallutu bertaraf edilip, İ’la-i Kelimetullah seviyesine çıkılarak, yüksek İslam medeniyeti kurulduktan sonra kitlelerin şan ve şeref noktasında tatmine ulaşmaları ve "İslamın izzetinin" maksimum düzeyde sağlanması Öncü Azınlık’ın ortadan kalkarak kitlelerin rehavet ve uyuşukluğa girmelerine neden olur. Bunun nedeni öncü kesimin çevreden meydan okumalara maruz kalmaması, içsel meydan okumalara da cevap verememesidir. Gerçekten daha önceki akıl almaz dinamizmi ile başdöndürücü başarılar sergileyen bu kesim belki biraz da zafer sarhoşluğu ile doyum noktasına ulaşır ve derin bir rehavete kapılır. Bu aşamadan sonra öncü azınlık yavaş yavaş "kuruma" sürecine girer. Bu kesimdeki duyarlılık ve dinamizmin kaybolması toplumda daha formel ilişkilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu aşamada bürokratikleşme ve kurumlaşma başlar ve yavaş yavaş hayatın tüm cephelerini tepeden tırnağa sarar. Toplumda riyazet yerine konfor ve lüks, cihad yerine rahat ve risksiz yaşantı, fedakârlık yerine bencillik, şefkat yerine kısmî de olsa zulüm yaygınlaşır. İktisadi hayatta reel sektörlerde canlılık ve dinamizm yerine kısa yoldan para kazanma ve spekülasyon, toplumda hakim olan unsurlar olur. Bilimsel hayatta orjinallik ve özgünlük yerini taklid ve şerhe terk eder. Sonuç olarak öncü azınlıktaki kurumaya bağlı olarak toplum mekanikleşmeye ve kurumsallaşmaya başlar. Ancak bu dönemin temel özelliği, öncü kesimin eski etkinliğini yitirip, toplumu belirleme gücünü elinden kaybetmesi sürecinin başlamasıdır. Artık bu dönemden sonra herşeyini İ'la-i Kelimetullah için seferber edebilecek sevdalılar yavaş yavaş yerini, geniş ölçüde menfaat ve şan ve şeref için çalışan bireylere terketmeye başlar. Weber'deki karizmanın sıradanlaşması gibi toplumda bürokrasinin artması ve yaygınlaşmasıyla yaratıcı fonksiyon yerini bürokratik fonksiyona bırakır. Bu ortamda kitleler başka tatmin alanları bulmaya yönelerek, daha “inferior” ve basit amaçlar peşinde koşmaya başlarlar. Böylece, toplum, dinamizm ve enerjisini kaybederek düşüncede, eğilimde hareket ve davranışta bir gerileme dönemine girer. İslam toplumları bağlamında bu süreç incelendiğinde şu genel eğilimler belirlenebilir: Bu safhada, bir önceki safhada kurulan kurumlar aynen devam eder. Şeklî olarak toplumun genel görüntüsü birinci safhadakiyle paralellik arzeder. Toplumsal ilişkiler, gelenek ve görenekler, fazilet dönemdeki gibi şeklî olarak İslami havası ve formunu korur; geriden bakıldığında toplumun tepeden tırnağa İslami bir toplum olduğu anlaşılır. Hatta bu dönemde kurumlardan bir çoğu yapısallaşma aşamasını yaşadığından bir önceki döneme göre görünüşte daha üstün olduğu izlenimini doğurur. Yine bu dönemde belki ilk dönemde bulunmayan veya bulunsa da sadece çekirdek halinde bulunan bazı bilim ve sanat dalları gelişmesini sürdürür, belkide zirve noktasına ulaşmış olabilir. Yine bu dönemde teknoloji ve bilimdeki ilerlemeler belli alanlarda daha da hız kazanmış olabilir. Bilgi birikimi artmış, bazı noktalar aydınlanmış, daha önce kurumsal hale gelmiyen bazı faaliyet alanları kurumsal hale gelmiş olabilir. Aynı şekilde bu dönemde refah artışı devam eder, hatta lükse ve konfora imkân verecek bir iktisadi ve ticari gelişme sözkonusu olabilir. Artık tüm faaliyetler belli kurum ve ilkeler etrafında yapılmaya başlanır. Bürokratikleşmenin artması ve yaygınlaşması fazilet ve dürüstlükten ziyade uzmanlığı önplana çıkarır. Yine Weber'in ifadesiyle "kalpsiz makinalar" toplumu yönetmeye başlar. Bu aşamadan sonra yönetici kesime Toynbee'nin ifadesiyle "Egemen Azınlık" hakim olur. Egemen Azınlık, geniş ölçüde faziletten, şefkatten, adaletten ve hikmetten uzak, otoriter, baskıcı, dayatmacı, lüks ve konfor içinde yaşayan, gelir ve servet dağılımında sadece belli kesimleri kollayan, geniş kitlelerin sefalet ve ızdırabına önem vermeyen bir yönetici kesimden oluşur. Irkçılık, imtiyazcılık, adam kayırmacılık, kavim kayırmacılık bu kesimin temel politikaları olur. Dayandığı kesimlerin lüks ve konfora dayalı yaşantısını garanti altına alabilmek için köylünün, esnafın, tüccar ve sanayicinin malını ve servetini gasp, vergi, ve baskı yoluyla ellerinden alır ve egemen kesime peşkeş çeker. Ekonomik olarak bazı kesimlerin ve sektörlerin gelişmesi ve ilerlemesi devam etse de toplum ekseriyetinin refah düzeyi giderek geriler ve kötüleşir. Vergi çeşidi ve oranları aşırı ölçüde arttırıldığından üreticilerde daha fazla üretme şevk ve gayreti azalır. Bilim tevhid-duyarlı niteliğini kaybederek çıkara, şöhrete, şirke hizmet etmeye başlar. Sanat fazilet ve hikmeti uyaracak yerde şehvet ve şöhreti kışkırtıcı niteliğe girer. Siyaset baskı, şiddet, şantaj, yalan ve çıkar üzerine bina edilir. Öncü Azınlık'ın yerini Egemen Azınlık'a terk etmesiyle toplum da Egemen Azınlık'ın özlemleri doğrultusunda şekillenmeye başlar. Aslında bu aşamada toplum tüm hareket ve dinamizmini kaybetmiş, statik bir toplum haline gelmiştir. Bu aşamadaki toplum tam bir "dengeli toplum" niteliğini gösterir. Belli bir dönem kendi ölçülerine göre ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alanlarda dengeye gelmişler, herhangi bir baskın ihtiyaçları kalmamış, sıkıntıları asgari düzeye inmiştir. Bu açıdan değişmeye, yenilenmeye hiç mi hiç ihtiyaçları yoktur; hatta, buna karşıdırlar da. O toplum için en ciddi kötülük “değişme”dir. Çünkü, muhteşem bir geçmişe sahiptirler, o muhteşem geçmişi kuran ataları kendilerine muhteşem töreler, gelenekler, kurumlar ve sistemler bırakmıştır. O muhteşem kurumları, fikirleri, yaşayış tarzını bırakmak tek kelimeyle "zübbelik"ten başka bir şey değildir. Bu sürece Emeviler (bazı yönetimler müstesna) ve 17. yüzyıldan sonra Osmanlı toplumu örnek olarak verilebilir. Sahabe ve Tabiin'in etkisi ve belirleyici fonksiyonunun azalmasıyla Emeviler'de siyasi, ekonomik, kültürel ve düşünce alanında tevhid-duyarlı olmayan gelişmeler yaşamıştır. Yönetimde ırkçı ve kavmiyetçi politikalar, ekonomide sömürü ve haksız iktisaplar, kültürde tevhid-dışı politikalar, bilimde marifet-dışı politikalar yavaş yavaş topluma hakim olmuştur. Toprak mülkiyetinde tekelleşme eğilimleri, ticarette faiz ve spekülasyon işlemleri, tüketimde lüks ve konfora dayanan yaşantı tarzları toplumda yaygınlaşmaya başlamıştır. (Duri, 1987, s.40). Benzer şekilde üretici üzerine tarh edilen vergiler de zaman zaman yüksek oranlara ulaşmış, bu zulüm ünlü maliyeci İmam-ı Yusuf'un dikkatini çekmişti. Zamanın sultanı Harun'er-Reşid'e verdiği bir raporda vergi oranlarının yüksekliğinden, dikta rejiminin sakatlığından sözediyordu. Büyük müçtehid, vergilerin yüksek olması durumunda üreticilerin üretme istek ve arzularını kaybedeceğini, dolayısıyla toplam üretimin düşeceğini bu yolla da hazine gelirlerinin azalacağını çok erken bir tarihte rapor ediyordu. Aynı şekilde sulama altyapılarının (kanalların) önemli ölçüde işlemez durumda olduğu, büyük nehir ve kanalların çiftçiler tarafından ıslah edilmesinin mümkün olmadığı, bunu ancak devletin yapabileceğini ileri sürerek kanunun en önemli görevlerinden birinin de su yollarının işler tutmak olduğunu ifade ediyordu. Benzer şekilde bilim ve düşünce alanında da ciddi ölçülerde tevhid-duyarlı ilkelerden uzaklaşılıyor, tevhid yerine tevhid-dışı düşünce ve paradigmalar ikame ediliyordu. Felsefi alanda Farabi ve İbn-i Sina gibi feylesoflar Aristo metafiziğini ve kozmolojisini İslami kılık altında İslam dünyasına taşıyor, tevhidî düşünceyi belli ölçüde zedeliyorlardı. Keza kelamî alanda Mutezile ekolü aklı önplana alarak kitabî çizgiden geniş ölçüde sapıyordu. Bu gelişmelere paralel şekilde sivil ve askeri bürokrasi baskı, zulüm, gasp, konfor ve lüks hastalıklarına yakalanıyordu. İslam dünyasındaki Egemen Azınlık'taki lüks tutkusu, zulüm, dayatma, İslamın ruhundan uzaklaşma eğilimi, toprakta ve servette yığışma toplumsal huzurun bozulması, dolayısıyla huzur ve fazilet toplumunun yavaş yavaş şiddet ve zulüm toplumu olmaya doğru evrilmesine zemin hazırlamıştır. Nitekim sözkonusu gelişmelere paralel olarak İslam toplumlarında da sosyal huzursuzluk çok geçmeden uç vermeye başlamıştır. İslam toplumları bu dönemden sonra sık sık ayaklanma ve isyanlarla çalkalanmıştır. Şuttar ve Ayyarun ayaklanmaları, Zenci Ayaklanması, İsmailîlik ve Karmatilik ayaklanmaları etkisi derin ve yaygın olan ayaklanmalardı [B]Kısmî bunalım çağından kısmî çöküntü çağına [/B] İslam toplumlarında çöküntü sürecinin şöyle işlediği görülür: Öncü Azınlık'ın toplumu belirlemedeki etkisinin iyice azalıp toplum tevhid-duyarlı anlayış ve düşünceden uzaklaşarak ciddi bir karmaşa ve anarşi içine yuvarlandığı ortamda ruhunun derinliğinde "nifak", imansızlık, iffetsizlik, zulüm, ve "bozgunculuk" tohumları taşıyan bir kısım kişi ve topluluklar anti-tevhid bir zeminde buluşarak toplum fertlerine gizliden gizliye tevhid-dışı fikir ve düşünceler empoze etmeye başlarlar. Bozguncu kadro sadece basit ve geçici bir heves ve amaç peşinde değil, tersine son derece etkili ve kalıcı düşünce ve sistemlerin sahibidirler. Bu kadro fikir ve düşüncelerine çok samimi olarak bağlı hatta yeni fikirlerinin adeta "sevdalıları"dırlar. Birbiriyle irtibatları, birbiriyle yardımlaşma ve dayanışmaları en yüksek düzeydedir. Bu kesim son derece dinamik ve son derece fedakârdır. Toplumun genel dizayn ve teşkilatlanması İslami bir formda olsa da zihin ve düşünce dinamizmini kaybettiği için içten içe kurumaktadır. Bu defa yeni düşünce ve fikirleri bozguncu kadro üretmektir. Her yenide bir farklılık ve cazibe olduğundan yeni üretilen fikirler eski fikir ve düşüncelerden daha etkileyici olur. Toplumun büyük bir kesimi ilk dönemlerde henüz yeni fikirlerle ünsiyet kuramadığından gerçi bu fikirler "marjinal" kalarak sosyal hayatta dışlanır, hatta baskı altına alınır. Bununla birlikte bu düşünce ve eğilimlerin toplum katlarında artış ve yayılış trendi çok yüksek olur. Toplumun geneli tarafından gayr-i meşru olarak nitelenen bu fikirler zamanla bazı düşünen kesim tarafından da benimsenip savunulduğundan topluma yavaş yavaş intikal eder. Yayılış hızının yüksek olmasından belli bir süre sonra yeni düşünceler de toplum tarafından kabul edilip, kurumlaşarak resmîleşme eğilimine girer. Ancak, eski düşünce ve kurumlar da varlığını sürdürdüğünden toplumda ciddi bir eski-yeni çatışması yaşanmaya, dolayısıyla toplumsal homojenlik geniş ölçüde bozulma sürecine girer. Bir tarafta toplumun çok büyük bir ekseriyetini teşkil eden muhafazkârlar, diğer tarafta yeni düşünceyi savunan değişimci ve devrimci dinamik kesim. Bu iki kanat birbirlerini anlamadan, herhangi bir diyalog zemini aramadan çatışmalarını sürdürürken toplumların en ciddi dönemleri olan "Çatışma ve Bunalım Dönemi" yoğunlaşır ve hayata hakim olmaya başlar. Sonunda toplumsal mekanizmaları ele geçirerek devrimci kesim Egemen Azınlık konumuna yükselir. Bunların belirlediği ve uygulamaya koyduğu sosyo-ekonomik politikalar imansızlık, iffetsizlik, zulüm, talan, israf, ırkçılık, ayrımcılık... gibi ilkelere dayanır. Toplum fertleriyle istişare etme, onların görüş ve eğilimlerine değer verme, toplumsal normları dikkate alarak politikaları onlara paralel belirlemeye çalışma gibi yaklaşımlar tarihe karışır. Egemen Azınlık için herhangi bir sınırlama, sosyal norm, gelenek sözkonusu değildir. Ekonomik hayat talan ve yağmaya dayanmaktadır. Çeşitli yollarla gelirin bir kısmı fakir kesimden alınmakta zengin kesime verilmektedir. Toplumun servetinin önemli bir bölümü ise, yabancı zenginlere transfer edilmektedir. Siyasi hayat, yalan, şantaj ve iftira üzerine kurulmuştur. Ayrıca zulüm, işkence, baskı, sürgün ve zindan siyasi hayatın olağan unsurlarıdır. Sistemin, kitlelere gülümseyen hiç bir yönü yoktur. İlk İslam toplumlarında kısmî-çöküntüye en güzel örnek, Abbasilerden başlayarak müslümanların siyasal ve kültürel olarak paramparça olmalarıdır. Sahabe ve Tabiin kadrolarının fiziki olarak ortadan kalkması ve onların yerini ikame edebilecek dinamik kadroların yetişmemesi toplumun hedefsiz ve amaçsız kalmasına neden olmuş, dolayısıyla toplum giderek doğru yoldan sapmıştır. İslam toplumlarının ilk çöküntü dönemlerinde yönetimin dayatması daha fazla mezhebî alanda olmuştur. Mesela Fatımî yönetim Şii mezhebine mensup olduğu için Sünnî toplumu sürekli olarak baskı altına almış, onların kültür ve dini yaşantılarını değiştirmeye çalışmıştır. Aynı şekilde Mu’tezile yaklaşımını benimseyen yönetimler muhaliflerine şiddetli işkence uygulamış, toplumu tepeden tırnağa Mu’tezile fikirleri etrafında dizayn etmeye çalışmıştır. Şiilik, Haricilik, Mutezilelik... gibi radikal mezhep mensuplarının şiddete ve asimilasyona dayalı politikaları İslam dünyasının bölündükçe bölünmesine zemin hazırlamıştır. Tarih kitaplarındaki sözde ilk dönem İslam devletlerinin sıralanışı bile insana ürküntü verici niteliktedir: Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Büveyhoğulları, Ağleboğulları, Endülüs Emevi Devleti, İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Tahiriler, Saffariler, Taberistan Hanedanlığı, Şeddadiler, Yezidiler... Siyasal ve kültürel parçalanma İslam toplumlarının can ve mal güvenliğinin ortadan kalkmasına, her tarafta müslüman kanının oluk oluk akmasına neden olmuştur. Haçlıların Kudüs’ü ele geçirerek 70 bin müslümanı katletmeleri İslam toplumlarının hangi düzeyde bir çöküntünün içinde bulunduklarına açık bir delili olarak zikredilebilir. Daha sonraki dönemde Moğolların baştan başa İslam ülkelerini işgal edip tahrip etmesi de aynı çöküntünün başka bir tezahürü sayılabilir. İslam toplumlarının gerek birbiriyle çatışmaları sonucu oluşan anarşi ve kaos, gerek Haçlı Seferlerinin doğurduğu yıkım, gerekse Moğol işgalinin neden olduğu çöküntü müslüman bireyin moral ve manevi duygularını geniş ölçüde tahrip etmiştir. Bu çağlarda müslümanlar sefalet, rezalet ve esaret içine sürüklenmiştir. Onurunu, umudunu ve kendine güvenini geniş ölçüde kaybetmiştir. İslamın izzeti korunamamıştır. Bu dönemden sonraki dönemlerde yaşanan diriliş süreçleri bu dönemin tersine, onur, İzzet-i İslamiye, fütûhat alanlarında gerçekleşecektir. [B]Kısmî çöküntü çağından kısmî fazilet çağına [/B] İslam toplumlarında hayatın tüm cephelerinde çöküntünün dibe vurduğu safhada yeni bir diriliş meşalesi yakılır. Bu süreci şöyle özetleyebiliriz: Hatırlanacağı gibi, Risalet'in söz konusu olduğu dönemde çağa damgasını vuran Öncü Azınlık kurumu Sahabe çevresi idi. Ancak risalet süreli ve sınırlıdır. Yeniden peygamber gelmeyecektir. Bu süreçte ise peygamberî misyonu İslam uleması içinden gelen Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Bu aşamada Öncü Azınlık unsurunu Tecdid Çevresi diyebileceğimiz kadrolar oluşturur. Doğal olarak, Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Doğal olarak bunların inşa ettiği medeniyet veya çağ Sahabe Çevresi'nin inşa ettiği medeniyet ve çağ kalitesinde olmayacaktır. Bundan dolayı bunların inşa ettiği çağa "Kısmî Fazilet Çağı" adını veriyoruz. Tarihteki somut gelişmelere geçmeden önce Bediüzzaman'ın Müceddid ve fonksiyonu ile ilgili yaklaşımını kısaca inceleyelim: Bediüzzaman “Her yüz senede Cenab-ı Hak dini tecdid eden birini gönderir” (el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522) Hadis-i Şerifine dayanarak ümmetin çöküntüye girdiği dönemlerde Nebevi misyonu üstlenecek büyük müceddidleri gönderdiğini ve onların kadroları yoluyla ümmeti çöküntüden kurtardığını anlatır: "Cenab-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (A.S.M) muhafaza etmiş.” “Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyne's-semâ ve'1-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır." (Nursi, 1994, s.559) Ancak çöküntüden fazilet dönemine uzanan tecdid süreci kısa dönemli değil, aksine uzun çağları kapsayan ve içinde yeni bir uygarlığı barındıran uzun dönemli bir hareket olduğundan tek bir müceddidle değil, birbiriyle dikey ve yatay entegrasyona girmiş birden fazla müceddid ve kadrolarıyla gerçekleştirilebilir. Zaten tek bir müceddidin ne ömrü ne kadrosu ne de kapasitesi böyle bir uygarlığı inşa etmeye yeterli gelemez. Aynı olaya Bediüzzaman da parmak basar: "Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar,mânâ veri-yorlar.” "Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazreti Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir." (Nursi, 1994, s.1641) Zulmün, talanın, şehvetin, dinsizlik ve inkâr-ı uluhiyyetin yoğunlaştığı ve hayatın her tarafında yaygınlaştığı safhada buna tepkinin iki şekilde doğduğunu görüyoruz. Biri pasif tepki diyebileceğimiz "öz savunma"dır. Yani, sağlam ve asil ailelerin, köy cemaatlerinin hiç olmazsa çocuklarını bu felaketten korumak amacıyla gösterdiği tepkidir. Bu genellikle, kimseye hissettirmeden, hiç beklenmedik mekanlarda kültürün bazı önemli unsurlarının yeni nesle gizli gizli aktarılmasıdır. Veya, çok gizli bir teşkilat bünyesinde sınırlı sayıda bir topluluğun yine umulmadık, yönetimin şüphesini çekmeyecek mekanlarda toplantılar ve sohbetler yoluyla mevcut imanı koruma şeklindedir. Bu tip hareketler, genellikle toplum fertlerinin kendi kendini koruma faaliyeti olarak değerlendirilebilir. İkinci önemli tepki ise, çok sağlam, güçlü ve hedefi yüzyılları kapsayan, çok büyük dönüşümleri öngören bir harekettir. Hayatın iğrenç ve leşliğini göre göre, onun etkisini bütün benliğinde hissede hissede yetişen, fakat ruhunun derinliklerinde "fazilet", "adalet", "marifet", "iffet" "şevk", "hamiyet" ve "hikmet" bulunan bir "öncü azınlık" çok yüksek bir dinamizmle, inanılmayacak boyutta bir fedakârlıkla, akıl almaz düzeyde bir davaya bağlılık şuuruyla toplumu sefalet, rezalet, sefahet ve imansızlık hastalığından kurtarmak üzere seferber olmaları, gizliden gizliye toplumla buluşmaya çalışmaları şeklinde ortaya çıkar. Burada hemen şunu vurgulamak gerekir: Büyük medeniyetlerin temelini atabilecek büyük kabiliyet ve istidatlar ancak böyle ortamlarda ortaya çıkabilir. Yüksek düzeyde fedakârlık, davaya bağlılık, samimiyet, inanç, düşünce, tefekkür, faaliyet, ancak hayatın tüm yönlerinin kokuştuğu, leşleştiği, iğrençleştiği ortamlarda inkişaf edebilir. Çünkü bu ortamda, bu kabiliyetler leş hayatın iğrençliğini yaşamakta, onun sonuçlarından geniş ölçüde etkilenmekte, bütün yönlerini net bir şekilde görmekte ve hissetmektedirler. Kitaplardan okunma bilgiler veya anadan babadan duyma malumatlardan değil, bizzat tüm duygularıyla olayın içinde bulunmaktadırlar. Bu düşünceyi savunan, temsil edenlerin propagandalarına karşı kanma veya şüpheye düşme durumları tamamen ortadan kalkmakta; onların tüm sistemlerini akılları, kalpleri, mantıkları, ruhları, hayalleri ve tüm duygularıyla reddederek kendi "iyi"lerine ulaşmaktalar. Belki kendi adlarından şüphelenebilirler ama, bozguncuların dayattığı hayatın iğrençliğinden kesinlikle şüphelenmezler. Bu azınlık kendilerini bu davaya öyle adarlar ki, onların gözünde ne dünya makamı, hatta ne de cennet tutkusu bile yoktur. Dünya zevklerinden en meşrûları bile onların bilmediği şeylerdir. Aralarında görülmemiş bir kardeşlik ve yardımlaşma vardır. Sadece davada değil, aynı zamanda tüm duygu ve düşüncede de bütünleşmişlerdir. Neslin, bozguncuların cenderesinden kurtarılması, toplumun ayaklar altından alınarak yüksek ve onurlu bir düzeye çıkartılması ve en önemlisi İslamın izzetinin maksimum düzeyde gerçekleştirilmesi onlar için mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir özlemdir. Bu özlemin şiddeti o derece yüksektir ki, onun dışında gözleri hiç bir şeyi görmez. Bunlar: "Kur'anımız yer yüzünde cemaatsız kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur." diyecek kadar neslin kurtuluşunun ve İ'la-i Kelimetullah'ın sevdalıları. "Tecdid Çevresi" dediğimiz bu kadroda aynı zamanda engin bir şefkat ve muhabbet vardır. Aşağıda somut örneklerini göreceğimiz gibi bunların sahip olduğu şefkat ve muhabbet sadece yakın çevrelerine değil aynı zamanda başta müslümanlar olarak tüm masum insanlaradır. Şefkat ve muhabbetleri yine sadece lafta değil, aynı zamanda pratik hayattadır da. Geliştirdikleri kurumlarla zayıf, güçsüz, fakir, çaresiz ve hastalara karşılıksız yardımda bulunur ve onların kalplerini kazanırlar. Aynı zamanda bunlar avare ve boş gezen miskin takımından değil, aksine dünyayı imar ve inşa etmek için çalışma, şevk ve hamiyetiyle dolu olan insanlardır. Keza bunlar "mevcutla yetinme" himmetsizliği ve hamiyetsizliğinden arınmış, son derece ileri ve yüksek hedef ve vizyonların sahibidirler. Amaçları çağları ölçeğinde dünyada "süper" olmaktır. İşte bu yüksek dereceli özlem selinin önünde uzun dönemde durabilecek hiçbir set yoktur. Çöküntü'den Kısmî Fazilet'e giden süreci şöyle tahmin edebiliriz: Yüksek düzeyde özlem yüklü olan bu azınlık, sefalet, onursuzluk, zulüm, şehvet, talan, inkâr-ı uluhiyyet setinin tabanını çalışma ve faaliyetleriyle yavaş yavaş aşındırmaya başlar. Doğal olarak bozguncu dediğimiz kesim farklı nitelikte kadrolar olabilir. Yabancı işgal güçleri olabileceği gibi, yabancı güçlerin adi bir misyoneri şeklinde düşünen ve yöneten yerliler de olabilir. Önemli olan niyet ve icraatlarıdır. Şefkat, adalet, iffet, hürriyet, iman ve çalışma şevk ve hamiyetine dayanmayan icraatlar bozguncu icraatlardır. Tevhid ve vahyin şekillendirdiği fıtratları tahrip eden her türlü düşünce, yaklaşım ve politika bozgunculara aittir. Yüksek özlem düzeyine bağlı olarak geliştirilen ve son derece itina ile korunan kurumlar, kısa zamanda egemen kesimin kokuşmuş kurumları karşısından yüksek bir performans göstereceğinden toplum geniş ölçüde bu kurumlara rağbet etmeye; bu kurumların etrafında teşkilatlanmaya başlarlar. Hatta, egemen kesimin bir kısım şahsiyetleri bu kurumları ve bu kesimin ideallerini savunmaya başlarlar. Artık yenilikçilerin gerekli kadroları yetiştiğinden egemen kesimin sosyo-ekonomik düzenine açıktan ve yüksek perdeden eleştiriler yöneltmeye, sistemin temellerini sarsmaya başlarlar. Bu aşamada egemen kesim, büyük bir telaşa kapılarak elindeki "zinde güçleri" harekete geçirip, yenilikçilerin üzerine çullanmaya çalışır. Ancak, savunduğu ilke ve ideallerin elle tutulur tarafı kalmadığından; kendisiyle beraber hareket eden kadroların toplum nazarında talancı, soyguncu, bozguncu ve ahlak yoksunu olarak kabul edildiğinden, egemen kesimin saldırgan tutumu kamuoyunda nefretle karşılanır; toplum kurumları korumak için gözünü budaktan esirgemez bir duruma çıkar. Yenilikçiler ise, dev adımlarla yürümeye devam ederler. Etkinlikleri sadece ülke içiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda dünyanın önemli bir bölümünde teşkilatlanma hareketine başlarlar. Belli bir noktadan sonra, ümmet, yenilikçilerin arkasında yerini alır ve emirlerine amade olur. Yenilikçiler, yine sadece kendi vatandaşlarının değil, aynı zamanda tüm dünya müslümanlarının, hatta dünyadaki tüm mazlum milletlerin dertleriyle yakından ilgilenmeye çalışır. Öte yandan geliştirdiği yeni paradigmayla bilimde, teknolojide, kültürde yeni ve orjinal, alternatif dünya görüşü sunarlar. Bu kesim din ve ırk farkı sözkonusu olmadan büyük bir taraftar toplar. Son derece dinamik bir yapıda olan sosyo-ekonomik kurumlar bu paradigma içinde çalışmaya başlarlar. Arka arkaya yeni ve orjinal buluşlar; dünyanın genel problemlerinin çözümü için mantıklı ve tutarlı öneri paketleri üretmeye başlarlar. Toplumun önemli bir kesimi ise, yenilikçilerin arkasında yep yeni bir hayat tarzı yaşamaya başlarlar. Egemen kesim ise hâlâ direnmeye, kendilerinin ilerici, bunların gerici olduğunu tekrarlamaya devam eder ve fırsat buldukça zinde güçleri üzerlerine salmaya çalışır. Ancak, toplumsal mekanizmaların çok büyük bölümünün bu kesimin kontrolüne geçmesi, onları çaresiz ve güçsüz bırakır. Siyasi iktidarı ellerinde tutmaya devam etseler de toplum vicdanında mahkum olduklarından tüm çabaları boşa çıkar; ve giderek yalnızlığa ve izolasyona itilirler. Çıkış, davranış ve tavırları kitlelerin yoğun tepki ve öfkesini çektiğinden basit bir operasyonla yer altına çekilmek zorunda kalırlar. Yenilikçilerin nihai hedefleri henüz gerçekleşmemiştir. Nihai hedef, İ’la-i Kelimetullah'tır. Ancak, engellerden bir engel kalmıştır. Şimdi sıra, toplumu tepeden tırnağa İ’la-i Kelimetullah istikametinde dizayn et-meye ve seferber etmeye gelmiştir. Başta dünya müslümanları, daha sonra da diğer toplumlar adalete, hakka, iktisada, insanca muameleye kavuşturulmalıdır.Yeni dünya görüşünün öngördüğü ilkeler dünya ölçeğinde hayata geçirilmelidir. Bunun için ekonomide, sanatta, kültürde, bilim ve teknolojide süper olmak gerekmektedir. Yenilikçiler bu amaca ulaşmak için bütün sektörleri bu amaca yönelik seferber eder. Dünya ölçeğinde söz sahibi olmaya duyulan özlem bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu ideal doğrultusunda gerekli enerji ve kaynağın elde edilebilmesi için bütün ümmetin ve ümmete yakın toplumların tüm beşerî ve doğal kaynakları maksimum düzeyde değerlendirilerek seferber edilir. Özlemin yöneldiği istikamette yeni yeni ve orjinal kurumlar teşekkül eder ve hemen ümmet ekseninde süratle yaygınlaşır. Artık, iman, iktisat, adalet, sanat, bilim ve teknolojide yeni medeniyetin yapısı şekillenmeye başlamıştır. Toplumda büyük bir coşku, sonsuz bir heyecan vardır. Eskiyi hatırlatan her hareket, fikir ve eğilime tahammülü yoktur. Bundan dolayı eski tüfeklere karşı bir toplumsal baskı sözkonusu olmakta; onlar toplum dışına itilmektedir. Öncü azınlık sonunda, içinde bilimi, sanatı, düşüncesi ve teknolojisi olan bağımsız bir uygarlık inşa eder. Tecdid Çevresi’ni oluşturan öncü azınlıklara burada Horasan Erenleri örneği verilecek, diğerleri başka çalışmalarda incelenecektir. [B]Kısmî fazilet çağı örneği: osmanlı toplumu (14-16.yy) [/B] Tarihte büyük ölçekli ikinci İslam medeniyetini Osmanlılar kurmuşlardır. Bu medeniyetin en bariz özelliği İzzet-i İslam'ı en kâmil anlamda sağlamasıdır. Çağının ölçeğinde bilimde, ekonomide, güzel sanatlarda, askeri alanda yüksek bir medeniyet inşa etmişlerdir. Özellikle İslamın izzetini korumak ve müslümanların can ve mal güvenliğini, namus ve şerefini koruyup, en yüksek düzeyde savunmak bakımından Osmanlı medeniyeti son derece parlak ve şanlı bir medeniyettir. Bilindiği gibi "Osmanlı Medeniyet Kuşağı" diyebileceğimiz coğrafî ve beşerî alan son derece geniş ve bereketli bir alandı. Yerkürenin tam merkezinde yirmi milyon kilometrekare civarında bir coğrafya parçası ve çağının şartlarına göre yoğun bir nüfus varlığı Osmanlı medeniyeti bünyesi içindeydi. Avrupa'da Viyana kapılarından Afrika'da Orta Afrikaya, Yemen'e, Kuzeyde Kafkaslar'a kadar uzanan muazzam bir toprak parçası. Bu coğrafya içinde yüzlerce etnik unsur, lisan, din, mezhep, kültür kaynaşmakta idi. Osmanlı medeniyeti bu son derece heterojen unsurları kendi kalıbı içinde eritmiş ve kendine özgü bir "Osmanlı Kültür Kuşağı" oluşturmuştu. Osmanlı, müslümanların yeniden dirilişini temsil ediyordu. Burada bizim için önemli bir can alıcı soru soralım; Küçük bir uç beyliği nasıl oldu da yirmi milyon kilometrekare coğrafya parçasına sahip olabildi? Sınırlı bir insan gücü nasıl büyük devletleri ve orduları dize getirdi, egemenliği altına aldı? Oldukça kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde sınırlarını akıl almaz şekilde genişletti? Daha da önemlisi üçyüz atlıdan ibaret olduğu iddia edilen bir göçebe topluluk nasıl oldu da dünya çapında etkin, rasyonel, bilimsel, sosyal, siyasi, ekonomik, mali, askerî müesseseler kurabildi?. Bunları asırlarca yozlaşmadan ayakta tutabildi?. Ömer L. Barkan Hocanın ifadesiyle: " Selçuk-Bizans hududlarında yaşayan bir uç beyliğinin, diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihe, pek kısa bir zaman içinde tarihin seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline gelivermesi hadisesi..." sadece padişahların "dirayet ve şecaatine" verilerek anlatılamaz. Aynı şekilde sadece İlahi Lütuf ve İnayet'e dayanarak anlatmak da "Sünnetullah"a aykırıdır. O zaman bu olayın geri-planında başka dinamikleri aramak gerekir. Bir kere o günün insanında en azından Öncü Azınlık'ında cihanşumûl bir mefkûrenin olup olmadığı, varsa bu mefkûrenin gelişmesinde ve insanların düşünce dünyalarında yapısallaşmasında, belki bir özlem halinde kurumsallaşmasında belirleyici olan sosyal, siyasal, psikolojik, beşerî ve dini faktörler nelerdi, ve nasıl ortaya çıkmışlardı? Bu soruların birer birer cevaplanması, çeşitli cepheleriyle incelenmesi gerekir. Doğal olarak burada esas olarak incelenmsi gereken unsur inşa edici faktör olarak bireyin sosyo-pskolojik yönlerinin incelenmesidir. Bu konudaki sorulması gereken soru gayet basittir: iletişim imkânlarının henüz gelişmediği bir çağda Bilecik'te, Bursa'da, İstanbul'da, Edirne'de yaşayan sıradan bir insanı Üsküp, Varna, Bosna, Viyana önlerine sürükleyen içsel enerji nasıl ve hangi santrallarda üretilmişti? Balkanların bitmez tükenmez orman ve bataklıkları ve Afrika ve Orta Doğu'nun dayanılmaz çöllleriyle yıllarca boğuşmayı göze aldıran "kışkırtılmış özlem" neyeydi ve nasıl doğmuştu? Bütün bu soruları cevaplamak için burada önereceğimiz tez yine "Çevresel Tasallut" ve "Tecdid Hareketi" ve "Öncü Azınlık" kurumu olacaktır. [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Cevap yaz
Forumlar
Eğitim ve Kültür
Bunları Biliyormusunuz
Tarihden Bir Yaprak
Türk-İslam Tarihinin Konjonktürel Yorumu
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.
Accept
Daha fazla bilgi edin.…
Üst