RİSALE-İ NUR SAHABE MESLEĞİDİR

RİSALE-İ NUR SAHABE MESLEĞİDİR

Risale-i Nur ile tasavvuf mesleği arasındaki farkın en dikkat çekici cihetini anlatan bu gelen dersin kat’i ve sarih beyanıyla Risale-i Nur, sahabe mesleğini takip eder. Şöyle ki:

«Sual: Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır. Tarikatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarîk-ı Nakşibendi hakkında, o tarîkatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:

Yani, tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?

Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk'ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.» (Sözler sh:495)

Mevzu edilen acz ve fakr tarîkının mahiyet ve hakikatı Risale-i Nur’da manaca olduğu kadar, acz ve fakr kelimeleriyle de çok tekrar edilir. Âdeta bu acz ve fakrın tazammun ettiği mana, risalelerde bir ruh gibi münteşirdir. Meselâ:

«Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.»
(Sözler sh:32)

«Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a’lâ-yı ubudiyete uçmaktır.» (Sözler sh:316)

«Acz ve tevekkül ile fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.» (Mektubat sh:26)

«Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun.» (Sözler sh: 321)

Evet, «gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za'f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm'in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm'in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.» (Sözler sh: 686)

«Evet, nasıl ki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def'etmek noktasında Hâlıkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.» (Şualar sh:72)

«Acz ve za'fın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlahiye ve gına-yı Rabbaniyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın enva'ı miktarınca, taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gına-yı İlahiyenin derecatını fehmetmelisin. İşte senin hayatının gayeleri, icmalen bunlar gibi emirlerdir.» (Sözler sh: 128)

«Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za'fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.» (Sözler sh: 540)

ACZ-FAKR TARÎKİ NEDİR?

İşte pek azı nakledilen bu ifadelerden açıkça görülüyor ki; acz, fakr gibi insanın fıtri hususiyetleri, Allah’ın marifetini kazanmak ve O’na şuurlu iltica etmek olan en üstün vazife-i insaniyeye en müessir vesile olduğundan risalelerde ehemmiyetle ve çok tekrarlı nazara verilmiş, ubudiyet ve mahbubiyet makamına çıkaran bir tekamül mesleğini almıştır.

Evet bu acz ve fakr, Kur’anî bir meslek manasında şöyle nazara veriliyor:

«Enva'-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın enva'ına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün esmasına câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu'cize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerinin ve san'atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rızkın hadsiz enva'ına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en a'lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.

Elhasıl: En a'lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki; o dört esas şöyle tabir edilmiş:

"Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:

Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz..."» (Mektubat sh:367)

Tarîkatlarda ekseriyetle ortak bir düstür olan terk-i dünyaya bedel, cadde-i kübra olan Kur’an mesleğini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Tarîk-ı Nakşî hakkında denilen: Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk; terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk" olan fıkra-i ra'nâ birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû' etti:

"Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!"» (Mektubat sh:2

Demek herkesin hisse-i dersi bulunan bu küllî ve câmi’ meslekten her cemaatin istifade etmesi için, dikkatleri çekilmiştir.

Yine aynı mes’eleyi teyid için şu gelen bahis de nazara alınmalıdır.
Şöyle ki:

Yirmi dokuzuncu Mektub’un Dokuzuncu Telvih’inde ehl-i tarîkatın hoşlanacağı me’nûs ifadelerle ve istikametli tarîkat unvanıyla hakikat ve Kur’an mesleği gösteriliyor.

Evet, o bahiste nazara verilen istikametli tarîkatın dokuz faidesi çok ihtisar ile ele alınırsa:

Hakaik-ı imaniyenin inkişafı..

Bütün maddî ve manevî cihazat-ı insaniyeyi asıl gayelerine sevkedecek camiiyette kalbin inkişafı..

Müstakim bir dinî cemaate katılıp dünya ve âhirette yalnızlıktan kurtulmak ve cemaate istinaden istikametli yaşamak.. Evet din, müstakim cemaatleri lüzumlu görür.
(Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi Cemaat maddesi)

Müstakim cemaat içinde şuurlu imanı kazanıp dünyanın musibetlerinin ezici ve sıkıntılarından kurtulmak..

Amel ve ibadetleri, şuurlu ve zevkli ifa etmek..

Tevekkül, teslim ve rıza makamını kazanmak..

İhlâsı kazanıp her türlü riyâkarlıklardan ve nefsin rezailinden kurtulmak..

Kalbi işletmek ve aklen tefekkür etmekle, yani “kitab-ı kâinatı okumakla” huzur hakikatini kazanıp bütün ömrünü ibadete çevirmek..

Kâinat mümessili ve Allah’ın muhatabı olmak ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarında terakki edip hakikî insan olmak şeklinde hülasa edilebilen bu dersin hakikati, iman, amel ve tefekkürle aklı tavzif ve nefsi terbiye etmek gibi esasat-ı mühimme nazara verildiğine göre, hakaik-ı Kur’aniyeyi câmi’ bir meslek nazara veriliyor ve tarîkatların bu hususiyette olması gerektiği tarîkat ehline telkin edildiği anlaşılıyor. Bediüzzaman Hazretlerinin telkin ve teşviklerinin çoğu böyle nazikânedir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bahsi yapılan Yirmi dokuzuncu Mektub’daki Telvihat-ı Tis’a için «Bir ders-i hakikattir ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarîkat dersi değildir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:29) demek suretiyle bu hakikati sarahatle tespit etmiştir.
 

tuncerr

Active member
"Hakiki âlimler, zâlim hükümdarlara karşı hak ve hakikati pervâsızca söyleyen âlimlerdir." İşte biz, ancak böyle ve müttakî bir allâmenin söz ve eserlerine itimad edebiliriz.
Asrımızda, hayatındaki vâkıalar ve eserleriyle bu hadîs-i şerife mâsadak olan Risâle-i Nur meydandadır. Müellif Bediüzzaman dinî mücâhedesi ve Kur'ân'a hizmetinde ve ubûdiyetinde, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesine tam ittibâ etmiş bir mücâhiddir. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hadisesi olan Bedir Muharebesinde, Sahabe-i Kirâma, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmıştır. Yani, vâcib olmayan, husûsan muharebe zamanında terk edilebilen, "cemaatle namaz kılmak" gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak'asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevâbı, harb cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.
 
Üst