yalan dünya ' Alıntı:
s.a. arkadaslar
Üstadimizin sözü " simdi cemaat zamani, tarikat zamani degil" ne anlama geliyor.
Bazi tarikatlerden duydum ki "Seyhin olmassa seyhin seytandir diye " (Seyhin suanda yasamasi gerekiyormus)
aciklamalariniz icin simdiden allah razi olsun
selametle
ve aleykumselam
Sorunuzu iki başlık altında ağabeyerimin sözleri ile aktaracağım :
“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” “Şahs-ı manevi” ve “şirket-i maneviye” terimlerini kısaca açıklarmısınız ?
Şahs-ı manevî, kısaca, “aynı gaye için çalışan bir topluluğun manevî şahsiyeti”, şirket-i maneviye ise “manevî kâr için ortak çalışma yapan fertlerin kazanç müessesesi” şeklinde tarif edilebilir.
“Bu zamanın cemaat zamanı olduğu,” gerçeğini hemen her yerde görmek, her levhada okumak mümkün. Şirket isimlerinde, parti, kulüp, dernek, örgüt isimlerinde hep şahs-ı manevînin ismi geçer. Fertler bu şahs-ı manevî içinde çalışır ve faaliyet gösterirler. Şahıslar gibi şahs-ı manevîlerin de iyileri yanında kötüleri, faydalıları yanında zararlıları da vardır.
İman ve Kur’ân hizmetinin karşısına çıkan şahs-ı manevîlerin başında, masonluk ve komünistlik gelir. Bu şer odaklarının birer şahs-ı manevî hâlinde çalışarak insanları küfre, dalalete ve sefahate sürüklemeleri karşısında Üstadımız, iman ve hidayet cephesinde bir şahs-ı manevî meydana getirmenin zaruretini görmüş ve telif ettiği Nur Külliyatı etrafında bir iman ve ihlâs cephesi teşekkül ettirmiştir.
Bu şahs-ı manevîye dahil olan fertler bir şirket-i manevî teşkil etmişlerdir. Bu şirketin sermayesi “ihlâs, sadakat ve muhabbet,” kazancı ise “rıza-i ilâhî ve sevaptır.” Bu manevî ortaklığa dahil olanların her biri, şirkete, tek kelimeyle “hizmet” diye özetlenen birtakım katkılarda bulunurlar. Bunların tümünden hasıl olan sevap ve nur, “iştirak-i âmâl” düsturuyla, herkesin amel defterine, bölünmeden ve eksilmeden aynen geçer. Bu ise, bu fitne ve fesat asrının ağır şartları altında, büyük bir ticaret kapısıdır.
“Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti cemaat üzerinedir.” (Hadis-i şerif)
Bunun en açık bir delili cemaatle kılınan namazlara yirmi yedi kat fazla sevap verilmesidir. Üç kişi cemaat olmuşlarsa her birisine dokuz değil, yirmi yedi kat sevap verilir. Bunun sebebi, nur ve sevabın bölünmeyi kabul etmemesidir. Nitekim okuduğumuz bir fatihayı yahut bir hatm-i şerifi bin kişiye bağışlasak, sevap bine bölünmez, her birine aynı sevap verilir.
“İhlâs Risalesinde” bu hakikat şu misâlle çok güzel aydınlatılır:
“Nasıl ki dört beş adamdan iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Her biri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin her birinin bir duvarda büyük bir âyinesi varsa, her birinin noksansız, parçalanmadan birer lâmba oda ile beraber âyinesine girer.” (Lem’alar)
İslâm’a yalnız başına hizmet eden bir kimsenin kârı bir ise, bu hizmeti cemaatle yapanın kazancı binlere, milyonlara varır. Şu var ki, şahs-ı manevînin hizmetlerinden hasıl olan umum nurun her şahsın amel defterine bölünmeksizin gireceği müjdelenmekle birlikte, şöyle bir kayıt da getirilir:
“Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur.” (Kastamonu Lahikası)
Hem sevapta bölünme olmayacak, hem de toplam hizmetten herkes farklı derecede istifade edecektir. İlk bakışta birbirine zıt gibi görünen bu iki hükmü bağdaştıracak ip ucunu, yine yukarıda naklettiğimiz “lâmba misalinde” bulmak mümkündür.
“O iştirak edenlerin her birinin bir duvarda büyük bir âyinesi varsa, her birinin noksansız, parçalanmadan birer lâmba oda ile beraber âyinesine girer.” (Lem’alar)
Lâmbanın görüntüsü, herkesin aynasına bölünmeden, parçalanmadan girecektir, ama herkesin aynası gerek büyüklük ve küçüklük itibariyle, gerek parlaklık ve solgunluk yönünden farklı olabilir. Bu yüzden aynalardaki lâmba görüntülerinin verdikleri ışıklar farklılık gösterir.
İşte bu farklılığın dört sebepten ileri geldiği vurgulanıyor “Sadakat,” “hizmet,” “takva,” “içtinab-ı kebair.”
Bazıları “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyorlar. bu sözü nasıl anlamak gerekir?
Bazı tarîkat kahramanlarına nispet edilen bu söz, zaman zaman yanlış kullanılmaktadır. Şöyle ki: Bu söz, bir mürşide bağlanmayı ifade eder. İnsan o sınırlı aklıyla gerçekler aleminin bütünüyle kavrayamaz. Kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilse bile, o yaratıcının kendisinden neler istediğini, emir ve yasaklarının neler olduğunu, önündüki ölüm yolculuğunun ötesinde ne gibi alemler bulunduğunu, hangi hallerin, fiillerin ve sözlerin onu cennete, hangilerin cehenneme götüreceğini bilemez. Bu noktada Kur’anın ve o İlâhî fermanı insanlara tebliğ eden Resulullah’ın irşadına muhtaçtır.
“Âlimler peygamberlerin varisleridir” (Aclûnî, II, 64) hadisinin hükmünce, âlimler mürşittirler. Onlara uymayıp derslerini dinlemeyen bir kişi, hocadan uzak duran bir öğrenciye benzer. Bu öğrencinin cahil kalması ve kötü yollara düşmesi kaçınılmazdır.
Nefsin terbiye edilmesi ve kalbin tasfiyesi yani bütün kötülüklerden arındırılması için de büyük mürşitlerin keşfe dayalı olarak ortaya koydukları bir takım esaslar vardır. Bir kişi o büyük zatları dikkate almadan bu yola kendi başına girdiği taktirde bir takım yanlışlıklar yapabilir ve kendisine bilmeyerek zarar verir. Tıpta bir kişi nasıl diyeti kendi aklınca yapmıyor onu bir doktorun gözetimi altında ve belli kurallara uyarak icra ediyorsa, bir kişi tarikat yoluna kendi başına girmemeli ve o yolun bir safhası olan riyazeti de kendi kendine uygulamaya kalkışmamalıdır.
Bu gerçeğe ters hareket eden bazı kimselerin riyazet yoluyla kalben terakki edeyim derken, bir takım ruhî hastalıklara maruz kaldığı çok görülmüştür. Yukarıdaki sözü, gerek cehaletten, gerekse tarikat yolundaki bu gibi tehlikeli sonuçlardan kurtulmak için “insanın kendi aklına güvenerek yalnız başına hareket etmekten kaçınması, alimlerin ve mürşitlerin tavsiyelerine uyması” gerektiği şeklinde anlamak lazımdır. Yoksa, bu ifadeyi “İlla bir tarikat şeyhine bağlanmak lazım. Yoksa, şeyhin şeytandır” şeklinde kullanmak, çok yanlış olur.