Tabiat Kanunlarını Nasıl Anlamalıyız

Nesl-i Cedid

Well-known member
Doç. Dr. Yener Öztürk





Tabiatın mahiyeti apaçık bilindiği hâlde, onu, olduğundan farklı göstererek, nesillere yaratıcı bir güç gibi takdim etmek, ilimlere karşın bir muaraza ve her biri başlı başına harika birer sanat eseri olan şu dünya sergilerindeki bütün antika eserleri de tahkir sayılır.​


Tabiat Kanunu Nedir?
Tabiat kanunu nedir? Materyalist bir bakış açısıyla bu sorunun cevabı Foulguié’nin Felsefe Sözlüğü’nde ‘tabiatta ve nesnelerde mevcut olan emredici kural’ şeklinde verilir. Yine aynı sözlükte kozalite açısından tabiat kanunu, ‘sebep ile sonuç arasındaki nedensellik ilişkisi’ olarak görülür.1

Materyalist filozof ve bilim adamları, belli olaylar ve özellikler arasındaki münasebetleri zorunlu olarak görmüşler ve kullandıkları önermelerde bu zorunlu gördükleri ilişkileri ‘tabiat kanunu’ olarak ifade etmişlerdir. Sonra da önermelerindeki bu ifadeye dayanarak olaylar arasındaki ilişkilerin illiyete dayalı tabiat kanunu olarak nitelendirilmesini tartışmasız olarak kabul etmişlerdir. Bunu, tümdengelime dayalı bir argümanın öncüllerinden çıkarılan bir hükmün zorunluluğuyla özdeş veya ona benzer zorunlu bir bağ olarak yorumlamışlardır.

Ne var ki illiyete dayalı ‘tabiat kanunları’, olanın neden öyle olduğunu asla açıklayıcı değildir. Zîrâ, ‘tabiat kanunları’ dediğimiz bu tekdüzelikler ancak olanı tasvir edebilirler, gözlemlenen olayın varoluş sebebiyle ilgili bir bilgi vermezler.

Bu noktada materyalist bilim adamlarının yanılgısı, ‘ne’ sorusunun cevabı olabilecek gözlemlerini, ‘neden böyle’ sorusunun cevabı imiş gibi kabullenip bir hüküm çıkartmalarıdır. Bu ise varlık hakkında bir enformasyon değil, bir ‘yorum’dur. Şu hâlde, ispatlanamayan böyle bir bilimsel açıklama bir ön yargıdan başka bir şey değildir. Kur’ân’ın terminolojisini kullanırsak bu sadece bir ‘zan’dır.

Bilimler, varlıklarını eşyadaki düzenli akışa (kanunlara) borçludurlar.2 Eşyanın yaratılışındaki düzen, Yaratıcı’nın eşyayı yaratış biçimidir. İnsanlar bu düzeni kavrayarak Yaratıcı’nın yaratış biçimine yaklaşırlar. Bu yaratış biçimi bütün varlığın düzenini belirler. Kâinatın düzeni veya tabiat kanunları dediğimiz şey, bu yaratış biçiminin görüntüsüdür, yoksa belirleyicisi değil. Yani, eşya belli bir biçimde var edildiği için tabiat kanunları vardır; tabiat kanunları var olduğu için eşya belli bir biçimde var oluyor, değildir.

Yaratılışta carî bir nizam (tekdüzelik) vardır; fakat bu, tam anlamıyla öngörülemez, çünkü bunun –Allah’ın emri ve iradesi hâriç- bundan sonra da aynı şekilde olmasını gerektiren hiçbir şey yoktur. Yaratılış, Allah öyle irade ettiği için tekdüzedir; daha da ötesi, yaratılışta, Allah’ın başka bir şekilde değil de, bu şekilde yaratmasını zaruri kılacak hiçbir şey yoktur. Varlığın düzenlilik içinde devam eden işleyişi, ancak ve ancak mutlak irade, ilim, kudret, hikmet ve rahmet gibi sıfatlara sahip bir Yaratıcı’nın doğrudan idare ve tasarrufuyla izah edilebilir, zîrâ mevcudatta tezahür eden bütün küllî fiiller, her şeyi ihata eden bir kudretin tecellileri olduğunu göstermektedir.

Bugün her şeyi maddede arayan materyalist araştırmacıların elinde bilim, yalnızca doğrudan doğruya gözlemlenen şeyin tasvirini yapmakla yetinmez; gözlemlenen olgularla ilgili ispatı yapılamayan tahminî açıklamalara da gider. Esasında bilimin görevi, olaylar arasındaki illet ve sonuç ilişkisini keşfetmeye çalışmaktır. Diğer bir ifadeyle, ilmî verileri toplamak sonra da bu verilerden hareketle varlıkta Allah’ın koymuş olduğu kuralları tespit etmektir. Ne var ki, söz konusu materyalist araştırmacıların bilimsel gayretlerinin odağında, ‘gördükleri düzenli akışı olaylardan sorumlu ‘zorunlu illetler’ olduğunu ileri sürmek’ gibi bir mârifeti(!) vardır. Yaratıcı’yı tanımak ve kabul etmek istemedikleri için, O’ndan bu şekilde kurtulmuş olabileceklerini düşünürler. Ancak tek bir Allah’ı kabul etmekten kaçındıkça, sonsuz ilâhları kabul etmek zorunda olduklarını görmezler.3

Sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi sebeplere vererek (yatay olarak) değerlendiren materyalist filozof ve bilim adamlarına mukabil İslâm kelâmında bu ilişki Tevhid inancının gereği olarak doğrudan Müsebbibü’l-esbaba verilmiştir. Meselâ İmam Maturidî (ö.333/944) şöyle der: Eşyanın düzene kavuşması her şeyi yerli yerine koyan hakîm ve alîm bir varlık sayesinde olmaktadır. Eşyaya/nesnelere ait tabiatlar (özellikler) için de bu durum aynen geçerlidir. Hattâ bu tabiatlar hakkında evleviyetle geçerlidir, çünkü onlar zıt özellikler taşırlar, bu da aralarında uyumsuzluğun doğmasına sebep bir durumdur. Ancak varlıkta dâimî bir uyum görülmektedir. İşte mevcutlar arasında gözlemlenen bu uyum/âhenk ve onun devamlılığı, hiç şüphesiz ki, her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve hükmü her şeye geçen (Kâhır) bir idare edicinin (Müdebbir) varlığına delâlet etmektedir.4

Yeniden vurgulamak gerekirse tabiat kanunları, insanların okuyup anlamlandırabileceği şekilde eşyanın düzenli bir tarzda Allah tarafından yaratılıp devam ettirilmesidir. Keza, tabiat kanunları, eşyanın varoluşunun sebebi değil, sonucudur. Yani, maddeyi ve hareketleri doğuran, kanunlar değildir, aksine, kanunlar var olan maddeden ve onun hareketinden doğarlar. Bilim dalları da bu kanunların sonucudur; onlar var olduğu için bilimler vardır. H. Pagels’in ifadesiyle, ‘..evren kodlanmış, kozmik kodla yazılmış bir mesajdır ve bilim adamlarının görevi bu mesajın şifresini çözmektir.’5

Gerek geçmişte gerekse bugün ‘sebep ve sonuç arasında zaruri bir bağın bulunmadığını’ anlamalarına rağmen bir kısım filozof ve bilim adamı yaratıcı gücün varlığının zorunlu oluşunu bir türlü kabullenememişlerdir. Meselâ determinizmin artık bir anlam ifade etmediğini kabullenen Nobel fizik mükâfatı sahibi Richard Feynman bunlardan birisidir. O şöyle der: “Size tabiatın ne şekilde davranacağını anlatacağım. Onun bu şekilde davranabileceğini kabul ederseniz, onu çok sevimli ve büyüleyici bulacaksınız. Eğer yapabilirseniz, kendinize sürekli olarak ‘ama bu nasıl olabilir’ diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. (Doğanın) neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor…”6

Öyle görünüyor ki R. Feynman gibi filozof ve bilim adamlarının bir noktadan sonra ötesine adım atamamış olmalarının temelinde, ön yargılarının şekillendirdiği şartlanmalar ve de nefsanî duyguların baskısı gibi saikler yatmaktadır:

Birinci olarak, varlığın meydana gelişini ele alırken, ‘müteal/aşkın bir boyut, rasyonel değildir’ diyerek teorilerini kuranların, böyle bir boyuta ulaşan muhtemel bütün yolları ‘rasyonel değildir’ diyerek baştan kapatmaya kendilerini mahkûm bırakmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu itibarladır ki Kur’ân-ı Kerîm, kâinatın yaratılışını anlamlandırabilecek olanların ancak, şartlanmışlık ve nefsanîliklerle fıtrî ayarı/dengesi bozulmamış temiz kalb/akıl sahipleri (ulü’l-elbâb) olabileceğini bildirir: “Semavatın ve arzın yaratılışında (varediliş biçiminde), gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip-gidişinde ulü’l-elbâb için gerçekten âyetler (açık işaret ve anlamlar) vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)

İkinci olarak, inkârcı bilim adamlarının, varlığın işleyişini tesadüfe dayalı zorunlu illetlerle yorumlamalarının temelinde hesaba çekilme kaydından kurtulma ve yükümlülüklerden kaçma gayreti söz konusudur; eğer kanunlar tesadüfen ortaya çıkıp sebep-sonuç münasebetiyle zaruret hâlini alarak devam ediyorsa, o zaman insan, davranışlarından niçin ve kime karşı sorumlu olsun? Açıktır ki nefsanî sâiklerden kaynaklanan böyle bir düşünce başlangıcı tesadüfe dayalı bir determinizm fikrini zihinlere rahatlıkla yerleştirebilmektedir. Şu hâlde bu düşüncenin mantığını aramak gerekmez, çünkü bu bir istektir. Kur’ân, inkârcıların düşünce dünyalarını şöyle dile getirir:

“Onlar yalnızca zanna ve nefislerinin hevâlarına/arzularına uymaktadırlar.” (Necm, 53/23)
“Eğer onlar senin bu çağrını kabul etmezlerse bil ki onlar sadece hevâlarına uymaktadırlar.” (Kasas, 28/50)

Bu âyetlerin ışığında inkârcıların arzuları şöylece özetlenebilir: İnsan serbest olsun, istediğini yapsın, iyi-kötü, sevap-günah gibi şeyler olmasın, tesadüfen gelinen dünyada rastgele yaşanıp rastgele çekilip gidilsin.

Kanun-Mucize Münasebeti
Kelime olarak, ‘acz’ kökünden7 gelen mucize, genel anlamda, benzerini getirmekten insanların âciz kaldığı olay8 olarak tarif edilir. Buna göre, kâinatta gözlemlediğimiz her bir varlık, her şeyi bir düzen içinde yapan ve yürüten Allah’ın bir mucizesidir. İnsan dâhil hiçbir sebep yüce Yaratıcı’nın kurduğu düzenden bağımsız olarak bir şeyi meydana getiremez.

Aslında, insanın çevresinde meydana gelen olaylar, yani hayatın kendisi mucizeler kümesidir. Fakat her şey âdet hâline geldiğinden, insan, bütün bu olayların insanı âciz bırakan birer mucize olduğunun farkına varamaz. Sözgelimi insanın kendisi, bizatihi bir mucize olduğu gibi, ondaki akıl, bir mucize, kan dolaşımı, sinir sistemi vs. hepsi ayrı bir mucizedir. Ne var ki zihnimiz, düzen içerisinde gözlemlediği olayları ‘sıradan olaylar’, bildiği düzenin dışında gördüğü olayları ise, ‘mucize’ olarak düşünür. Oysa her zaman gördüğümüz için ‘sıradan’ diye adlandırdığımız olaylar da birer mucizedir.

Kur’ân-ı Kerim’de ‘âyet’ lafzı, gerek olağan, gerekse olağan dışı her bir kevnî olayı içine alabilecek bir anlama sahiptir; kâinatta -alışılmış olsun veya olmasın- görünen her tür olay haddizatında O’nun ilim, irade, kudret vb. sıfatlarını gösteren birer âyettir. Nitekim Mekkelilerin, peygamberden -önceki peygamberler gibi-, kendi iddiasını desteklemek için, mucize anlamında âyetler getirmesini istediklerinde, Kur’ân çok kere buna cevap olarak kâinatta birbiri ardınca düzenli olarak vukû bulan olayları hatırlatır.

Eşya ve hâdiseleri vahyin ışığında seyredemeyen bir insan ülfet ve alışkanlıklarının etkisi altında bu âyetlerin mucizelik yönünü unutur ve mucizenin sadece alıştığı ve gördüğü şeylerin tersine meydana gelen veyahut bunların değişmesi şeklinde ortaya çıkan şeyler olduğunu zanneder. Öyle ki, insanlar yanlışlıkla tabiat olaylarının ortaya çıkışını sadece tabiî sebeplere dayandırmaları sebebiyle orada Allah’ın irade ve kudretini göremez olurlar, ancak harikulâde (tabiatüstü/olağan dışı) bir mucize vuku bulduğu zaman, bunun hakiki Fâil’inin Allah olduğu konusunda en ufak bir şüpheye düşmeden kabul ederler. İşte Yüce Yaratıcı, gerek hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, gerekse zihinlerin sebepler ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek için zaman zaman farklı (istisnaî) icraatlarda bulunur ki, biz bunları mucize olarak adlandırırız. Allah, bu harikulâde âyetleriyle, bize irade ve kudretinin sebep ve kanunları aşan sınırsız ve sonsuz bir keyfiyette olduğunu hatırlatır.

Evet, insan zihni alışık olduğu, kendisine tanıdık gelen bir şey gördüğünde onu sebeplerle açıklar ve sebeplerle açıklayabildiği için de söz konusu hâdiselerin vukuunu kolaylıkla onlara (sebeplere) verir. Orada âdeta Allah’a ihtiyaç duymaz ve olayın mucizevî boyutunu görmez. Yani zihne, sadece olağandışı/garip şeyler mucizevî gelir; böylesi bir olayı bildiği, alışık olmadığı sebeplerle açıklayamadığı için de onu tereddütsüz Allah’a verir. Oysaki temelde her şey bir mucizedir, ancak, her şeyin bir mucize oluşunu, yani bütün sebeplerin o şeyi vücuda getirmede âciz kalışını, zihnin, o şeylere âşina oluşu ve alışkanlıkları perdeler.

Esasında mucize kavramı/deyimi Kur’ân’da ve hadîslerde geçmemektedir. Bu mânâyı ifade için Kur’ân ve hadîs rivayetlerinde ‘âyet’ ve ‘burhan’ kelimeleri kullanılmıştır. Bunun gibi erken dönem hadîsçileri de ‘delîl’ ve ‘alâmet’ tabirlerini tercih etmişlerdir. Fakat zamanla kelâm kitaplarında mucize kelimesinin yaygın bir isim hâline geldiği görülmektedir.

Kelâm âlimlerinin sadece Allah’ın olağandışı icraatları için ‘mucize’ kavramını kullanmaları, teknik bir zaruretten olsa gerektir. Nitekim onlar ‘âyet’ kelimesinin yerine koydukları mucize için ‘âdet dışı/üstü bir iş’ anlamında ‘emrun hârikun li’l-âdet’ ifadesini kullanmakla9 her iki olayın da Allah’a ait bir iş olduğuna işaret etmiş olmaktadırlar.

Şimdi -sırf bu noktadan hareketle- mucizeyi şöyle tarif edebiliriz: Mucize, peygamberlerin sıdkını ve vahyin sıhhatini desteklemek için, Allah’ın tabiatta yürüttüğü akışı, mutad olandan farklı bir şekle intikal ettirmesidir.

Kanunların Varlık Hikmeti
Kevnî kuralların varlık hikmetini maddeler hâlinde ele almadan önce, ‘kanun’ kavramından ne anlamamız gerektiğine değinmemiz yararlı olacaktır. İlgili başlık altında da önemle ve ısrarla vurguladığımız üzere, kanun, eşya ve olayların Yaratıcı tarafından sebep-sonuç çizgisinde düzenli bir silsile halinde varlık sahasına çıkarılıp devam ettirilmesinin bize akseden görüntüsüdür. Kısa bir hatırlatmadan sonra şimdi varlığın kanunlarla idare edilmesinin hikmetine geçebiliriz.

Allah’ın, insanların istediği sonuçları doğrudan değil de, sebep-sonuç ilişkisine dayalı belli kanunlara/kurallara bağlı olarak yaratmasının elbette ki hikmetleri vardır. Biz bilebildiğimiz kadarıyla birkaç tanesini zikretmek istiyoruz:

a. Yüce Yaratıcı biz kâinatı anlayabilelim, isimleri/unvanları itibariyle Kendisini daha yakından tanıyabilelim diye koymuş olduğu kuralları, sebep-sonuç düzeninde yürütmeyi dilemiştir. Unutulmamalıdır ki, Yaratan’ın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur, çünkü O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır (İnnellahe ğaniyyun ani’l-âlemîn). (Bkz., Al-i İmran 3/197; Ankebut 296; Lukman 31/26; Hacc 22/64) Ancak, O’nun nasıl yarattığını anlamak için bizim sebeplere bağlı olarak gerçekleştirilen bir yaratılış şekline ihtiyacımız söz konusudur. Nitekim bu maksada yönelik olsa gerektir ki, Kur’ân, dikkatlerimizi daima yüce Yaratıcı’nın hayat verme ve yaratma gibi fiillerine çevirir: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Ölümünden sonra, arza nasıl hayat verdiğine (bir bak)” (Rûm 30/50); “Allah’ın, yaratma işini nasıl başlattığına ve sonra onu nasıl tekrarladığına bir bakmazlar mı?” (Ankebût 29/19)

b. Kanunlarda tedrîcilik söz konusudur. Bu ise insana İlâhî san’atın azamet ve inceliklerinin safha safha görülüp seyredilmesi imkânını sunar.

c. Kanunlar, düzenlilik ve süreklilik arz eden kevnî icraatlar olması cihetiyle, insana yaşadığı âlemde nasıl adım atması gerektiği hususunda sağlıklı bir fikir verir. Aynı zamanda bu kanunlar, istediği bir sonuca nerede ve nasıl ulaşacağı konusunda ona güven ve huzur verir. Bu da insanlar için şükrü gerektiren bir durumdur. Nitekim Rahmân Sûresi’nde, Ay ve Güneş’in belli bir hesapla/düzenle hareket ettirildiğine, semanın belli bir mizanla/ölçüyle yükseltilip konumlandırıldığına ve arzın bitki ve canlı varlıkların istifadesine uygun biçimde dizayn edildiğine dikkat çekildikten sonra şu cümleye yer verilir: “Şu hâlde, Rabbinizin nimetlerinin hangisini yalanlayabilirsiniz.” (Rahmân, 55/5-13)

d. Kanunlarla ilgili olarak vurgulanması gereken bir nokta da şudur: Fikirlerin gelişmesi, ilim ve medeniyetlerin teşekkülü için de kanunların varlığı gereklidir. Şöyle ki insanoğlu var olduğu günden beri, merak ve ilgisini belli bir ölçü ve düzen içerisinde yaratılan madde/eşya üzerinde yoğunlaşmaya vermiştir; bunun neticesi olarak da şifrelerle yaratılan varlığın sırlarını deşifre ederek açığa çıkmasına vesile olmaktadır. Neticede medeniyet ve teknoloji denilen şeyler, onun bu gayretleriyle günümüzdeki seviyesine ulaşmıştır. Hâlbuki işin başından her şey kuralsız/şifresiz olarak yaratılmış olsaydı, merak ve tecessüs kalmayacağından araştırma ve incelemeler de olmayacak ve insanlar dünyadan gelip-geçme sıralarını savmaya çalışacaklardı. Bir diğer ifadeyle insan, doğduğu gün, öleceği günü beklemekten başka bir işi olmayan bir varlık olacaktı. Bundan anlıyoruz ki varlığın sebepler ve kanunlarla idare edilmesi, insan istidadının inkişaf ettirilmesi ve onun imtihanıyla yakından ilgilidir. Yüce Yaratıcı dileseydi, varlığı kanunlara bağlı olarak idare etmeyebilirdi. Sözgelimi, O bize, ‘yer çekimi’ olarak isimlendirdiğimiz ‘yere indirim kanunundan’ hiç söz ettirmeyebilirdi; isteyene istediği zaman, boşlukta istediği sürat ve şekilde dolaşma imkânı verebilirdi. Veya dünyaya gelmesi istenilen bir çocuğun teşekkülü için, mücerred bir istemeyi/duayı şart koşardı da insan çocuğu kapısının önünde hazır bulabilirdi. Ancak bu durumda, beşerin zihnî ve iradî gayretleri, bilgi ve ilgi kaynakları kurumuş olurdu.10

Ayrıca Yaratıcı’nın düzenli icraatlarının adı olan tabiat kanunları taklit edilmeye açık durumdadırlar. Sözgelimi, belli bir süre ve tavuğa ait belli bir sıcaklık altında yumurtadan civcivin var oluşunu gören insanoğlu bunu aynen taklit etmiştir; bilinen bu belli süre ve belli sıcaklığı yumurtaya uygulayan ziraatçılar tavuk olmaksızın civcivin elde edilmesine –bi iznillah- muvaffak olmuşlardır. Yani ilimlerin gelişmesi de varlıktaki Allah’ın koyduğu kanunları keşfedip teknolojiye dönüştürmekten ibarettir.

Sonuç
Allah’ın eşyanın akışından sorumlu kılmak üzere ‘kanun’ isimli yaratmış olduğu bir varlık yoktur. Kanunlar, sadece olayların cereyan ediş şeklinin tasviridir. Yani bizim ‘kanun’ dediğimiz şey, yüce Allah’ın eşyayı düzenli bir devamlılık içinde yaratma ve yarattığını devam ettirme usulünden başka bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle, kanun, her an hükmünü icra eden sübhanî âdetin sebep-sonuç çizgisi içinde bize yansıyan görüntüsünden ibarettir. Kelâmcıların ifadesiyle bu âdetullahtır. Allah bu kanunlarla insanlara yol gösterir ve onların bu kurallara uygun hareket etmesini ister.

*Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
yozturk@yeniumit.com.tr


Kaynakça
Y. Bauguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, İstanbul 1998.
S. Hayri Bolay, E. Boutroux’ta Zorunsuzluk Fikri, MEB., İst. 1999.
H. Ziya Ülken, Bilim Felsefesi, Ülken yay. 1983.
Ebu Mansur el-Maturîdi, Kitabu’t-Tevhîd, İstanbul 1979.
Heınz R. Pagel, Kozmik Kod II, (çev. N. Bahar), İst. 1993.
Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, Tübitak yay. Ankara 2000.
M. F. Gülen, İnancın Gölgesinde, Nil yay. İstanbul 1996.
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1996.
N. es-Sabunî, Maturîdiye Akaidi, (çev. B. Topaloğlu), Ankara 1991.
S. Taftazanî, Sa’düddin, Şerhu’l-Makasıd, Beyrut 1989.
Seyyid Ş. el-Cürcanî, Şerhu’l-Mevakıf, (nşr.: eş-Şerif er-Radî), Matbaatu’s-Seâde, ts.

Dipnotlar
1. Bolay, Boutroux’ta Zorunsuzluk Doktrini, s.143 (P. Foulguié-R. SaintJean, Dictionnaire de la Langue Philisophique, s.423-414’den naklen) Ayrıca bkz., Ülken, Bilim Felsefesi, s. 4-7.
2. Kanun belirli ve devamlı bir münasebeti ifade eder; onda bir plan, program ve nizam vardır. Bu itibarla ilimler, daima kanunlarla meşgul olur; tesadüfleri meşguliyet sahasına almaz ve onlarla uzaktan yakından ilgilenmezler. Zira, tesadüf kanunla zıtlaşmanın adıdır, bir diğer ifadeyle, tesadüf gelişigüzelliğin ve başıboşluğun adıdır.
3. Geniş bilgi için bkz. Y. Bauguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, s. 67-73.
4. Bkz., el-Maturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.117.
5. H. Pagels, Kozmik Kod II, s. 159.
6. R. Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, ,s.151.
7. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, V, 369.
8. Bkz., es-Sabunî, Maturidiye Akaidi, s.105.
9. Bkz., et-Taftazanî, Şerhu’l-Makasıd, V, 11; el-Cürcanî, , Şerhu’l-Mevakıf, VIII, 223.
10. Geniş bilgi için bkz. M.F. Gülen, İnancın Gölgesinde, I, 26-33.

 
Üst